“Sinema makinistliği”; ülkemizde -tıpkı “taksi şoförlüğü” gibi- herhangi bir okulu, kursu, disipline edilmiş eğitimi bulunmayan, bütünüyle “saldım çayıra, mevlâm kayıra” karadüzeni içinde ilerleyen başıboş bir meslek grubu…
Çocukluk ya da gençlik yıllarınızda kıdemli bir makinistin eteğinin dibine çöküyorsunuz, o kişi keyfi geldiği zamanlarda size işin inceliklerinin her ne kadarını öğrettiyse bütün bilgi birikiminiz de bundan ibaret oluyor. Eğer sinemayı gözükara bir aşkla seven, kendisini mesleğiyle ilgili olarak sürekli geliştirmeye çalışan inatçı biri değilseniz, hayatın dalgaları sizi makine dairesine rastgele sürüklemişse, o durumda zâtınızın ellerinden (ve teknik bilgisinden) film izlemeye gelenlerin de vay haline!
Türk sinema işletmeciliği tarihine geçmiş çok ünlü bir olay vardır. Efsanevî Amerikalı yönetmen Stanley Kubrick, 1975 yapımı “Barry Lyndon” filminin küresel ölçekte gösterime girmesinden hemen önce dünyanın pek çok ülkesine, bu arada da Türkiye’ye “film gösterim standartlarını denetlemesi için” özel temsilcilerini gönderir. Elemanlar ülkemize geldiklerinde “en iyi” sayılan bir kaç sinemaya gider ve gördükleri karşısında dumur olurlar. Filmin çekim ölçeklerine uymayan yanlış objektif kullanımları, perdedeki görüntülerde (eski moda kömürlü makinelerden kaynaklanan) âni ışık düşmeleri, bazen onlarca saniye süren zifiri karanlıklar, bir türlü tam keskinlik elde edilmeyen flû gösterimler ve nihayet filmin bitiş jeneriklerini asla oynatmayan, daha ilk yazı perdenin üzerine düşer düşmez projeksiyon cihazını -hastalıklı bir inatla- kapatan “emeğe saygısız” makinistler…
Kubrick’in adamları ABD’ye döndüklerinde, titizliğiyle tanınan bu yönetmene pek çok Ortadoğu ülkesindeki film gösterim koşullarıyla ilgili olumsuz rapor verirler ki kara listeye alınan ülkeler arasında Türkiye de vardır.
Sırf bu nedenle, ülkemizin sinema salonlarında 1970’lerin ortalarından 1996 yılına kadar bir tek Stanley Kubrick filmi bile oynatılamamıştır. Ne zamanki Warner Bros şirketi Türkiye’ye gelip bizim “ezik” salonlara baştan aşağıya çeki düzen verdi; Kubrick’ten de ancak ondan sonra “Full Metal Jacket” adlı kült filminin Türkiye gösterimine (dünyanın batısında gösterime girişinden yaklaşık 9 yıl sonra) izin çıktı.
Adını sinema tarihine altın harflerle kazımış olan bu büyük usta sonuna kadar haklıydı elbette… “Barry Lyndon” gibi ön hazırlığı 3-4 yıl süren, hiç yapay ışık kaynağı kullanılmamış, yalnızca güneş ve mum ışığı aydınlatmasıyla çekilmiş (ki Kubrick bu projesi için Zeiss şirketine film yapımında ilk kez kullanılan özel lensler ısmarlamıştı) bir başyapıt ortaya koyacaksın; sonra da böyle bir görsel harikayı makine dairesinin bir köşesinde oturup köydeki yavuklusunu düşünen, teybinden “Batsın bu dünya” dinlerken perdedeki görüntünün ışık düzeyini falan unutup giden bilgi fukarası Türk mecnunlarının insafına bırakacaksın!
1987 yılında, o dönemin Çemberlitaş-Şafak sinemasında Tony Scott’un “Top Gun”ını izlerken, (İngiliz olduğunu sandığım) iki turistin, salonun ve projeksiyonun sefaletine bakarak, devre arasında “Disguisting!” (İğrenç!) nidaları eşliğinde sinemayı terk ettiklerine tanık olmuştum ki bugün bile o ânı hatırladığımda bir sinemasever olarak kendi kendime utanırım. Perdede öylesine soluk bir projeksiyon vardı ki Scott’un o güzelim jet uçağı manevralarını doğru düzgün görememiştik bile. Söz konusu filmi ancak yıllar sonra DVD’den izlediğimde yönetmenin hakkını teslim edebildim.
Hele de sinema salonlarımızdaki şu “bitiş jeneriklerini göstermeme” hastalığı tam anlamıyla evlere şenliktir. Film biter, jeneriği oluşturan son bir kaç dakikalık kısım da (teknik bir zorunluluktan dolayı) zaten cihazın içinden geçmek zorundadır. Fakat, gelin görün ki tepedeki karanlık odada oturan gizemli şahıs bu bölümü izlememize asla izin vermez! Sanki o yazılarda sülâlesine hakaretler sıralanıyormuş gibi derhal ışığı kapatır ve bitiş jeneriği cihazın içinden biz göremeden akıp gider. Oysa, o jeneriklerde gerçek sinema meraklıları için yığınla ekstra bilgi gömülüdür. Ki benim de geçmişte sırf oralarda yakaladığım ilginç bilgiler ve bağlantılardan hareketle yazdığım gayet derinlikli inceleme-araştırmalarım olmuştur.
Yıllardır aylık maaşımın en az dörtte birini “sinema”ya harcıyorum; fakat Türkiye’deki bütün sinema salonu işletmecileri şunu çok iyi bilsinler ki bunu son derece gönülsüz bir biçimde yapmaktayım. Çünkü, sinema optiği ve mekaniği konusunda uzman bir adam olarak (evimde 9 yaşından beri sinema makinem var ve şu anda da 5 tane 8 mm, 3 tane 16 mm oynatıcıya sahibim), “sinemayı sinemada izleme” yönünde harcadığım o kadar para ve zamanın karşılığını muhataplarımdan kesinlikle alamıyorum!
Yıllardır, bir-iki istisna hariç, İstanbul’daki sinema salonların tamamına yakınında üste para vererek aynı rezilliği yaşamaktan artık resmen gına getirmiş durumdayım. Yaklaşık bir buçuk ay önce Çağan Irmak’ın “Karanlıktakiler”ini Beyoğlu Atlas Sineması’nda yarısı flû bir projeksiyonla izledim; ki bu salonun projeksiyon-perde açısında çok belirgin bir hesap hatası vardır. Arada gittiğim bir sürü irili-ufaklı filmde de aynı şeyleri bolca yaşadıktan sonra, nihayet geçen cuma akşamı Mecidiyeköy-Profilo AFM Sinemaları’nda “Yasak Bölge 9”u iki saat boyunca altı net-üstü flû bir projeksiyonla izlemek zorunda kalınca, artık dayanamayıp, salonun yetkilisine “Film oynatırken arada sırada şu perdeye bir göz atın Allah aşkına!” diye çıkıştım. Çünkü, 12 TL bilet bedeli ödeyerek izlediğim o film boyunca, sözünü ettiğim netlik sorunu yüzünden gözlerimden yaşlar süzülüp durmuştu.
Bir de sinema işletmecilerine “Filmi yanlış oynatıyorsunuz” diye başvurduğumda, bunların pek çoğunun kibirli tavırlar sergilediğine tanık olmuşumdur. Hayatta bir tek kendilerinin film gösteriminden anladıklarını düşünür, bu konuda herhangi bir şikayette bulunan müşterilerine söylediğinin aslını astarını araştırma gereğini duymadan fütursuzca posta koyarlar. Beyoğlu’nun “meşhur” Emek Sineması’nın -şimdi artık hayatta olmayan- müdürüyle de böyle bir tartışmam olmuştu yıllar önce… İstanbul’un bu anlı şanlı, “festivallere ev sahipliği yapan” salonunda projeksiyon öteden beri hep sorunludur. “Örümcek Adam-2”yi izlediğim bir gün müdür beyin odasına girip “Üstad, şu makinistinizi bir uyarsanız da filmi biraz daha netleştirse” dediğimde, “Bizim sinemamızda asla netlik hatası olmaz. Siz gereksiz yere sorun çıkarıyorsunuz!” gibi bodoslama bir karşılık vermişti. Ben de işi inada bindirip makinisti odaya çağırttığımda, gelen görevli “Ağabey, müşterimiz doğru söylüyor, perdedeki eğim yanlış… Ben görüntünün alt kısmını netliyorum, bu sefer de üst kısım bozuluyor. Perdenin eğimini en kısa zamanda düzelttirmemiz lâzım” diyerek rahmetliyi fena hâlde bozguna uğratmıştı. Ancak iyi de olmuştu, çünkü benim gibi o makineleri evinde parçalayıp tekrar toplayan bir adama konulabilecek en yanlış postaydı bu…
Velhasıl, bu memleketin taksiciliğindeki manzara her nasılsa, sinema işletmeciliğindeki manzara da onun tıpatıp aynısı… Taksi işletmecileri, şoförlere yönelik gasp ve cinayet olaylarına, polis kabalıklarına, sosyal güvence yoksunluğuna ve korsan araçlara karşı zaman zaman gösteriler yapıp toplumdan (ve devletten) merhamet talep ediyorlar. Fakat, bugün kadar müşterilerine revâ gördükleri davranışlar o kadar kötü, o kadar çirkin ki hiç kimse onlara (aslında hak ettikleri) bu merhameti sergilemeye yanaşmıyor. Çünkü, insanları kısa mesafelerde ve yağmurlu havalarda almamaktan kadın yolcularına sarkıntılık etmeye, araçlarının içini pavyon gibi donatmaktan turistleri iki adımlık adresler için saatlerce dolaştırmaya kadar aklınıza gelebilecek hemen her konuda pek çoğunun dehşet verici bir sabıka dosyaları var.
İşte, sinema salonları da tamamen bu görünümdeler… İzleyiciye “Ey millet, film sinemada izlenir. Bırakın korsan izlemeyi, gelin salonlarımıza” diye yalvarıp duruyorlar, fakat salonlara gelenlere sundukları hizmet kalitesi ise taksicilerden farksız…
40 yıllık bir sinemasever ve 20 küsur yıllık bir sinema yazarı olarak;
-Gişelerde mahkeme duvarı suratlı adam ve kadınlar değil, yüzü gülen görevliler görmek istiyorum…
-Perdede ilk karesinden son karesine kadar “net” film izlemek istiyorum…
-Filmlerin bitiş jeneriklerini son karesine kadar rahatça oturup izleyebilmek istiyorum…
–“Dolby Digital” ses sistemi olan bir salonda o ses derinliğini doğru düzgün duymak istiyorum…
-Tuvaletlere ya da adına “teşrifatçı” denilen o lüzumsuz insan grubuna para vermek, bir şişe meşrubatı dışarı fiyatının 5-6 katına içmek istemiyorum…
-Ve nihayet, medyada ve gişelerde ilân edilen seans saatine bakarak girdiğim bir filmden önce, ilk yarım saat boyunca (kimileri yanımdaki küçük çocuklarımın algı düzeyine uygun olmayan, bazen de beni ve eşimi düpedüz utandıran) ağır alkollü içki ve prezervatif içerikli düzinelerce reklâm filmi izlemek istemiyorum…
Mecbur muyum kardeşim bir kadının histerik iniltilerini ilkokul çağındaki çoluk-çocuğumla yan yana izlemeye! Bana televizyondaki “zap yapma” hakkımı, dünyanın parası ve zamanını harcayarak gittiğim bir sinema salonunda neden tanımıyorsunuz?
Reklâm sizin vazgeçilmez bir ekonomik gereklilikse, o halde bitmez tükenmez reklâm kuşaklarınızla (keyifle izlemek üzere para ödediğim) asıl filmin başlaması arasındaki süreyi salonların girişindeki panolarda daha belirgin bir biçimde duyurun müşterilerinize…
Seyircilerinizin istekleri net olarak anlaşıldı mı bayanlar, baylar?
Sinema salonlarındaki -istisnasız her müşterinin şikayetçi olduğu- bu gibi kronik sorunları halletmediğiniz sürece, “korsan sinema” karşısında kan kaybetmeyi sürdüreceksiniz.
İşin kötü tarafı, hiç kimse de batışınıza acımayacak.
Tıpkı taksi şoförlerine acımadıkları gibi…
(09 Kasım 2009)
Ali Murat Güven
Yeni Şafak Gazetesi Sinema Editörü
alimuratg@yahoo.com