Günlük gazeteler, Elazığ’a ertesi gün ulaşıyordu. Şehirlerarası yollar günümüzdeki gibi değildi. Babam, radyoyu açarsa dinleyebilirdik. Televizyon sözcüğü, dilimize henüz girmemişti. Dünyada olduğu gibi, ülkemizde de sinema giz dolu bir pencereydi. Göremeyeceğimiz ülkeleri, geçmişin medeniyetlerini, o dönemin insanlarını, Kızılderilileri, Kovboyları, Vikingleri, Herkül’leri, Tarzan’ları, o pencerenin beyaz perdesinde tanıdık. Gördüklerimizi gerçek sanıp etkilendik. Fotoğraf sinemasının kurallarının hüküm sürdüğü Türk Filmleri izledik. Güzel yüzlü, karton kahramanları baştacı ettik. Etkilenip taklit etmeye, onlara benzemeye çalıştık. Onların üzüntüsü üzüntümüz, sevinçleri sevincimiz olurdu. Artist yarışmaları aracılığıyla, yeni oyuncular anons ediliyordu. Beğendiklerimizi kanıksadık. Zaman içinde deneyim kazanıp, kendini geliştirenleri izlerken tad aldık. Güzel yüzlü karakterlerin perdeye yansıdığı yıllar, iri burunlu, kepçe kulaklı bir adam çıktı ortaya.
Babam, ilk kez bizi sinemaya götürdü. Atıf Yılmaz’ın Alageyik (1959) filmi, ilk izlediğim film oldu. O filmde, o adamı tanıdım. Adı Yılmaz Güney’di. Çevremizde gördüğümüz insanlardan farkı yoktu. Oyuncu tanımını bilmeyen bizler, bize benzeyen bu adam’ı sevdik. Atıf Yılmaz’a asistanlık yaptığı yıllar, küçük roller oynadığı filmlerde onu görünce, en sevdiğimizi görür gibi olduk. Yüreğimize, duvarlarımıza asılmaya başlamıştı artık. Asıl soyadı Pütün olan Yılmaz Güney’in ailesi, (o zamanlar daha Şanlı olmayan) Urfa’nın Siverek ilçesinden, Adana’nın Yenice Köyü’ne göç etmiş. Leyla abla, sonra Yılmaz abi (1937) doğmuş. Yılmaz, zorluklar karşısında eğilmez, umutsuzluğa kapılmaz, yılgınlığa düşmez, baş eğmez demektir. Pütün, kırılması zor, sert meyva çekirdeği demektir. Babası (Hamit), okuma yazmayı askerde öğrenmiş. Annesi (Güllü) okuma yazmayı bilmezmiş. Dokuz yaşından itibaren, hayatını çalışarak kazanmış. İlk işi dana gütmek olmuş. Liseyi Adana’da bitirmiş.
And Film’le Kemal Film de pursantaj memurluğu (kent kent dolaşarak, filmlerin sinemalarda oynamasını sağlayan bir görev) yapmış. Sanata meraklıymış, hikâyeler yazıyormuş. Doruk adında bir sanat dergisi çıkarmış. Orhan Kemal, Yaşar Kemal’le tanışıp, arkadaş olabilmiş. İstanbul’a, İktisat Fakültesi’nde öğrenim görmek için gitmiş ama devam edememiş. Atıf Yılmaz’la tanıştığı yıllar, bir yandan da hikâyeler yazıyormuş. Atıf Yılmaz’ın da desteğiyle sinema çalışmalarına başlamış. Onüç dergisinde yayımlanan, “Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri” adlı öyküsünde, komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle yargılanmış. 1961 yılında 18 ay hapis cezasına, 8 ay sürgün cezasına mahkûm olmuş. 1962 yılı Aralık ayında, muhafazakârlığıyla ünlü, Konya’ya sürgüne gönderilmiş. İlk çocuğu Elif’in annesiyle orada tanışmış. Yılmaz abinin deyimiyle, “Keçe-külâh filmleri” kaçırmaz olduk. Filmlerinde, hor görülen, ezilen bir Anadolu çocuğunun otoriteye başkaldırısı vardı. Çirkin Kral adı, ülkeye yayılmaya başlamıştı. Sanki, sokakta herkes Yılmaz Güney’di. Gece yarısı yola çıkıp, sabah sebze-meyva haline yetişen köylüler, Yılmaz abinin filmi oynuyorsa, ikindi okunurken yola çıkıp, filmi izlemeye yetişiyorlardı. Geceyi hal binasında sabahlayarak, filmi konuşarak geçiriyorlardı. Lütfi abinin (Akad) Hudutların Kanunu (1966), Kızılırmak Karakoyun (1967) filmleri unutulmazların arasına girdi. Ezilenlerin yüzü, sesi olmaya başlamıştı. O artık Çirkin Kral değildi. Yılmaz Güney’di. Yılmaz abimizdi. Nebahat Çehre Yenge’mizdi. Seyyit Han / Toprağın Gelini (1968), yönettiği filmleri arasında ilk sıyrılan oldu. 1968’de, Muş’ta askerliğini yaparken, izin sürecinde Aç Kurtlar (1969) filmini çekmişti. Yeğeni Enver de filmde oynamıştı. Aynı yıl Elazığ’da, Yazlık Saray Lokantası önünden geçerken, toplanan kalabalığı gördüm. İçeriyi görmeye çalışanları, garsonlar yere şişe atıp kırarak, püskürtmeye çalışıyordu. Sesler, alkışlar arttıkça artıyordu. “Yılmaz Güney içerde” sözünü duyunca, kalabalığın uzağında beklemeye başladım. Bir süre sonra traşlı kafası, asker giysileriyle Yılmaz Güney kapı önüne çıktı. Kalabalığı selâmladı. Kara kuru, dal gibi ince Yılmaz abiyi, ilk kez görmenin sevincini yaşadım. Lokantanın önünden tesadüfen geçtiğime sevindim. 1970 yılının Nisan ayında askerliği bitmiş, Fatoş (Fatma Süleymangil) Yenge’miz olmuştu. Ardından, Türk Sineması’nı dünyaya tanıtan Umut (1970) filmini çekmişti. Senarist, oyuncu, yönetmen olarak zirveye oturmuştu artık.
Eğitim için İstanbul’a geldim. 1971 yılı başlarıydı. Bir tanıdığımın damadı, Beyoğlu Emniyet Amiri’ydi. Yılmaz Güney’i sevdiğimi öğrenince “Tanışmak ister misin?” dedi, uçtum. Yanımdaki arkadaşım da gelmek istedi. Muşlu Metin’den söz etti, adresini verdi. Ertesi gün, Kazancı Yokuşu’ndaki adrese gittik. Muşlu Metin haberliydi, bizi bekliyordu. Beyaz kuyruklu arabasıyla, Şişli’de bir klüp’e gittik. Kapıyı açan biri. açık kapısından koridoru görünen odaya aldı. Metin abi, kapısı kapalı odaya girdi. Bir süre sonra, kapalı odanın kapısı açıldı. İri, davudi sesli biri çıktı. İnce Memed’in yazarı Yaşar Kemal’di. Yolcu eden Yılmaz Güney. O günün koşullarında bu iki insan, halkın gözbebeğiydi. Yılmaz abi, “Yaşar abiye taksi çağırın” dedi. Yaşar Kemal, gençlerden biriyle çıktı. Yılmaz abi yanımıza geldi, ayaklandık. Elimizi sıkıp “Hoş gelmişsiniz gardaş” dedi. Dilimiz damağımız kurudu. Bizi, kapalı odaya buyur etti. Çay içerken konuştuk. Veda edip çıktığımızda, ayaklarımız yere basmadan, konuşarak epeyce yürüdük.
Boynu Bükük Öldüler (1971) adlı, ilk romanını bulup okudum. Roman, 1972’de Orhan Kemal ödülü aldı. Birbirinden güzel, Ağıt (1971), Umutsuzlar (1971), Acı (1971), Baba (1971) filmlerini izledik. Ünlü kabadıyalardan Yusuf Koç, Ağıt filminde oynamıştı. 16 Mart 1972’de, Mahir Çayan’la arkadaşlarına yardım edip, Levent’teki evinde sakladığı gerekçesiyle tutuklandı. Mahkeme sonucu 10 yıl ağır hapis cezasıyla, sürgün cezasına çarptırıldı. İki yıldan fazla cezaevinde kaldı. Daha sonra yayınlanan, Selimiye Üçlüsü (Hücrem-Salpa-Sanık), Selimiye Mektupları, Soba Pencere Camı ve İki Ekmek İstiyoruz kitapları, bu yılların tanıklarıdır. Arkadaş (1974) filmi, sınıfsal çelişkiye neşter atar gibiydi. Filmde yerde tekmelenmesi, onu sıradan insan gibi görmeyen sevenlerini kızdırdı. Zavallılar (1974) filminde, çocukluğunu yeğeni Göktürk oynadı. Zavallılar filminin çekimleri bitmemişti. Endişe filmini çekmek için Adana’ya gitti. 14 Eylül 1974’te, Adana’nın Yumurtalık ilçesinde Endişe filmini çekerken, adı cinayet olayına karıştı. Savcıyı (Sefa Mutlu) öldürmekten 19 yıl hapse mahkûm oldu. Zavallılar ve Endişe filmlerini bitiremeden, yine duvarlara döndü.
İçimi kurt gibi kemiren tiyatro tutkusuyla, İstanbul Belediye Konservatuarı’na başladım. Asistanı Şerif Gören, Endişe filmini bitirdi. Atıf Yılmaz da Zavallılar (1975) filmini bitirdi. Kayseri Cezaevi’ndeyken babasını (1976) kaybetti. İ. B. Şehir Tiyatroları Tepebaşı Deneme Sahnesi ekibinde oyuncu ve asistan olarak çalışmaya başladım. Bir televizyon filminde oynama deneyimi yaşamıştım. Atıf abiyle tanışmıştım. Cezaevindeyken Güney adlı, sanat-kültür dergisi (1978) çıkartıyordu. Dergide, Yılmaz abinin “Bize sahip çıkın” yazısını okuyunca, Güney Film’e gidip gelmeye başladım. Yılmaz abinin ortağı (Süha Pelitözü), derginin ilk sayısını gereğinden fazla basmış, dergi depoda kalmıştı. Güney Han, Sakız Ağacı Caddesi’deydi. Şimdi o caddenin adı, Atıf Yılmaz Caddesi. Girişle birlikte dört katlı hanın, bir katı Güney Film’di. Girişte çayocağı vardı. Ocağı işleten Halit, hanın işlerini de yürütüyordu. Şimdi hayatta olmayan bir arkadaşım, dergi, kitap kartpostallar, takvim basımlarını takip ediyordu. Üç arkadaş (Erol-Neyyire-Nihat) derginin hazırlıklarını üstlenmişti. Derginin 8. Sayı’sının kapağını, (Antalya Film Festivali sonuçları konulu) çizimler ve fotoğraf kolajlı hazırladım. Tiyatrodan fırsat buldukça, Güney Film’e gidiyordum. Yılmaz abi Paşakapısı Cezaevi’nden İzmit Cezaevi’ne sevk edilmişti. Bir gün, İzmit’e birinin gitmesi gerekiyordu. Gitmem önerildi, seveseve kabûl ettim. Kadıköy’de, ailesiyle oturan Yenge’ye (Fatoş) uğrayıp, para aldım. Harem’den otobüse bindim. İzmit girişinde caddede indim. Tepedeki İzmit Cezaevi önüne vardığımda, hava kararmaya göz kırpıyordu. Cezaevinin merdivenlerinden çıktım. Kapalı kapının ardında kimse yoktu. Camlı kapısından içeri baktım. Ne yaparım şaşkınlığıyla merdivenlere oturdum. Birden kapı açıldı, ayaklandım. Çıkanların arasındaki, şişman adamı tanıdım. Cezaevi Müdürü’ydü. TRT Televizyonu’nda, cezaevlerini anlatan programlar yapılıyordu. İzmit Cezaevi’ni de tanıtmışlardı. O programda görmüştüm. Müdür “Hayırdır evlâdım?” der demez, “Yılmaz Güney’i görmeye geldim” dedim. Bir an yüzüme baktı. “Evinden para getirdim” dedim. Gardiyana döndü. Gardiyan içeri seğirtti. Teşekkür ettim. Müdür gitti. Beş dakika kadar sonra kapıda beyaz takım elbisesi, gülümsemesiyle Yılmaz abi göründü. Şaşkın baktı, sarıldık. “Nerelerdesin?” dedi. Kısaca aktardım. Parayı verdim. Güney Film’le ilgili konuştuk. “Bi’şeyler versem götürür müsün?” dedi. Güldüm. İçeri gitti. Bir süre sonra elinde bir fileyle geldi. Filenin içi yazılar, mektuplarla doluydu. Vedalaştık. Caddeye inip, dönüp cezaevine baktım. Kapıda duruyordu. El salladı, el salladım. İçeri gitti. Otobüs beklemeye başladım. Ertesi gün, fileyi Yenge’ye teslim ettim. Tiyatro dışındaki zamanım, Güney Film’de geçiyordu. İmralı Yarıaçık Cezaevi’ne sevk edilen Yılmaz abinin, sinemaya olan ilgisi devam ediyordu. Senaryosunu yazdığı Sürü filmi, Zeki abi (Ökten) tarafından çekilecekti. Yeğeni Göktürk’te oynayacaktı. Her daim içimi sızlatan Yaman’ı (Okay) tanıdım. Kamera arkasında yer alan Ali Özgentürk, mekânlara gidip fotoğraflar çekmişti. Çekim ekibi gidince, hummalı çalışmayla başladım. Yazıhanedeki dolapları, çuvalları, afişleri, lobileri elden geçirip tasnifledim. Listelerini yaptım. Fotoğrafları kutuladım. Gelen mektupları okuyup, gerekenlere cevaplar yazdım. Girişteki çay ocağının yanından inilen depoya indim. Karman çorman, içler acısı durumdaydı. Deponun bir bölümünde oturma yerleri ve sinema oynatıcısı vardı. Deponun bir alt deposu, Güney dergisinin ilk sayısıyla boğulmak üzereydi. Bir hafta içinde, alt depoyu boşalttım. Derginin eski sayılardan belli miktar da ayırdım. Gerisini kâğıt hurdacılarına sattık. Temizlik sonrası, oluşturduğum kitaplıklara, derginin bütün sayılarından birer takım (12 adet) arşiv yaptım. Yılmaz abinin okuyup, geri gönderdiği kitapları düzenledim. Depo artık oturulacak, film izletilecek duruma gelmişti. Ben de yorulmuştum. Her gece banyo yaparken, burnumdan kurum akıyordu. Sıraselviler’de bir bodrum katımız daha vardı. Depo gibi kullanıyordu. Kent dışından gelenlerle, orada konuşuyorduk. Arkadaşlar (İsmail-Kazım), Ekim-Birlik konusunda, onlarla koyu sohbetler yapıyordu. Ocağı işleten Halit’le, dost olmuştuk. Yenge’yle küçük Yılmaz, gelip gidiyordu. Mektup yazıp, resim isteyenler oluyordu. Yılmaz abinin imzaladığı kartpostalların üstüne, isteyenin adını yazıp gönderiyordum. Sinema işlerini takip ediyordum. Parasızdık. Emek karşılığını talep etmiyordum zaten. Sinema Televizyon Enstitüsü’nün başındaki, Sami Şekeroğlu’nun dostluğunu gördük. Umut Sanat Ürünleri adlı dağıtım şirketi (Seher Karabol), Sürü filminin yurt dışına gitmesini üstlendi. Film büyük ilgi gördü. Locarno Film Festivali’nde, Altın Leopar ve para ödülü aldı. Unkapanı Köprüsü’nün Eminönü tarafında iskele vardı. Şimdi parka dönüştürüldü. İmralı’dan gelen deniz motoru orada demirlerdi. Motoru kullananlar da mahkûmdu. Gelen iki kişiden biri evine gidebilirdi. Eminönü Mısır Çarşısı’nda, bir tuhafiyeci dükkânı irtibat bürosuydu. İmralıya gidecek eşya, mektup, para oraya bırakılıyordu. Gün geldi, İmralı’ya gitmem gerekti. Ziyaret günleri, Cuma günüydü. Mudanya vapuruyla İmralı’ya gidiliyordu. Yengeyle buluşup yola çıktık. Vapur adanın açıklarında demirledi. Cezaevi motoru gelip ziyaretçileri aldı. Bizi iskelede karşıladı. Yazıhane konusunda gerekenleri konuşup, Yenge’yle başbaşa bıraktım. Mahkûmlarla tanışıp, lâfladım. Dönüş zamanı, vapur aynı yerde demir attı. Motorla vapura ulaştık. İmralı gidişlerim yoğunlaştı. Gazeteci dostumuz Turan (Aksoy) abinin, organizasyon desteğiyle, her hafta ünlüleri götürüyorduk. (Adnan Şenses, Nazan Şoray, Semra İnanç, Selda Bağcan, Sevda Ferdağ, Müjdat Gezen, Savaş Dinçel) ilk haftalar götürdüklerimizdi. Mahkûmlara konser veriyor, mahkûmlar yaptıkları elişlerini, yetiştirdikleri domatesleri kasalarla hediye ediyorlardı. Mahkeme günleri, avukat Cevat abi (Ercişli) ve birkaç kişi Mudanya’ya gidiyorduk.
Çekingen yapımdan mı, ortam olmamasından mı, hiç fotoğrafımız olmadı. Ama birkaç kişi de olan, özel fotoğraflarını hâlâ saklıyorum. Yılmaz abi, yenge ve küçük yılmaz’ın olduğu bir fotoğrafı, kızım Özgür adına imzalatmıştım.
Tiyatronun tatil olduğu ay, Düşman (1979) filmi için ekip kuruldu. Zeki abi yönetecek, Çetin abi (Tunca) görüntüleyecekti. Aytaç’la (Arman), Güven abiyle (Şengil), Şevket abiyle (Altuğ), Kamil abiyle (Sönmez) tanıştık. Aytaç’ın abisini, konservatuvar hocam Çetin abi (İpekkaya), bende 2. işçi rolünü oynayacaktım. Yakıt sıkıntısı çekildiği dönem, para konularıyla ilgilenecek Kerim dayı da yanımızda, Çanakkale’ye hareket ettik. Önemli konuk gibi ağırlandık. İkinci gün, çekim izni yok diye durdurulduk. Onaltı gün izin gelmesini bekledik. Sezon açılması yaklaşmış, tiyatroya dönmem gerekiyordu. Rolümü Hikmet (Çelik) oynadı. Provaya başlayan Çetin abi de, gidecek durumda değildi. Onun yerine Macit’i (Koper) gönderdim. Filmin sahnelerinden birinin, kalabalık tarafı Çanakkale’de çekildi. Sahnenin karşılığı, İstanbul/Şişhane’de bir apartmanın balkonunda çekildi. Yılmaz abi, İmralı’da domates yetiştirdi. Gün geldi, motorda tayfa oldu. İmralı motoru, Unkapanı Köprüsü’ne gelince, gidip alırdık. Evine götürürdük. Bayram filminin hazırlıkları başladı. Cezaevinden bayram iznine çıkan, 11 mahkûmun yaşamı anlatılıyordu. Erden Kıral filmi çekmeye başladı. Birinci hafta film durduruldu. Çekilenlerin iş kopyalarını izleyen Yılmaz abi, beğenmemiş. Filmin mahkûm sayısı düşürüldü. Yol adıyla, Şerif Gören tarafından çekildi. Yazmadan edemeyeceğim. Taşınmam gerekti. Bulduğum evin sahibi bir yıllık kirayı peşin istiyordu. Arkadaşlar duyurmuş, Yılmaz abi ödeyin talimatı vermişti. Yazdıklarından ötürü, hakkında 10 ayrı dava açıldı. İstenen ceza toplamı 106 yıl’dı. 12 Eylül darbesi sonucunda, Dergi, 13. sayıdan itibaren kapatıldı. Isparta Açık Cezaevi’ne sevk edildi. Cezaevi denilen yer bir köy. Bakkalı, manavı, kasabı, herkes mahkûm. 1981 yılı Ekim ayına kadar, yaklaşık oniki yılını çeşitli cezaevlerinde geçirdi. Bu oniki yıl içinde, ikisi yarı-açık olmak üzere onbeş cezaevi tanıdı. Cezasını tamamlamadan, 1981 Ekim’inde izinli çıktığı Isparta cezaevine bir daha dönmedi. Bu arada tutuklandım… Yol (1982) filminin, Costa Gavras’ın Missing (Kayıp) adlı filmiyle Cannes Film Festivali’nde ödül aldığını duydum. Önemli bir sinemacı olarak kabûl edilmesinden sevinç duydum. 1983’te vatandaşlıktan çıkartıldığını, iltica ettiği Fransa’nın Paris şehrinde yaşadığını, “Düşünmeden hiçbir insanın her hangi bir şey yapabilmesine imkân yoktur. Ben sadece düşündürmek istiyorum.” dediğini, Duvar (1983) filmini çektiğini duyduk.
9 Eylül 1984… Metris tiyatro salonuna çıkıyordum. Çıkışlar alt kattan başlıyordu. Cezaevi idaresinin izin verdiği gazeteler, magazin gazetelerinden oluşuyordu. Aralarında, Hürriyet Gazetesi tek seçeneğimizdi. Gazeteler, önce üst kattaki koğuşlara dağıtılıyordu. Bu nedenle koğuşa dönünce, okuma fırsatım oluyordu. Tiyatro salonuna girdiğimde, üst kat koğuşundan arkadaşlar oradaydı. Biri hüzünle yanıma yanaştı. “Yılmaz Güney ölmüş” dedi. İnanmadım. Israrları beni ikna etmedi. Sayım öncesi koğuşlara döndük. İlk işim gazeteye bakmak oldu. Gazetenin manşeti haberi doğruluyordu. Yılmaz abi, mide kanserinden (az çekmedi midesinden) gitmişti. Eli çenesinde, dökülmüş saçlarının bir kısmını kapatan kasketi, kemikleri kalmış yüzü, iri gözleri, gülümser gibiydi. Tenime dikenler battı, zaman durdu.
Gün geldi, bir yığın sorunlarla karşılaşacağımı bilmeden döndüm. Ülke oldukça değişmişti. Filmleri yasaklanmıştı. Caddelerde üst geçitler, kadın giysili erkekler göze çarpıyordu. Madeni paralar çatal bıçak olmuştu. Video kameralarla film çekilmeye başlanmıştı. O dönemi yaşayanlar, okuyanlar bilir. Sakıncalıdır diye, evde ne kadar kitap varsa, Yılmaz abininkiler, aralarında olan kızıma imzaladığı fotoğraf sobada sır olmuşlar. Gözden kaçan özel fotoğraflar, gözüm gibi hâlâ duruyorlar. Paris’e giden arkadaşım, Yenge’ye uğramış. Bana getirmek için, Yol filminin kasetini istemiş. Yenge, bakılırsa boş sanılsın diye baş tarafı birbuçuk saat kadar boş bir kasetle, göndermişti. Avcılar’da video kaset satan, Aytaç’ın tanıdığı birinden Duvar filmini bulup izledik. Ülkede yumuşamalar başlayınca,Yenge’yle Yılmaz (oğlu) temelli dönmüşlerdi. Yenge’yle karşılaştık. Güllü hanımın, oğlunun durumundan haberi olmadığını söyledi. Güney Han’ın, borçlara karşılık satıldığını, Sıraselviler’deki yeri depo olarak kiralayan noterin, çıkmak istemediğini anlattı. Yılmaz abiyi tanıyan bir yakınıma, durumu aktardım. Ertesi gün, Noterin yeri boşaltılıp, anahtarı teslim ettiği haberi geldi. Yenge’yle Yılmaz, teşekkür etmek için geldiler. Küçük Yılmaz delikanlı olmuş, babasının gençlik dönemi kopyasıydı. Gece Bebek Maksim’e gittik.
Yılmaz abi kilitli dolabımda düşünüyor, bazen alçak sesle türkü söylüyor. İri gözleri, gülünce gülen dişleriyle gülüyor. Ovanın derinliğinde, at kişnemeleri duyuluyor. İnce, sıcak sesiyle anlatıyor, dinliyorum.
(02 Temmuz 2009)
Arslan Kacar