Etiket arşivi: The Zone of Interest: İlgi Alanı

Ne Kadar da Bize Benziyorlar

Hannah Arendt, totalitarizmin vardığı son noktada saf kötülüğün ortaya çıktığını yazar. Paris’te Fransızların yönetimindeki toplama kampından ABD’ye kaçarak Nazilerin elinden kurtulmuş olan Almanya doğumlu Yahudi kökenli felsefecinin yaşamı, bir kitabına da ad olan ‘kötülüğün sıradanlığı’ konusunda tartışmalara adanmıştır. Hitler ve Nazi yönetiminin ölüm saçan uygulamaları, Yahudi ırkının toplama kamplarının gaz odalarında yok edildiği toplu soykırım vahşeti sayısız kitap ve filmde ele alındı bugüne kadar. Yahudi kökenli İngiliz yönetmen Jonathan Glazer geçtiğimiz yüzyılın bu en büyük insanlık suçunun özellikle genç kuşaklara yeniden yeniden anlatılmasının önemi üzerinde dururken, meseleyi farklı bir gözle, kurbanlar değil failler cephesinden beyazperdeye taşıyor.

Oxford doğumlu Martin Amis’in 2014 yılında yayımlanmış aynı adlı romanından uyarlanan film, 2 dakika kadar süren koyu karanlık ile açılırken, deneysel çalışmaları ile bilinen besteci Mica Levi’nin izleyeni aklın alamadığı bir gerçekliğe hazırlayan tekinsiz müziği kapkara statik perdeyi doldurmaya başlıyor. Yakından bildiğimiz saf kötülüğün ayak sesleridir bunlar. Müzik kaybolurken kuş cıvıltıları işitilmeye başlanır. Auschwitz ölüm kampının komutanı yarbay Höss ve 5 çocuklu ailesi ormanlık alanın nehre ulaştığı noktada dostları ile birlikte güneşli bir günün keyfini çıkarmaktadır. Yüzme partisi sona erdiğinde ferah konutlarına dönen ailenin rutin hayatını gözlemlemeye başlarız. El ayak çekildikten sonra komutan baba kapıları kilitler, ışıkları söndürür.

Kampın hemen bitişiğindeki evde hizmetkarlarıyla rüya gibi bir hayat kurmuştur Höss ailesi. İşkolik Rudi (Christian Friedel) kampı denetlerken karısı Hedwig (Sandra Hüller) ev düzeni ve yoktan var ettiği bahçesi ile ilgilenir. Aile cenneti yudumlarken bahçe duvarı ve üzerindeki dikenli tellerin ötesindeki cehennemde tarihin en korkunç katliamı gerçekleşmektedir. Bahçeye sızan kokuyu duymayız ama hissederiz. Ölüm fabrikasının bacalarından yükselen dumanları uzaktan görür dehşete düşeriz. Kamera film boyunca kampın içine girmez ama makinelerin homurtusunu, aralıklı silah seslerini, gaz odalarından yükselen acı çığlıkları Johnnie Burn imzalı allak bullak edici ses tasarımı yoluyla işitirken kanımız donar.

Aile iki adım ötelerindeki dehşete ilgisiz olarak gündelik yaşamını sürdürmektedir oysa. Doğum günleri kutlanır, dostlarla havuz başı partisinde eğlenilir, nehir kıyısı gezmeleri yapılır, karı koca gece ayrı yataklarda refah gelecek düşleri kurar. Bayan Höss bir mahkûma ait kürk manto ile aynanın karşısına geçer. Bir başka mahkûmun rujunu keyifle dener. Bir diğerinin diş macununa gizlediği mücevheri eline geçirdiği için mutludur. Alt gelir gruplarından gelmiş, mutlak diktatöre biat etmek suretiyle düşledikleri burjuva hayatına kavuşmanın hazzı ile sarhoş Höss’ler tüm insani değerlerini kaybetmiş gibidir. Totaliter düzenin ulaştığı bu son noktada vicdan ve ahlaki yetilerini yitirmiş bir toplumun mercek altına alınmış bireyleridir onlar. Bu ultra natüralist deneyimin son derece dehşete düşürücü olması ve izleyeni derinden etkilemesi işte bu ‘ne kadar da bize benziyorlar’ duygusundan ileri gelir. Evet onlar canavar değil sıradan insanlardır. Ve Glazer’in altını çizdiği gibi bu hikâye yalnızca geçmişe değil günümüze de aittir. Filmin dünyada yaygın gösterimini sürdürdüğü son dönemde İsrail yönetiminin Gazze’de uyguladığı mezalim tarihten hiç ders almayan insanoğlunun genetik gaddarlığının son tezahürü değil de nedir!

Müzik ve ses tasarımının da desteğiyle deneysel mükemmelliğinin doruğuna ulaşan filmde Glazer deneklerini bir bilim insanı titizliği ile misroskop altında incelemeyi sürdürür. Çiftin kimi senaryoda yazılı kimi doğaçlama sahnelerinin önemli bölümü eve ve bahçeye yerleştirilmiş küçük gizli kameralarla çekilmiş, görüntü yönetmeni Łukasz Żal’den donuk, mekanik bir renk paleti kullanması istenmiş, uzak planlar, en fazla omuz çekimleri kullanılmıştır. İngiliz sinemacı bu denli karanlığın içinde küçük bir direniş ışığı, bir ümit kapısı aralamayı da ihmal etmez. Evin büyük kızının gece karanlığına sızarak açlıktan ölmek üzere olan mahkumlar için çalışma alanlarına elmalar bıraktığı hayalet izlenimi veren sahnelerde termal kamerayla kullanılır. Bu bölümün savaş yıllarında Polonya direnişinde kavga vermiş, çekimler sırasında Höss ailesinin tam 4 yıl yaşamış olduğu evde ikamet eden 90 yaşındaki Alexandria’nın kendi anılarından senaryoya dahil edildiğini ayrıca not düşelim.

Mutluluk ve dehşetin bu denli bitişik resmedildiği yapım iki bambaşka dünyayı betimleyen iki ayrı filmden oluşuyor gibidir. Failler dünyasını perdede izleriz. Küçük görsel detaylar öteki dünyaya dair ipuçları sunmaktadır. Sözgelimi Polonyalı mahkûm işçi Rudi’nin çizmelerini temizlerken su kırmızı akar; bahçıvan kamptan gelen külleri gül bahçesinin toprağına serper; büyük oğlan küçüğü bahçe odasına kilitlediğinde dışardan gaz tıslaması taklidi yapar ya da aynı oğlanlar altın dişleri üzerinde çene kemiği iskeletleri ile oyun icat ederler. Güllerin alının perdeyi kaplayarak kıpkırmızı bir kan gölüne dönüşüvermesi birikmiş isyanımızın görsel bir dışavurumudur sanki. Bu görsel detaylar dışında kulağın işittiği dehşet çok daha şiddetlidir. ‘Saul’un Oğlu’nda aynı ölüm kampında bir mahkûmun gözünden şahit olduklarımız bu defa işitsel olarak tüm hücrelerimize sirayet eder. Boğazımızda bir yumruk, sersemlemiş olarak ayrılırız sinema salonundan.

(22 Şubat 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Kötülüğün Sıradanlığı ya da… İlgi Alanı

Sinema görsel bir şölen. Her ne yaparsa, her ne anlatırsa görselliği öndedir ve ağırlık da o izlediklerinizde olacaktır.

Ancak Jonathan Glazer’in İlgi Alanı (The Zone of Interest) filmi sessizliğiyle ve kokusuyla inanılmaz güçlü ve bir o kadar da değerli bir gerilim yaratıyor. İkinci Dünya Savaşında, ünlü toplama kampı (aslında cezaevi olarak inşa edilmişse de), imha etme ve krematoryum olarak kullanılan Auschwitz’te dünyanın gördüğü en büyük kitle kıyımını sadece ses ve kokuyla aktarıyor.

24 saat düzeniyle çalışan o iğrenç insan öğütme merkezinden makinelerin tekdüze sesi hep kulaklarda… Kurtulmak ne mümkün! İnsan nereye kadar alışabilir? Gelir gelmez evi de bahçeyi de rahatlığı da çok seven büyükanne dayanamayıp kaçıyor.

Çok yıllar önce Sam Peckinpah’ın (Bring Me The Head Of Alfredo – Bana Onun Kellesini Getirin) filmini izlediğimde bunca yoğun duymuştum filmden yükselen kokuyu, şimdi, “İlgi Alanı”ndan sonra hâlâ burnumda o koku. (Bu arada, Yavuz Turgul’un Av Mevsimi filminde ‘çaylak’ polisin ellerini yıkasa da çıkaramadığı ceset kokusunu unutmamalı…) Glazer, o kokuyu hissettiriyor.

Rudolf Höss (Christian Friedel), Auschwitz toplama kampının komutanıdır, eşi Hedwig (Sandra Hüller) ve çocuklarıyla birlikte geniş bir avlu içinde yüzme havuzu da bulunan, sera yapabildikleri, çiçek yetiştirebildikleri, kovan kurup bal elde edebildikleri evlerinde -görünüşte- çok da mutludurlar. Evleri yüksek beton duvarlarla çevrilidir ve üzerinde dikenli teller vardır. Duvarlar evi değil toplama kampını korumaktadır aslında. Komutanın işi kolay, getirilip yakılarak yok edilen Yahudilerden kalanları evine gönderip ailesinin de rahat etmesini sağlamaktadır. Kimi zaman bir astragan kürk, kimi zaman altın dişler, kimi zaman iyi kıyafetler gelmektedir. Kadının yardımcıları Yahudiler arasından seçilmiştir, hepsi sonlarının ne olacağını bildiklerinden pür dikkat işlerini yapmaktadır.

Arada yanlışlıklar da olmaz değil… Bir gün derede yüzerlerken bir kemik bulan komutan çocuklarını apar topar çıkarır ve neredeyse kazırcasına yıkanırlar. Bahçedeki çiçekler insan külüyle sulanır. Çocukların en büyük oyuncağı altın dişlerdir. Komutanın titizliği de göz ardı edilmemeli… Yönetmen bazı şeyleri göstermese de anlatmayı iyi başardığı için derme çatma ve alabildiğine kirli bir çeşmede yıkanması iyi bir detay. Bu arada, filmde neredeyse hiç detay plan yok. Geniş planlarda kampın bacalarından çıkan kara dumanlar göze çarpıyor.

Biz izleyici olarak sadece tanıklık ediyoruz yaşananlara. Alabildiğine güçlü bir gerilim var zaten filmde, ister istemez gözlerinizi bile yummaktan kaçınıyorsunuz, kaldı ki başka bir şey… Sinemanın başarısı.

16 Şubat’tan başlayarak gösterimde…

(14 Şubat 2024)

Korkut Akın

[email protected]