Sonbahar filmi vizyona gireli haftalar oluyor ama fırtınası hâlâ dinmedi. Hangi gazeteyi, dergiyi açsanız filme dair bir şeylere rastlıyorsunuz. Gişede de yoğun ilgiyle karşılanan Sonbahar tabuları yıkma yolunda emin adımlarla ilerliyor.
Filmin başarılı oyuncusu Onur Saylak ile karlı bir İstanbul gününde sıcak ve koyu sohbete koyulduk. Saylak böyle bir projede yer aldığı için çok mutlu.
Tıpkı filmdeki gibi: “YİNE OLSA YİNE YAPARDIK” diyor ve ekliyor “Ben hep böyle bir şey bekliyordum. Bana inanan, güvenen ve birlikte yol alabileceğimiz bir çalışma arkadaşı. Bu yüzden mutluyum ve şanslı hissediyorum kendimi.”
Röportaj: Gizem Ertürk
Film haricindeki özel fotoğraflar: Gülay Ağdemir
Proje size ilk geldiğinde “şimdi sinemayla falan uğraşamam” mı dediniz gerçekten?
İşte röportajlarda sözlerin nasıl takla attırıldığına örnek. İşin aslı şöyle; okuldan yeni mezun olmuş birisi olarak İstanbul’a geldim. Açıkça söylemem gerekirse “kim beni sinemada ne yapsın” diye düşünüyordum. Çünkü her yıl yüzlerce oyuncu adayı mezun oluyor. Beni kim nereden bulacak, tanıyacak da bir sinema filmi teklif edecek diye bir düşüncem vardı. O yüzden insanlar maddi kaygılardan dolayı dizilerde iş bulmaya çalışıyorlar. Benimkisi de tamamen böyle bir kaygıydı. Yoksa neden sinema yapmayacağım diyeyim ki. Neden bu işi yapıyorum öyleyse.
Önce ODTÜ Fizik, ardından Ankara Siyasal Bilimler’e giriyorsunuz. Sonrada Bilkent Tiyatro Bölümü’nü bitiriyorsunuz. Neden oyuncu olmalıydınız?
Öncelikle şunu söylemeliyim benim oyunculukla tanışmam çok geç oldu. Yirmi beş yaşına kadar sadece izleyiciydim. Hani okulda panolara asarlar “Tiyatro Kulübü’ne katılmak ister misiniz” diye benimkide aynen öyle oldu. Bir gidip bakayım dedim ve tam anlamıyla gidiş o gidiş oldu. Hâlâ oradaki arkadaşlarım en yakın arkadaşlarımdır. Daha sonra Bilkent’in sınavlarına gittim ve kazandım. Oyunculuk serüvenim böylece başlamış oldu.
Daha sonra süreç nasıl ilerledi?
Ankara’da yaşarken İstanbul’daki koşulları pek bilemiyorsunuz. Ben ikinci sınıftayken mezun olan bir arkadaşım sayesinde bağlantı kurabildim. Bu yüzden kendimi şanslı hissediyorum çünkü okul bittikten sonra hemen iş bulabildim.
Dizide oynamanın sizi körelteceğinden endişe etmiyor musunuz?
Bu mesleğinize nasıl baktığınızla alâkalı bir durum. Sadece oyunculuk yapmak istiyorsanız nerede, nasıl bir rol aldığınızın önemi olmamalı. Şöyle bir durum söz konusu -ne demek istediğinizi anladım- dizide öyle yüksek bir tempo mevzu bahis ki, o hızla ne yapabiliyorsunuz size kâr. Bizim Sonbahar için yaklaşık üç buçuk, dört ay çalışma sürecimiz var. Tabi ki bu süreç ile dizide iki, üç gün içinde çıkardığınız performans bir olmaz.
Kaliteli işler yapmak için bu süreçten geçmek şartmış gibi sanki. Yani paranın nereden geldiği değil nereye harcandığı önemlidir durumu… Katılıyor musunuz?
O zaman bu şuna benzer, –benimde hep karşı çıktığım durum- “sistemin içinden sistemi yıkacağız, o zaman para kazanmamız lâzım” düşüncesi. Bu bana biraz kendini kandırmak gibi geliyor. Bu duruma alternatif yaratmalıyız.
Sonbahar için bu alternatif söz konusu muydu?
Biz Sonbahar’a başlarken yönetmen ve yapımcı dahil hiçbirimizde beş kuruş para yoktu. Azıcık akıl, azıcık yürek ve azıcık çalışma ile bir şeyler yapabilirsiniz. Bizim filmimizin kanıtladığı en somut durum bu. Çok param olsun da rol seçeyim diye bir kaygım yok. Yine böyle rol olsa yine peşinden koşarım. Nereye kadar giderse…
Özcan Alper ile ilk bir araya gelişinizde nasıl bir diyalog geçti aranızda?
Benim ona dediğim şuydu; “Bana inanırsan sonuna kadar giderim”. Yine olsa yine yaparım. Filmden bir replik oldu. Yine yapardık yani. Bu yüzden mutluyum ve şanslı hissediyorum kendimi. Ben hep böyle bir şey bekliyordum. Yani bana inanan, güvenen ve birlikte yol alabileceğimiz bir çalışma arkadaşı…
Bir de sanıyorum siz ilk başta Yusuf değil Mikail rolü için hazırlandınız…
Aracıların yanlış aktarması diyelim. Çünkü bana farklı geldi duyum. Ayrıca Mikail çok keyifli bir rol. Zaten ben de çok severek gitmiştim. Konuşmanın ortasında anlaşıldı ki Özcan bana Yusuf’u anlatıyormuş. Bunu hâlâ sık sık birbirimize hatırlatırız.
Yusuf rolü için ilk etapta ne düşündünüz?
Rolü ilk okuduğumda biraz korkutucu geldi açıkçası. Bu kadar çok şeyi bu kadar az replikle nasıl ifade edeceğime dair soru işaretlerim vardı. Ayrıca ilk sinema filmim bu benim. Bu kadar geniş kapsamlı bir rol -başrol demiyorum, çünkü ben o terimden nefret ediyorum- filmin bir nevi anlatıcısı, aktarıcısı olan bir karakterin bu kadar az konuşması bir oyuncu için çok büyük dezavantaj. Daha sonra senaryoyu Gürcü bir hocama okuttum. Bana “bunun neresini, nasıl oynayacaksın” dedi. Galiba hem zor hem de zevkli olan yanı buydu. Aşkı, ölümü, isyanı, direnişi, haykırışı… Her şeyi, hiçbir şey söylemeden anlatmaya çalışmak çok güzel bir deneyim oldu benim için. Böyle bir rol belki on sene sonra gelir bir daha.
Can Dündar’ın geçtiğimiz haftalarda köşesinde yazdığı gibi “…sabırsızlık zamanında konuşkandı kahramanlarımız… Şairane bir eylemle sustular şimdi…”
Okudum o yazıyı. Gerçekten çok güzeldi. Genel olarak bir şey söyleyeyim, aslında her şey o kadar açık ve net ki! Görmek isteyenler ve istemeyenler var sadece. Artık öyle bir noktaya geldik ki sanırım bir şey söylemeye gerek yok. Hepimiz olanın, olmayanın farkındayız. Yaşadığımız toplumun, siyasetin, politikanın, yaşamın nereye gittiğinin farkındayız. Bunu görebilene, anlayabilene!
Ne kadar daha sürecek bu suskunluk dönemi sizce?
Bence bundan sonraki süreçte bir şeyler söyleyen karakterler çıkacak. Şöyle söyleyeyim, bundan birkaç yıl önce Fransa’da bir olay oldu. Bütün Fransa hâttâ Avrupa ayaklandı. Gençler çok uzun süreli eylemler yaptılar. Hemen yanıbaşımızdaki Yunanistan’ı düşünün. Alex’in polis kurşunu ile öldürülmesi sonrası gelişen olaylara herkes birkaç gün sürer diye baktı ama hâlâ devam ediyor. Aslına bakarsanız önemli olan böyle bir şey olmadan bu bilinci yerleştirebilmek. Birinin ölmesini ya da bir patlamanın olmasını beklemeden harekete geçmek önemli. Yani toplumsal bir hareketin oluşması için kötü bir şey olmasını beklemeye gerek yok diye düşünüyorum. Yaşadığı toplumun azıcık farkında olan insan zaten bunu yapar.
Ama Türkiye’de polis kurşunu ile öldürülmüş sayısız vatandaşımız var ve böyle bir durumda insan ülkesinin toplumsal duyarsızlığı karşısında umutsuzluğa kapılabiliyor…
Bir gün yapacağımıza hep birlikte inanmak zorundayız. Buna inanmazsak o zaman yaşamanın anlamı kalmaz. İnsanlara dayatılan bu; diğerleri gibi ol, kapitalizmin bütün çarklarına hizmet et, yaşadığın hayatı para üzerine kur… Ya da demin konuştuğumuz gibi kazandığınız parayı yine tüketmek için kullanmak zorundasınız. Bu söylediğim devrim olsun, sosyalizm gelsin gibi bir şey değil. Sadece kötü olana hayır diyebilmekten söz ediyorum. Kendi yaşam alanlarımızda bir şeyler yapmaktan bahsediyorum. Bunun için, en büyük üniversite öğrencileri ve sizin, bizim gibi gençler. Elimizden geleni de yapmaya çalışıyoruz. Tabii bu zaman alan bir süreç. Birlikte hareket edebilmek için insanlara bir şeyleri doğru aktarmanız gerekir. Bu anlayış Türkiye’de her zaman vardı aslında. Ama 1980 sonrası kuşağı fena halde apolitik olarak yetiştirildi. Mc Donald’s Çocukları ortaya çıktı. Ama yavaş yavaş bu kuşak da bir şeylerin farkına varıyormuş gibi geliyor, ya da hemen başlasın!
Karadeniz’de olmak nasıldı? Oraları anlatır mısınız biraz…
Ben Karadeniz’i görmemiştim önceden, Kuşadalıyım. Hep duyuyordum ama orada olmak başka bir şey. Muazzam bir yaşam var orada. Oradaki insanlar birbirleriyle o kadar uyumlu bir şekilde yaşıyorlar ki. O kadar sıcak, insana yakınlar. Diğer taraftan bir o kadar deli, hırçınlar. Doğayla iç içe geçmişler yani.
Sahil yolu projesi, sağcılaştırma politikaları… Karadeniz bambaşka ve alışık olmadığı bir dönem yaşıyor.
O otobanı gördüm ben… Oradaki doğaya o sahil yolunu yapmak resmen katliam. Şimdi çok romantik lâflar gibi gelebilir ama görseniz oraları, çok daha iyi anlarsınız ne demek istediğimi. Orası Avrupa’nın elinde olsa dünya çapında bir çekim merkezi olur. Yurt dışında bize çok soruldu, meselâ “Türkiye’de böyle yerler var mı” diye. Hemşin Bölgesi, Unesco’nun koruma altına alınması gereken yüz bölgesi arasında gösteriliyor.
Her şeye rağmen “Hopa” hâlâ direniyor…
ÖDP’nin sahip olduğu tek belediye Hopa’da meselâ. Hopa’ya gittiğim zaman dünya ile çok fazla ilişkili, okumaya çok meraklı ve gerçekten nadir bulabileceğiniz bir topluluğa rastladım. Bizim filmimizde oynayan Gülefer Teyze çay eylemlerine katılıyor. Kendisine dair tuhaf bir tanımlaması var; “Müslüman Sosyalistim” diyor. Oradaki insanlar “hayır” diyebilecekleri yerde çıkıp “hayır” diyebilen insanlar. İşte bu küçük küçük oluşumlar büyüyecek, gelişecek ve inşallah toplumun bütün kesimine yayılacak diye düşünüyorum.
Gerçek hayata ya da -gerçek olmayan hayata mı demeli- şehre döndüğünüz zaman nasıl hissetiniz?
Tüm bunları gördükten sonra şu soruyu getiriyorsun kendine; “Ben ne yapıyorum?” Şehrin dört duvarına sıkışıp kalmışız. Birçok değer yargımızın, insana dair değer yargılarımızın farkına bile varamadığımızı fark ettim ben orada. Üç ay boyunca dağın başındasınız. Televizyon yok, yani günlük hayatta alışkanlık haline gelen hiçbir uzuv yok. Bir de o kadar uzun zamanımız oluyordu ki… Sabah 04:30 – 05:00 gibi kalkıyorduk ve akşam 18:00 olduğunda işimiz bitiyordu. Saat 18:00’den akşam 22:00’ye öyle uzun zamanınız oluyordu ki… Oysa burada, siz de, biz de hep bir koşuşturmacanın içindeyiz. Günler telâş içinde akıp gidiveriyor. Kısaca şöyle söyleyeyim nefes almak için harika yerler oralar.
Siz bundan sonra sıkça nefes alacaksınız galiba orada…
Elbette. Bir kere bunu herkese açıklıkla söyleyebilirim -umarım yanılmıyorumdur- Çamlıhemşin’e, Hopa’ya gidip bir kapıyı çalıp rahatlıkla içeri girebilirsiniz. Bu bir ütopya değil, ben bunu yaşadım. Meselâ biz köy köy, yayla yayla dolaşırken bir çobanla karşılaşıyor ve akşam orada kalıyorduk. Ertesi gün başka bir evde kalıyorduk… Tek yaptıkları seni tanımaya ve algılamaya çalışmak. Bir de Hopa’yı tanıtmak. Ben öyle mutluyum ki orada bulunduğum için.
Böyle alternatif bir filmi izlemek için sinemaya gittiğimizde gişede “Sonbahar’a yer yok” yazısını görmek hem şaşırtıcı hem de çok sevindirici. Galiba bir şeyleri aşmaya başladık ya da bu film bir başlangıç oldu.
Evet evet. Hatta daha ilginç bir şey söyleyeyim yurt dışına gittiğimde gördüğüm şuydu; orada Türk Sineması daha fazla sahiplenilmiş durumda. Nuri Bilge Ceylan’ı, Zeki Demirkubuz’u, Semih Kaplanoğlu’nu şimdi Hüseyin Karabey ve Özcan Alper’i sahiplendiler. Onlara değer veriyorlar, dinliyorlar ve ödüller veriyorlar. Oysa nedense Türkiye’de bu ortam yok. Oysaki bunun tam tersinin olması lâzım. Benim algıladığım bir sinema filminin belirli yeterliliklere ulaşabilmesi için hazırlık süreci çok önemli. Özcan dört yılda oluşturabilmiş senaryoyu. Çekim aşaması yaklaşık dört ay sürdü. Montajı altı ay sürdü. Toplasanız beş yıllık bir çalışmanın sonucu “Sonbahar”. Geniş kitleye ulaşmak da ayrı bir savaş tabi. Sinema salonu bulmakta güçlük çekiyorsunuz. Yapımcı dağıtım kısıtlaması yapıyor. Bu da sinemacıların bir araya gelip yıkması gereken bir konu diye düşünüyorum. Ahkâm kesiyor gibi olmak istemem, sadece dışarıdan bakabiliyorum sinemaya ve bunları görüyorum.
Zaten her konuda böyle olmuyor mu? Aşmamız gereken en önemli sorunlardan biri de buydu galiba…
Doğru, haftasonu gazetelerin sinema sayfalarına bakıyorsunuz bir Hollywood yapımı film sizin ülkenizin filminden daha geniş yer alıyor. Geçmişten örnek vereyim; bir Hollywood yapımı ile ilgili haftalarca yazıp çizebilen arkadaşlar bir “Beş Vakit”, “Kader” ya da “Tabutta Rövaşata”… ve daha ismini sayamadığım birçok film için bunu yapamazlar mıydı? En büyük destek de bu olurdu zaten. Halbuki şöyle olsa daha ileriye dönük olmaz mı, sadece beğenildiği için değil -eğer dert sinemaysa- neden iyi olduğu, ya da iyi olmadığı, bunların tartışılmasını sağlamak. Gazetelerde, dergilerde, televizyonda tüm medyada bunları tartışabilsek daha iyi olmaz mı? Bunları yapabilecek kilit isimler de var, isimleri lâzım değil. İşte bu popüler kültürün ikonları olan bu isimler azıcık sahiplenseler bu işleri… Çünkü onlar sizin de bizim de ulaşamadığımız geniş bir kitleye hitap ediyorlar. Ben izledim çok güzel, siz de izleyin diye programlarında tavsiye etseler, köşelerinde falan yazsalar fena mı olur? Çünkü bu ülkede sinema ile uğraşan, hayatını sinema üzerine kurmuş insanlar var.
Zaten bizim ülkemizde medyanın insanlar üzerindeki harekete geçirici gücü yadsınamaz. Medyanın ticari filmlere verdiği desteği biraz da alternatif filmlere verme zamanı geldi sanırım, ne dersiniz?
Elbette. Bu filmlere destek sadece Kültür Bakanlığı’nın para vermesiyle olmaz. Bu tür filmleri destekleyecek en önemli güç medya denen mekanizmadır. Filmi sanatsal içeriğinin iyi ya da kötü olması ayrı bir konu ama bu pazarlama konusunda tüketim toplumunda insanların ilk baktıkları şey markadır, tanınmışlıktır. Hepimiz açık olalım, ünlü bir köşe yazarı bir şey yazdığı zaman “Aaa ne yazdı acaba?” diye okuyoruz. Ya da iyi bir sinema yazarı bir film hakkında yazdığında merak ediyoruz ve gidip izliyoruz. Yazarın yazdığına katılırsın – katılmazsın ayrı, ya filmi beğenirsin – beğenmezsin o da ayrı. Ama onu orada görüp okumak Türkiye’de önemli. Ben bu konuya çok hassas bakıyorum. Çünkü hiç kimse bir filmi sadece festival izleyicileri izlesin, eleştirmenler beğensin, yurt dışından ödüller alıp geri gelsin diye çekmez. Bunun hiç kimseyi tatmin ettiğini düşünmüyorum. Hayata dair bir şeyler yapıyorsunuz. Söyleyecekleriniz var. Bunun illâki siyasi film olması da gerekmiyor. Fakat bu seyirciye ulaşamıyor. Burada çok tuhaf bir ikilem değil mi? “Beş Vakit” Avrupa’da en iyi beş film arasına giriyor ve Türkiye’de seyirci çekmiyor. Nedenini ben bilemiyorum, anlamıyorum. Bir bileni vardır herhalde!
“Sonbahar”da ise bu süreç kendiliğinden gelişti. Haftalardır hangi gazeteyi açsanız filme dair bir ize rastlıyorsunuz…
Evet, yani bunu ben de tam olarak açıklayamıyorum. Dışarıdan bakıp yorumlamaya çalışırsam şöyle bir çıkarım yapabilirim; filmden herkes farklı bir şey çıkarmış, filmin başarısı sanıyorum biraz da burada saklı. Bir de ekibin başarısı elbette, çünkü bu kadar çok eleştirmenin hemfikir olduğu çok az film var. Bir de “sanatsal film” denen kavram -ben bu kavrama asla inanmıyorum- Türk izleyici içinde kendisine pek yer bulamıyordu. Biz bu kavramı zorlamaya başladık. Geçen bir yazı okudum çok hoşuma gitti, “Onur Saylak ile Serkan Keskin oyunculuklarını bir kenara bırakıp karakterleri ve hikâyeyi alıp dağa çıkmışlar. O yüzden başarılılar” gibi bir eleştiri vardı. Bu çok hoşuma gitmişti. Ama yine de bunu en iyi izleyici cevaplayacaktır. Yani ben neyi başardığımızı tam olarak adlandıramamakla birlikte demek ki bir şeyi başarmışız diye düşünüyorum.
Yusuf çok bıçak sırtı bir rol. İnsanları ağlatıp sızlatmaya öyle yatkın ki. Bu ince çizgiyi korumak zor olmalı…
Oynarken biz bunun üzerine çok düşündük. Çünkü Yusuf insanları ağlatıp sızlatmaya çok yatkın gerçekten ama biz bunu yapmak istemedik. Ajitasyona yer vermemeliydik, vermedik de. O zaman anlatmak istediğimizden çok farklı bir yere gidecekti. Ben de, anne de, Mikail de, Elka da… hepimiz role mümkün olduğunca uzak kalmaya çalıştık.
Role hazırlanırken izlediğiniz Hüseyin Karabey’in F Tipi Cezaevleri ile ilgili belgesel filmi “Sessiz Ölüm” Yusuf karakterini şekillendirmenize nasıl etki etti?
“Sessiz Ölüm” tüyler ürpertici bir belgesel. Herkese izlemesini tavsiye ediyorum. “Sessiz Ölüm” sadece Türkiye değil Amerika, İrlanda, İspanya gibi farklı ülkelerden F tipinde kalmış ve çıkmış bir sürü insanın yer aldığı bir belgeseldi. İnsanların insanlıktan nasıl çıkarıldıklarının belgeseli. O insanlar konuşuyor ama gözleri, mimikleri, tavırları öyle başka ki! Yani bunu en iyi izleyerek anlayabilirsiniz… F tipleri tamamen insanın ruhunu emmek üzerine yapılmış bir sistem. Yoksa hapishaneler hep vardı, olmayada devam edecek. Ama o insanların bu şekilde işkence aracı olarak kullanılması insanlık dışı.
Özcan Alper bir söyleşisinde “Ben gittiğim ülkelerde önce hapishaneleri soruyorum. Hapishaneler o ülkede hukuk sisteminin ne kadar işlediğinin, toplumun vicdanının nerede durduğunu gösteren yerlerdir” demişti.
Evet evet, çok doğru çünkü bu insanın insana yaptığı bir şey. F tipini tasarlayan da bir insanoğlu. Bir takım insanlar bunu tasarlıyor, birileri inşa ediyor ve birileri de uyguluyor. Zaten şöyle bir şey vardır; insan bilmediği ve duymadığı sürece normal karşılar. Yani F tipinin gerçekte ne olduğunu bilmeyen bir insan “Ne fark eder ki cezaevi işte diyebilir”. Daha bizlerin bile farkına varamadığımız nice nice şeyler vardır eminim. Ama birileri size o hapishanenin ne olduğunu anlattığında -hani demin dedik ya tavır almak, karşı çıkmak- işte bunları duyduğunuzda ona göre bir tavır alıyorsunuz. Taraf olmak durumunda oluyorsunuz.
Zaten filmlere uygulanan sansürler, yasaklamalar daha fazla insanının farkında olmasını engellemek adına yapılıyor…
Birilerinin bundan rahatsız olması kadar daha doğal bir şey var mı? Şu anda yapılmaya çalışılan şey daha doğrusu bütün topluma yapılmaya çalışılan şey: her şeyin çok güzel olduğu ve daha güzel olacağı kandırmacasına herkesi inandırmaya çalışmak. İktidar her zaman kendisine karşı geleni yok etmek ister. Ne kadar insan bunu görür, duyarsa kârdır mantığını uygular. Bu da Özcan Alper, Hüseyin Karabey, Kazım Öz gibi isimler için daha tetikleyici oluyor. İnadına yapmaya dönüyor iş. İşte bizler de her zaman buna karşı durmaya ve üretmeye devam edeceğiz.
Hüseyin Karabey’in “Gitmek” filminin başına gelenler gibi. Zaten kendisi bunları önceden tahmin ediyormuş gibi; “Günümüzde Kürt karakterler hep terörist ya da töre cinayeti işleyen taraf oluyor.” demişti. Ama gelin görün ki “terör var; Bir Türk kızının Kürt erkeğine aşık olması iyi olmaz” diyor Kültür Bakanlığı.
Hiç şaşırtıcı değil. Bunlar hep yapıldı ve yapılmaya devam edecektir. Bir kere Kültür Bakanlığı destekli bir filmin yine Kültür Bakanlığı tarafından bir festivalden çıkarılması kadar komik bir şey olabilir mi? Başta diyorsun ki “Tamam bu filmi yapabilirsin” sonra film Türkiye’de vizyona giriyor, yurt dışına çıkıyor, ödüller alıyor ve kalkıp “ama biz bu kadarını beklemiyorduk” diyorsun. Ayrıca bu kadar az tanıtıma, medyada bu kadar az yer bulmasına rağmen Hüseyin’in filmi gişede gayet başarılı. Demek ki her şeye rağmen ilgi duyan bir grup var bu toplumda. Bu seyirci kitlesi bir nebze de olsa bunların sesi olabilir gibi geliyor bana. Tabi yapa yapa ilerleyeceğiz, daha çok yolun başındayız.
Yani gişe bir nevi “Bunlara ilgi duyan var kaç kişi var” sorusunun da cevabı gibi…
Evet, aslında biraz da kendimizi kandırıyoruz çünkü çevremizdeki insanlar da hep bu filmlerle âlâkalı insanlar. İşte hepimiz aynı dergileri okuyan, aynı filmleri izleyen insanlarız. Bu dediğiniz şey biraz da bunu gösteriyor galiba. Kaç kişi bunlarla ilgileniyor? Meselâ “Beş Vakit” gibi muazzam bir film çekildi. Toplam seyircisi on beş – yirmi bin arasında sanıyorum. Tabutta Rövaşata, Kader… bu filmler bizim üniversite çağımızda “Aman tanrım” diyerek sinemaya koştuğumuz, çıktığımızda da derinden sarsan filmler. Gişelerine baktığımız zaman hep aynı tablo ile karşılaşıyoruz. Bunu aşmak gerekiyor artık. Ne yapılabilir bilmiyorum. Ben ve Özcan, halk ile daha çok bir araya gelmeye çalışıyoruz. Adana’ya, Batman’a gittik. Samsun’a, Trabzon’a gidilecek.
Elka’nın varlığı filme öyle başka bir boyut kazandırıyor ki… Belki yöre halkından bir kız olsaydı bizi bu denli sarsamayacaktı. Elka yaşanmışlıkların izlerini taşıyor.
Film çok gerçekçi bir boyutta ilerliyor. Yusuf’un annesi Gülefer Teyze oralı, birçok oyuncu oralı… Bir Türk de oynayabilirdi o Gürcü karakteri ama Gürcü olmasının bize, seyirciye farklı gelen bir duruşu, farklılığı, doğallığı elbette var. Biz nasıl bir İran, Hint ya da Fransız filmi izlediğimiz de onların mimikleri, tavırları bize nasıl farklı geliyorsa bu da aynı şey. Onların oyunculuğa, metne bakış açısı farklı. Megi’nin Elka’ya bakışı farklı. O insanlar birebir bu olayları yaşamış, yaşadıkları acılar hâlâ çok taze. Sovyetler Birliği zamanında ülkesi, annesi, babası o dönemi yaşamış. Siz bunu dışarıdan birine ne kadar anlatırsanız anlatın o gerçeklik bu boyutta ortaya çıkmazdı.
Onların sosyalizme bakışı bizden çok farklı. Hatta bu kelimenin adını bile duyunca irkiliyorlar. Bu yüzden filmin en etkileyici repliklerinden biri Elka’nın büyük bir saflık ve içtenlikle “En güzel yıllarını sosyalizme mi verdin? Deli misin?” diye sorması…
Bizim üniversitedeki birçok hocamız Gürcüydü. Onlarla sosyalizm ile ilgili konuşurken oradaki yanlış uygulamalardan dolayı o kadar farklı bir bakış açıları olduğunu görüyorduk. Sovyetler Birliği’ndeki sosyalizm için konuşuyorum. Teorik olarak değil! Onların çoğu sosyalizm kelimesini ağzımıza aldığımız zaman gerçekten tüyleri diken diken oluyor. Çünkü onlar çok farklı bir durumunu yaşamışlar. Bizim sadece uzaktan seyrettiğimiz bir dönem bu. Algılayamadığımız yaşamadığımız… Arkadaşlarımız kabûl edemiyor, “Olur mu hocam?” diye itiraz ediyorlardı. Onlarsa şöyle diyordu; “Yaşamadan anlayamazsınız”. “Şimdi biz size ne anlatsak, ne söylesek uzak, size çok hoş, romantik bir yapı gibi geliyor”. Filmde ise Yusuf’un yakalamaya çalıştığı sosyalizm ya da değiştirmeye çalıştığı dünya ile Elka’nın bir sonuç olarak yaşadığı sosyalizm arasında dağlar kadar fark var. İşte onun yaşadığı sosyalizm böyle bir cümleyi beraberinde getiriyor.
Alternatif filmlerimizin yurt dışındaki festivallerde başarısına artık aşinayız ancak Sonbahar Türk izleyicisi ve medyası ile buluşabilme açısından da bir dönüm noktası oldu. Peki bu bir sonraki proje için bir stres yaratıyor mu sizde?
Tabii bu hepimiz için geçerli. Bir şeyleri değiştirebilmek için harekete, eyleme geçmek lâzım. Filminizi çok fazla kişiye ulaştıramayabilirsiniz. Filminiz kötü de olabilir. Önemli olan bir daha kalkmak, bir daha yapmak, yine yapmak! Özcan ile biz hep bunu konuşuyoruz. İkinci bir film çektiğimizde bu kadar başarı elde edemeyebiliriz. Bunun bize kötü etki etmemesi lâzım. Tekrar aynı coşkuyla yola devam edebilmek önemli. Şu an tek düşündüğümüz şey bu. Şimdi şöyle yapacağız gibi geliyor; “acele etmeyeceğiz”. Bir de bu aralar hep olumlu şeyleri duymaktansa olumsuz olanlara bakmaya çalışıyoruz. Neleri eksik yaptığımızı görmeye çalışıyoruz. Oyunculuk, yönetim, reji… Didik didik ediyoruz kendimizi. Çünkü bu filmin yetmemesi, bir sonbaharın daha gelmesi gerekiyor. Hatta kışın, ilkbaharın, yazın da gelmesi gerekiyor. Ben kendi adıma söyleyeyim, şu aralar Yusuf’tan uzaklaşmaya çalışıyorum. Yusuf’la birkaç yıl yaşarsınız ama bu sizi geliştirmez. Hayatım boyunca bir Yusuf’u oynadım demek istemem.
Son sorum: Onur Saylak hangi filmleri sever?
Açlık (Hunger) diye bir film var. İrlanda’nın Cumhuriyetçi Askerlerinin (IRA) 1981’de gerçekleştirdikleri açlık grevini yöneten Bobby Sands’in ölmeden 6 hafta önceki hapishanedeki dramatik günlerini anlatıyor. Çok sert, etkileyici bir film. Tanrıkent’i (City of God) izledim geçenlerde. Müthiş bir film. Alman Sineması’nda Kalpazanlar (The Counterfeiters) ve Başkalarının Hayatı (The Lives of Others) çok hoşuma gitmişti. Türk Sineması’ndan da Kader, Tabutta Rövaşata, Mayıs Sıkıntısı, Beş Vakit ve Piano Piano Bacaksız en sevdiğim filmler.
(05 Ocak 2009)
Gizem Ertürk