Müzik & Dans: Minik Hikâyeler ve Kocaman Bir Tutku!

İtiraf etmeliyim ki Carlos Saura’nın IBERIA’sına girerken sıkılmaktan korkarak girdim. Bu Saura’nın ilk müzikâl nitelikteki filmi değil, kendisini de çok iyi bir yönetmen olarak bilirim. Ancak, sonuçta IBERIA İspanyol müziği ve dansını konu alan, kelimeler yerine görselliği ön plâna çıkaran bir filmdi. Ne İspanyol kültürü, ne de dans ve müzik konularında uzman olmadığı için “anlayamaz da sıkılır mıyım?” diye bir endişem vardı. Oysa hiç de öyle olmadı. IBERIA kolay anlaşılan, akıcı, muhteşem bir film.

Hayır, IBERIA’da kelimeler yok. Aktör/dansçılar tüm insana özel duyguları yüz ifadeleri ve dansları ile ifade ediyorlar. Bu konuda da öylesine başarılılar ki, bir noktada kendimi kelimlerin aslında insanlar arasındaki iletişimde pek de bir rolü olup olmadığını sorgularken buldum. Bu bana Babil Kulesi’nin efsanesini hatırlattı. -Babil kralı yıldızlara ve tanrıya ulaşmak için bir kule yaptırır. Tanrı kralın bu hareketine kızarak kralı ve halkını insanlar arasındaki iletişimi kopararak cezalandırır. Artık tüm insanlar ayrı kelimeler kullanırlar ve o yüzden de anlaşamazlar.- Saura, IBERIA’da sanki Babil Kulesi efsanesini tersine çeviriyor. İspanyolca kelimeler kullanmayarak, her insanın içinde olan duyguları ön plâna çıkararak, ana dili ne olursa olsun herkesin “söyleneni” çok kolaylıkla anlayabileceği bir hikâye anlatıyor. Bunu da kelimeleri (insanların dilini) değil, müziğin, dansın ve sinemanın dilini kullanarak yapıyor.

Pekçok kişiden artık eskisi kadar iyi filmler yapılmadığını, yönetmenlerin artık eskisi kadar iyi hikâye anlatamadığına dair şikayetler duyuyorum. Bunun en önemli nedeni artık maalesef sinemanın görsel dilinin eskisi kadar etkili bir şekilde, hikâyeyi anlatmak için kullanılmaması. Sessiz döneminde sinema konusu olan hikâyeyi anlatmak için tamamen görsel öğelere dayanırken, kelimelerine kavuştuktan sonra giderek bu çok önemli unsuru gözardı etmeye başlamış ve sinemanın görsel dili zaman içinde geliştirilen bir takım kalıplara dayanır hale gelmiş. Öyle ki, sinemanın görüntü ve sese dayalı kendine özgü dilini kullanarak konuyu anlatmak yerine, aktörlerin ağzına bazı kelimeler “tıkılarak” hikaye anlatılmaya çalışır hale geldi. İşte bu yüzden kelimelerin kullanılmadığı, görselliğin ve müziğin, aktörlerin başarılı ifadeleri ile birleştiğinde bu kadar etkileyici olan IBERIA tam bir sinema filmi, bize sinemanın nasıl olması gerektiğini hatırlatan bir harika.

Bir kültürün yarattığı herşeyin –müzik, dans, resim, heykel, mimari ve hatta yemeğin- birbirlerinden ayrılamayacak bir bütün olduğunu, bu kültürü oluşturan insanların yaşam biçimlerinden kaynaklandığını ve onu yansıttığını düşünürüm. Bu yüzden de IBERIA, bana ünlü İspanyol içkisi Sangria’yı hatırlattı. Sangria’yı yapmak için kırmızı şaraba biraz şeker, meyva suyu ve baharatlar katılır. Sonuç ise, tatlı ama ekşi, baharatlı ama meyvamsı; tezatları birlikte barındıran ama bu tezatlardan bir uyum çıkaran bir içecektir. Tıpkı İspanya’nın çok kültürlü toplumu gibi. Avrupa kıtasının en batısında bulunmasına rağmen Endülüs istilası altında kalmış, Afrika’dan bir boğaz ile ayrılan, en koyu Katolikleri ve (1500’lerde kovuncaya kadar) Musevileri barındırmış, Amerika’ya (özellikle Güney Amerika’ya) kral ve kraliçe adına yapılan pekçok sefer sonucunda oradaki halk ile de karışmış bir toplum İspanyol halkı. İspanyol kültürü ve dolayısıyla dansı ve müziği de, bu karmaşayı ve karmaşadan doğan uyumu yansıtır. Bu yüzden de filmde siyah peçeli kadınlar, beyaz uzun elbiseli rahibelerle yanyana dans ediyorlar. Ancak beni gerçekten etkileyen Saura’nın bu çok kültürlülüğe duyduğu, hayranlık, aşk ve tutku. Ülkesine, kültürüne bu kadar aşık bir yönetmen daha olduğundan emin değilim. Saura dansçıları, müziğin, dansın ve sinemanın dilini kullanarak ülkesini öylesine güzel, şiirsel ve ikna edici bir şekilde anlatıyor ki, izleyen de hem İspanyol kültürünü anlıyor, hem de bir sempati duymaya başlıyor.

Saura, İspanyol toplumunu bir araya getiren değişik fragmanları anlatmak için bir de görsel bir öğeden faydalanıyor –aynaların ve kat kat perdelerin yardımıyla dansçılar sahneye çıkmadan önce fragmanlı bir ortamdan geçerek geliyor ve sahnede bir araya geliyorlar. Bu bir anlamda da İspanya’daki insanların değisik ortamlardan, kültürlerden bir araya geldiklerinin görsel bir anlatımı. Ancak bir araya geldiklerinde bir bütün oluşturarak ortaya güzel, anlamlı şeyler çıkarıyorlar- “İspanyol halkı gibi” derken duyabiliyorum Saura’yı.

IBERIA’nin aktör/dansçıları inanılmaz bir performans sergiliyorlar. Küçük çocuklardan tombul kadınlara, sürmeli gözlü esmer İspanyol güzeli’nden uzun saçlı (neredeyse orta yaşlarındaki) erkek dansçıya kadar tüm duygularını vücutları, bileklerinin bir kıvrılışı, yüzlerindeki ifadeler ile anlatıyorlar. Bu o kadar güçlü bir anlatım ki, en ağır kelimelerden daha öfkeli, yüzlerce gözyaşından daha kederli, en tatlı aşk kelimlerinden daha tatlı bir fısıltı halinde izleyenin yüreğine işliyor.

Aslında filmde bir de görünmeyen bir aktör var –Saura’nın kamerası. Eğer kamerayı sabit bir yere bırakmış olsaydı, biz sadece bir dans gösterisi izler ve büyük bir ihtimalle çok da sıkılırdık. Oysa Saura’nın kamerası da dansçılarla birlikte sahnede yerini alıyor, onların yüz ve vücut ifadelerini bize aktarırken onlara kâh yaklaşıp kâh uzaklaşıyor, etraflarında donuyor, adeta onlarla dans ediyor. Ancak tüm bunları yapar, sahnedeki kahramanların kişiliklerini ve duygularını bize Saura’nın bakış açısından, onun kişiliği ile yansıtıyor. Saura’nın kamerası bir sahne gösterisinde görmeyeceğimiz birşeyi daha yapıyor: bize müzisyenleri de gösteriyor, onların ve müziğin bu bütünde aldıkları önemli rolü anlatıyor.
IBERIA çok tutkulu, harika bir sinema filmi. Filmden çıktığımda, bırakın başta korktuğum gibi sıkılmayı, en yakın müzik dükkanına girerek Albeniz’in eserlerinin olduğu bir CD almayı ve dans derslerine başlamayı düşünüyordum. Gerçekten etkileyici.

(25 Aralık 2006)

Yasemin Sim Esmen

“Müzik & Dans: Minik Hikâyeler ve Kocaman Bir Tutku!” üzerine bir yorum

Yorumlar kapalı.