Etiket arşivi: Maria

Sesini Arayan Kadın

Pablo Larraín’in 20. yüzyıla damgasını vurmuş kadınlar üçlemesinin son ayağı olan ‘Maria’, ünlü diva Maria Callas’ın (Angelina Jolie) 16 Eylül 1977 günü 53 yaşında ölümüyle açılıyor. Filmin ilk planı, bir opera sahnesine dönüşmüş Paris’teki lüks apartman dairesini mekân almış trajik bir operanın son sahnesi gibidir. Fonda, Verdi’nin ‘Otello’ operasının son perdesinde kaçınılmaz sonundan kurtulamayacak olan Desdemona’nın merhamet dileyen aryası yankılanmaktadır. Başına toplanmış bir grup insan Callas’ın cansız bedeni ile ilgilenirken bizler bir hafta öncesine döner, Yunan asıllı Amerikalı sopranonun Paris yaşamının son günlerine, yalnızlık ve geçmişe özlemle mücadele eden içsel dünyasına tanıklık etmeye başlarız.

Dört küsur yıldır insanlardan ve sahnelerden uzak inziva günlerinde uşağı Ferruccio (Pierre Francescofavino) ile evin kahyası Bruna (Alba Rohrwacher) Callas’ın eli ayağı olmuştur. Aldığı yatıştırıcı ilaçlar dışında en büyük dostudur onlar. Yoğun kullandığı sakinleştiricinin adı ile andığı hayali gazeteci Mandrax’a anılarını anlattığı anlarda geçmişin parlak yılları çoğunlukla siyah – beyaz bir film şeridi gibi geçer gözlerinin önünden. Sahneleri yakan, insanların başını döndüren güçlü sesinin özlemi içindedir Maria. Çocukluk yıllarından başlayarak onu zincirlerinden koparmış olan, bir dönem Aristotle Onassis’in (Haluk Bilginer) susturmaya çalıştığı sesinin geçmişteki tınısını geri kazanma çabasındadır. Lakin hayatın sonbaharıdır artık. Paris sokaklarına dökülmüş sarı yapraklar kadar yorgun ve çaresiz kadını anıları hayatta tutmaya yetmeyecektir.

‘Maria’ kederli bir film. Her temsilde ayrı bir macerayı yaşadığı opera sahnelerinden uzakta varoluş gayesinin izini süren hüzünlü bir kadının hikâyesi. Şilili usta yönetmen daha önce Jacqueline Kennedy’nin yakın plan yas dönemini anlatan ‘Jackie’ (2016) ve tepetaklak bir peri masalı olarak nitelendirdiği Lady Diana’nın mutsuz geçen üç günlük kraliyet Noel tatiline odaklanan ‘Spencer’dan (2021) sonra bir kez daha, şan, şöhret ve zenginliğe rağmen mutlu olamamış geçtiğimiz yüzyıldan bir başka kadının yaşamından belli bir zaman dilimine tanıklık eden kendine özgü anti biyografik bir yapım.

Callas’ın kendi sesinden trajik opera aryaları ile bezenmiş bu özel film, özellikle klâsik müzikseverler için baştan heyecan uyandırıyor. ‘Norma’dan ‘Tosca’ya, ‘Anna Bolena’dan ‘Medea’ya trajik kadınların sesi olmuş Callas’ı perdede canlandıran Jolie’ye gelince, yetenekli yönetmen – oyuncunun çok emek verdiği belli. Aylarca vokal koçu ile çalışmış, aryaları kendi söylememiş belki ama belli ki kusursuz senkron tutturmak için hepsini çok iyi etüt etmiş. Ancak Jolie’nin baskın beyazperde personası onu Callas olarak benimsememize yardımcı olmuyor. Jolie’ye eşlik eden çok güçlü bir oyuncu kadrosu olmasına rağmen, Maria’nın yardımcılarını oynayan İtalyan sinemasının iki parlak isminden

yeterince yararlanılamamış. Jane Campion filmi ‘The Power of the Dog’un (2021) başarılı genç oyuncusu Kodi Smit – McPhee hayali gazetecide, yine tek bir sahnede Maria’nın ablası olarak izlediğimiz İtalyan sinemasının usta oyuncu – yönetmenlerinden Valeria Golino, bir de çalakalem yazılmış Onassis karakterinde elinden geleni yapan Haluk Bilginer için de aynı şeyi söyleyebilirim. Buna karşılık Callas’ın şizofrenik bir ruh hali ile geçmiş hayalinin izini sürmesinin hoş bir buluş olduğunu söyleyebilirim. 1970’ler sinemasının renk paletini ustaca yakalamış görüntü yönetmeni Ed Lachman’ın Callas’ın içsel yolculuğunu başarıyla yansıtan sarı kahverengi soluk Paris’ini çok başarılı bulduğumu da söylemeden geçmeyeyim.

(22 Şubat 2025)

Ferhan Baran

[email protected]

İki Kadın İki Film: Kutsal İncirin Tohumu ve Maria

Erkek egemen yapı yıllar, yüzyıllar boyu kadını hep ikinci sınıf olarak görmüş, küçümsemiş ama başarısından da hep gurur duymuş. Bu hafta (denk geldi, aynı gün izledik) iki ayrı kadını, iki ayrı dünyayı, iki ayrı ruhu karşılaştırabilme olanağı bulduk.

Çehov: “Sahnede silah varsa, patlamalı”

İlki Kutsal İncirin Tohumu (The Seed Of The Sacred Fig), yönetmen Muhammed Resulof’un belgeselmiş izlenimi verecek denli güçlü, ama kurgu; öyle ki oyuncularından yapımcılarına kadar kimsenin festivallere katılmasına izin verilmeyen bir İran filmi. Başörtüsünü çıkardığı için hunharca katledilen, bütün dünya için bir simge olan Mahsa Amini protestolarıyla başlıyor. Kimsenin ummadığı kadar büyük bir tepki doğuran İran’da bile kadınları günlerce sokaklara döken ve iktidara acımasız, orantısız güç kullandıran eylemler filmin ana eksenini oluşturuyor.

Biri üniversite, diğeri lise öğrencisi iki kızı olan ve yargıçlığa terfi eden adamın, İman (Missagh Zareh) eşi ve çocuklarıyla yaşadıkları… Dini, ahlâki, siyasal, sosyal hiçbir kalıba sığmayan, ama sırf daha rahat yaşayabilmek için her türlü hukuk dışı kararı vermekten (en azından çekinmemesi öğretilmiş) çekinmeyen yargıca bir silah verilir, olası tehditlere karşı.

Filmin asıl kahramanı anne. Soheila Golestani (Necmiye) tipik annelik içgüdüsüyle çocuklarını ve tabii, eşini korumak için her şeyi yapabilecek bir kadın. Öyle de oluyor. Üniversite öğrencisi Rezvan (Mahsa Rostami) daha bir bilinçlidir, yurtta kalan arkadaşıyla birlikte ucundan da olsa protestolara katılır. Evde kalmasını sağlar, yaralandığında eve getirip bakımını sağlar. Küçük kardeş Sana (Satareh Maleki) çok sevdiği ablasının yanında olur hep. Kızlarını kıramayan anne yaralanan ve tutuklanan arkadaşlarının durumunu öğrenmek için birilerini bulmaya, araya sokmaya çabalıyor; kocasının haberi olmadan kızlarının gönlünü rahatlatmaya çalışıyor.

Yargıç İman, silahı kaybolup da bulamayınca arkadaşlarından kızlarını ve eşini sorgulamalarını ister. Polis, her zaman polistir ve hiç de arkadaşça davranmaz onlara. Baba, durum giderek kötüleşip de bilgileri internete sız(dırıl)ınca ailesini köyüne götürür ve kendisi sorgulamak ister. (Burada güçlü ve güzel bir detay var: girdiği bakkalda kendisini tanıyanlar telefona sarılıp ifşa etmeye çalışırlar.) Anne, hem eşini hem kızlarını korumak için kaybolan silahı kendisinin alıp dereye attığını itiraf (!???) eder. Kızlar da, annelerini korumak amacıyla kendilerinin aldığını iddia ederler.

Yargıç, iki arada bir derede kalmış ve çıldırmıştır; o çok sevdiği çocuklarını öldürmek isteyebilecek denli gözü dönmüştür.

Ego, gurur ve haklı bir ün!

Efsanevi soprano Maria Callas’ın son dönemini ala alan filmi Steven Knight’ın senaryosundan Pablo Larraín çekmiş. Dünyaca ünlü sopranonun sesini, bağlı olarak da ününü kaybetmesi Callas tarafından da kabûl edilebilecek bir şey değildir. Ancak gururlu ve kararlı Callas çevresindekilere bunu hissettirmemeye çalışır.

Benim Jacqueline Kennedy Onassis’e benzettiğim Angeline Jolie, Callas’ı başarıyla (sesi konusu küçük bir soru işareti, ağzı senkron olsa da gerçek Callas’ın sesi kullanılmış sanki, iki sesin farkı fark edilebiliyor) canlandırıyor. Mağrur sopranonun çevresini hiç umursamayan, ama ününe toz kondurmaz tutumu filmin ana izleği… İki yardımcısı var yanında Callas’ın, Ferruccio

(Pierfrancesco Favino) ve Bruna (Alba Rohrwacher). İkisi de canla başla korumak için ünlü sopranonun yanında… Bir de uzatmalı sevgilisi var Callas’ın, evli olsa da dünyanın en zengin insanlarından, memleketlisi Aristotle Onasis. Haluk Bilginer’in fizik olarak da benze(til)diği Onasis rolünde gerçekten çok başarılı olduğu hemen tüm eleştirmenlerin ortak görüşü.

Her şey bir yana… “Maria”da sadece Maria Callas’ın yaşamı değil, bir kadının onurlu, mağrur, ama aşka yenik yaşamı yansıyor beyazperdeye.

10 Ocak 2025 / 21 Şubat 2025’ten başlayarak gösterimde…

(03 Ocak 2025)

Korkut Akın

[email protected]