Geçen hafta sonu Antalya Altın Portakal Film Festivali’nden ekranlara yansıyan bilumum “kılık-kıyafet salaşlığı” manzaralarını hayretle izledikten hemen sonra, bir sonraki yazımı “Türk sinema festivallerinin ödül törenlerinde yaşanan kılık-kıyafet laubaliliği”ne ayırmayı daha o gün kafama koymuştum. Ancak, değerli meslektaşımız Hıncal Uluç, hafta içinde Sabah’taki köşesinde kaleme aldığı zehir zemberek bir yazıyla (20 Ekim 2009, Salı) söz konusu mesele üzerine ilk ciddi tepkiyi gösteren kişi oldu.
http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/uluc/2009/10/20/utanc_festivali_bitti
Uluç’un -günlük bir köşe sahibi olmanın avantajıyla- sıcağı sıcağına dile getirdiği o haklı serzenişten sonra anılan konuya değinme önceliğimi her ne kadar yitirmiş olsam da, bu durum öteden beri son derece rahatsız olduğum “Türk usûlü ödül törenleri” üzerine bir kaç kelâm etmemi engellemiyor elbette…
Belki üslûbum Hıncal ustamız kadar köşeli olmayacak… Dahası, “Altın Portakal bütünüyle gereksiz bir festivaldir” gibi uç bir noktaya da taşımayacağım eleştirilerimi… Ancak, ülkesinde sinema sanatının gelişimi için kendi etki sınırları içinde samimiyetle çaba gösteren bir sinema yazarı ve sinemasever olarak ben de sonuna kadar şikayetçiyim Antalya-Altın Portakal, Adana-Altın Koza ve İstanbul-Altın Lale gibi organizasyonlarda yıllardır objektiflere yansıyan o gayrıciddi görüntülerden…
Bu yarışmaların hiç biri, yapımcı ve yönetmenlerin yıl içinde ürettikleri filmleri o kişilerin ellerinden yalvar yakar çekiştirerek almıyor; başvuruyu yine aday yapıtların hukuksal sahipleri yapıyor, yani konulan ödüllere doğrudan doğruya kendi iradeleriyle talip oluyor sinemacılarımız… Öte yandan, çoğu festivaldeki değerlendirme sürecine, en azından alternatif bir oylama ve ödül üzerinden bizzat “halk” da katılıyor.
Bu aşamadan sonra, bir takım sinema insanları bu işe bilgilerini ve mesailerini harcayıp günlerce salonlara doluşarak yapılan başvuruları değerlendiriyor, organizatör kuruluşlar da ciddi harcamalar eşliğinde sağlıklı bir yarışma ortamı oluşturmaya çabalıyorlar. Medya deseniz, bizim sektör de çoğu kez kalabalık bir gazeteci güruhu göndererek destek veriyor böylesi kültürel etkinliklere…
Nihayetinde, ödülleri kazananların listesi kamuoyuna ilân ediliyor ve yapılan bu seçme sonuncuda da birilerinin yüzü gülüyor. Ya da en azından teorik olarak “gülmesi gerekiyor”. Çünkü, bizler, Antalya, Adana ya da İstanbul’daki ödül törenlerinde hiç de bu tür bir manzarayla karşılaşmıyoruz. “Jürideki arkadaşlarının hatırını kıramayarak oralara kadar gelmiş” pozlarda, sunucular tarafından alkışlar eşliğinde anons edildiklerinde gövdelerini koltuktan zorlukla kaldıran bir takım -alabildiğine heyecansız- sinemacılar kürsüye geliyor, savruk bir beden dili eşliğinde son derece yüzeysel ve de özensiz konuşmalar yapıp iniyorlar. Bu sırada büyük bir bölümünün üstü başı da “sigara almak için alelacele köşedeki bakkala çıkmış pazar sabahı erkeği” görünümünde oluyor. Ayıptır yahu…
Sanatı yücelten bir yarışmaya katılmışsınız… İcrâ ettiğiniz o sanatın uzmanı konumundaki kişiler sizin başarı ve emeğinizi doğru teşhis edip ödüllendirmişler… Öte yandan, ülke medyasının temsilcileri de tam karşınıza dizilmiş, üstelik bunlardan bazıları üç kıtaya canlı yayın yapmaktalar… En önemlisi de “halkınız”ın karşısındasınız. Ki o halk elde ettiğiniz başarıya “halk jürisi” oylarıyla, yanı sıra da gişe önlerinde harcadığı zaman ve parayla destek oluyor.
Kendinize biraz ayar verin de gardrobunuzdan (hadi smokini-kravatı falan çoktan geçtik) lacivert bir ceket, bir de ütülü pantolon çıkartıp giymeyi öğrenin artık…
Böyle davranmak “şekilcilik” ya da “küçük burjuva takıntısı” falan değil, “zarif olmak”tır. Ki gerçek bir sanatçıya yakışan duruş da budur. O sahnenin karşısında oturan eski tüfek Yeşilçam ustalarına dönüp bir bakın hele, sizi alkışlamaya geldiklerinde nasıl giyiniyorlar! Aldıkları eğitimden, sahip oldukları geleneksel görgüden ve emeğinize duydukları saygıdan dolayı böyle davranıyor bütün o kıdemli oyuncu ve yönetmenlerimiz. Siz ise “Heykelciğimi alıp hemen Cihangir’deki kahvede yarım bıraktığım okey partisine geri uzayayım” havalarındasınız.
Bana “Ben muhalifim, radikalim, sistemin dayattığı değerleri sallamıyorum” diye martaval okursanız, o zaman bu satırların yazarı da sinema arşivinden yüzlerce yerli-yabancı ödül töreni fotoğrafı çıkartıp tek tek önünüze koyar. Bu işler yurt dışında -en azından dünya ölçeğinde ön sıralarda yer alan doğru düzgün film yarışmalarında- hiç de böyle yürümüyor. Tören gecesi kılık kıyafetinin tam olarak nasıl olması gerektiğine ilişkin kesin bir kural dayatmayan yarışmalarda bile böylesi arabesk manzaralara çok az rastlanmakta… Çünkü, oralarda sanatçılar kamunun önüne çıkarken doğal bir refleksle kendilerine çekidüzen veriyor, alışageldikleri spor tarzı bile o formatın en şık hâliyle üzerlerinde taşıyorlar. Aşırı resmî bir tören kıyafeti olarak “smokin” giymeseler bile en azından “Arap Kadri” görünümünde dolanmıyorlar sahnede… Aralarından en radikali U2’nin Bono’su kadar radikal oluyor ki Bono’yu da şimdiye kadar pantolonundan dışarı fırlamış kırış kırış gömleklerle hiç görmedik doğrusu…
Türk sinemasının gelmiş geçmiş en aykırı, en sistem muhalifi sanatçılarından biri Yılmaz Güney’di. Ve aynı Güney, ölümünün üzerinden çeyrek yüzyıl geçtikten sonra, bugün bile benim hafızama sahneye ya da medya huzuruna çıkarken giydiği birbirinden şık takım elbiselerle kazınmıştır. Bir de 1982 yılında Cannes’da, cezaevinden –Şerif Gören ile ortaklaşa- yönettiği “Yol” filmi nedeniyle Altın Palmiye alırken, gurur dolu bir tebessüm eşliğinde sıktığı yumruğu ve jilet gibi smokiniyle…
O yüzden, salaşlığınızı topluma “kendine özgü bir duruşa sahip olmak” falan diye yutturmaktan vazgeçin artık…
Ülkemizde düzenlenen bütün sinema yarışmalarının organizasyon komiteleri, alacakları bağlayıcı kararlarla bu laçka kılık-kıyafet düzenine artık bir son vermek zorundalar. Yoksa, bin bir emek ve harcamayla düzenledikleri o etkinlikler, “Çaltılıçukur Kiraz Festivali” kapanış töreni atmosferinden bir türlü kurtulamayacaktır.
(25 Ekim 2009)
Ali Murat Güven
Yeni Şafak Gazetesi Sinema Editörü
İnsan ne giyerse, odur. İnsanın gündelik giysilerini seçmesi “salaşlık” değildir, bir seçimdir. Kara önlüklerle tektipleştirilmiş bir eğitimden gelen kuşakların üniformaya, smokine, kıyafet kodlarına vs alışamamaması da doğaldır.
Doğru söze ne denir. Hem Antalya Festivali’ndeki ödülleri burun kıvırır gibi alırlar, hemde oraya katılmak, katılınca ödül alabilmek için her türlü lobiyi yaparlar. Sayın Ali Murat Güven bu iki yüzlülüğü çok iyi tespit etmiş. Özellikle genç arkadaşlara şunu söylemek istiyorum, bu festivaller kolay kazanılmadı, burada yeşilçamın yılların emeği var, bundan sonra da bayrak size geçtiğinde, aynı özeni göstermeniz gerekir.