Gösterimdeki yeni filmleri sinemada izleme alışkanlığını henüz yitirmemiş olan tutkulu sinemaseverler, son zamanlarda salonların içine düştükleri “İkinci Fetret Devri”nin de farkındalar hiç kuşkusuz…
Başta İstanbul olmak üzere, irili ufaklı bütün kentlerdeki sinema salonları, tıpkı 1990’lı yıllarında ortalarında olduğu gibi yine büyük bir çöküş tehdidi altındalar… Nitekim, bu kötü gidişin acı meyveleri daha şimdiden alınmaya başlandı ve zincir salonlar işleten iki önemli kuruluş, AFM ile Umut-Sanat, geçtiğimiz Nisan ayının sonlarında gerek İstanbul-Teşvikiye, gerekse Karabük-Safranbolu’daki bazı salonlarının kapısına seyirci ilgisizliğinden dolayı kilit vurmak zorunda kaldı. Çok salonlu gösterim merkezlerinin yüksek işletme giderleriyle baş edebilmek için -en azından bazı salonlarını devreden çıkartarak- küçülme yoluna gitmesi, kitlelerin sinema alışkanlığından iyice koptukları yaz aylarında da yeni kapanışlarla süreceğe benziyor.
Bir yıldır sürüp giden ekonomik krizin, söz konusu talep daralmasında çok önemli bir payı var elbette… İnsanların aldıkları günlük ekmeğin hesabını bile titizlikle yaptıkları bunaltıcı bir süreçten geçiyoruz ve aileler ev bütçelerinde güç belâ denge kurma çabası içindeyken, tâlî bir kültürel ihtiyaç konumundaki “sinema gezisi”ne de doğal olarak öyle pek kolay sıra gelmiyor.
Öte yandan, salonlarda yaşanan bu ıssızlık, Türk sinemasının son dönem örnekleri söz konusu olduğunda çok daha iç karartıcı bir manzaraya dönüşmekte… Star gazetesinden değerli meslektaşım İhsan Kabil de 9 Mayıs 2009 Cumartesi günü, “Bir filmi seyredememek üzerine” başlıklı köşe yazısında aynı konuya değinmekteydi. Kabil, yakın zamanda gösterime giren iki Türk filmi, “Benim ve Roz’un Sonbaharı” ile (çekim mekânı, öyküsü ve oyuncularıyla “yarı yarıya Türk filmi” sayılabilecek olan) “Pazar: Bir Ticaret Masalı”nı seyretmek üzere üst üste bir kaç kez farklı sinema salonlarına gittiğini, ancak yetkililerin “kendisinden başka seyirci olmaması” gerekçesiyle her seferinde gösterimleri iptâl ettiğini anlatıyordu o makalesinde…
Aynı sevimsiz durumu son aylarda sinema gişeleri önünde ben de sıklıkla yaşamaktayım. Ki bunlardan “Başka Semtin Çocukları”nda, seansı iptal eden salonun yöneticileriyle çata çat kavga etmişliğim de söz konusudur. Fakat, sonradan serinkanlı bir biçimde düşündüğümde, doğrusu ya adamlara hak vermek zorunda kaldım. Çünkü, benden 10 lira bilet bedeli tahsil edecek olan bu işletme, gösterimi gerçekleştirdiği film makinesinde ise ortalama 3 bin lira değerinde ve fiyatına göre de gayet kısa ömürlü bir projeksiyon lambası kullanıyordu. Böyle bir durumda ticarî açıdan kendinizi nasıl döndürebilirsiniz ki?
Sinema salonlarımızı, 1975’lerde periyodik televizyon yayınlarının başlaması ve 1980’lerde yaşanan video kaset furyasının ardından, bugünlerde tarihinin üçüncü büyük seyirci krizine sürükleyen asıl sebep, “korsan film izleme alışkanlığı”nın 7’den 70’e bütün toplumsal katmanları âdeta uyuşturucu müptelâlığı gibi kuşatıp esir etmesi… Son bir kaç yıldır, özellikle de genç kuşakta öylesine acayip bir tüketim mantığı gelişti ki sinema ve müzik başta olmak üzere, muhtelif fikir ve sanat eserlerini bedeli karşılığında satın alarak tüketmek düpedüz “ahmaklık” olarak algılanır hâle geldi. İlk aşamada ulusal müzik endüstrimizi çökerten bu hastalıklı yaklaşım şimdi de sinema işletmecilerinin gırtlağını sıkıyor.
Sanat üreticileriyle tüketicileri arasındaki ticarî ilişkide kaçak güreşenler, yani “korsan ürünle beslenen” bir kitle her zaman varolacaktır. Nitekim, bu tür bir asalaklar grubuna, ABD’den Japonya’ya kadar dünyanın her yerinde rastlayabilirsiniz. Ancak, görece daha yüksek bir ekonomik refahın yanısıra belli bir tüketim bilinci ve toplumsal ahlâk düzlemine erişmiş olan ülkelerde ise -tıpkı önlerinde duran cenazenin namazını bütün mahalle adına kıldıran ve diğerlerini de bu yükümlülükten kurtaran ilkeli bir cemaat gibi- “Rapidshare”ci korsan meraklılarının yol açtıkları ticarî açığı “La Havle” çekerek sabırla kapatan, sorumluluk duygusuna sahip bir kitle de mutlaka bulunuyor. Bizdeki temel sorun ise bu ahlâkî dengeyi sağlayacak toplumsal grubun artık neredeyse tamamen ortadan kalkması… Günümüzde, en katıksız entelinden en kara cahiline kadar hemen herkes için “korsan ürün tüketmek” gayet sıradan ve olağan bir hayat tarzına dönüşmüş durumda. “Çevrenizde en son ne zaman yasal müzik CD’si ya da film DVD’si satın almış birini gördünüz?” diye sorsam, böyle bir sorunun cevabı ülkemizdeki genel manzaraya da yeterince ışık tutacaktır.
İşte, sinema salonu işletmeciliğinin yeniden can çekişmeye başladığı böylesi bir kritik dönemeçte, bazı ithalâtçı kuruluşlar tarafından sessiz sedasız devreye sokulan “yabancı filmlere Türkçe dublaj” uygulaması, bu büyük derdi kökünden çözemese bile yaraya belli ölçüde devâ olmaya adaydır.
Gerçi, “Türkçe dublaj” öyle çok da yabancısı olduğumuz bir uygulama değil; 2000’ler boyunca ardı ardına pek çok animasyon çocuk ve gençlik filmi (küçük izleyicilerin altyazıyla barışık olmadıkları dikkate alınarak) dünya çapında bir dublaj kalitesiyle gösterime sunulmaktaydı zaten…
Ancak, Warner Bros. şirketi, sektörün artık iyice oturmuş durumdaki işletmecilik geleneklerinde sürpriz bir değişikliğe giderek, geçtiğimiz günlerde, yaklaşık yirmi yıl aradan sonra ilk kez bir “erişkin filmi”ni Türkçe dublajla gösterime sundu. Yönetmen Ron Howard’ın, sinema salonunda Türkçe seslendirilmiş olarak seyrettiğim son yapıtı “Melekler ve Şeytanlar”, (*) sahip olduğu yüksek dublaj kalitesiyle müthiş bir keyif verirken, önemli filmleri ana dilimde seyretmeyi ne kadar özlediğimi fark etmeme de vesile olacaktı. Hele de meslekî yetkinliğine öteden beri hayran olduğum seslendirme sanatçısı dostum Sungun Babacan’ın, sektördeki herkes tarafından çok iyi bilinen o müthiş Tom Hanks performansına geniş perdede yeniden tanık olmak apayrı bir heyecan kaynağıydı benim için. Türkiye’de gösterime giren herhangi bir Hanks filminde, eğer ki bu ünlü aktörü Babacan (**) seslendirmemişse, söz konusu yapıt dublaj kalitesini yarı yarıya kaybetmiş demektir. Nitekim, vaktiyle bir stüdyo sahibinden, Hanks’in kendisinin dahi onu seslendirecek yabancı sanatçıların test kayıtlarını dinlerken, Türkçe dublajlar için onu tercih ettiğini duymuşluğum vardır.
“Serüven”den “komedi”ye kadar hemen her türden yabancı filmin, iyi ya da kötü bir kalitede, fakat mutlaka Türkçe dublajlı gösterime girdiği 70’li ve 80’li yıllara ilişkin sinemasal hatıralarımın yeniden gözümün önünde canlanmasına yol açan bu uygulamayı -mevcut ekonomik koşulların yarattığı pazar daralmasını da göz önüne alarak- içtenlikle destekliyorum.
1980’li yıllarda, o dönemde sinema salonları üzerinde bir başka tehdit kaynağına dönüşen video kaset piyasası ve bu piyasanın sallapati çalışma yöntemleri nedeniyle, Türkiye’de seslendirme kalitesi fena hâlde düşmüştü. Öyle ki kahramanlarının adlarının bile üstünkörü çeviriler nedeniyle yanlış telâffuz edildiği aşırı döküntü dublajlar izler olmuştuk. Aradan geçen yıllarda ise “Harry Potter” tarzı iddialı filmlere -büyük ölçüde yabancı muhatapların baskısıyla- gösterilen ihtimam, kilo hesabı iş yapılan bu sektörde kaliteyi aşama aşama yeniden yükseltti. “Melekler ve Şeytanlar”da gözlemlediğim dublaj başarısı gösterime giren filmlerin büyük bir bölümünde aynen tutturulabilirse, pek çok filmin altyazılı olarak sunulmasına da gerek kalmayacak demektir. Bu da “Yazıları takip etmekte zorlanıyorum, gözlerim yoruluyor” gibi gerekçelerle sinemadan uzak duran, ağırlıklı olarak yaşlılar, kadınlar, çocuklar ve kulağı yabancı dillere âşina olmayanlardan müteşekkil müşkülpesent bir seyirci kitlesinin yeniden kazanılmasına yardımcı olacaktır. Üstelik, işin ta en başında yapılacak olan böylesine titiz bir seslendirme çalışması, aynı filmin bir kaç ay sonra piyasaya sürülecek DVD versiyonu ve televizyon kanallarına satılacak kayıtlarında da aynı alandaki ihtiyacı -tekrar tekrar ekstra harcamalara girilmeksizin- en iyi biçimde karşılayabilir.
Velhasıl, Warner Bros’un başlattığı “erişkin kategorisindeki filmlere Türkçe dublaj” uygulaması, bu açıdan son derece isabetli ve yararlı gözüküyor. Diğer ithalâtçı şirketlerin de hiç zaman yitirmeksizin, fakat “özenli çeviri”, “karakterlere uygun ses seçimi” ve “5.1 Dolby Digital ses kayıt” gibi temel kalite kriterlerinden ödün vermeden aynı uygulamaya yönelmesi gerektiğini düşünüyorum. En azından, eli yüzü düzgün gişe filmlerinde…
Öte yandan, filmleri orijinal dilinde seyretmeyi tercih eden daha rafine bir sinemasever topluluğu için, tıpkı 20-30 yıl önce olduğu gibi, belli sinemalarda “altyazılı kopya” seçeneği yine muhafaza edilebilir.
Sonuç olarak, sinema sektörü ülkede yaşanan büyük ekonomik durgunluğa şu ya da bu biçimde ayak uydurmak ve çeşitli “ayakta kalma formülleri” türetmek zorunda… Yoksa, 90’lı yılların ortalarında salon işletmeciliğinde yaşanan o büyük çöküş sürecine yeniden geri döneceğiz gibime geliyor.
(*) Bir erişkin filminde yıllar sonra yeniden Türkçe dublajla karşılaşmanın keyfi: “Melekler ve Şeytanlar”
(**) Türk dublaj sanatının büyük ustalarından, “iki ünlü Tom”un (Tom Hanks ve Tom Cruise) vazgeçilmez sesi: Sungun Babacan
* * *
Konuyla ilgili bazı haberler:
Bir Filmi Seyredememek Üzerine
AFM Sinemaları, Teşvikiye’deki 3 Salonunu Kapattı
AFM Teşvikiye ve Safranbolu Atamerkez Eurimages Sinemaları Kapandı
Başkent’in “Tarihi Sinemaları” Birer Birer Veda Ediyor
60 Yıllık Dadaş Sineması Kapandı
Yarım Asırlık Kılıçoğlu Sineması Kapandı
Sinemanın Çöküşü: Toplumun Çılgınlığı
(31 Mayıs 2009)
Ali Murat Güven
Yeni Şafak Gazetesi Sinema Editörü