Etiket arşivi: Korkut Akın

Yel Üfürdü Sel Götürdü: Deadpool & Wolverine

Bir film, eğer baştan planlanmadıysa, sadece seyircinin ilgisi nedeniyle “dizi”ye dönüştürülüyorsa bir şeyler hep eksik kalıyor, bir şeyler hep aksıyor. Buna bir de yapımcının değişmesini ekleyin, iyiden iyiye beklentilerin uzağında kalıyor.

20th Century Studios’un yapımcılığıyla tanıyıp sevdiğimiz iki süper kahraman, firmanın Disney’e devrinden sonra, hem kendilerini hem firmalarını hem de ünlerini korumak için bir araya geliyor. Eskilerine bakarak daha usturuplu ama daha soğuk gelen Deadpool izliyoruz. Wolverine ise zaten bitmiş, tükenmiş, Deadpool, deyim yerindeyse silah zoruyla hayata döndürüyor.

Her iki süper kahraman da çok sevilmiş, ergenlerin dilinden düşmeyen aforizmalarla hayatın içinde yer almıştı. Tabii ki yine seksist, yine vurdumduymaz, yine alabildiğine kanlı.

Küfrün bini bir para…

İzleyicinin hoşuna giden bir konuşması var(dı) Deadpool’un, kimileri yadırgasa da genel anlamda beğenilmişti. Bu kez, arkadaşıyla birlikte başka evrenlere, farklı boyutlara da yolculuk ettiği için sanki biraz usturuplu, biraz daha az küfürlü ve sanki biraz daha komik. Ancak yine de küfrün bini bir para.

Gelelim filme… Film baştan sona tempolu, güçlü, oyuncularıyla ve müziğiyle taşıyıcı; özellikle izleyicinin ilgisini çekecektir ama Deadpool & Wolverine teknik anlamda zayıf. Titiz izleyici çok kolay yakalayacaktır. Yaşadıkları evren de dahil olmak üzere bütün evrenlerin (oraları da öğreneceğiz ve benimseyeceğiz, başka şansımız yok… Gençler, bunu göz önünden ayırmayın) yok olacağı, kurtarmak için bir süper kahramanla birlikte hareket edebileceği bildirilir. O da “ölmüş” olmasına karşın çoklu evrende bulduğu Wolverine’i, zamanda yolculukla hayata döndürür. Sonrası, sonrası bildiğiniz gibi keyifli ve sürükleyici…

26 Temmuz’dan başlayarak gösterimde…

(25 Temmuz 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Öfke mi Yenilgi mi?: Şans Eseri

Woody Allen, belli bir çizgisi olan, ama kızına (üvey de olsa) cinsel tacizi nedeniyle aforoz edilen bir yönetmen ve oyuncu. Allen sevilen bir yönetmenken cinsel tacizle suçlanıp da kendisini savunamayınca, doğal olarak aklanamadı ve hemen tüm sevenlerinin desteğini kaybetti. Ben de, özellikle filmlerini izlememeye başladım. Ama bu kez, değişen ne diye meraktan izlemek istedim. Kim ne derse desin, Woddy Allen, -ellinci filmi olan “Şans Eseri”yle- eski gücüne, sevilirliğine, seyirci desteğine asla ulaşamaz.

Coup de Chance (Şans Eseri) diye çevrilmiş olsa da Cüneyt Arcayürek’in 12 Eylül için söylediğinden beynimize mıh gibi çakılmış sözcükten el alarak “Şans Darbesi” demek sanki daha doğru, hem yönetmeninin de durumunu açıklar), Parisli bir sanat simsarı olan Fanny’nin (Lou de Laâge) etrafında dönüyor. Fanny, Jean (Melvil Poupaud) adındaki zengin servet yöneticisiyle evliliğinde mutludur. Ancak liseden arkadaşı olan Alain’le (Niels Schneider) “şans eseri” karşılaşınca her şey tersine döner. Akıcı bir anlatımı olan filmde öykü pek bir özellik taşımıyor, ama Allen’ın deneyimli mizanseni ve sürekli birlikte çalıştığı görüntü yönetmeni Vittorio Storaro’nun olağanüstü görüntüleriyle öne çıkıyor.

Çocukluktan kalan…

Geçmişi karanlık (daha doğrusu bilinmeyen) zengin Jean’ın eve kur(dur)duğu oyuncak tren seti (Çetin Altan’ın o ünlü saptamasıyla, “çocuk için alınan elektrikli trenle daha çok büyükler oynar”), yönetmenin çocuk tacizine verdiği cevap olabilir mi?

Buñuel, bir filmde bir şeyi iki kez görüyorsak farklı anlamı vardır diyordu, kim bilir belki de benim aklıma gelen onun da aklında yer etmiştir. Alabildiğine zengin ve bir o kadar da gizemli finans simsarı, aynı seti daha önce görmüş olsalar da seslerini çıkartmayan misafirlerine oyuncağını göstermekten büyük haz duyuyor.

Genç ve güzel eşi, karşısına birden çıkan eski arkadaşına kısa zamanda gönlünü kaptırınca olaylar birbiri ardına yükseliyor. Filmin gizemli yanı burada. Zengin simsar neyin peşinde, genç kız neyi fark edemedi? İstediği elinde, istemediği önünde olan Fanny, zengin kocasını bırakıp yoksulluğuna rağmen Alain’i tercih edecektir; annesinin deneyimi gözünü açar.

26 Temmuz’dan başlayarak gösterimde…

(24 Temmuz 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Körü Körüne İtaat Yaşamı Bitirir: Tarikat

İslamiyet, eğer son peygamberin Muhammet olduğunu söylemese, zaten çok olan din sayısı belki de insan sayısı kadar artacak. Buna rağmen insanların inanışlarını kendilerine yontan, adına tarikat dediğimiz topluluklar var. Kimi Mesih diye kimi de ahir zaman peygamberi diye yine de taraftar toplamaya çalışıyor.

İşin en kötüsünü A Sacrifice (Tarikat) filmi aktarıyor. Çevreci bir kamuflajla ve tabii ki çevreciliği kötü göstererek nasıl insanlık düşmanlığı yapıldığını anlatıyor. Büyük olasılıkla uluslararası sermayenin gizli örgütlerinin desteklediği, alabildiğine soyut ve bir o kadar da zayıf bir film Tarikat.

Eşinden ayrılıp çalışmalarını Berlin’de sürdüren Ben, yaşanan grup intiharlarıyla ilgili çalışma sürdürürken yanına, kızı Mazzy gelir. Genç ve güzel kız hedeftedir artık. Ebeveyn ayrılığı en çok çocukları etkiler, buna bağlı olarak da bunalım ergenlikle birlikte daha da yoğunlaşır.

Tarikat benzeri yapılanmalar en gizli, en kurumsal örgütlerden bile daha sıkı çalışır ve insanları etkisi altına alır. Tarikatlardan çıkmak kolay değildir, denilenin yapılmaması ise hiç… Lider Hilma, sakin ama bir o kadar da gizemli ve korkutucu biridir. Yakın ve sıcak davranıyorsa da amacının pek de hayırlı olmadığı yüzünden, gözünden anlaşılmaktadır.

İnsanlar, inançlarını bile isteye geliştirmezlerse hurafelerle dolar ve yanlışa sürüklenir; değil mi ki, tuvalete gitmek günahtır dense birçok insan çatlayarak ölür. Tam da bu nedenle tarikatlar müritlerini istedikleri gibi parmaklarının ucunda oynatır ve cinayet bile işletebilir.

Küresel ısıtma nedeniyle kuraklık kadar seller de yaşanıyor. Orman yangınlarıysa Sibirya’da bile görülüyor, bizde Karadeniz bölgesinde olduğu gibi… Çevreci olmak ve geleceğimizi, buna da bağlı olarak yaşamımızı korumak demektir. Oysa bu “Tarikat” çevreci görünüm altında insan yaşamını hedef alıyor ve kötülük yapıyor. Ancak filmi bırakın bir yana, çevre koruyucu olmak için elinizden ne geliyorsa yapın, hatta daha da fazlasını…

19 Temmuz’dan başlayarak gösterimde…

(18 Temmuz 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Perdeden Yansıyanlar, Perdeye Yansıyanlar: Şafak Sökerken

Sinema eskiden öğretir ve eğitirdi, ama artık sadece eğlendiriyor. Nerede kaldı eski filmler! Şimdi artık “hayal perdesi” umut dağıtmıyor.

İkinci Dünya Savaşı’nın son günleridir; faşistlerin ne denli kötü, haksız ve işkenceci, katil olduğunu gösteren duygusal bir anın içinde buluyoruz kendimizi. Hepimiz, bunun devamını beklerken, bunun perdeden yansıyan bir film olduğunu anlıyoruz…

Savaş sonrası İtalya’da kendi halinde bir ailenin iki genç kızı da sinema izlemeyi ve bir o kadar da perdede görünmeyi hayal eder (tabii ki perdeye yansıyan aktris ve aktörleri beğeniyor, gazetelerden takip ederek kendilerini onların yerine koyuyordur). Bir gün bir çapkın (!) kendisini yetkili olarak tanıtarak gençleri figüranlığa çağırır. Asıl amacı kızlarla tanışmak, gününü gün etmektir. Anneyi ikna etmek güçtür, annenin de babayı ikna edebilmesi epey zorlu olur. Sonunda istediklerini elde eden kızlar seçmelere katılırlar. Mısır’da geçen tarihi bir film çekiliyordur ve kızlar, hizmetkârlardan birileri olacaklardır. Biri seçmeleri kazanır, ama evlenmek üzere olan (ancak evleneceği genci hiç sevmeyen) kaybeder. Kardeşini ararken, “Firavun Kadın Merneith”i canlandıran ünlü başrol oyuncusu Josephine Esperanto (Lily James) ile karşılaşır. Bundan sonra ne aile vardır artık ne de kardeş… film Mimosa’ya (Rebecca Antonaci) odaklanır.

Sinema sektörü, dışarıdan görüldüğü kadar kolay ve sıradan işlerin döndüğü bir dünya değildir. Karşılıksız ve bir o kadar platonik aşklar, sürekli partiler, eğlenceler, uyuşturucu kullanımı, seks sıradandır. Bir yanda emeklerinin karşılığını alamayan emekçiler, diğer tarafta ünlü olan güzel ve yakışıklılıkları nedeniyle el üstünde tutulanlar. Bu hali doğrudan Türkiye’ye benziyor; sinemadan da öte gündelik yaşama baktığınızda yoksullukla boğuşanlarla zevk-i sefa içinde yaşayanlar…

Esperanto (adı ilginç, bir zamanlar ortak dil olarak yerleştirilmeye çalışılmıştı, güzel Lily James’in herkesin sevgilisi olduğunu işaret ediyor sanki) Mimosa’yı bir yanıyla yüceltiyor, ama duru güzelliği ve yalınlığıyla (inanılmaz bir dans sahnesi izledik) sevgililerini kapacağı kaygısına kapılıyor. Tabii, hemen aşağılaması gerekir, gözünü kırpmadan yapıyor da.

Sinemada (tiyatroda da) “sus”ları oynamak zordur; genç kız öyle güzel susuyor ki, herkes hayran kalıyor. Esperanto aşağılayacağım derken açığa düşüyor. Burasını sadece filmdeki parti ve eğlence gecesi olarak görmemek gerekir; aslında yaşam içerisinde haksız ve hudutsuz aşağılanan emekçilerin haklı dik duruşu aynı zamanda. Münir Özkul’un, 1975 yılı yapımı “Bizim Aile” filmindeki o ünlü “Yaşar Usta” tiradı gibi… Kuşkusuz Özkul konuşuyordu, oyunu da şimdi gözlerinizin önünden geçiyor… “Şafak Sökerken”deki Mimosa’nın sessiz tiradı (!) gözlerinden yanaklarına süzülen o yaşlarla hiç de unutulur gibi değil. Kendisini aşağılamaya çalışan (aslında makyaj güzeli) Esperanto bile gözyaşlarını tutamıyor.

Bir de aslan var… Filmin finaline damgasını vuran. Mimosa, sirkten kaçan aslanla karşılaşır ve “Benim, bu gece sabaha kadar yaşadıklarım karşısında sen bir hiçsin.” dercesine bakar.

19 Temmuz’dan başlayarak gösterimde…

(17 Temmuz 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Üç Parçalı Masal: Merhamet Hikâyeleri

Hayat, sizin yaptığınız planları veya umduklarınızı değil kendi bildiğini uygular. Hepimiz her an birçok durumla karşı karşıyayız ve her an dikkatli olmalıyız ki, sıkıntılar değil mutluluklar yaşayalım.

Yorgos Lanthimos’un senaryosuna da katıldığı “Merhamet Hikâyeleri”nde oyuncular kadar izleyiciyi de ters köşeye yatıracak bir gerçeküstü olaylar dizisi sergiliyor. Üç ayrı öyküde üç ayrı karakteri oynayan oyuncular (Emma Stone, Jesse Plemons, Willem Dafoe, Margaret Qualley, Hong Çau, Mamoudou Athie ve diğerleri) bütün öykülerde yer alıyor ve filmin bütününün birbiriyle bağlantılı olduğunu anlıyoruz.

Patron ne derse yapılır

İlk öyküde, patron her şeyini belirlediği çalışanına birini öldürme emri verir. Evli, işi tıkırında olan adam olmazlanır. Patron kendisine karşı çıkılmasını ister mi, tabii ki istemez. Bırakın işini, eşini, evini, yaşamını bile elinden alabilecek güçteki patron istediğini yaptıracak mıdır? Komplolar, suikastlar, tuzaklar benzer nedenlerle belirli kişilere göçerilmez mi? Tetikçi dediğiniz nedir? Bizdeki son öldürülen akademisyenin durumu tam da bu.

İkinci öyküde, -tabii ki birinci öyküyle bağlantılı- öldürülmesi istenen kişinin bu kez bir helikopter kazasına kurban edilmesini izliyoruz. İran’da yaşanan helikopter kazası geliyor akla hemen… Polis memurunun karısı da o helikopterdedir ve kaybolur. Acaba öl(dürül)müş müdür?

Üçüncü öykü ise işin içine bir tarikat giriyor ve ölüyü diriltip (tabii ki, başından beri öldürülmeye çalışılan kişi) hayatı tersine çevirmeye çalışıyorlar.

Gerçeküstü öykü, gerçeküstü olaylar ve gerçeküstü yaşam anlatılan “Merhamet Hikâyeleri”, belki de gerçeküstü değil bizim kafamızda kurduğumuz yaşamın yansıması… Film, sırasıyla biraz yabancılaştırıcı, biraz gizemli ve biraz da basit öykülerin izleğini taşıyor. Yorgos Lanthimos, sinemadan kazandıklarıyla yetinmeyen (filmler, ödüller, izleyici desteği) bir yönetmen; değişik tarzlar, farklı ve gerçeküstü öykülerle yenilikler arıyor.

05 Temmuz’dan başlayarak gösterimde…

(03 Temmuz 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Sessizliğin Sesi: Sessiz Bir Yer: Birinci Gün

Teknoloji geliştikçe her şey değişiyor. Eskiden rahatsızlık veren trafik sesi, artık insanı hasta edecek boyuta ulaşsa da duyulmuyor bile. Buna bağlı olarak sessizliği yeniden sağlamak gerekir. Elektrik kesilir jeneratör devreye girer gürültü. Hava sıcaktır veya soğuktur iklimleme cihazları gürültüsü (yaydığı ısı da) insanı çileden çıkaracak kadar yüksektir. Evet, sessizliği sağlamak gerekir.

Diğer taraftan “sessiz kalmak” da doğru değil; özellikle toplumsal yaşamın içinde karşımıza çıkan tüm olumsuzluklara karşı sesimizi yükseltmeliyiz. Buna da bağlı olarak sessizlik pek de aranan bir şey değil…

Daha önce John Krasinksi’nin çektiği, gişe başarısı yakalamış Sessiz Bir Yer (ikincisi de çekildi ve izleyici beğendi) konunun ortasından girip başı sonu olmayan bir öykü olarak sunulmuştu. Şimdi, izleyicinin de merakını gidermek -öncesini sonradan izle(t)mek yeni moda- için olayların en başına gidiyoruz. Bu kez yönetmen koltuğunda Michael Sarnoski var. Tabii, izleyicinin olayları bildiği gerçeği göz ardı edilmediği için bazı ayrıntılar atlanmış. Ancak kim ne derse desin, ilk iki filmden çok daha sinema bu “Sessiz Bir Yer: Birinci Gün”, çünkü duyarlılığı da var içinde.

Dünyayı, buradaki dünya ABD doğal olarak, istila eden, sesin saldırı güdüsünü tetikleyen birtakım yaratıklar en küçük sesi duydukları an canavarlaşıyor ve yakıp yıkıyor, öldürüyor. Bir yerin yıkılması sırasında çığlık atanlar ya da bir taşa dokunup da ses çıkaranlar anında katlediliyor. Kim bu canavarlar, nereden geldiler, ne istiyorlar, ne yapacaklar bilmiyoruz (belleğimi zorluyorum, ilk filmde de yoktu bu detaylar).

Sessiz Bir Yer: Birinci Gün, yakın planlarıyla alabildiğine ilginç; ritmik, akıcı, kolay anlaşılır ve kısa bir film. Çok da başarılı… Aslına bakılırsa normal uzunlukta, 90 dakika, ama son dönemde filmler uzadı da uzadı.

İnsan sıcağı, duyarlılık…

Doktorların iki yıl, altı ay hatta saat vererek ömür biçtiği kanser tedavisi gören genç şair Samira (Lupita Nyong’o), son arzusunu yerine getirmek için kaldığı bakımevindeki arkadaşlarıyla kukla tiyatrosuna gider. Oyunun ardından, küçükken babasının onu götürdüğü ve hâlâ unutamadığı pizzayı yiyecek, ölümü bekleyecektir. Ancak sesten etkilenen o canavar yaratıklar kenti altüst edince yapabilecek bir şey kalmamıştır. Samira öleceğinin farkında, alabildiğine yardımcı olmaya çalışır, zaten ömrünün sonuna gelmiştir, hiç değilse bir faydası dokunsun insanlara diye düşünür.

Biz gene sese dönelim… Gürültü ile sesi ayırmak gerekir. Sesimiz, müzikle, yalınlıkla, sakinlikle çok anlamlı; kavgayla, teknolojiyle, gerginlikle gürültüye dönüşüyor. Gelin siz, siz olun gürültüye pabuç bırakmayın. Sesinizin güzelliğiyle kalın.

28 Haziran’dan başlayarak gösterimde…

(27 Haziran 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Özgürlüğe Uzanan Yolda: Shayda / Şeyda

“Kol kırılır yen içinde kalır” (mı)? Kalmalı mı? Kalırsa kim kazanır, kim kaybeder? Kalmazsa kim(ler) kazanır?

İnsanlar bir arada yaşayan, birlikteliklerle zorlukları aşan varlıklardır. Evliliklerin de altında bu gerçek yatar, bana sorarsanız. Erkek egemen dünyada, kadının adı gibi söz hakkı da yok; öyle olunca itiraz etmesi, başkaldırması, özellikle mahalle baskısı nedeniyle kolay olmuyor. İtiraz edenler ise çok daha büyük zorluklarla karşı karşıya kalıyor.

Kadın Yaşam Özgürlük!

Shayda / Şeyda, İranlı bir kadının ayakta kalma savaşımını anlatan bir ilk film. Kocasının tecavüzü bardağı taşıran son damla olmuş ve kızı Mona’yı alıp çıkmış… Bir kadın sığınma evinde kalıyor; çok kadın var, benzer durumda, onlarla bir arada (kültürel, ekonomik nedenlerle farklı olsa da) yaşamak zorunda.

Nora Niasari’nin kendi yaşamından yola çıkarak yazıp yönettiği, gerçekten de çok başarılı film, kadının var olma, yaşama ve özgürlük mücadelesini sergiliyor. Şeyda, kocasının (eşinin diyemiyorum, çünkü veteriner olmak için eğitim almasına karşın “eş” olma niyeti yok; tıpkı bizdeki kadın cinayetleri gibi. Kadınlar en çok baba, koca, kardeş ve tabii devlet tarafından katlediliyor) ve kendisinin eğitimi nedeniyle (siyasi bir neden de var aslında, çünkü koca, “başını açmana karışmayacağım” diyor bir yerde) Avustralya’dalar.

Şeyda, kendi geleneklerini sürdürmek de istiyor ve İran’dan oraya gelmiş insanlarla buluşuyor, yerel yemekler yapıyor, kızına o duyguları aşılıyor. Ancak kocası da aynı çevrenin arkadaşı ve kendilerini buluyor.

Adalet bunun neresinde?

Mektupla veya telefonla kızıyla görüşmesi engellenen kocaya, mahkeme -nasıl oluyorsa- yüz yüze görüşme izni veriyor. Yasalara karşı boynu ince insanların; Şeyda kızını götürüyor babayla görüşmesine… Baba ise başka bir hesap peşinde… Çocuğunun dindar olması ve kökenlerini unutmamasını isterken annenin olası erkek arkadaşlarını da araştırıyor.

Ya benimsin ya kara toprağın!

Koca, baba, aile ve devlet baskısı bizde olduğu gibi İran’da da alabildiğine yaşanıyor. Başını düzgün (!) örtmediği için gözaltında öldürülen Mahsa Amini örneği gibi hemen her gün haberlere konu olan kadın cinayetlerini orada da görüyor, izliyoruz. Şeyda’nın kocası da tam, erkek egemen devletin istediği tipte biri. Gözü kendi çıkarlarından başkasını görmüyor. İstediği olmazsa öldürmekten bile çekinmeyecek kadar gözü dönmüş biri…

Bir de göçmenlik var…

Nora Niasari, birçok ödüle aday olup çok sayıda ödül kazanan Shayda / Şeyda filminde -kendisinin de içinde olduğu- ilticacı / göçmen / mülteci sorununu da işliyor. Bulundukları yerde alışverişlerini bile kendi ülkesinden gelmiş kişilerin dükkânlarından hatta ülkelerinden gelmiş ürünlerden yapıyorlar. Bu, bir anlamda gettolaşmaksa da diğer taraftan “yabancı” oldukları için “güven” aramalarından.

Yerel kültürün önemini vurgulayan filmin bir diğer özelliği de çocukların yaşamına olumsuz etkisi görülen yerel kültürün gericiliği…

28 Haziran’dan başlayarak gösterimde…

(26 Haziran 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Çocuklara da Büyüklere de…: Garfield

Hemen herkesin sevdiği, adıyla birlikte yüzüne gülümseme yayıldığı obur ve bir o kadar da sevimli kedi, serüveniyle yine beyazperdede.

Bütün devam filmlerinde olduğu gibi (yeni moda, geçmişe dönmek, öncesini görmek ya da öğrenmek), Garfield’in babasıyla nasıl ayrıldığını, Jon’un evini nasıl ele geçirdiğini, teknolojinin nimetlerinden nasıl yararlandığını izliyoruz.

Garfield, haklı olarak Vic (babası) ile buluşmalı yeniden değil mi? Haklısınız, yeniden buluşsun ama bu, özellikle çocuklar için travmatik olmasın, mümkünse. Büyüklerin yarım ağız gülümseyeceği, küçüklerinse, Garfield sevgisiyle hayran olacakları, ama asla sahiplenmeyecekleri bir film izleyeceklerini baştan söyleyelim.

Vic’in onu terk ettikten sonra, uzaktan izlediğini, sürekli takip ettiğini, mutlu bir yaşamı olduğunu görünce yine onu korumak amaçlı yakınlaşmadığını öğreniyoruz. Ancak Vic, pek de tekin biri değildir. “Yük”lerinden kurtulmak için bir süt fabrikası soymak zorundadırlar. Bu arada Garifeld babasıyla yüzleşir ve anlaşır. Süt fabrikasının satılması, amblemlerindeki Otto ile sevgilisinin ayrılması, bu soygunun yan öykücükleridir.

Büyüklerin pek sev(e)meyeceği, çocuklanışa gülse de benimsemeyeceği böylesi bir film aslında iki kötü (dikkat: kadın) karakterin çevresinde döneniyor. Filmden önemli bir cümleyi aktarmalıyım: “Eğer küçük çocuklarınız varsa, odadan çıkmaları iyi olabilir.” Bu, anne babalara mı sesleniyor, yoksa çocukların aklını mı karıştırır? Kasap çengeli örneği asılı duruyor ortada.

Klasik çizgi film sürükleyiciliği yine de var filmde, ama yeterli sayılır mı, bilemem…

31 Mayıs’tan başlayarak gösterimde…

(29 Mayıs 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Kaybolmak İçin Gelinen Yer, İstanbul: Geçiş

Sosyal, siyasal, ekonomik, duygusal ve/veya yaşamsal nedenlerle bir göç hareketi yaşanıyor yeryüzünde, her zamankinden daha fazla. Sizin gitmek istediğiniz yerlerden birileri belki de sizin bulunduğunuz yere göçmeyi tasarlıyor ya da deniyor. Sorunlar o kadar çok, o kadar geniş alana yayılmış ve o kadar yoğun ki, kimseye niye, neden, nasıl diye sor(a)mıyorsunuz bile.

İstanbul, Levan Akın’ın filminin ana odağı olması nedeniyle de kuşkusuz, bir geçiş kenti. Onun için de zaten kültürler mozaiği diyoruz. ’68 kuşağı için “dünyanın merkezi”ydi, tabii çok daha öncesinden, “milyon taşı” için de aynı tanım yapılıyordu. Refik Durbaş, bir şiirinde “Anadolu’nun merkezi Sirkeci, dünyanın merkezi Sultanahmet” diyor, en tam da bu nedenle. Gürcü yönetmen Levan Akın, İstanbul’un bir diğer “merkez”ini anlatıyor hepsiyle birlikte: Kuir yaşam.

Gürcü, emekli öğretmen Lia (Mzia Arabuli), kardeşine verdiği söz üzerine yeğeni Tekla’yı aramak için kendisine yardımcı olmak isteyen ama aslında gönüllü göçmen/sığınmacı/mülteci olmayı aklına koymuş Achi (Lucas Kankava) İstanbul’a gelir. Pembe Hayatlar gönüllüsü, Avukat Evrim (Deniz Dumanlı) ile yolları kesişir ve İstanbul’un o kendine has hercümercinde Tekla’yı ararlar. Bu aramada insan yaşamlarına tanık oluruz. Kim nedir, nasıl davranır, kimi kandırmaya çalışır, kanan ile kandırılan kimlerdir sorularını sordurur film bize. Akın’ın filmi, İstanbul’a bir pencere açar ve film boyunca o pencerenin önünden geçenleri izleriz; aslında her gün, her saat yaşadığımızdır izlediğimiz de. Bir belgesel tadında yaşamdan manzaralar gelir beyazperdeye; hani şu bildiğimiz, hep görüp geçtiğimiz evsiz çocuklar, küçük hırsızlıklar, şaşaalı lokantalardan arta kalanlar, martılar, kediler…

Umutlar ne zaman artar, niye söner kim bilebilir ki!

Dış çekimleri, oyuncuların kalabalık içinde kaybolmalarını yönetmen iyi çözümlemiş. Oyuncuları da titizlikle seçmiş, röportajlarında belirtmişti. Şerif Gören, çok yıllar önce Eyüp Halit Türkyazıcı ile Hüseyin Kuzu’nun senaryosundan “Beyoğlu’nun Arka Yakası”nda, arka sokaklardaki yaşamı sergilemişti. Aradan geçen 40 yıla yakın zamanda değişen pek bir fazla şey yok, olmamış. Yine yoksulluk, yine ötekileştirme, yine aşağılanan insanlar… İstanbul’u tanımayanlar (daha doğru deyişle “arka sokaklardan geçmeyenler) böyle bir öykü oluşturamazlar. Levan Akın da Hüseyin Kuzu ve Eyüp Halit Türkyazıcı gibi o sokakları yaşamış besbelli.

Diyalektik bağlantılı…

Eskilerin “köprü altı yaşamları” dedikleri artık çok daha renkli, çok daha karmaşık, çok daha zorlu ve çok daha hüzünlü artık. Her ne kadar kuir biri aranıyorsa da filmde, asıl amaç yaşamı yansıtmak ve böyle bir sorunun varlığını da kabul etmeyen farklı kesimlere göstermek. Berlinale’den sonra İstanbul Film Festivali’nde de izleyiciden olumlu not alan Geçiş, bir dönemin tanıklığını da yapıyor.

31 Mayıs’tan başlayarak gösterimde…

(28 Mayıs 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Devam Filmleri Bile Yeni Olabilir…: Furiosa: Bir Mad Max Destanı

Mad Max, sinemayla ilgili olsun olmasın hemen herkesin dikkatini çekmiş, önemsenmiş, üzerine tartışmalar yaptırmış bir seri… Bu kez, George Miller’in yine yeniden yarattığı canlı, canlı olduğu kadar heyecanlı, heyecanlı olduğu kadar sürükleyici, sürükleyici olduğu kadar merak duygusunu doruğa çıkaran, merakla birlikte soru işaretlerinin birbiri ardına açıldığı Furiosa: Bir Mad Max Destanı izliyoruz.

Devam filmi deyince, akla ilkin sonrası geliyor; film kasap çengeli örneği kocaman bir soru işaretiyle bitiyorsa izleyici, ‘Ne olacak?’ diye bekliyor. Öykünün heyecanı sarmışsa insanları, sonrası geliyor zaten. Bir de devam filmi olmakla birlikte, öncesinin anlatıldığı filmler var, sayıca az olmasına karşın. Onlardan biri Furiosa…

…ama Max yok. Bu, yönetmenin (aslında senaristin demeliyiz, ama senaryoyu da kendisi yazdığı için) tercihi olarak görülmemeli. Mad Max olmadan da “devam” filmi aynı aksiyonla dolu olabilir, aynı heyecanı yaşatabilir.

Çok ödüllü, artık “hit” diyebileceğimiz “Mad Max: Fury Road”un öncesi olsa da birbiriyle bağlantısını kurmak zor. Kim bilir, belki yeni bir film daha gelir (söylentilere göre çekimi başlamış bile) ve hepsini buluşturur. Yinelemekte yarar var: Fury Road’ı değil yepyeni bir filmi izleyeceksiniz, bağlantısını kurmak size kalmış.

Tekerlek izlerinin peşinde…

Mitoloji, sinemanın her zaman için temel aldığı öykülerdir. Abartılıdır, heyecanlıdır, sürükleyicidir ve abartı olduğunu bildiğiniz halde (düşünün tanrıların yaşamlarını…) hiç “olmaz ki bu kadarı da” diye düşünmezsiniz. Sahi, çocuklara yönelik çizgi film de olsa bu, mitolojiye dayandığında felsefesi de güçlü oluyor, dolayısıyla izleyicinin beğenisini çok daha kolay topluyor. Buna bir de görsel etkiyi katmışsa film, gerçekten seyrine doyum olmuyor.

George Miller, ne istediğini bilen, düşlediğini gerçekleştiren, o sonucu elde etmek için her şeye sahip bir yönetmen. Buna da bağlı olarak Furiosa, iki buçuk saat olmasına karşın izleyiciyi koltuğuna yapıştıracak kadar başarılı.

Savaşların, suikastların yaşandığı, helikopterlerin düş(ürül)tüğü, ekonomik sarsıntının en güçlü devletleri bile etkilediği bir dönemde, küresel iklim krizi, susuzluk, seller ve kuraklıkla birlikte temiz enerji beklentisiyle çalışmaların yapıldığı günümüzdeki sorunların sonucunda Dünya’nın yaşan(a)maz olduğu bir zaman gelecek. Tabii, kahramanlar çıkacak ortaya ve kötülerle mücadele edecek, yeryüzünü yeniden yaşanır kılacak. Furiosa bu, evet, sadece bu. Ancak o denli güçlü bir anlatımı var, o denli hareketli kamera ile takip edi(li)yor ve anlatımını pekiştiriyor ki seyirciye sadece izlemek kalıyor. Yorumu ve/veya çıkarımı kendine ait.

Miller, göz alabildiğine uzanan kumulda sadece tekerlek izlerinin üzerinde harikalar yaratıyor. Oyuncularıyla, kurgusuyla, müziğiyle bir bütün olarak izlenmeye değer.

24 Mayıs’tan başlayarak gösterimde…

(22 Mayıs 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Kan Gölünde… Becky’nin Gazabı

Devlet terörü, bizde olduğu gibi dünyanın her devletinde sürdürülüyor. Gerçi onlarda aşağılanıyor, ama bizde kahraman oluyor o teröristler. Devlet, kendi varlığına karşı olan her oluşumu yok etmeyi görev bilir; en çok da egemenliğin halkın büyük çoğunluğunun eline geçmesini isteyenlere karşı acımasızdır. Diğerlerini ise olası itirazları baştan engellemek ve toplumda “bak, bizim devletimiz adildir” dedirtmek amacıyla göz boyamak için engeller. Bunun örneklerini çokça gördük, yaşadık.

Matt Melek ve Suzanne Couta’nın birlikte yazıp yönettikleri (aslında bir devam filmi) “Becky’nin Gazabı”, yukarıda yazdıklarımızı destekliyor. Becky’nin babası Neonaziler tarafından katledilmiştir, bırakın tutuklanıp, hüküm giyip, mahkûm olmalarını, peşlerine bile düşülmemiştir. Becky’ye düşense ihkakıhaktır, yani kendi çözümünü kendisinin bulması gerekir.

Sinemanın sözcükleri…

Alfabede 29 harf var, müzikte 7 nota, sinemadaysa 37 dramatik örgü. Nasıl ki 29 harfle birçok sözcük yaratıp, o sözcükleri farklı düzeylerde birleştirir de bir eser çıkarabilirseniz, sinemanın 37 “harfi”nden birçok olay örgüsü, farklı anlatımlar üretebilirsiniz.

“Becky’nin Gazabı”nı yazanlar, intikam duygusundan yola çıkıp etrafı kan gölüne çeviren bir genç kadın kahraman yaratmışlar, biraz da “Evde Tek Başına” veya benzeri filmlerden ilginç öykücükler kattılar mı izlenirliği yüksek bir film çıkar ortaya diye düşünmüşler. O kadar kan olmasaydı, kahramanımız Becky biraz da zorlansaydı (Cüneyt Arkın bile yaralanırdı da devrilmezdi, hiç mi Yeşilçam filmi izlememişler) bu kış gününde insanların sinemaya gitme arzusunu arttırabilirlerdi.

Yukarıda yazdıklarıma devam etmeliyim. Becky artık devletin kadrolu katili… devam filmi çekilirse -ki, çekilecektir muhakkak- göreceğiz. Demek ki neymiş? Devletler katillerini korurmuş.

17 Mayıs 2024’den itibaren gösterimde…

(04 Aralık 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Duygusal Gerçekçi: Back To Black

Yaşam(ınız)ı belirleyen çevrenizdir. Kiminle, nerede yaşıyorsanız öyle davranmaya, öyle düşünmeye başlarsınız. Ailede farklı, mahallede farklı, okulda, işte farklı olsanız da bir süre sonra zaman ve zemin sizi orayla buluşturur.

Amy Winehouse, duygusal, bir o kadar da şeffaf bir şarkıcıdır kendi mahallesinde. Her şeyiyle ortada, açıktadır; gizleyecek hiçbir şeyi yoktur. Kendine has sesiyle tarzını yansıttığı şarkıları giderek daha sevilir, şöhret basamaklarını hızla tırmanır. Örnek aldığı büyükannesi gibi keyifle yaşamak isterken bir aşk yolunu keser.

“Back To Black”, birbirini seven, ama uzun süre bir arada bulunamayan iki gencin öyküsü… Amy, Black’e (Jack O’Connel) ilk görüşte aşık olur. Birbirlerini severler, hatta evlenirler de… Bu ünlü şarkıcının hem yükselmesinin hem de düşüşünün temel nedenidir.

İlişkiniz sizi belirler. İçki içen, ama uyuşturucudan uzak duran Amy, Black’le ikisini birden yaşar. Bu, girişte değindiğimiz, mahallenin belirleyiciliğidir işte.

Şarkı yazmak ve şarkı söylemek bir insanın yaşamı olabilir mi? Evet, olur. Amy’nin hayatı sadece şarkılarıyla dolu. Duygularını, beklentilerini, umutlarını, hüznünü şarkılarıyla yaş(at)ıyor. Böylesine müzik dolu biri… Hiçbir şey umurunda değil. Filmde de bu açıkça, hatta altı çizilerek vurgulanıyor. Böylesine tutkulu, duygusal birinin bu serüveni uzun süre taşıyamayacağını hissediyorsunuz. Filmde kötü biri yok. Herkes kendince ve ilginçtir alabildiğine rahatlıkla oynuyor. Herkes iyi niyetli, ama gidişatı değiştirebilme şansı elde edemiyor.

Back To Black bir yaşam öyküsü, bir biyografik film değil. Back To Black, müzik yaşayan birinin şarkıları eşliğinde neleri yaptığının öyküsü; sadece açılan bir pencere yaşama. Marisa Abela, sadece Amy’e benzerliğiyle değil sesini kullanarak sivriliyor. Benimsemiş rolünü ve başarmış. Aslına bakarsanız, babası, büyükannesi ve sevgilisi de alabildiğine başarılı. Müzik zaten taşıyor sizi. Back To Black ki, ödüller de alan, kulaklarımızdan silinmeyen şarkılardı; sözlerinin ve ezgisinin eşliğinde duygularını da yaşıyoruz.

03 Mayıs’tan başlayarak gösterimde…

(02 Mayıs 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Dışı Seni Yakar, İçi Beni: Dublör

Sinemada veya televizyonda görünmeyi herkes ister. Hem biliyorsunuz, dünyanın en kolay işidir yönetmenlik, değil mi? Yönetmen de olabilirim, oyuncu da… Herkesin gönlünde yatan bu mesleğin; içine girdiğinizde nasıl çetrefilli, nasıl zor olduğunu, nasıl süreç istediğini, zaman ve zemin tanımadığını, gecesi gündüzü bulunmadığını anlıyorsunuz. “Davulun sesi uzaktan hoş gelir” sözü boşuna söylenmemiş… Şimdi, “Dublör”ü bir yana bırakıp o zorluğun, o sıkıntılı sürecin nasıl olduğuyla başlayalım: Tam sırası.

Sinemanın ilk yıllarında yönetmen yokmuş; işi, ilişkileri koordine eden biri varmış ve o neredeyse her işi çözümlüyormuş. Zaman içerisinde işin içine estetik kaygıları da katan kişi(ler) yönetmen olmuş; zaten yönetmen sineması da öyle çıkmış ortaya. Buraya kadarı tamam. Zaman geçip teknoloji geliştikçe ekipler kalabalıklaşmış, işler birbirinin içine geçmiş, ekipler ayrışmış, her ekibin bir başı olmuş (şef) ve işler eşgüdümle yapılmaya başlanmış. Senaryo yazandan tutun da ışıkçısına, montajcısından tutun da filmin yapım aşamasında görev alan herkes elbirliğiyle bu işin başarısı için çalışmaya başlamış. Bugün “Yedinci Sanat” dediğimiz sinema, böylece herkesin gönlünde taht kurmuş ve gözdesi olmuş.

“Dublör”ü ilk çeyrek bölümünde, tam da bu nedenle çok sevdim. Öyküsünü, mesajını koyun bir tarafa… Sinema Televizyon okullarındaki öğrenciler için müthiş anlamlı ve güçlü bir ders bu açıdan bakınca. Yapımcıyla yönetmen, kameramanla ışıkçı, bilgisayar başında görev yapanla set ekibinin her an her şekilde bir isteği, yapması gereken bir iş var. Zamanında ve yerinde yapılmazsa sonucun hüsran olacağını kabul etmelisiniz. Bir kişiyle sınırlı değil ki (bir yazar veya ressam tek başına üretiyor; oysa sinema hem ekip işi hem de bir endüstri) koca bir ordu çalışıyor kameranın arkasında. Yani, yapılan iş “ne olacak ben de yaparım” denilebilecek kadar küçümsenemez. (Burada aklıma Kenan Evren geldi, resim yapmaya soyundu bir zamanlar, “Ne olacak ben de yaparım o resimlerden” demiş ve tuvalin önüne geçmişti. Rant peşinden koşanlar, yalaka takımı avuç dolusu para sayıp satın aldı resimlerini. Devran dönüp de forsu sönünce, beş para bile etmedi o resimler.)

İzle, mutlu ol, unut

Filmden çıkarken bir arkadaşım, “Dublör”ün gerçekten keyifli bir aksiyon, güçlü bir komedi, adrenalin dolu heyecan yüklü olduğunu belirttikten sonra, “izle, mutlu ol, unut” diye özetledi. Sevimli bir çift, müthiş bir prodüksiyon, hoş bir komedi, iyi bir mizah, sürükleyici bir aksiyon filminde biz izleyicileri de taşıyor iki saat boyunca. Sürenin uzunluğunu hiç fark etmiyorsunuz.

Yönetmen David Leitch’in gençliğinde dublörlük yaptığını biliyorduysanız, filmin albenisini baştan kabul edersiniz. Daha önceki filmlerinde sürükleyici ve aksiyon dolu sahnelerle duygusal sahneleri çok iyi harmanladığını bilirsiniz. Başından bir kaza geçen Dublör Colt Seavers (Ryan Gosling), sevgilisi ilk filmini çekecek olan Jody’yi (Emily Blunt) için yeniden setlere döner. Filmin yapımcısı Gail (Hannah Waddingham), çıkarları için filmin asıl oyuncusuyla bambaşka bir iş peşindedir. Amacını anlamışsınızdır, hem para kazanacak hem de Colt’tan kurtulacaktır.

Gerçekten keyifli bir film, seveceksiniz.

26 Nisan’dan başlayarak gösterimde…

(24 Nisan 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Mutlulukla Bir Bağı Var Muhakkak: Siyah Çay

Çay, dünyanın en çok tüketilen belki de ilk sıradaki içeceklerinden… Bizim ülkemizde de hem çok seviliyor, hem de çok tüketiliyor. Çay deyince herkesin dikkat kesilmesinin temelinde bu özellik yatıyor. Ancak buradaki siyah çay, sadece çay değil, filmi taşıyan Aya’ya (Nina Mélo) takılan lâkap aynı zamanda.

Gerçek bir çay kültürünü izliyoruz filmin girişinde (doğrudan filmin öyküsüyle bağlantısı yokmuş gibi gözükse de çayın yaşamı belirleyiciliği anlamında önemli). Çay, doğal olarak bir sosyal statü, bir kaynaşma aracı, bir sosyalleşme fırsatı, bir keyif olanağı ve kuşkusuz tepeden tırnağa keyif. Aya ile işyeri sahibi Cai’nin (Chang Han) öğrenme/öğretme amaçlı karşılıklı konuşmalarında geleneksel çay kültürü, kültürel anlamı da yer alıyor. Cemal Süreya’nın herkesçe bilinen ünlü “Yemek yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmem ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı.” sözünü belki de “Çayın mutlulukla bir bağı var muhakkak.” diye çevirmiş olmalı yönetmen Abderrahmane Sissako.

Guangzhou’da sadece Çinliler değil Afrikalı göçmenler de şehrin hareketliliğini sağlıyorlar. Göçmen / sığınmacı / mülteci deyince akla hemen ayrımcılık, ırkçılık, ötekileştirme de geliyor ve hepsi yer alıyor filmde. Aya, tam nikâh töreninde kendisini aldattığını öğrendiği müstakbel kocasını bırakıp Çin’in Guangzhou kentine gidiyor. Çalıştığı çay dükkânının sahibi (önceki ilişkisinden 20 yaşında bir kızı, evliliğinden de yine aynı yaşta bir oğlu var) ile aralarında duygusal bir ilişki gelişiyor. Hani Aya, nikâhta kaçmıştı kendisini aldatan kocasından? Demek ki gönül ferman dinlemeyebiliyor.

Film göçmenler üzerine kurulmuş olsa da ırkçılıktan çok kadın erkek ilişkilerine odaklanıyor; bir de el emeğiyle çalışanlara… Tabii, hepsinin gönlünde yatan aslan, kendi işlerini kendi ülkelerinde kurmak… Hayalin sınırı olmaz ki!

Bir yanıyla keyifli ama istenilen düzeyi tutturamamış bir film.

26 Nisan’dan başlayarak gösterimde…

(18 Nisan 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Öyle Dostlarız ki Kelimesiz Anlaşırız: Robot Düşleri

Pablo Berger’in yönettiği ve Ivan Labanda, Albert Trifol Segarra, Rafa Calva ile Jose Garcia Tos’un seslendirdiği animasyon film Robot Düşleri (Robot Dreams). Yeni bir film olmasına karşın “İkiz Kuleler”i görünce içim bir hoş oldu. İki kez gördük hem de, uçak saldırıları sonucu yıkılan o kuleleri. Besbelli yapımcı ve/veya yönetmenin saygı duyulması amacıyla yer verdiği bir şeydi.

Animasyonların en büyük özelliği yalın ve sakin olmasıdır; ağırlıklı çocuklar izlesin diye yapıldıklarından hiçbir soru işareti, kaygı ve/veya bilinmezlik bırakılmaz. Anlatılan ortadadır, yoruma pek açık değildir, ne görüyseniz beyazperdede onu anlatır.

Robot Düşleri de günümüz çocuklarının en çok ilgi duyduğu robotlarla iç içe bir öykü anlatıyor; tabii, yalnızlıkla bağlantılı olarak… Günümüzün en büyük sorunlarından biri samimi olamamak, arkadaşlık kuramamak (bunda pandemi kadar sosyal, siyasal ve kültürel yapı da belirleyici) ise buna karşı bir şeyler yapmalı. İnsan, eğer sosyal bir varlıksa, iletişimi de aynı oranda yüksek olmalıdır.

Filmin kahramanı bir Dog (köpek). Yalnızlıktan sıkılınca kendisine bir robot arkadaş alır (kuryeyle gelen paketteki robotu kendi monte eder). Artık ondan mutlusu yoktur. Her yere birlikte giderler, çocuklar gibi şen ve arada yaramazlık yapacak kadar da sıkı arkadaştırlar.

Bir kumsalda uyuyakalınca, mevsim geçer ve plaj kapanır. Arkadaşlık burada kendisini gösterecektir. Dog, hapse girmeyi bile göze alır. Hem Dog’un hem de Robot’un ayrı kaldıkları süre boyunca düşlerini izleriz. Nasıl da güçlü bir arkadaşlık kurmuşlardır; biz de neden öyle olmayalım.

Yazısız karikatürler vardır, bilirsiniz, çok şey anlatır. Yaşamın her anına her alanına seslenir onlar.

Robot Düşleri de, arkadaşlığın, vefanın, dayanışmanın New York’tan yazılan mektubu. Robot Düşleri’nin 2024 Oscar adayı olduğunu da belirtelim.

19 Nisan’da başlayarak gösterimde…

(15 Nisan 2024)

Korkut Akın

[email protected]