Aranjmancılara karşı isyan bayrağı çekilir. Halk ve Türk Sanat müziğine alternatif olarak ulusal folk müziği sunulur. İçinde 68 ruhu taşıyan kent soylu kolej çocukları yüzlerini Anadolu’ya dönerler. Anadolu insanının yüzyıllardır söylediği yerel türküleri evrensel hale getirip dünyaya yepyeni bir sentez müzik sunma aşkıyla yanıp tutuşurlar. Adını da –uzun tartışmaların ardından- Anadolu Pop koymaya karar verirler. Başlangıçta her şey çok güzel gider. Altın Mikrofon Şarkı Yarışması’yla da tür geniş kitlelerle kucaklaşır. Ancak halk müzikçilerin düşmanca saldırıları, TRT’nin sırtını dönmesi ve devlet eliyle hızla yükselmeye başlayan arabesk müzik Anadolu Pop’un sonunu getirir. Velhasıl Anadolu Pop, 68’in güzel niyetlerinden biri olarak birçok şey gibi nostalji olur. Ancak üzerinden yarım yüzyıl bile geçmemesine rağmen elimizde hâlâ doğru düzgün bir belge bulunmaz. Bu gerçeği gören ve çok üzülen değerli müzik ve sinema yazarımız Cumhur Canbazoğlu nefesini tutar ve yıllardır batık bir gemi gibi denizin dibinde çürümeye terk edilmiş Anadolu Pop’a ulaşmak için sağlam dalış yapar. Kentin Türküsü: Anadolu Pop Rock işte bu dalışın ardından yeryüzüne çıkarılan her bir gerçek parçanın özenli ve nadide bir derlemesi…
Anadolu Pop’un oldukça trajik bir hikâyesi var… Önce müthiş bir çıkış yapıyor ama sonra acımasızca baltalanıyor ve birçok yöne savruluyor. Siz de bu parçaları toplayıp bize gerçek bir Anadolu Pop Rock kaynağı sunuyorsunuz… Anadolu Pop’a kafayı takmış biri olarak sizden dinleyelim hikâyeyi…
Anadolu Pop’un öncülerinin hepsi şehir çocuğu; Barış Manço Modalı, Cem Karaca Bakırköylü… Bu iki müzisyen önderliğinde Anadolu İstanbul’a taşınıyor. Üstelik yeterince şöhretleri varken Avrupa’ya gidiyorlar, orada aç susuz kalıyorlar… Kimse yapmaz bunu şu anda… Çok enteresan şeyler bunlar. Dolayısıyla ben buna saygı duyuyorum. Barış Manço ve Fikret Kızılok Galatasaray Liseli, Murat Ses Avustralya Liseli, Cem Karaca Robert Kolejli, Erkin Koray Alman Liseli… 68 ruhu taşıyan kolej çocuklarından söz ediyoruz. Ama insanlar yabancı kültüre meyledecekler kendi müziklerini unutacaklar endişesi yaşanıyor ülkede… Ama hepsi kendi müziklerini dinliyor ve bunu dünyaya taşımak istiyorlar. Bu durum beni çok derinden etkiledi ve bu kitabı yazmamda etkisi büyük… Bir de İnternette müthiş bir bilgi kirliliği var. Erkek adam kız diye gelir, o derece yani…(gülüyor) Bunlar canımı çok sıktı. Tarihe bir çivi çakmak ve gelecek nesillere doğru bir kaynak bırakmak için kolları sıvadım. O yıllarda Anadolu Pop’a karşı müthiş bir TRT denetimi var. Anadolu Pop’un daha yeni yeni palazlanmaya başladığı, satışlarının, tirajlarının artmaya başladığı dönemde TRT darbesi yiyor. O zaman şimdiki gibi bir sürü kanal yok ki… Tek dayanakları TRT… Halk müzikçilerinden feci bir tepki geliyor. Ne yapıyorsunuz siz kardeşim, öyle kafanıza göre yapamazsınız bu işleri diyorlar. Zeki Müren destekliyor ama bu önemli… Velhasıl 1970’lerin başında Anadolu Pop politize oluyor ve Anadolu Rock oluyor. Kentsoylu insanların sorunlarıyla ilgilenmeye başlıyorlar. Cem Karaca’nın “İşçisin Sen İşçi Kal” şarkısı bu anlayışın en önemli şarkılarından birisi…
Anadolu Pop kan kaybederken arabesk türemeye başlıyor. Üstelik devlet eliyle… Bir nevi arabesk müzik devlet politikası oluyor. Başını eğ, kaderine teslim ol anlayışı empoze ediliyor değil mi?
Evet, Turgut Özal dönemi… Anadolu Pop TRT darbesiyle düşüşe geçiyor, o sıralarda köyden kente göç de hızla artıyor. Gecekondulaşma, fakirleşme vs… Arabesk bir nevi hislere tercüman oluyor. Halk tarafından daha çok seviliyor. Anadolu Pop’un tirajları da arabeske geçiyor. Aslında alaturkacılar tarafından bu tür de çok tepki görüyor ama halk sahiplendiği için yoluna devam ediyor. Anadolu Popçular da siyasete bulaşıyorlar. Arabesk’in politize olması gibi bir durum yok zaten…
Erkin Koray’da bir dönem arabeske sarıyor. Şaşkın, Fesuphanallah, Estarabim, Arapsaçı… ve daha birçok şarkısı var bu türde… Bu dönemde bu gidiyor, ben de ayak uydururum gibi bir durum mu?
Erkin Koray için ayrı bir parantez açmak gerekiyor. Erkin Koray bir deney adamı ve arabesk de onun için bu deneylerden sadece bir tanesi… Hindistan’a falan gidiyor, bir sürü şey deniyor… Kitapta da söylediğim gibi Erkin Koray hem Anadolu Pop Rockçı, hem de değil… Her yere girip çıkmış bir adam. Onu bir kalıba sokmak zor… 1980’li yıllarda parasızlıktan pizzacıda müzik yaptığı bile bilinir. Sadece o dönemde bir realiteyi görüyor ve denemek istiyor.
Anadolu Pop yok edilmeseydi, bir şekilde yoluna devam edebilseydi dünyaya bu müzikle açılabilir miydik?
Elbette… Anadolu Pop özenti olarak başlıyor ama oturtulabilseydi harika şeyler olabilirdi… 1997 yılında Levet Çoker bestesi Dinle, Eurovision’da üçüncü oluyor. Arkada bir ney ve bir bağlama var yalnızca… Nasıl oluyor? O zaman sms’ler de yok… Sertap Erener doğu ezgileriyle yaptığı parçayla birinci oluyor. Demek ki dünyaya açılabilmemizin tek yolu bu… Her zaman Amerika’daki Avrupa’daki adam senden daha iyisini yapar, çünkü orada yaşıyor. Sanayi toplumunda yaşıyor. Sen onun gibi basamazsın gitarın teline, kulağında ezan sesiyle büyümüşsündür… Karakterin farklı, kültürün farklı… Senin müziğin bu, gidip de başkasına öykünme… Türkülerin çağdaşlaştırılması olayı ise 1990’ların başlarında tekrar başlıyor. Pop “Abone” ile patlayıp çatlarken müzik sektörü bu işten oldukça kârlı çıkıyor. Stüdyolar, konser salonları açılıyor, dergiler çıkıyor, klip sektörü büyüyor… Bu durumdan Anadolu Pop da faydalanıyor. Meselâ Haluk Levent bu dönemde birçok albüm yapıyor; konserler veriyor. Yine o dönemde Yavuz Bingöl var; Anadolu Popçu değil belki ama gitarıyla türküler söylüyor. Yani böyle bir potansiyel bizde hep var zaten yıllarca darbe yediği için bir türlü kendine gelemiyor. 1980’lerin başında TRT’den yediği sansür, 12 Eylül yasağı… Bunlar olmasaydı şimdi müziğimiz Anadolu Pop olacaktı.
Kitabı Anadolu Pop’un Haluk Levent’le başladığını sanan müzik yazarına da ithaf ediyorsunuz… Peki Haluk Levent’in müziğini nasıl bulursunuz, bu müziğin neresine koyarsınız?
Bir kere, kendi çapında çok emek verdi bunu söylemeliyim. Hayır konserleri verdi; Anadolu’nun ücra köşelerine gitti. Ama o zamanın heyecanı yok. Yalnızca müzikal açıdan ele alıyorlar işi, içini dolduramıyorlar. Zaten söylenecek bir şey de yok… En fazla çevrecilik diyebilirler; ormanlar yanmasın derler… Apolitik bir toplumda yapabileceğiniz bir şey yok yani… Yine de iyi niyetli şeyler yaptılar…
1965 – 1968 yıllarında Altın Mikrofon Şarkı Yarışması tüm ülkeyi kasıp kavuruyordu… Şimdi yine olsa çok az insan heyecan duyar gibi geliyor… Ne dersiniz?
Pazarlama şekli değişti; artık görüntü var ve bu sayede müzik izlenebiliyor. Yani güzel çocuklar ve cici kızlar önde müzik ikinci plânda… Şimdi yaz ayındayız ve bir tane bile yeni yaz parçası yok. Herkes eski şarkıları dinliyor. Bir de eskide 45’likler vardı. Yani ilk altı ay 2 şarkılık bir 45’lik çıkarıyor sanatçı, yılın ikinci yarısında bir 45’lik daha çıkarıyor; bir yılda 4 parça eder. Bir altı ay sonra bir 45’lik daha yayınladığını düşünürsek bir buçuk yılda 6 parça eder. Sonra birkaç yeni şarkı daha ekleyip bir long play çıkarıyor böylece iki yılın sonunda dünya güzeli besteler çıkarıyor. Şimdi öyle değil ki; adam bir albüm yapmak için en az 8 – 10 parça çıkarmak zorunda bir kerede… Üç parça çıkıyor haliyle maksimum diğer yedi parça çöpe gidiyor. Türkiye’de her hafta 10 tane albüm çıkıyor diyelim; yılda 520 albüm demek. Her albümde de 10 beste var kabûl edelim; bu da 5200 yeni beste demek… Buna can dayanmaz ki… Türkiye’de adını bile bilmediğimiz tonla şarkı var. Ama eski şarkılar öyle mi? Şimdi getireyim şuraya MFÖ’nün 1984 tarihli Ele Güne Karşı albümünü baştan sona sıkılmadan dinleriz; hem de daha önce defalarca dinlemiş olmamıza rağmen… Melodiler öyle zengin ki hâlâ dinliyoruz. Böyle daha çok örnek var…
Abdülika’nın çizimleri kitaba çok özel bir anlam ve zenginlik katıyor… Müzisyenleri karikatürize etme ve Abdülika’yla bir çalışma yapma fikri nereden doğdu?
Geçmişle ilgili bir kitap ya da yazı yazacağınızda başvuracağınız görüntüler sınırlı oluyor. Örneğin Barış Manço’nun bile toplasan 80 tane fotoğrafı vardır. Hep aynı şeyler, bilinen fotoğraflar… Abdülika zaten bu işe kafa yoran bir adam; rockçı, müzisyen, bir sürü özelliği var. Biz de kitaba görsel açıdan değişik bir hava verelim, zenginlik kazandıralım dedik. Bir de poster hazırladık; gençler bunlar kim kardeşim diye araştırsınlar istedik. Arkasına numaralandırma yapmadık; kendileri bulsunlar istedik.
Siz hem müzik hem de sinema yazarınız. Sinema ve müziği değerlendirmenizi istesek…
İkisinin birbirini tamamladığını düşünüyorum. Zeki Demirkubuz Bekleme Odası’nı hiç müzik kullanmadan çekti. Bu tercih yönetmenin yapısına, dokusuna, bakışına bağlı. Sinemada müzik 1980’lerin sonuna, hatta 1990’ların ortasına kadar hep hor görüldü.
Şarkı için film çekme durumları vardı bir de…
Evet ben onlara bir buçuk saatlik video klip diyorum. (gülüyor) Türkiye’de Cahit Berkay bu işin duayeni… Film bitiyor; bir gün içinde Cahit abiden müzik isteniyor. Cahit abi de bir tema oluşturuyor; o temayı kemanla, klâvyeyle bir de davulla çalıyor bitiyor. Bir de ruhu geçmiyorki hikâyenin… Batılı şirketlerin işin içine girmesi bu durumu değiştirdi. Şimdi hemen hemen her filmin bir soundtrack albümü çıkıyor.
İnternetten albüm indirme işine ne diyorsunuz; bu müziğin sonunu getirir mi?
Ben bunun avantaja dönüşebileceğini düşünüyorum. Şöyle bir şey söyleyeyim, bence bu internet, bedava müzik indirme olayları, iyiyle kötünün ayrılmasını sağlayacak. Artık herkes albüm yapamıyor çünkü kimse albüm almak istemiyor; bedava indiriyor internetten. Yani bir albüm yapmak için çok iyi olması lâzım. Düzey bu şekilde artacak.
Siz bu aralar neler dinliyorsunuz peki?
Yeni gruplardan falan sevdiklerim var ama şimdi böyle sorunca hepsi aklıma gelmiyor. Replikas’ı çok severim. Badem’e Anadolu Pop derseniz onu severim. Eski grup olmasına rağmen İstasyon’u hâlâ dinlerim. Bülent Ortaçgil, Fahir Atakoğlu… Mor ve Ötesi’nin birkaç işini beğendim. Aylin Aslım’ın yeni albümünü çok sevdim, 8 parça olmasına rağmen oldukça doyurucu bir albüm olmuş. Onun dışında ben eskileri dinliyorum yahu; beni heyecanlandıran yeni grup yok öyle…
Kafayı taktığınız yeni bir başat konu var mı?
Var var… (gülüyor) Benim bu işe bulaşmanın en büyük nedeni çektiğim kaynak sıkıntısıydı. En yakından tanıdığım, bildiğim Anadolu Pop Rock olduğu için onunla başladım. Tabii daha bir sürü şey var… Şu anda yazdığım ve neredeyse yarısına geldiğim Türkiye Orkestralar ve Gruplar Tarihi isimli bir kitap var. Zor bir işe girdim farkındayım. Tabii o zamanlar her mahallede bir grup var. Hepsini yapmam imkânsız. Kendimce bir kıstas belirledim, bir 45’lik ya da albüm yayınlamış olmaları… Tarihe bir katkım olsun istedim. Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze kadar kim varsa ele almayı plânlıyorum. Gruplar yine daha düzenli ama orkestralar öyle değil. Elemanlar sürekli değişiyor. Müthiş bir sirkülasyon var. Bunun dışında Cahit Berkay’ın hayatını kaleme alma fikri var. Onun vakti çok az ve çok yoğun bu nedenle yavaş ilerliyor işler.
(01 Temmuz 2009)
Gizem Ertürk