Her Dönem Orijinalliğini Koruyacak Bir Film: “Bir Tuğra Kaftancıoğlu Filmi”

Bir Tuğra Kaftancıoğlu Filmi sonunda vizyona giriyor. Film tam 6 yıldır vizyona girmeyi bekliyor. Anlayacağınız tam bir yılan hikâyesi… Üstelik bu 6 yılda filmin birçok farklı versiyonu yapılmış. 2003 yılında New York Uluslararası Bağımsız Film ve Video Festivali’ne Türkiye’den katılan tek film. Ayrıca 2004 yılında IF Istanbul’da gösterilen ilk Türk filmi. Orijinal, kışkırtıcı ve zekice tasarlanmış… Bildiğiniz tüm sinema kurallarını yerinden oynatacak bu bağımsız gerilim filmini kaçırmayın.

Tiyatro kökenli Gülüm Baltacıgil’in ilk filmi Bir Tuğra Kaftancıoğlu Filmi; ondan sonra iş – güç, akademik kariyer derken çok sevdiği oyunculuk mesleğine bir türlü istediği kadar zaman ayıramamış. Dizi, reklâm teklifleri gelmiş ancak ona da sıcak bakmamış. Şimdi ise tekrar mesleğine dönmek istioyor. Gülüm’ü en iyi anlatacak cümle şu sanıyorum: Sinema aşkıyla yanıp tutuşuyoooorrrr…

Gülüm Baltacıgil’i tanıyalım…

1979 İstanbul doğumluyum. Bilgi Üniversitesi Medya ve İletişim Sistemleri okudum. Yıldız Teknik Üniversitesi’nde Sanat ve Tasarım yüksek lisansı yaptım. İlkokuldan beri tiyatro kollarında hep oldum. Tiyatro kolu yoksa okulda tiyatro kolu kurdum. Yani oyunculuk yapacağım bir fırsat yakalamak için hep çabaladım. Üniversitede Tiyatro Canbella adında bir topluluk kurduk. Bu topluluk ile okuldan bağımsız olarak birçok oyun oynadık. Bu sayede biraz daha profesyonelleştiğimi söyleyebilirim.

Bu toplulukta nasıl rollerde oynuyordun?

İlk sene dram oynadık. Sonraki yıllarda Fars komedileri oynadık. Ben komedi oynamayı hep daha çok sevdim. Sonraki yıllarda Fars komedileri oynadık. Bu benim için çok keyifliydi.

İnsanları güldürmek daha zordur aslında…

Bazı insanları da ağlatmak zordur. Yani bu neyi yapmak istediğinde âlâkalı. Ben güldürmeyi seviyorum bu yüzden de zorlanmıyorum. Daha doğal oluyorum. Diğer türlüsünü yapmak için gerçekten rol yapmam gerekiyor.

Bir Tuğra Kaftancıoğlu Filmi’nde oynaman nasıl oldu?

Canbella’da 5 sene oyunculuk yaptım. 4. yılında da bu filmin teklifi geldi. Emre (Akay) ve Hasan (Yalaz) ile tanıştığımda 3. sınıfta öğrenciydim. Zaten Emre aldığım bir dersin asistanıydı. Oyunumuzun galasına Emre ve Hasan da gelmişti. Onlarda o sırada filmin çekimi ile uğraşıyorlarmış. Filmin başındaki cast seçmeleri de o oyundan sonraki görüntüler…

Yani filmdeki cast seçmeleri sahnesi gerçekten “filmin cast seçmeleri”ydi…

Evet, yani bir film çekmekte olduklarını biliyordum ama seçileceğimi bilmiyordum.

Rol yapmıyor muydun orada?

Aslında filmin her sahnesinde rol yapıyorum ama mümkün olduğunca doğal olmaya çalışıyordum. Zaten rol yapmayayım diye beni hiçbir zaman ziyadesiyle bilgilendirmediler. (gülerek)

Filmdeki gibi gerçekte de hep bir soru işareti vardı yani…

Öyle, çünkü filmdeki Emre’yi, Hasan ve ekibin geri kalan 3 erkeğini çok da iyi tanımıyordum. 5 gün boyunca Büyükada’da bir evde kapanma fikri önce biraz korkuttu tabii beni. (gülerek)

Diyaloglar doğaçlama mıydı?

Her sahne çekilmeden önce “Burada şöyle bir şey istiyoru; konuyu şurdan alın şuraya getirmeye bakın” şeklinde direktifler veriyorlardı. Aradaki diyalogları doğaçlama yapıyorduk.

Zor olmadı mı doğaçlama yapmak?

Tuğra, beni bu konuda çok rahatlattı. Çok güzel sahne açıyordu, ben de onun açtığı yerden ilerleyebiliyordum. Tiyatro işimi çok kolaylaştırdı. Fars komedisi gibi çok hızlı oyunlarda oynadığım için anlık aksaklıkları toparlama yeteneğim gelişmişti.

Filmdeki Gülüm karakterini anlatır mısın?

Filmdeki Gülüm, oyuncu olmak için her şeyi göze almış ama yine de korkuları, çekinceleri olan bir kızcağız.

Meşhur olmak için türlü yollara başvuranları ti’ye alma durumu var yani…

Evet, filmdeki tüm kadınlar hep en iyinin kendileri olduğunu düşünüyor. Meselâ filmdeki bir kahvaltı sahnesinde Gülüm, Tuğra’ya “Niye her şeye siz karar veriyorsunuz” diyor. Tabii o karar verecek çünkü yönetmen. (gülerek)

Tuğra Kaftancıoğlu ile birlikte oynamak nasıldı?

Film içinde film gibi o da. Emre ile Hasan, Tuğra konusunda başlangıçta beni uyarmışlardı ama ne kadar söyleseler azmış. (gülerek) Büyükada’ya filmi çekmek için giderken vapurda tanıştık. Tuğra çok babacan, düşünceli… Dublaj sesiyle konuştuğu için sert gibi görünüyor ama aslında çok sıcakkanlı. Normalde de film karakteri gibi hepimiz hayran hayran onu seyrettik.

Sonra film yılan hikâyesine döndü… 6 yıl geçti ve sonunda vizyona girdi. Neler hissetin tekrar izleyince?

İlk 2003 yılında gördüm. Şimdikinden epey farklı ve çok uzun bir versiyonunu izlemiştim. Daha sonra 3 – 4 farklı versiyonu daha oldu. Yıllar geçtikçe kendimi daha iyi ve filmi daha iyi irdelememi sağladı. Son halini izlediğimde ise ne kadar gençmişim diye düşündüm. (gülerek)

Filmden sonra neler yaptın?

Bir yıl daha Tiyatro Canbella devam etti. Mezun olduktan sonra bir süre daha devam ettim ama araya master girdi. Master sürecinde oyunculuktan uzaklaştırarak akademik kariyer yapmaya yönlendim. Bu kez oyunculuk yapmadan mutlu olamayacağımı anlayıp akademik kariyerden de vazgeçtim. Apar topar oyunculuğa dönmek istedim. Küçük küçük skeçler hazırladım. İlk başlarda asla dizilerde, reklâmlarda oynamam gibi bir prensibim vardı. Sonra bununla bir yere varamayacağımı anladım. Oyunculuk eğitimi almak için platoya falan gittim ama hiçbir zaman çok da büyük bir çaba göstermedim.

Doğru zaman – doğru yer hikayesi belki de..

O da doğru ama işin yolunda bulunmak çok önemli. 3 – 4 sene artık liseli kız rollerinde oynayamam. (gülerek) Bu yüzden acele etmekte fayda var. Hâlâ daha çok istekli ve heyecanlıyım.

BİR TUĞRA KAFTANCIOĞLU FİLMİ’NİN YÖNETMENLERİNDEN EMRE AKAY: “İŞE AKLI SELİM BİR ŞEKİLDE BAŞLIYORUZ AMA BİR SÜRE SONRA SAPITIYORUZ”

Filmin oluşum sürecini anlatır mısınız?

Senaryoyu benim başladığım ama asla bitiremediğim bir kısa filmden yola çıkarak Hasan’la beraber yazdık. Aslında daha büyük bir film projemiz vardı ama deneyimsiz olduğumuzdan ve para bulamayacağımızı düşündüğümüzden dolayı önce küçük bir film çekerek işe başlayalım dedik. O da bu film oldu.

Filmin büyük kısmını, yani adada geçen bölümünü 4 günde çektik. Geri kalan casting sahnelerini de birkaç haftasonunda çektik. Oldukça kısa sürdü yani.

Filminiz ile ilgili bir değerlendirme yapmanız gerekirse neler söyleyebilirsiniz, uzun zaman geçti yapımının üzerinden…

O kadar da değil yahu (gülerek) 2004’te bitmişti, yani 4 yıl olmuş. Bence hâlâ aynı güncelliğini koruyor ve hâlâ Türkiye’de eşi benzeri çekilmemiş bir film. Ben bizden sonra benzerleri çıkar sanıyordum… Bizim için ve ilk filmimiz olduğundan dolayı yeri çok ayrı. Eleştirel bir gözle bakamıyorum dolayısıyla.

Yeni bir çekerseniz yine bu türde mi olacak, yani bildiğimiz tüm sinema kalıplarını bir köşeye bırakacak mıyız?

Film projeleri var. Hem Hasan’la beraber düşündüğümüz hem de benim tek başıma çekmeyi plânladığım iki proje var. Kalıpların dışında çalışmayı seviyorum. Yeni projelerde tanıdık türlerin dışında olur muhtemelen.

Proje geliştikçe kalıpsızlaşıyor belki de…

Evet, aynen öyle. Yola çıkış noktası olarak; “Ben tüm kalıpların dışında bir film yapacağım” demeyi anlamsız buluyorum. Kâğıda dökmeye başlayınca kalıpsızlaşıyor belki de…

Yeni projelerden bahsettiniz, nedir bunlar?

Şu anda ilgilendiğim iki senaryo var. Birisi kitaptan uyarlama, diğeri ise gerçek olaylara dayanan bir tarih filmi. Aklı selim bir biçimde başladık çalışmaya ama işte iş ilerledikçe sapıtıyoruz. (gülerek) (Bu röportaj Mirror Dergisi’nin 48. sayısında yayınlanmıştır.)

(29 Mayıs 2008)

Gizem Ertürk

Ölümcül Oyunlar / Funny Games

Michael Haneke, Ölümcül Oyunlar’ın Hollywood yapımı ile tekrar karşınızda. İlk Ölümcül Oyunlar, 1997 yılında Avusturya yapımı olarak çekilmişti. O zamanlarda büyük ses getiren film sarsıcı şiddet sahneleriyle çok tartışılmıştı. Tartışmalar, şiddeti engellemenin şiddet sahneleri ile mümkün olamayacağını, bunun sokaklardaki şiddeti daha da arttıracağı yönündeydi. Haneke ise tam tersine ancak bu şekilde anlatılabileceğini düşünüyordu. Bir röportajında “Mesele, neyi gösterebileceğimde değil. Daha çok, seyirciye var olanın yerine neler gösterildiğini fark etme fırsatı verip vermemekte. Özellikle şiddet konusunda mesele, şiddeti nasıl gösterdiğimde değil. Mesele, seyirciye şiddet ve şiddetin anlatılması konusunda kendi konumunu nasıl gösterdiğim.” şeklinde düşüncelerini dile getirmişti.

Haneke’nin filmi Hollywood versiyonu ile tekrar ele alması, Haneke’nin kemik hayran kitlesini biraz rahatsız etmişti. Haneke ise bu durumu şiddetin tüketilebilir hale geldiği Amerikan filmlerini izleyen Amerikalılara erişebilmek için böyle bir tercihte bulunduğu düşünüyor.

Film boyunca Haneke seyirciyi parmağında oynatıyor. Üstelik bu Hollywood seyircisinin hiç de alışık olmadığı bir durum. Çünkü onlar dondurması elinden alınan çocuk misali istediklerini elde edemeyince huysuzlanırlar. Bu yüzden filmler genellikle onların istediği şekilde biter. Haneke ise film boyunca seyirciyi alt üst ediyor. Dondurmayı uzatıyor ve tam yakalayacakken bir anda çekiveriyor. Filmin bir sahnesinde Haneke bir an seyircinin görmek istediği şeyi sunuyor, sonra her şeyi geri sarıyor ve kâbus kaldığı yerden devam ediyor. Oyuncuların ara ara dönüp salondaki seyirci ile diyalog haline geçmesiyle siz de şiddetin bir parçası oluveriyorsunuz. Zaten Haneke’nin asıl amacı seyirciyi de filme katarak şiddetin gerçek kaynağının kendileri olduğunu göstermek. Kendilerine dönmelerini ve sorgulamalarını sağlamak. Bu konuda oldukça da başarılı.

Film kuşkusuz dünyada büyük bir ilgi görecek. Ülkemizde aynı ilgiyle karşılanır mı bilinmez… Türkiye’deki Haneke hayranları yeni versiyonu elbette görmek isteyeceklerdir. Ancak sinemaseverler filmi ikinci kez izlemeyi yüreklerinin kaldırıp kaldırmayacağından emin olmadıklarını söylüyor. Yani Haneke filmini öyle güle oynaya izlemek hiç de kolay değil. Eğer cesaretiniz varsa sizi gerilim dolu bir 111 dakika bekliyor. Filme girerken mısır ya da cola almasanız iyi edersiniz, küçük bir tavsiye?

(29 Mayıs 2008)

Gizem Ertürk

88 Dakika / 88 Minutes

O dünyaya oyuncu olması için gönderilmiş… Sanırım Al Pacino’dan bahsedildiği zaman ilk telâffuz edilecek cümlelerden biri bu. Hiç şüphesiz Al Pacino hayranları vakit kaybetmeden sinemaya koşacaklardır. Yani bir filmde Al Pacino varsa o film nasıl olursa olsun kendini izlettirecektir. Filmin bizim ülkemizde de yoğun ilgiyle karşılanması muhtemel…

Al Pacino ilerleyen yaşına rağmen muhteşem oyunculuğuyla yine kendisine hayran bırakıyor. Her zamanki gibi vücut dilini kullanma başarısı zirvede. Filmin temposu bir an bile düşmüyor, tabii Al Pacino’nun da. Filmi izlerken bizler bile yorgun düşerken Al Pacino’nun bir an bile düşmeyen temposu gerçekten hayranlık uyandırıyor. Kısacası onu izlemeye doyamıyorsunuz…

Al Pacino’dan övgüyle bahsederken filmin hakkını da yememek lâzım. Aksiyon filmlerinin doğası gereği belli klişeleri var elbette. Ancak yine de başarılı sayılabilecek bir aksiyon-gerilim filmi.

Filmde Al Pacino’ya eşlik eden genç oyuncular Alicia Witt, Leelee Sobieski, ustanın gölgesinde kalmaktan kurtulamıyor. Ancak böyle bir efsane ile birlikte oynamak bile onlara çok şey katttığına ve ilerisi için sağlam bir referans olacağına şüphe yok.

Filmin konusuna gelince, Al Pacino, Seattle’da mahkeme için çalışan ünlü psikiyatrist ve profesör Jack Gram rolünde. Gram büyük davalarda yaptığı kritik konuşmalarla kararı büyük oranda etkiliyor. Muhteşem bir ikna yeteneği var, aynı zamanda çok zeki.

Jack Gram, Jon Foster adında bir seri katili jüriyi etkileyerek idama mahkûm ettirdiği için başı büyük bir derde girer. Çünkü Jon Foster çok akıllı bir adamdır ve kendisinin masum olduğunu kanıtlamak için akla hayale gelmeyecek plânlar yapacaktır.

(29 Mayıs 2008)

Gizem Ertürk

Mistik Olay

M. Night Shyamalan’ın yönettiği ve Mark Wahlberg, Zooey Deschanel, John Leguizamo ile Betty Buckley’in oynadığı Mistik Olay (The Happening), 13 Haziran 2008’de Özen Film dağıtımıyla Özen Film tarafından vizyona çıkarıldı.
Görünen bir uyarı olmadan birdenbire ortaya çıktı. Bir kaç dakika içinde Amerika’nın birçok şehrinde sebebi açıklanamayan garip ölümler meydana gelmeye başladı. İnsan davranışlarındaki bu garip değişikliğe neyin sebep olduğu bilinmiyor. Yeni bir terörist saldırı mı? Yoksa kontrolden çıkan bir virüs mü? Hava yolu ile mi yoksa suyla mı bulaşıyor?

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb
  • Ali Ulvi Uyanık Yazıyor
  • Beni Orada Arama, Beyazperde’de

    Sinema eleştirmenleri Ali Hakan ve Alin Taşçıyan’ın sunduğu Beyazperde’de bu hafta efsane şarkıcı Bob Dylan’ın farklı karakterler aracılığıyla anlatıldığı Beni Orada Arama filmi üzerine yorumlar yer alıyor. Fuaye Sohbet’te ayrıca geçtiğimiz hafta vizyona giren Hep Seni Aradım ve Asla Pes Etme filmleri üzerine de yorumlar yapılıyor. Sineklâsik’te vizyona girdiği dönem büyük ilgi gören Derinlik Sarhoşluğu filminden bir sahne izleyiciyle buluşuyor. Vizyondakiler bölümündeyse Boleyn Kızı ve Indiana Jones ve Kristal Kafatası Krallığı filmlerinden en çarpıcı görüntüler ekrana geliyor. Beyazperde, Cuma saat 20:00’de 24’te.

  • Basın Bülteni
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Beni Orada Arama, Beyazperde’de yazısına devam et
  • 3. Mardin Film Festivali

    Mardin Film Festivali, bu yıl 20 – 24 Haziran tarihlerinde gerçekleştiriliyor. Henüz üç yaşında olan SineMardin, ilk yılından beri kapsadığı senaryo ana çatısıyla Türkiye’deki tek film festivali olarak biliniyor. SineMardin 2008 kapsamında yine bir ilk olarak Ceyda Aslı Kılıçkıran’ın Kilit isimli filminin Türkiye prömiyeri Müjde Ar, Ayla Algan ve Mustafa Alabora’nın katılımıyla gerçekleştirilecek. SineMardin film gösterim programında Aleksandra, Kelebek ve Dalgıç, Bana Söz Ver, Kırmızı Balon’un Yolculuğu, Ölümcül Oyunlar, Persepolis, Fikret Bey, Saklı Yüzler filmleri yer alıyor.

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Yüksek çözünürlüklü afiş, logo, diğer basın bültenleri ve gösterilecek filmler hakkında geniş bilgilere haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    3. Mardin Film Festivali yazısına devam et
  • Cinemania Cannes’dan Bildiriyor

    Cinemania bu hafta Cannes Film Festivali’nde… Üç Maymun’un yönetmeni Nuri Bilge Ceylan ile oyuncuları Yavuz Bingöl, Hatice Aslan ve Ahmet Rıfat Sungar, Ömür Gedik’in sorularını yanıtlıyor. Filmleri hakkında çarpıcı açıklamalar yapan sanatçılar Cannes Film Festivali ile ilgili görüşlerini de dile getiriyorlar. Indiana Jones yeniden maceraya başlarken, Boleyn Kızları’da İngiltere Kralının aklını karıştırıyor. Karamel’in yönetmeni Nadine Labaki, Ömür Gedik’le keyifli bir söyleşi yapıyor. Ayrıca dünden bugüne Cannes Film Festivali dosyası… Ömür Gedik’in hazırlayıp sunduğu Cinemania her Cumartesi Kanal D’de.

  • Basın Bülteni
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Cinemania Cannes’dan Bildiriyor yazısına devam et
  • Cinema Paradiso

    Jeneriklerde yazmayan bir sinema emekçisi düşünün!

    Ben küçükken ailece açık hava sinemalarına giderdik. Özellikle yaz akşamları keyifli yürüyüşler sonucu ara sokaklardan geçtiğimizi ve bir süre sonra oluşan kalabalığın içinde yürüyerek kaybolmayayım diye babamın elimden sıkı sıkı tuttuğunu hatırlıyorum. Sinema çok hoşuma giderdi. Özellikle satılan frigo buz ve yürürken çıkan çakıl taşlarının seslerini, bazen de uyuyup tahta sandalyeden yere düşen şişman adamlara atılan kahkahaları hatırlıyorum. Filmin konusu ağır geldiğinde de oturduğumuz yerden duvar kenarına gidip ses çıkarmadan oyun oynardık.

    Babam askerliğini foto film merkezinde yapmış. Bu yüzden projeksiyon makinelerini kullanmasını bilirdi. Bazen arkadaşından aldığı 8 milimetrelik makineyi eve kurar bize bulduğu filmleri seyrettirirdi.

    Ankara’da Yenimahalle’de oturuyorduk. Babam Milli Eğitim Basımevi’nde çalışıyordu, matbaada cilt yapardı. Akşamları veya hafta sonları da Seyran, Güneş bazen de Alemdar Sineması’nda makinistlik yapardı. Ne zaman makinist izin alsa babamı bulurlardı. Beni de yanında götürürdü. O dönemin bütün filmlerini defalarca izlerdim. Bazen salondan bazen de makine dairesinin küçük penceresinden.

    Sık sık film kopardı. Babam da hemen makineyi durdurur, bobini çıkarır hemen yapıştırır tekrar gösterime başlardı. O sırada içeride kıyamet kopar alkışlar, ıslıklar ve “makinist” sesleri duyulurdu. Ben de kopan parçalardan kareler alır cama dayar seyrederdim. Beğendiğim kareleri evde bir ayakkabı kutusunda biriktirirdim.

    O zamanın projeksiyon makineleri kömürlüydü. Bazen kömür azalırdı, babam da değiştirirdi. Çıkan küçük kömür parçasını alır tebeşir yapar orayı burayı boyardım. Projeksiyon makinesi yanında bir ses amfisi bulunurdu. Dev gibi lambaları vardı ve çok ısındığı için etrafı tel ile çevriliydi. Kışın ısınmak için elimi üzerine tutardım. Makine dairesi de bu nedenle çok sıcak olurdu.

    Hafta sonları bir sinema çalışanı ile afişleri asmaya giderdik. Bu işi çok severdim. Eski afişleri çıkarır çöpe atardık. Yeni afişi asar asmaz etrafımız dolar, herkes afişe bakıp okumaya başlardı. Bazen bir film gösterilir ama bir gün sonra vizyondan kaldırılırdı. Nedenini anlamazdım. Sansürleniyormuş, büyüyünce öğrendim ne demek olduğunu. Biz tekrar telâşla afişleri değiştirirdik. Yıllar sonra bu mesleğe girdiğimde bunları biriktirmediğime çok üzüldüm.

    Babam emekli oldu ve emekli ikramiyesiyle bir ev aldık. Artık başka bir semte taşınmıştık ve babam sinema makinistliği yapmıyordu. Ama aklı hep bir projeksiyon makinesi alıp evde film oynatmakta kaldı. Zaman zaman bunu söylüyordu. Ama hiç gerçekleştiremedi.

    Ben de kameraman oldum. Fotoğraf çekiyordum. Bir slâyt makinesi aldım. Bazen çektiğim slâytları makineye koyar evdekilere izletirdim. Kumandasını da babama verirdim. Çok severdi kullanmayı.

    Benim çalıştığım bir filmi seyredip jenerikte ismimi gördüğünde yüzünde bir gülümseme olurdu.

    Tayanç Çölaşan, 1935 doğumluydu. 21 Mayıs 2008 tarihinde vefat etti. Bir sinema makinisti daha anılarda yerini aldı.

    O benim babamdı.

    (29 Mayıs 2008)

    Hayri Çölaşan
    Kameraman
    TRT Ankara Televizyonu
    Aktüel Kamera Servisi

    Kısa Film “Ayak Altında”, La Cittadella Del Corto Kısa Film Festivali’nde

    M. Cem Öztüfekçi’nin yazıp yönettiği kısa film Ayak Altında, İtalya’nın Roma şehrinde 28 Mayıs – 01 Haziran tarihleri arasında 14.sü düzenlenecek olan La Cittadella Del Corto Kısa Film Festivali’nde yarışacak.
    Filmin öyküsü şöyle: İbrahim karısı ve iki çocuğuyla yaşayan bir işçidir. Her günü aynı geçer, evden çıkar, işe gider, kahveye ve birahaneye uğrar. İbrahim gündüz vardiyasında çalıştığı zaman gece uyanır, gece vardiyasında çalıştığı zaman ise gündüz vakti uyumak zorunda kalır.

  • Basın Bülteni
  • Festival Web Sayfası
  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Bir Film Filmleri

    Boleyn Kızı (The Other Boleyn Girl), Üç Haydut (Three Robbers), Kırmızı Balon’un Yolculuğu (Le Voyage du Ballon Rouge – Flight Of The Red Balloon), Aleksandra (Alexandra), İkiye Bölünen Kız (La Fille Coupee en Deux – The Girl Cut In Two), WΔZ (Waz), Lütfen Başa Sarın (Be Kind Rewind), Vahşi Zarafet (Savage Grace), Kapan (La Habitacion de Fermat – Fermat’s Room), Annemler Tatilde (O Ano Em Que Meus Pais Sairam De Ferias – The Year My Parents Went on Vacation), Tabanca (Revolver), Kıyamet Öyküleri (Southland Tales), Ejder Avcıları (Dragon Hunters), Ara, Hasta (Sicko), Kalbini Dinle (August Rush), Winx Club: Kayıp Krallığın Sırrı (Winx Club: The Secret of Lost Kingdom), Şeytan Duymadan Önce (Before The Devil Knows You’re Dead), Ölüm Bekçisi (Deaths of Ian Stone), Paris’te 2 Gün (2 Days in Paris), Tuya’nın Evliliği (Tuya De Hun Shi – Tuya’s Marriage), Nefes (Breath), 23 – 29 Mayıs 2008 seansları için tıklayınız.

    30 Mayıs 2008 Haftası

    “Yetimhane”, huzura kavuşamayan geçmiş zaman gölgelerinin iz sürdüğünden hareketle, hem abartısız fakat kuvvetli bir ‘kapalı mekân korkusu’ olarak koltuklara mıhlıyor, hem de dört başı mamur bir dramatik hikâye anlatıyor: Görüntü – kamera çalışmasının bütünsel olarak sofistike olduğunu, meraklıları için söyleyelim.

    “Yasak Bölge”, zengin olanın -kendi sahasına gireni avlamak da dâhil- sömürdüklerine karşı eşi benzeri görülmemiş bir üstünlük sağladığı ‘arka bahçe’ ülkelerinden birinde geçen öyküsü ve gerçekçi yaklaşımıyla, vicdanınızla yüzleşmenizi, sorular sormanızı, önemlisi de, insan olduğunuzu hissetmenizi sağlıyor: Gün geçtikçe bu tür ülkelere benzeyen Türkiye’de de koruma duvarları ve güvenlik sistemlerinin neden arttığına dair kafanız meşgûl değilse, özellikle gidiniz!

    “Shine a Light”, Rock’n Roll’un kırk beş yaşını devirmiş ‘baba’ topluluğunun, 2006’da New York’ta, bu kentle özdeşleşmiş bir başka ‘baba’ Martin Scorsese ustalığına teslim ettikleri Beacon Tiyatrosu Konseri’nin, izleyeni ‘orgazm’ eden muhteşem kaydı: IMAX versiyonu da olan yaklaşık iki saatlik filmin, arşiv ve konser öncesi (mizahi) görüntülerinin zekice seçilip kurgulanmasıyla oluşmuş bir belgesel değeri de var.

    “Sex and the City” tutkunları zaten izleyecekler bu ilk sinema uyarlamasını, yani “tereciye tere satmayayım” ama diziyi tek kare izlememiş biri olarak da, dört kadının uzun yıllara yayılan dostluk öyküsünden keyif aldığımı ve öncelikle bir senaryo başarısı olduğunu vurgulayayım: Sinemada mizah zamanlamasının nasıl yapılması gerektiğini bilemeyip ders almak isteyenler de gidebilirler.

    “Ölümcül Oyunlar”, şiddetin, kapınıza, mavi gözlü, masum / bebek yüzlü ve ‘nedensiz’ olarak dayandığında, televizyonda ya da sinemada tükettiğiniz gibi eğlenceli olmadığını, yumruk yemişsiniz gibi hissettiriyor: Bu filmde zengin ve güvende olduğunu zanneden aileye yönelse de, şiddet, her an herkes içindir!

    “Düello”, ‘spagetti western’in, Japonya’da ‘Sukiyaki Western’e dönüşmüş hali olarak, çamurlar içindeki bir kasabada sert gerçekten bir hayli gerçeküstü alana uzanan, zaman mevhumsuz, biraz ‘kafasına göre takılan’ bir çalışma: Hani haftanın tüm filmlerini izledikten sonra üzerine zevk veren bir pisboğazlık yapmak isterseniz…

    “Chiko”, içinde var olmaya çalıştıkları toplumda suçtan zengin olmaya çalışarak çıkış arayan ama Türk – İslam sentezi olan kodları da arkadaşlığın değişmez yasası olan sadakati içeren iki genç insanın yürek atışlarını hissedebileceğiniz, canlı, sarsıcı, yaman film: Sinema yönetmeninin oyunculara nasıl egemen olması gerektiğine dair de bizden (Almanya’da yaşayan Özgür Yıldırım) bir örnek olması açısından önemli.

    “88 Dakika”, bir ‘kopya katil’ koşuşturması olarak inandırıcılıktan bir hayli uzak, uzak olduğu için de etkisiz: Al Pacino’nun en kötü filmi olmaya aday!

    (29 Mayıs 2008)

    Ali Ulvi Uyanık

    aliuyanik@superonline.com