Babil: Perdedeki Her Şeyin Bir Anlamı Vardır

Efsaneye göre, tanrı, bir kule inşa ederek kendisine ulaşmaya çalışanların yaşamlarının çok da istediği gibi olmadığını görünce kuleyi yıkar. Babil’in hikâyesi, aslında bu. Peki, bu hafta sinemada gösterime giren Babil’in hikâyesi ne? Sanki aynı amaç uğruna, aynı nedenlerle, aynı şekilde bir yıkım. Bir film gibi, bir film sektörü penceresinden izliyoruz…

Yönetmen Damien Chazelle, düşlediği öyküyü senaryolaştırmadan önce sinemanın o herkesin dimağında yer eden önemli örneklerini izlemiş. Asıl önemlisi dünyanın o döneminin sosyopolitik konumunu da belirlemiş ve sinemayla bağdaştırmış. Sinemayı anlatmak dünyayı anlatmaktır. Dünyayı anlatmak da sinemayla çok daha kolay ve hızlı olur. Her ne kadar üç saati aşkın olsa da bir dönemin her şeyini yerleştirmiş Chazelle.

Babil, destansı, insanı allak bullak eden bir film. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından yeni sosyopolitik ortamda birden yükselen yeni bir yaşam var. Kaybeden Avrupa’dan kazanmanın yollarını bulan Amerika’ya inanılmaz bir akış söz konusu. Peki, bu yükseliş nereye kadar sürecek? Yanıtı 1929 ekonomik buhranının içinde…

Teknolojinin açtığı yol

1926 yılıyla açılan filmde, şaşaalı bir yaşam, su gibi akan alkol, kilolarca uyuşturucu, silah ve seks, hatta eşcinsel ilişkiler iç içe, kimsenin bir diğerini umursamadığı bir ortam… Sessiz sinemanın ünlü yüzleri de içlerinde tabii, olmazsa olmaz.

Aradan geçen yüzyıla rağmen günümüzde hâlâ aynı koşullarda (son 10 yılda biraz düzelse de) çalışan ve yine hâlâ sektör olmayı başaramamış sinemamızın durumunu gözler önüne seriyor. Öyle bir şey ki, bir tarafı görüyorsunuz çok ilginç ve çok büyüleyici, öte tarafı görüyorsunuz alabildiğine rezil ve iğrenç. İzleyici olarak iki arada bir derede kalsanız da, film sizi çekip çıkaracak o ikilemden.

Hollywood gibi Yeşilçam’a da herkes ünlü bir artist olmak için gelir, fırsatını bulur da kendini gösterebilirse adını jeneriklere yazdırır. Nellie LaRoy da (Margot Robbie) onlardan biri, tıpkı Manny Torres (Diego Calva) gibi. Neyse ki bu ikili olanakları iyi değerlendirir ya da kendilerini göstermeyi başarır. Manny, tam prodüktörlerin aradığı biridir, tuttuğunu koparan. LaRoy, ağla dediklerinde gözyaşları sel olan, ama çekim durunca da umursamaz, deli dolu genç kız haline hemen dönebilen… bu iki karaktere film çekilir(di), çekildi işte. Jack Conrad (Brad Pitt) ise en parlak dönemini yaşayan ünlü ve çok çapkın oyuncu.

Sessiz filmler çağı

Filmlerde ses yoktur, gerek konuşmalar gerekse anlamlı bağlantılar ara kartonlarıyla aktarılır. Oyuncuların ağızlarındaki sözlerin bir anlamı yoktur, yüzlerinin güzelliği yeterlidir. Ancak teknoloji durduğu yerde durmadığı için filme ses eklenir. (Babil bir kez daha gündemde: Tarihteki Babil Kulesi yıkılınca 72 dil birden çıkar ortaya.) Sesi cırtlak, aksanı olana artık perdede yer yoktur. (Dublajlı filmlere daha çok zaman var besbelli.) Ses kaydı için kesin sessizlik (bir dönem bizdeki sükût) gerekir. Değirmen gibi ses çıkaran kameralar bir kutuya girer (blind kamera box). Işıkların altında terlemeden çalışmak mümkün değildir. Yönetmen Chazelle bu unutulmuş ayrıntıyı unutmaz. Bir unutmadığı da özellikle figüranların hiç değerinin olmadığıdır. Karın tokluğuna çalış(tırıl)ırlar, emekleri değer görmez; ses bile çıkaramazlar, çünkü silahla kovalanırlar. Askerdeki eğitim zayiatı (ne büyük acıdır) gibi çekimde ölen, öldüğüyle kalır.

Hayat bir filmdir ya da tam tersi…

Film bir hayattır. Babil’in anlattığı da bu zaten. dünyada yer yerinden oynuyor. İkinci Dünya Savaşı’nda milyonlar yaşamını kaybetmiş, ülke sınırları değişmiş, ekonomiler altüst olmuş ama sinema yeni düşler peşinde.

Damien Chazelle, bir öykü örgüsü çerçevesinde sinemanın hayatın ta kendisi olduğunun da ayırdında, bir dönemi çok hızlı, çok renkli, çok müzikli, çok hareketli, çok güçlü, çok pahalı ve tabii çok ucuz yaşamları da katarak anlatıyor. O renklerin, o ışıkların, o hareketliliğin, o hızın içinden ne süzerseniz o.

(20 Ocak 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com