Etiket arşivi: Ferhan Baran

Bir İbadet Olarak Sinema: Andrey Tarkovski Filmleri Sinematek / Sinema Evi’nde

‘Yaseminin yanında yatan bir taş
Taşın altında bir hazine
Yolda duruyor baba
Aydınlık, aydınlık bir gün
Filiz vermiş akkavak ağacı
Çiçek açmış okka gülleri
Ve körpe ıslak çimen
Bir daha olmadım, öylesine mutlu
Mümkün değil geri dönmek, anlatılamaz
Nasıl mutluluk doluydu, o cennet bahçesi’

Tarkovski sinemasının özüne ve diline çok yakışan bir üslûpla bizzat aynı adı taşıyan yönetmenin oğlunun çektiği, oğuldan babaya incelikli bir saygı duruşu özelliği taşıyan ‘Andrey Tarkovski: Bir İbadet Olarak Sinema / Andrei Tarkovsky: A Prayer’ belgeseli, usta yaratıcının şair babası Arseny Tarkovski’nin bu dizeleriyle açılıyor.

‘Sanatçı tüm hayatı boyunca çocukluğundan beslenir, çocukluğunun özellikleri sanatının doğasını belirler’ diyen yönetmenin babasının evi terk etmesinden sonra annesi ile geçen çocukluğu, savaş yılları ve sonrasının açlık ve korku ile geçen zorlu günlerini perdeye taşıyan siyah – beyaz fotoğraflar devreye giriyor. Tarkovski 1975 yapımı üçüncü uzun metrajı ‘Ayna / Zerkalo’da çocukluğu ve annesi ile bağı hakkında söylemesi gereken her şeyi söylediğinin altını çiziyor. Film boyunca yer yer kendi sesinden de duyduğumuz yönetmenin zihninde gezinirken, onun anılarından ve düşlerinden hareketle savaşlar ve katliamlar çağının gerçekliğinden sıyrılıp sadece hissederek kavrayabileceğimiz sözcükler ve imgeler yoluyla özel bir evrene konuşlanıyoruz. ‘Ayna’da doğa Tarkovski sinemasında her zaman olduğu gibi bir gizem unsurudur. Yönetmenin annesine dair en güçlü imge olarak hatırladığı sahnede, çitin üstünde sigara tüttüren kadın eşinin geri dönmesini bekliyordur.

Arseny Tarkovski evden gittiğinde henüz 3 yaşında olan sanatçı, babasıyla ilişkisi sürmesine rağmen, savaşın zorlu koşullarında piyano eğitimi aldığı müzik okulunu bitirmesine ve resim kurslarına devamını sağlayan annesi olmasa asla bir film yönetmeni olmayacağını ifade eder. Mezuniyet filmi olan ‘Silindir ve Keman / Katok i Skripka’ (1960) ‘dünyamızı aşkın olan başka dünyaya bağladıklarına inandığı’ çocukluk başroldedir. Kruşçev dönemindeki yumuşamanın da etkisiyle sinema dünyasında profesyonel kariyerine adım atan Tarkovski’nin ilk uzun metrajı ‘Ivan’ın Çocukluğu / Ivanovo Detstvo’ (1962), İkinci Dünya Savaşı’nda babasını kaybetmiş, annesi ve kız kardeşi Naziler tarafından kurşuna dizilmiş 12 yaşındaki kimsesiz Ivan’ın Kızıl Ordu için düşman hatlarında mücadelesini anlatır. Vladimir Bogomolov’un kısa öyküsünden beyazperdeye uyarlanan, bir çocuğun gözünden harbin yıkıcı yüzünü soğukkanlılıkla gözler önüne seren şiirsel filmde ‘savaşın kazananı yoktur, bir savaşı kazansak bile içinde yer aldığımız için zaten kaybetmiş sayılırız’ mesajı zihinlere kazınır.

1964 – 1966 yılları arasında çektiği ikinci uzun metrajı ‘Andrey Rublev’, 15. yüzyıl başlarının kıtlıklar ve iç çekişmeler arasında zanaatını icra etmeye çalışan ikona ressamının hayatı üzerinedir. İlk başlarda insanlığın kötülüğün aşma gücüne inanan Rublev, kanlı saldırılara tanıklık ettikten sonra insanlığa inancını yitirerek sessizlik yemini eder, konuşmayı ve resim yapmayı tamamen bırakır. Siyasi baskıların ve sansürün görece azaldığı Kruşçev döneminin ardından müdahalelerin tırmandığı Sovyetler Birliği’nde Rublev’i baskıcı bir rejimde sanatsal özgürlüğün temsili olarak sunan Tarkovski, kültürün din olmadan var olmayacağına inancında ısrarlıdır. Bir keşiş olan ve tüm varlığı ile dünyeviliğe karşı olan Rublev’in öyküsünün Hristiyan maneviyatı Sovyet makamlarını kızdırırıp, Rusya’nın mezalim tasvirleri milliyetçilerin tepkisini çekerken, film 5 yılı aşkın süreyle rafa kaldırılacaktır. Tarkovski kendisini zor günlerin beklediğini anlamıştır.

Yönetmenin 1972 yapımı bir sonraki eseri ‘Solaris / Solyaris’in Stanley Kubrick’in ünlü ‘2001: A Space Odyssey’ine (1968) bir karşılık olarak Sovyetler Birliği’nce devreye sokulduğu rivayet edilir. Stanislaw Lem’in aynı adlı romanından uyarlanan film, bütün yüzeyi bir okyanusla kaplı Solaris gezegeninde olup bitenleri inceleyen uzay istasyonu Promotheus’un Dünya ile irtibatının kopması sonucu uzay adamı Chris Kelvin’in üsse gönderilmesiyle başlar. Ancak bu bir Tarkovski yapıtıdır ve bu yolculuk kısa özetin vadettiği bir maceranın hikâyesi değildir. Kelvin içinde yüzdüğü gizemli Okyanus ile iletişim kurmaya çalışırken, üssün kendi dışındaki mürettebatı gibi benliğinin karanlık geçmişi ile yüz yüze gelir. Rüyalar ve sanrılar arasında vicdanı ve geçmişi ile yüzleşmesi insan varoluşuna dair bir yolculuğa dönüşür. Artık ‘eve dönüş’ mümkün müdür?

Tarkovski’nin bundan sonraki yolculuğu, bir göktaşından kaldığına inanılan kalıntıların bulunduğu, fizik yasalarının geçerli olmadığı, tanımlanamayan ve tekinsiz görünen bir alan olan ‘Bölge’ye olacaktır. 1979 yapımı ‘İz Sürücü / Stalker’ herkesin dileklerinin gerçekleşeceği rivayet edilen bir odaya ulaşmak için biri Yazar diğeri Profesör iki kişiye rehberlik yapmak üzere ‘Bölge’ye gidecektir. İnsanın derinliklerine, maneviyatına doğru bir yolculuğa dönüşecek olan film, Tarkovski’nin şiirsel diliyle çok katmanlı insan varoluşuna dair güçlü bir sorgulamaya dönüşür. Sanatçının anavatanında çekebildiği son filmidir bu. Bundan sonra tıpkı Solaris’in ana karakteri gibi eve dönüşü mümkün olmayan vatan hasreti ile yaşayacaktır.

Sovyetler Birliği’ndeki baskı ve sansüre dayanamayan sanatçının ülkesi dışında ilk çektiği film olan ‘Nostalji / Nostalghia’, Tarkovski’nin dehası ile tanıştığımız ilk film olması nedeniyle biz İstanbullu genç sinefiller için büyük önem taşır. 1984 yılının Nisan ayında –henüz festival adını almamış- ‘İstanbul Sinema Günleri’nde gösterilen filmin hepimizin aklını başından aldığını çok iyi hatırlıyorum. Çekimlerin yapıldığı Toskana bölgesinde geçen yapımda, 18. yüzyılda yaşamış, yurdundan uzak düşmüş Rus bestecinin izini süren bir yazarın anlam arayışını izleriz. Bestecinin izinde Rusya kırsalından Toskana’ya varan yazar melankoliye kapılarak çevresine, yurduna hatta kendisine yabancılaşır. Köylünün deli olarak adlandırdığı sokak filozofu ile tanışan yazar, adamın deli değil inançlı olduğuna, Domenico’nun insanlığın kurtuluşu için kendini feda ettiğine tanıklık eder.

Tarkovski’nin son durağı İsveç’tir. 1986 yapımı ‘Kurban / Offret’nin çekimleri sırasında son evre kanser teşhisi konmuştur. Televizyondan nükleer bir çatışmanın haberini alan son filminin ana karakteri orta yaşlı entelektüel akılcılığını bir kenara bırakarak dua etmeye başlar. Savaşın sesleri ile birlikte kıyametin yaklaştığını tasavvur eden Alexander, Tanrı ile bir anlaşmaya girişir. Dünyadaki yaşamın sona ermemesine karşılık dilinden ve dünyevi her şeyden feragat edecektir. Sanatçı kendi sonunun yakınlığının ve ‘Kurban’ın son filmi olduğunun farkındadır. Tüm olumsuz koşullara rağmen filmini ‘umut ve güvenle’ oğluna ithaf eder. Film çaresizlik ve umut arasındaki ince bir çizgide ilerlese de Tarkovski son filminin final sahnesini umuda yelken açarak kapatır. Sanatın anlamının Yaradan’a ibadet olduğunu ifade eden büyük usta ‘benim ibadetim başkalarının ibadetine dönüştüğünde, sanatım içtenlikle onların olur’ diyerek sözünü tamamlamıştır artık.

Kadıköy Sinematek / Sinema Evi’nin mevsim sonu kapanış programı çerçevesinde, sinema ve düşün tarihinin büyük yaratıcısının eşsiz külliyatını 10 – 27 Haziran tarihleri arasında beyazperdede izleme şansına erişebilirsiniz.

(06 Haziran 2025)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

İyinin ve Kötünün Ötesinde: Liliana Cavani Filmleri Sinematek / Sinema Evi’nde

Kadıköy Sinematek / Sinema Evi sezonun son programında Liliana Cavani’nin ünlü Alman üçlemesini de içeren küçük bir retrospektifine yer veriyor*. 70’li yıllarda erkek egemen İtalyan sinemasında parlak bir çıkış yapmış olan Cavani sinema aleminde 1974 yapımı ünlü ‘Gece Bekçisi / Il Portiere di Notte’ ile tanınır. Yetmişler ikinci yarısının ülkemizdeki kısır sinema ortamına bir hazine gibi düşmüş olan filmi ilk kez bugünkü Fitaş pasajının alt bölümünde yer alan görkemli Dünya Sineması’nda izlemiştim. O dönem bazı bölümleri sansürün hışmına uğramış olan yapım, sürprizlerle ilerleyen cesur öyküsü, karanlık ve gizemli atmosferiyle biz genç sinemaseverleri büyülemişti.

‘Gece Bekçisi’nin temelini, Yahudi soykırımından kurtulan Lucia (Charlotte Rampling) ile toplama kampından tanıdığı eski Nazi subayı Max (Dirk Bogarde) ile yıllar sonra karşılaştığında kurduğu ilişki oluşturur. İkilinin alışılmışın ötesindeki tutkulu beraberliğinde iyi ile kötü arasındaki çizgi belirsizleşir, işkenceci ile tutsak, suçlu ile kurban farkının silikleşir. Sadomazoşist bir cinsel gerilim ortamında insan doğası, suç, kötülük, şehvet, fiziksel ve ruhsal acı, tutsaklık ve aşık olma hakkındaki genel geçer yargılarımızı sorgulayan benzersiz bir deneyim yaşanır.

Yönetmen, Lucia’nın Max’a olan bağımlılığını yalnızca travmatik bir ilişki olarak ele almaz. Faşizmin salt bir ideoloji olmayıp, bireylerin duygusal ve cinsel dünyalarında yerini alan bir fenomen olarak bireyin iktidar arzusuyla nasıl kesiştiğinin analizine soyunur. İktidar olgusunu didiklerken, faşizmin bireysel ve toplumsal düzeyde nasıl içselleştirildiğine kafa yoran film geçmişte farklı eleştirilerin hedefi olsa da, Nazizmin cinsel psikopatolojisini konu edinen bir dekadans sinemasının, Luchino Visconti’nin ‘Lanetliler / La Caduta degli Dei’ (1969), Bob Fosse’un ‘Kabare: Elveda Berlin / Cabaret (1972), Pier Paolo Pasolini’nin ‘Salò ya da Sodom’un 120 Günü’ (1975) benzeri ünlü klasiklerin izini süren çetin bir deneme olarak sinema tarihindeki yerini almıştır.

50 yıl öncesinde genç zihnimizi derinden etkilemiş bu ünlü klasik, gencecik Rampling ile kariyerinin doruğundaki Bogarde’ın muhteşem kompozisyonları ve özellikle Lucia’nın SS subaylarının önünde yarı çıplak yarı üniformalı, 30’lu yıllarda Marlene Dietrich tarafından söylenmiş Frederick Hollander bestesi ‘Wenn Ich mir was Wünschen dürfte’ adlı melankolik şarkıyı yorumladığı ve Max’ın bu sahneyi İncil’den ‘Salome’nin öyküsü ile kutsadığı o muhteşem sekans ile hatırlanır.

Filmin Avrupalı eleştirmenlerce göklere çıkartılmasının ardından Cavani yine iddialı bir projeye soyunur. Sinematek’in programında yer alan üçlemenin ikinci filmi ‘İyinin ve Kötünün Ötesinde / Al di là del Bene e del Male’ ülkemizde gösterime girmedi. Yarım asır önce İtalyan Kültür Merkezi’nin tarihi salonunda bir avuç izleyici ile tanıma şansı bulduğumuz bu sıra dışı yapım, 1880’lerde dönemin ahlâkçı baskısına ve yeşermekte olan faşizm dalgasına karşı özgürleşme arzusuyla birbirlerine tutunan Alman filozof Friedrich Nietzsche (ünlü Bergman oyuncusu Erland Josephson), bir diğer düşünür olan yakın dostu Paul Rée (Robert Powell) ve psikanalist yazar Lou Andreas – Salome (Dominique Sanda) arasındaki üçlü birlikteliğe odaklanır. Adını Nietzche’nin kitabından alan film, referans verdiği iyi ve kötü arasındaki ikililiği, cinsellik, cinsiyet rolleri ve ilişki kurma kalıpları üzerinden sorgularken, arzu ve güç dinamiğini neşter altına yatırır.

2021 tarihli restore edilmiş kopyasından gösterilen filmde, yeni bir ahlâk inşa etmek gerek diyen Rée’ye karşılık, iffetin doğaya karşı bir suç olduğunu ileri süren ‘Böyle Buyurdu Zerdüşt’ yazarı ‘hayatın ahlâkla ilgili olmadığını’ savunur. St. Petersburg’un soğuğundan biraz güneşli hava için Roma’ya gelmiş olan Lou Andreas – Salome de benzer fikirlerini ortaya koyar: ona göre iyi ve kötü tanımları hayata ayak uydurabilmek için vardır yalnızca. Hiçbir ideale göre yaşamak istemeyen Lou, dönemin erkek egemen sinemasında eşine pek rastlanmayan feminist baskın bir karakter olarak zihinlere kazınır. Birlikte özgürce yaşamaya karar veren üçlü, bir nikâh fotoğrafı çektirmek ister. Fotoğrafçıda dekor bir at arabasının tepesinde kırbacını iki adama sallayan Lou’nun yer aldığı bölüm tarihi belgenin bire bir canlandırıldığı kilit bir sahne olarak sinema tarihindeki yerini almıştır.

Cavani retrospektifindeki filmlerden 1969 yapımı ‘Yamyamlar’ / I Cannibali’ Sofokles’in ünlü tragedyası ‘Antigone’nin ’68 kuşağı ruhu ile zamanın İtalyası arasında parallellikler kurmayı hedefler. Ölü bedenlerle dolu kent sokakları ile açılan film, baskıcı bir tiranlığa baş kaldıran ve bu uğurda yaşamlarını yitiren kişilerin huzur içinde defnedilmesini yasaklayan düzene karşı durarak bu insanlara hak ettikleri adaleti getirmeye çalışan genç Antigone ile Tiresias’ın devrimci mücadelesini anlatır. Sokaklarda yaşanan yoğun şiddet dönemin politik ikliminin aynasıdır. Çekimler Milano’da gerçekleşse de anlatıdaki kent kurgusaldır.

Alman üçlemesinin üçüncü ayağı olan 1981 tarihli ‘Deri / La Pelle’ ise bir Curzio Malaparte uyarlamasıdır. Yazarın 1949’da yayımlanmış aynı adlı otobiyografik romanı Amerikan ordusunun İkinci Dünya Savaşı yıllarında faşist işgal altındaki Napoli’yi özgürleştirmesinin iki yüzlü yapısını gözler önüne serer. Malaparte rolünde efsanevi aktör Marcello Mastroianni’nin yer aldığı yapım, İtalyan kumandan ile göreve gelmiş genç yaştaki Amerikan askeri etrafında bir hikâye örgüsü kurar. Cavani iktidar mekanizmalarının beden üzerindeki tahakkümünü toplumsal cinsiyet, cinsellik, ırkçılık gibi temalar üzerinden aktarırken, savaşın acımasız gerçekliğini kendine özgü estetiğiyle aktarmayı sürdürür.

*Cavani filmleri 13 – 20 Haziran tarihleri arasında son kez gösterilecektir.

(31 Mayıs 2025)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Ayakkabı Kutusundaki Planlar

Cannes 2025 Altın Palmiye seçkisinden ilk turfanda ürün bizde de gösterime girmiş bulunuyor. Wes Anderson’ın dini, tarihsel ya da siyasi figürlerden esinlenerek yarattığı kendine özgü sinema evreninin taze çalışması ‘Fenike Planı / The Phoenician Scheme’ kendisinden alışık olmadığımız şiddet yüklü bir sekansla açılıyor. 1950’lerde dünyanın en zenginlerinden iş insanı Anatole Zsa-zsa Corda’nın (Benicio del Toro) çift motorlu uçağı Balkanlar üzerinde seyrederken bir patlama oluyor ve çıkış kapısında oturan özel asistanının belinden yukarısı havaya uçuyor. Corda uçağı kontrol altına almaya çalışsa da bir mısır tarlasına düşmekten kurtaramıyor. İş dünyasının karanlık figürü uğradığı bu altıncı suikast teşebbüsünden kurtulmadan önce öteki dünyanın kapısını aralar gibi oluyor. Hüküm vakti beklenirken Tanrı (o da Bill Murray oluyor bu filmde) ona bir şans daha bahşediyor. Bundan sonra, kötü şöhretli oligarkın yıllardır görüşmediği rahibe olmaya hazırlanan kızı Leisl (Kate Winslet’ın gerçek hayattaki kızı Mia Threapolton) ile

buluşarak tüm varlığını insanlığın refahı (!) için kullanılmak üzere ona bırakmaya karar veriyor. Tuhaf ikili Corda’nın ölmeden önce hayata geçirmeye azmettiği filme adını veren planı hayata geçirmek için serüven dolu bir yolculuğa çıkıyor. Böylece, ülkemizden pek aşina olduğumuz ‘ayakkabı kutularında’ muhafaza edilen stratejik planlar uyarınca Orta Doğu ya da Kuzey Afrika’da konuşlanmış, ‘vah zavallı Ukrayna’m misali’ yeraltı madenleri emperyalist güçlerin ağzını sulandıran ‘Bağımsız (!) Fenike Cumhuriyeti’nde üç aşamalı ve çok büyük çaplı altyapı projesi için ihtiyaç duyulan yüklü meblağı toparlamak üzere konsorsiyumları ve varlıklı aile yakınlarını ikna süreci başlıyor.

Anderson son dönem filmlerinde olduğu gibi çok karakterli filmlerine yeni bir örnek eklemiş. Ancak bu defa, üstadın 20. yüzyılda yaşamış Aristotle Onassis ya da Stavros Niarchos gibi ünlü milyarderlerden, biraz da Lübnanlı eşinin babası zengin iş adamı Fouad Malouf’tan esinlendiği Corda karakteri filme damgasını vuruyor. Kötü şöhretli iş insanının teklifine şüpheyle yaklaşan Liesl, hayırsız babasının nedamet girişimini biraz da annesinin esrarengiz ölümündeki sırrı öğrenebilmek için kabulleniyor ve karanlık işlerin döndüğü emperyal alemin kalbine ‘Michael Corleone’ misali dalıveriyor. Filmin diğer oyunculardan rol çalan güzel sürprizi ise genç

rahibe adayına delicesine tutulan Norveçli böcekbilimci Björn Lund’u canlandıran Michael Cera’dan geliyor. Yan eksenlerde ise Anderson evreninin eski-yeni tüm tanınmış oyuncuları arzı endam ediyor. Marsilyalı Bob’ta Mathieu Amalric, Kuzen Hilda’da Scarlett Johansson, Nubar amcada Benedict Cumberbatch, yüksek bahisli nefis basketbol atışması sekansının demiryolu baronlarında Tom Hanks ile Bryan Cranston, Prens Faruk’da Riz Ahmed, baş rahibede Hope Davis, siyah-beyaz ahiret sekanslarında F. Murray Abraham, Willem Dafoe gibi eşsiz bir ensemble bu manik hızda ilerleyen yapımda bir görünüp bir kayboluyor.

Önceki yapıtlarından farklı olarak doğrusal bir çizgi üzerinden yol alan yapım Anderson sinemasının simetrik özeni, Bruno Delbonnel’in göz kamaştıran rengarenk planları, İncil tasviri siyah-beyaz kadrajları ile göz kamaştırıyor. Alexander Desplat’nın Bach, Ravel ve ağırlıklı olarak Stravinsky ezginleri ile sarmalanmış müzik çalışması eşliğinde Anderson dünyasına dolu dizgin dalıyoruz bir kez daha.

(30 Mayıs 2025)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Ölüm Bir Son mudur?

Bedensel Korku (Body Horror) türünün edebi ve entelektüel temsilcisi David Cronenberg’in geçtiğimiz yıl Altın Palmiye seçkisi dahilinde Cannes’da dünya prömiyerini yapan son çalışması ‘Kefenler / The Shrouds’ biraz geç de olsa gösterime girdi. 1979 yılından beri birlikte olduğu eşinin ölümcül hastalığı nedeniyle uzun yıllar sinemadan uzak kalmış olan usta sinemacı, kırma dokular antolojisinin bir önceki ürünü 2022 yapımı ‘Müstakbel Suçlar / Crimes of the Future’ ile yaman bir dönüş yapmış, ‘Videodrome’, ‘Varoluş / eXistenZ’ ve de cinselliğin dehlizlerinde sorular soran zamansız ve yaşsız başyapıtı, edebiyat-sinema işbirliğinin en leziz örneklerinden J.G. Ballard uyarlaması ‘Çarpışma / Crash’in yaratıcısı, beden-teknoloji etkileşiminden hareketle insanoğlunun hızlı evrim sürecini irdeleyen klasik sinemasının tutkunlarını mest etmişti.

2017 yılında hayat arkadaşını kanserden kaybeden Kanadalı yönetmenin uzun yas sürecinden ilham alarak kaleme aldığı son filminde endüstriyel video tasarımcısı iş insanı Karsh Relikh (Vincent Cassel) ile tanışıyoruz. Eşi Becca’nın (Diane Kruger) kaybının acısını üzerinden atamayan ve onunla toprağın altında beraber olmak isteyen Karsh, ‘GraveTech’ adını verdiği bir teknoloji geliştiriyor. Özel üretilmiş radyoaktif kefene sarılı beden görüntülerinin mezar taşı üzerine yerleştirilmiş ekran üzerinden izlenebildiği bir düzenektir bu. Aralarında Becca’nın da bulunduğu 9 mezar kimliği meçhul bir grup tarafından tahrip edilip bağlı olduğu sistem siber saldırıya uğradığında Karsh kendini zihninde şekillendirmeye çalıştığı uluslararası bir komplo ağının içinde bulacaktır.

Komplo teorileri sizleri yanıltmasın. Cronenberg’in diyaloglara ağırlık veren metni içindeki bu sabotaj oluşumları Hitchcock’un meşhur ‘McGuffin’lerinden farklı bir şey değil aslında. Auteur sinemacının derdi ölümün nihai bir son olmayıp, devam eden bir çözülüş ve parçalanma süreci olduğuna kafa yormak. Becca’nın çürüyen bedenini yüksek çözünürlüklü bir teknoloji ile röntgenleyen Karsh, kemiklerde oluşan yeni dokuları şüpheyle karşılıyor ve bu defa karısını ölümde de kaybetmenin paranoyasına sürükleniyor.

Cronenberg’in bir söyleşisinde belirttiği üzere, paranoya ve komplo teorileri yasla baş etmek, kontrolümüz dahilinde olmayanı zihnimize kabul ettirmek için başvurduğumuz yöntemler aslında. Usta sinemacı kendisi gibi seyirciyi de kafa karışıklığı ile imtihan ettiği bu sıra dışı son çalışmasında ölümün bir son olup olmadığını tartışmaya açarken, kendi korkuları, ölüm gibi soğuk ve kaskatı kederi ile yüzleşiyor. Cassel fiziksel görüntüsü ile yönetmenin parlak bir alter egosuna dönüşürken, sadık bestecisi Howard Shore’un filmi gizemli kefenler gibi sarmalayan tutkulu tedirgin tınıları beden deformasyonu ve çürümenin distopik atmosferine bir kez daha hizmet ediyor.

Filmin başlarında ‘daha ne kadar karanlığa gitmeye hazırsınız’ şeklinde bir soru ortaya atılıyor. 82 yaşındaki yönetmen bu karanlığı zorluyor ve alternatif düşünce biçimleri öneriyor.

(23 Mayıs 2025)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Ben Varım

‘Stelios: Bekledim de Gelmedin / Yparho’ 50’li yıllardan başlayarak Yunan rebetiko ve pop (laïko) müziğinin efsane isimlerinden Stelios Kazantzidis’in dört başı mamur biyografisi. Türkçe adına eklenen nihavend şarkımızın filmle bir ilgisi olmadığını baştan söyleyelim. Kazantzidis aralarında Yesari Asım Arsoy’un bu klasik bestesinin de olduğu alaturka eserlerden bir albüm yapmış. Hamiyet Yüceses ve Zeki Müren’in üstadın içli yorumundan çok ekilendiği de rivayet ediliyor ama filmde ‘Çiftetelli Turkiko’ dışında bize dair herhangi bir ezgi yer almıyor.

Emektar sinemacı Yorgos Tsemberopoulos’un yönettiği film, Rum Pontus göçmeni olarak ana vatanında çileli bir çocukluk geçiren Stelios’un (Christos Mastoras) geçmişini kısaca geçtikten sonra, çalıştığı tekstil fabrikasında patronu tarafından sesi keşfedilerek müzik piyasasına adım attığı ve şöhret basamaklarını hızlıca tırmandığı yıllara ağırlık vermiş. Fedakâr annesi ve 15 yaşına kadar Atina yetimhanelerinde kalan erkek kardeşi ile kurduğu aile düzenini hiç bozmayan Stelios, hayatına giren iki kadın ile geleneksel anne evinde yaşamayı ısrarla sürdürüyor.

Hayattaki en derin tutkusu balık tutmak ve insanlardan uzakta huzurlu anlar geçirmek olan Stelios deli gibi arzuladığı kendi ailesini kuramıyor, çok istediği Pontus oğluna sahip olamıyor. Buna karşılık ülke çapında meşhur oluyor, plakları satış rekorları kırıyor. Kendisinin ve birlikte çalıştığı müzisyenlerin hakkını korumak için plak şirketleri ile kavgaya girişiyor. Kişisel girişimi 60’lı yılların Cunta yönetimince engelleniyor. Yıllar geçtikçe para kazanmak için tavernaların sarhoş müşterileri ve eğlence mafyası ile mücadele etmekten yorulup mütevazı köy evine sığınıyor.

‘Bu yabancı toprağın acıları yedi bitirdi ruhumu. Anasız, babasız, kardeşsiz bir kuş kadar yalnızım’ adlı şarkıyla kendini duyuran Stelios’un kederli hayatını düşünüldüğü üzere ucuz bir duyarlığa teslim etmemiş Yunanlı sinemacı. Buna karşılık genç adamın huzur ve mutluluğa ulaşma çabasındaki dikenli yolda düşüp kalkmasının altını çiziyor, yoksul ama mutlu olmak için çaba gösterilen yılları perdeye taşıyor. Film ülkesinde büyük bir gişe başarısı elde etmiş. Bizde pek tanınmayan Yunan halk müziğinin içli sesinin dramatik biyografisi ne denli ilgi görür bilemem. Biraz uzatılmış ve tekrara düşmüş ama başroldeki Yunan pop müziğinin tanınmış gruplarından ‘Melisses’in yakışıklı solisti Mastoras’ın kendi sesiyle yorumladığı şarkılar imdada yetişiyor. Filme özgün adını veren ‘Ben Varım’ adlı şarkıyla noktalanıyor yapım. Stelios ‘ben müzik kutusu değilim’ diyerek girdiği inzivanın sonrasında ortalığı altüst ettiği meşhur hitinde şöyle sesleniyor dinleyenlerine: ‘Ben varım ve sen var olduğun sürece ben var olacağım. Ağladığında gözlerinde olacağım, dinlediğin şarkılarda var olacağım. Ben varım, başkalarında olsan bile ben var olacağım sevincinde kederinde ve asla unutulmayacağım.’

(22 Mayıs 2025)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Gölgelerde Yaşar ve Ölürüz

Dünya sinemaları ile eş zamanlı olarak bizde de gösterime giren ‘Mission: Impossible – Ölümcül Hesaplaşma / Mission: Impossible – The Final Reckoning’in final bölümü, Tom Cruise’un 1996 yılında Brian De Palma imzalı serinin ilk filmi ile başlayan yaklaşık 30 yıllık serüveninin sekizinci halkası. Beşinci filmden başlayarak 1996 yapımı kült klasik ‘Olağan Şüpheliler / Usual Suspects’in yaratıcısı olarak bilinen Christopher McQuarrie’nin yönetmenliğinde çekilen serinin son halkası başlıkta yer alan serinin ünlü veciz cümlesi ile açılıyor. Sonrasında ‘gölgelerde yaşayıp ölen, yalnız kendi yakınlarının değil dünyanın dört bir yanında tanımadığı insanlar için hayatını hiçe sayan’ ajan Ethan Hunt’ın artık pek yenilik içermeyen maceraları bir kez daha sıralanıyor.

Çağımızın otokrasi eğilimli pervasız liderince yönetilen ABD’nin evren iktidarını elinde tutmak için yakını olmayan (!) bizim gibi ülkelere gözünün yaşına bakmadan neler yapabileceğini çok iyi bildiğimizden bu büyük laflara karnımız tok. 60 yaşını çoktan devirmiş Cruise’un ‘ben hâlâ varım’ iddiasıyla adrenalin saldığı bu serinin de sonu gelmiştir artık diye umut ediyorum, çünkü neredeyse 3 saate yakın süren koşturmaca, serinin eski dinamik sekanslarının yorgun bir tekrarı olmaktan öteye gitmiyor. Bir önceki filmde ‘Varlık / Entity’ olarak adlandırılan yoldan çıkmış bir yapay zekânın, bilgisayar virüsü misali ülkelerin nükleer

savunma sistemlerini kontrol altına alarak kıyamet gününü getireceği tehlikesine karşı ABD’nin kadın başkanının (Angela Bassett) emrinde gizli ajanımıza yeni bir görev veriliyor. Hunt bir önceki filmin açılışında kendi kendini torpilleyerek batan Rus denizaltısı Sivastopol’un Bering Denizi’ndeki batığına ulaşarak yapay zekânın kaynak kodunu ele geçirecek, böylece tahrip edici gücün dünyanın sonunu getirmesine engel olacaktır. Evvelki bölümlerinden uzunca bir kolaj sonrasında önce su altında daha sonra karanlık dehlizlerde ve nihayet Cruise’un pek aşina olduğu engin semalarda, eser dublör katkılı aksiyon sekansları uzun uzun tekrarlanıyor. Seriden hâlâ bıkmamış olanlar izleyebilir.

(21 Mayıs 2025)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Ölümle Oyun Olmaz

Milenyum başında sinema evrenine dahil olan ve büyük ilgi gören ‘Son Durak / Final Destination’ serisi, 2011 yılında gösterime giren dördüncü devam filmi ile ömrünü tamamlamıştı. Jeffrey Reddick’in ‘X-Files’ dizisinden esinle kaleme aldığı özgün seri, kaderle başa çıkılamayacağı, planlanmış ölümlerin önüne geçilemeyeceği fikrinden yola çıkar. Korku ve dehşet sinemasının hayli popüler ‘teen slasher’ alt türüne yeni bir soluk getiren serinin gözün gördüğü bir ‘kötü adamı’ yoktur, görünmez tehlike ‘ölüm’dür.

Herşey genç Alex’in Amerikalı liseli gençleri JFK hava limanından Paris’e gitmek üzere uçuşa hazırlanan 180 sefer sayılı uçağın kalkış sırasında infilâk edeceğini kaza öncesinde deneyimlemesi ve neden olduğu tartışma sonunda birlikte olduğu 6 yolcu ile birlikte uçaktan indirilmesiyle başlar. Alex, hocası ve arkadaşları ile birlikte yaşanan faciadan kurtulmuştur. Uçaktan indirilmiş olanlar talihlerine şükreder ama ‘ölüm’ün planının bozulmasına tahammülü yoktur. Dolayısıyla, kazadan sıyıranlar türlü biçimlerde ölümle yüzleşir. Karakterleri birer birer ortadan kaldıran kazalar öylesine iyi kurgulanmıştır ki, gündelik ev aletleri soluğu hissedilen bir büyük gücün elinde kolaylıkla öldürücü silaha dönüşür ve görünmeyenin yarattığı grotesk dehşet perdeden izleyiciye geçer.

X kuşağını derinden etkilemiş New Line serisi tam 14 yılın ardından Guy Busick ve Lori Evans’ın hikâyeye diri bir kan aşılayan yaman senaryosu ile dönüş yapıyor. Dünya sinemalarıyla birlikte bizde de gösterime giren serinin yeni filmi ‘Son Durak: Kan Bağı / Final Destination: Bloodlines’ın beklentimi hayli aştığını ve özgün hikâyeden yola çıkmış en iyi epizod olduğunu baştan söyleyebilirim. Milenyum başındaki feci uçak kazası yerine, 50 küsur yıl öncesinin bir rüya partisi ile başlıyor yeni film. Davetlilerin ‘Madmen’ esinli retro kostümlerle akın ettiği Skyview adlı gökdeleninin açılışına erkek arkadaşı ile birlikte sızıyor sevimli Iris (Brec Bassinger). Herkesin coşkuyla eğlendiği partide camdan döşeme üzerinde Jazz Band’in kıvrak ezgileri ile dansedilir, yenilir içilirken Iris karmaşık önsezilerine anlam veremiyor. Eğlencenin en ateşli anında ise terastaki ufaklığın boşluğa fırlattığı küçük madeni paranın domino etkisi ile tetiklediği felâket zinciri harekete geçiyor ve 160 metre yüksekliğindeki çelik, beton ve camdan yapılmış dev kule iskambil kağıdı misali çökerek partidekilere mezar oluyor. ‘Yangın Kulesi / The Towering Inferno’, ‘Poseidon Macerası / The Poseidon Adventure’ benzeri 70’li yılların ünlü felâket filmlerinin klasik dehşetini parlak bir biçimde yeniden yorumlayan ve gerçekten çok başarılı kurgulanmış bu açılışın, üniversite öğrencisi Stefani Reyes’in (Kaitlyn Santa Juana) düşü olduğunu öğreniyoruz akabinde.

Stefani büyükannesi ile aynı adı taşıyan çıtı pıtı genç kızın gerçek hikâyesini araştırdığında Skyview faciasının Iris tarafından son anda önlendiği ve can kaybı olmadan gökdelenin boşaltıldığını öğreniyor. Ancak başta da söylediğimiz gibi, kader planlarının bozulmasını hiç sevmediğinden, partiden sağ kurtulanlar ilerleyen yıllar içerisinde türlü trajik kazalar sonucu teker teker yaşama veda etmiş, sıra Azrail’in henüz ulaşmadığı, bu süreçte oluşmuş ailelerin genç bireylerine gelmiştir. Huzursuz öngörüleri nedeniyle ailesi tarafından dışlanmış, çocukları koruyucu ailelere verilmiş yaşlı Iris (Gabrielle Rose) yaşama veda etmeden sırlarla dolu bir dosyayı torununa teslim eder. Stefani kuşaklar boyu sürecek olan yazgıyı önlemek için aile bireylerini bir araya toplayacak, ‘ölüm’ü yanıltarak lânetin önüne geçmeye çalışacaktır.

2018 yapımı ‘Freaks’ adlı ilk uzun metrajları bağımsız sinema evreninde övgüyle karşılanan Kanadalı Zach Lipovsky ile Amerikalı Adam B. Stein’ın yönettiği serinin bu şimdilik son sürümü, gerilimi kurgulamadaki ustalığı ve görsel düzeyi ile öncüllerinin çıtasını yukarılara taşıyan bir çalışma olmuş. Yirminci yüzyılın ilk yarısına damgasını vurmuş, bizim profesör Zihni Sinir’in ilham kaynağı Rube Goldberg mekanizmalarını andıran düzeneklerle kurgulanmış ölüm sahnelerinde dehşet sarmalı gündelik ev aletleri ya da yaygın kullanılan mekanizmalarla gerçekleşiyor yine. Kişiler önlem almaya çalışıyor ancak ölüm affetmiyor.

Bu parlak dönüşün ardından serinin yeni devam filmlerinin gelmesini bekliyorum ama bir ayrılık gerçekleşiyor. Genç sinemacılar ikinci uzun metrajlarını, ‘Candyman’in ana karakteri olarak da bilinen ‘Son Durak’ serüveninin yadigâr cenaze levazımatçısı William Bludburth’ü canlandıran ve geçtiğimiz Kasım ayında hem hayata hem de seriye veda eden Tony Todd’un anısına ithaf etmiş. Emektar oyuncu son durağında ‘hayat kıymetlidir, ölüm her an her yerdedir, yarın ne olacağı bilinmez, yaşadığınız her anın değerini bilin’ replikleriyle, korku filmleri evreninde ayrıcalıklı bir yere sahip serinin temel mesajını bir kez daha hatırlatıyor.

(17 Mayıs 2025)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Aile Karmaşık Bir Yapıdır

Dito Montiel adını 2006 yapımı ‘Hayatındaki Azizleri Keşfetme Kılavuzu / A Guide to Recognizing Your Saints’ filminden hatırlıyoruz. Yazar yönetmenin Astoria, Queens’te geçen ilk gençlik yıllarını, ailesini ve arkadaşlarını geride bırakarak içine hapsolduğu kasaba zindanından büyük şehre kaçış öyküsünü kaleme aldığı aynı adlı romanından sinemaya uyarlanan film, bundan 20 yıl kadar önce ilgiyle karşılanmış, bağımsız sinemanın parlak çıkışlarından biri olarak alkışlanmıştı. Dito o zamandan günümüze bir daha böyle bir başarıyı yakalayamadı. Bu hafta bizde de gösterime giren 2024 yapımı ‘Ayak Takımı / Riff Raff’ ile uzun yılların ardından izine rastlayabildik.

Amerikalı sinemacı bu kez kişisel bir hikâye anlatmıyor, ancak John Pollono’nun sahne oyunundan beyazperdeye taşınan film bir kez daha arızalı aile ilişkileri üzerinden ilerliyor. 18 yıldır birlikte olduğu siyahi eşi Sandy (Gabrielle Union) ve delikanlı oğlu D. J. (Miles J. Harvey) ile kır evlerinde yeni yılı karşılamaya hazırlanan Vincent Gauthier (Ed Harris) ve ailesinin huzurlu düzenleri, babanın ilk eşinden olma yetişkin oğlu Rocco (Lewis Pullman) ve ağzı burnunda hamile kız arkadaşı İtalyan asıllı hemşire Marina’nın (Emanuela Postacchini) bir seher vakti aniden çıka

gelmesiyle bozuluyor. Uyku ilacı verildiği için arabada sızan babanın ilk eşi Ruth ise (harika Jennifer Coolidge) bu baskın ziyaretin sürprizi oluyor. Vincent’ın eski ailesinin aniden ortaya çıkışı nedensiz değildir kuşkusuz. Kısa bir süre sonra onların karanlık işlerin adamı Leftie (Bill Murray) ve yardımcısı Lonnie’nin (Pete Davidson) hışmından kaçma derdinde olduklarını anlıyoruz. Kıvrak geriye dönüşlerle olan biteni öğrendiğimiz bu süreçte ailenin kirli çamaşırları bir bir ortaya dökülüyor, Vincent’ın karanlık geçmişinin sırrına hep birlikte vakıf oluyoruz.

‘Ayak Takımı’ zekice kurgulanmış bir metin üzerinden ilerleyen sürprizlere dayalı bir komik suç filmi. Başta Tarantino ekolü olmak üzere benzerlerini hayli izlemiş olduğumuz, nükteli diyalogların baş döndürücü bir şiddet sarmalına eşlik ettiği bu kanlı hesaplaşma hikâyesi sağlam bir oyuncu kadrosunun hatırına izleniyor.

(15 Mayıs 2025)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Kafka’nın Yaşamının En Mutlu Yılı

Bizde ‘Kafka: Hayatımın Aşkı’ adıyla gösterimini sürdüren ‘The Glory of Life’, genç yaşta tüberkülozdan ölen Avusturyalı yazar Franz Kafka’nın (Sabin Tambrea) son bir yılına odaklanıyor. Varlıklı ailesi tarafından ablası Ellie ve çocuklarının yazlık evine, Baltık Denizi kıyısındaki Graal-Müritz kasabasına gönderilen Franz burada kendinden yaşça küçük Yahudi eğitmen Dora Diamant (Henriette Confurius) ile tanışıyor ve 1924 yazındaki ölümüne dek geçecek süre içinde yaşamının en büyük mutluluğunu yaşıyor.

Michael Kumpfmüller’in çok satan romanından beyazperdeye uyarlanan yapım, Georg Maas ile ‘Korsaj / The Corsage’ ve ‘Öğretmenler Odası / Der Lehrerzimmer’ gibi ilgiye değer yakın tarihli filmlerin görüntülerinde imzası bulunan Judith Kaufmann tarafından ortaklaşa yazılıp yönetilmiş. Baltık sahilinden Berlin’e taşınan hikâye, bedenini saran verem ile savaşan yazarın son günlerindeki huzursuzluğunu umut ışığı ile aydınlatan duygusal serüvenin hikâyesi üzerinden ilerliyor. Köşeye bucağa, çekmecelerine dağılmış çoğu yazısı ve öyküsü henüz gün ışığına çıkmamış Kafka’nın henüz tanınmadığı günlerdir bunlar. Yakın arkadaşı Max Brod (Manuel Rubey) yazarın kaybının ardından onun yazdığı vasiyet doğrultusunda yazdıklarının yok edilmesine razı olmayacak ve dünya edebiyatı ölümünden sonra bir büyük yazar ile tanışabilme fırsatı bulacaktır.

Film görüldüğü üzere Kafka ve eserleri üzerine ayrıntılı bir biyografi olmanın ötesinde onun zorlu ama mutlu geçen son aylarına odaklanıyor. Ruhsal gelgitlerinin tezahürü olarak kaleme aldığı ‘Metamorfoz’ ve Gregor Samsa karakterinin tek bir sahnede adı geçiyor belki ama filmden derinlikli bir Kafka analizi, ya da Orson Welles imzalı ‘Dava / The Trial’ (1962), Steven Soderbergh’in yönettiği ‘Kafka’ (1991) ve de Michael Haneke’nin ‘Şato / Das Schloss’ (1997) gibi başarılı bir uyarlama bekleyenler için değil bu hikâye. Çok satan bir aşk romanının sınırlarını pek zorlamayan film yine de dönem ile yazarın depresif ruh halini yansıtan başarılı prodüksiyon tasarımı, sağlam bir görüntü çalışması, iyi oyuncuları ve piyanonun tuşlarında bir ağıda dönüşen dokunaklı ezgileriyle izlenmeyi hak ediyor.

(10 Mayıs 2025)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Akbabanın Süzülüşü

Ülkemiz sinemasının önemli dağıtımcılarından ‘Bir Film’, halen gösterimi süren ‘Monsieur Aznavour’un ardından Fransa’nın simgesi haline gelmiş bir diğer ulusal kahramanı, İkinci Dünya Savaşı’nda ülkesinin özgürlüğü için göklerde savaşmış ünlü pilot ve paha biçilmez bir klasik olan ‘Küçük Prens / Le Petit Prince’in yazarı Antoine de Saint-Exupéry’nin yaşamından bir kesiti izleyiciyle buluşturuyor.

Arjantin asıllı Pablo Agüero’nun yönettiği ‘Saint-Ex’, ünlü savaş pilotu yazarın (Louis Garrell) krolonojik yaşam öyküsünü değil, üstadın ‘La Compagnie Générale Aéropostale’in uluslararası posta hizmetinde olduğu 1930’lu yılların başındaki serüvenlerinden esinlenmiş kurgusal bir hikâye anlatıyor. İlk 20 dakikalık bölümde cesur pilotun ‘daha hızlı, daha uzağa’ mottosuyla her zaman beraber olduğu ustası Henri Guillaumet (Vincent Cassel) ile birlikte çıktığı dağıtım seferinde yaşadıklarını izliyoruz. Görüş alanı sıfırken içine daldığı buluttan sıyrılmak için irtifa limitlerini zorlayan Saint-Ex rotadan çıkıp okyanusa düştüğünde Guillaumet imdadına yetişecek ve onu ölümden kurtaracaktır.

Saint-Ex uçağını kaybetmiştir ama hayattadır. Lakin Fransız haberleşme şirketi oluşan zarardan onu sorumlu tutar ve personel indirimine karar verir. Genç pilotumuz zararı karşılayacağına söz verir. Yaratıcı zihninin üreteceği yeni teknolojik dokunuşlarla geceleri de çalışan ve ulaşım ağında en büyük rakipleri olan trenler ile olan rekabeti lehe çevirmektir niyeti. Bu çılgın uğraş minvalinde yeni irtifalar deneyen Guillaumet’nin uçağı Mendoza’dan Santiago’ya molasız uçuş sırasında And dağlarında kaybolduğunda bu defa yoldaşını kurtarma görevi Saint-Exupéry’ye düşecektir.

İstanbul Festivali’nin uluslararası yarışmasında Altın Lale için yarışmış, başrollerinde Gael Garcia Bernal ile Denis Lavant’ın yer aldığı 2015 yapımı ‘Eva’ya Huzur Yok’ / Eva No Duerme’ ile aşina olduğumuz Agüero’nun Arjantin’in simgelerinden Eva Perón’un ardından bir diğer tarihi şahsiyet üzerinden gelişen öyküsü her ne kadar kurgu da olsa ünlü yazar – pilotun dünyasını, tutkularını ona yaraşır biçimde perdeye aktarmış. Céline Sciamma şaheseri ‘Alev Almış Bir genç Kızın Portresi / Portrait de la Jeune Fille en Feu’nün ya da geçen haftalarda festivalde izlediğim Alain Guiraudie filmi ‘Merhamet / Miséricorde’un yaman görüntü yönetmeni Claire Mathon, gözü pek pilotların Cordillera tepeleri üzerinde sisin, pusun içinden süzülen doğanın tekinsiz ama büyüleyici ışığını yakalamadaki başarısı olağanüstü. Agüero teknik ekibin de desteği ile heyecanla izlenen geçmişe dair analog bir serüveni, günümüzün pahalı bilgisayar efektleri ile göz kamaştıran aksiyonlarına alternatif olarak sunmuş.

Film aynı zamanda Saint-Exupéry’nin hayatının önemli bir bölümünün izini süren ruhani ve dokunaklı bir fresk olarak dikkat çekiyor. Zirveye yakın kar hattında koyunlarına bekçilik eden çoban Juan Gualberto (Gabin Malherbe) Saint-Ex’in yanından ayırmadığı ve sürekli çizimler yaptığı not defterine bir karakter olarak kazınırken, akbabanın uçuşundan ilham alan kahramanımızın ılık havanın desteğiyle doruklara tırmanışı hikâyenin fantastik zeminini besleyen önemli bölümler olarak zihne yerleşiyor. Yazarın 1931’de kaleme aldığı ‘Gece Uçuşu / Vol de Nuit’ adlı eserinden de izler taşıyan yapım, kaya gibi sağlam bir dostluğun öyküsünü anlatırken, piyano ve senfonik orkestrasyonlara ölümsüz Arjantin tangolarından ‘El Choclo’nun şiirsel tınıları karışıyor. Garrell ve Cassel ikilisine Guillaumet’nin karısı Noëlle’de Diane Kruger’in eşlik ettiği yapım görsel şiirselliği, dramatik gerilimi ve ‘Küçük Prens’in dünyasına ince göndermeleriyle haftanın en iyi seçeneği olarak göz dolduruyor.

(08 Mayıs 2025)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Daha Dün Yirmiydi Yaşım

‘Monsieur Aznavour’ Fransa’nın simgesi bir büyük sanatçının parlak biyografisi. Göçmen bir ailenin oğlu olarak Fransa’da dünyaya gelen Mehdi Idir ve Grands Corps Malade takma adıyla bilinen Fabien Marsaud’nun birlikte yönettikleri film, Charles Aznavour’un (Tahar Rahim) başarıya ulaşmak için büyük fedakârlıklar yaptığı baş döndürücü yaşamını çocukluk yıllarından başlayarak anlatıyor. Klasik bir çizgide ilerleyen yapım, baba Aznavourian’ın mütevazı lokantasında dostları ile eğlenirken, sonradan oğlunun yeni bir düzenleme ile meşhur edeceği ‘Les Deux Guitarres’ geceye eşlik ediyor. Ailenin tehcir yıllarından Fransa’ya kapak atışına araya serpiştirilmiş siyah beyaz görüntüler tanıklık ediyor.

Vatandaşlığa entegrasyonda yaşanan sorunlara İkinci Dünya Savaşı ve uğursuz Nazi işgali eklendiğinde Ermeni cemaati diğer azınlıkların güvenliği için destek veriyor. Bu kargaşa yıllarında yirmili yaşlarını süren Aznavour’un tek hedefi ünlü bir şarkıcı olmaktır. Charles Trenet (Dimitri Michelsen) şarkılarını taklit etmekle başlıyor işe. Bu alemdeki yoldaşı piyanist şarkıcı Pierre Roche (Bastien Bouillon) ile birlikte Lille’deki dans kulübünde iki striptiz arası gösteri başına 50 Frank’a sahne alıyor. Derken bir radyo kaydı esnasında Edith Piaf ile (Marie-Julie Baup) tanışıyor. Fransız ’minik serçe’nin ona verdiği şansı iyi kullanıyor. Ülke içi turnelerin ardından herşeyin mümkün olduğunu düşündüğü Amerika’da, serçenin New York turnesine katılıyor. Piaf desteğiyle Montreal’de Fransızların rağbet ettiği ‘Quartier Latin’ kabaresinde çalışmalarını sürdürüyor.

Lakin bir Fransız sanatçının önce ülkesinde meşhur olması gerektiğinin altını çiziyor Piaf. Ama boğuk sesiyle burnundan söylediği şarkıları ile bunun pek imkân dahilinde olmadığını da ilave ediyor. Şarkılarını yazabilmek için Paris sokaklarına dönen genç adam gecesini gündüzüne katarak çalışıyor. Bu uğurda en yakınlarını, ilk eşi Micheline (Ella Pellegrini) ve küçük kızının yüzünü bile görmüyor.

Şöhret geç geliyor Aznavour’a. Piaf’ın ‘her şarkıyı yaşamış gibi yazmalısın, yaşamamış olmasan bile’ öğüdüyle günde 17 saat çalıştığı 30’lu yaşlarının ikinci yarısında hem besteleri, hem de sahne şovuyla şeytanın bacağını kıran müzisyen, bundan sonra 94 yaşına kadar sürecek olan uzun yaşamında hiç durmadan dünyanın dört bir yanında konser vermeyi sürdürecektir. Zirvedeyken bile yavaşlamayan Aznavour, tüm hedefleri gerçekleştiğinde ne yapacağını bilemez belki ama yavaşlarsa öleceğinin farkındadır.

Yönetmen ikilinin Grand Corps Malade’ın hayati rahatsızlığı üzerine yazdığı kitabından sinemaya uyarladıkları yeniden doğuş hikâyesi ‘Patients’ın (2016) ardından çekilen bu ikinci uzun metraj filmleri Aznavour’un yaşamının kilit noktalarını ustaca birbirine bağlayan yaman kurgusu, Tahar Rahim’in prostetik desteği ile kalıbına büründüğü müzisyenin şarkılarını bizzat seslendirdiği müthiş performansı ile ilgiye değer bir biopic örneği övgüsünü hak ediyor. Aznavour’un araya François Truffaut imzalı ‘Piyaniste Ateş Ediniz / Tirez sur le Pianiste’i (1960) de sıkıştırdığı çok renkli sanat yaşamında karşılaştığı Gilbert Bécaud (Lionel Cecilio), Johnny Halliday (Victor Meutelet) ya da Frank Sinatra (Rupert Wynne-James) gibi ünlü isimler kısa sahnelerinde kendilerine çok benzeyen oyuncular tarafından canlandırılmış. Keza Marie-Julie Baup’un Piaf kompozisyonu çok başarılı.

Fırtınalı yaşamı süresince dünyanın her yerinde krallar gibi karşılanmış olan ünlü sanatçının konvansiyonel yaşam öyküsü genç izleyiciyi ne kadar ilgilendirir bilemiyorum ama 60’lı 70’li yıllarda onun şarkılarıyla büyümüş biz frankofon kuşaklar için onun değeri paha biçilmezdir. ‘La Bohème’de kanımızın deli gibi aktığı gençlik yıllarımız vardır. ‘La Maman’da çoktan yitirdiğimiz annemizi hatırlar, gözlerimiz dolar. Ve bu yazıya başlık olan ‘Hier Encore’ ile hızla yitip giden gençliğimize ağıt yakarız. Bu nostaljik makaleyi dilerseniz Aznavour’un kendi yaşamının aynası olan unutulmaz eseri ‘Hier Encore’un dilimize çevrilmiş birkaç dizesiyle noktalayalım:

Daha dün yirmiydi yaşım
Zamanı okşardım, aşkla oynar gibi
Hayatla oynardım ve gece yaşardım
Zaman içinde kaçan günlere ümit bağlamadan

Daha dün yirmiydi yaşım
Harcardım zamanı, durdurdum sanarak
Hâttâ önüne geçmek için sadece koştum
Ve nefessiz kaldım
Nerede şimdi yirmi yaşım

(05 Mayıs 2025)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Asıl Suç Bu Şehrin Yoksulluğu

David Yarovesky’nin yönettiği ‘Tuzak / Locked’, 2019 Arjantin-İspanya ortak yapımı ‘4×4’ün Amerikan usulü yeniden çevirimi. ‘Saygın Vatandaş / El Ciudadano Ilustre’ ile İKSV festivalinden aşina olduğumuz Mariano Cohn’un Gastón Duprat ile birlikte yazıp yönettiği özgün yapım, Arjantin’de dikenli teller, kameralar ve elektronik alarm sistemleri ile korunan sıradan bir mahallenin görüntüsü ile açılır. Aile boyu hırsız Ciro Bermúdez (Peter Lanzani) sokağa park edilmiş lüks bir cipi soymaya kalkar. Arabanın avını bekleyen bir tuzak olduğunu anladığında iş işten geçmiştir. Dış dünya ile bağlantısı ve çıkışı olmayan bu ses geçirmez kapanda polarize camların ardında çaresiz bir tutsaktır artık. Genç adam ile araba telefonuyla iletişime geçen bu zekice kurgunun ardındaki acımasız doktor Enrique (Dady Brieva) hakkın hukukun yerlerde süründüğü bir ülkede kendi adaletini sağlamaya soyunmuştur.

Bu parlak öykünün kent yoksulluğunun önemli bir sorun olarak gündemde olduğu çağdaş Amerika uyarlamasında, beş parasız Eddie Barish (Bill Skarsgård) üretim aracı elinden alındığı için, biraz da çaresizlikten meskûn bir mahalle otoparkına bırakılmış lüks arabayı çalmaya kalkıyor. Tuzak arabanın sanibi saygın hekim William (Anthony Hopkins) kentteki suç dalgasında kaybettiği biricik kızının kişisel intikamı peşindedir. Eddie’nin hayatta kalma çabası yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda psikolojik bir savaşa dönüşüyor. William aracın içindeki gelişmiş teknikleri kullanarak Eddie’yi yönlendirip cezalandırırken, bir köpek gibi zaman zaman ödüllendiriyor. Bu kedi-fare oyunu nereye kadar sürecektir.

‘Tuzak’ tek mekânda geçen klostrofobik gerilim türünün iyi bir örneği. Başrolünde Charles Bronson’ın yer aldığı 1974 yapımı kült yapım ‘Ölüm Arzusu / Death Wish’ esini ile yola çıkılarak, suç ve şiddetin kent yoksulluğundan kaynaklandığının altı çiziliyor. Bağımlılar, yoksullar ve çöplükte yaşayanların umursanmadığı, sorun yokmuş gibi davranıldığı, varlıklı kesimlerin koruma ağları ile kendilerini güven altına aldığı konut ve mahallelerde yaşadığı bir çağ yangınından dem vuruluyor. Özgün yapımda toplumun genel öfkesinin toplu bir linç çılgınlığını davet edişine de tanıklık ediyoruz. Ancak Yarovesky’nin Amerikan yorumu birçok yeni çevirimde olduğu gibi biraz daha yumuşatılmış. Arjantin yapımındaki keskin sınıf eleştirisi yerine finalde adrenalini hayli yüksek bir mücadele tercih edilmiş. Filmin yapımcıları arasında yer alan çağımızın en iyi aktörlerinden Skarsgård özgün yapımın serseri hırsızından daha bir masum, ayrı olduğu eşinden olma küçük kızı için fedakarlık yapmak isteyen duygusal bir baba olarak resmedilmiş. Efsane oyuncu Hopkins ise belki de Hannibal Lecter’ın ardından en acımasız rolünde, alt sınıflara tepeden bakan yaralı baba performansıyla kendisini özleyenlerin ağzına bir parmak bal çalmakla yetinmiş.

(04 Mayıs 2025)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Dünyanın Sonuna Doğru

Joshua Oppenheimer’ın takipçilerini şaşırtan yeni çalışması ‘Son / The End’, Nobel ödüllü Amerikalı şair T. S. Eliot’un 1943 yılında yayımlanan ünlü ‘Dört Kuartet’inden bir alıntı ile açılıyor.

‘Evler sulara gömüldü / The houses are all gone under the sea
Dansçıların tümü tümü tepenin altına göçtüler / The dancers are all gone under the hill’

‘Öldürme Eylemi / The Act of Killing’ (2012) ve ardından gelen bizde de gösterilmiş ‘Sessizliğin Bakışı / The Look of Silence’ (2014) belgeselleriyle Suharto cuntasının Endonezya’da giriştiği insanlık tarihinin yüz karası katliamın dününü ve bugününü anlatan Amerikalı sinemacı, bu defa dünyanın sonuna dair ürkütücü bir öyküyü müzikalin tezat ve sahte umudu ile buluşturarak biz hayranlarına sürpriz yapıyor.

Yanıp yıkılmakta olan dünyadan uzak tam 20 senedir yeraltında eski bir tuz madeninde yaşayan 6 kişilik aile ile tanışıyoruz önce. Yitip gitmiş dünyanın enerji sektörü oligarkı baba (Michael Shannon), Bolşoy’da dansettiğini söyleyen eski balerin anne (Tilda Swinton), yirmili yaşlarındaki oğulları (George Mackay), annenin yakın arkadaşı (Bronagh Gallagher), bir doktor (Lenny James) ve bir uşaktan (Tim Mclnnerny) ibaret topluluk, tuzdan sığınağı yüzme havuzu da olan lüks bir eve dönüştürmüştür. Genç oğlan eski uygarlıktan kaçırılmış sanat eserlerinin duvarları süslediği izole mekânda büyümüş, ailesinden aldığı bilgilerle bir yandan kadim kentlerin maketlerini oluştururken, diğer yandan babasının hiç kimsenin okumayacağı anı kitabının editörlüğünü yapmaktadır. Seralarında ürettikleri bitkiler ve akvaryumlarda yetiştirdikleri deniz ürünleri ile beslenen aile, dış dünyadan gelebilecek tehdide önlem olarak, silahla atış talimi yapar, olası yangınlara karşı düzenli tatbikatları ihmal etmezler. Günün birinde madende bitiveren genç bir siyahi kız (Moses Ingram) yerleşik düzen için tehlikeli gibi dursa da, bu taze gelişme ailenin yaşamında yeni bir sayfa açacaktır.

Oppenheimer dünyanın geleceğine dair karamsar ve hüzünlü bakışına karşılık, olan biteni başta da belirttiğimiz gibi müzikalin tezat dünyası içinde sunması, çağdaş dünyanın yaklaşan yıkımı göz ardı edişinin altını çizen buruk bir metafor olarak dikkat çekiyor. Bu minvalde, madene sığınmış aile hep birlikte ‘birlikte çok güzel bir geleceğimiz var’ gibi sözleri olan şarkılar söylüyor. Yeni gelen yılı ya da bayramları coşku içinde kutlayan insanlığın içine düştüğü hazin yanılsama perdeden hepimize geçiyor. Siyahi genç kızın ‘gökyüzünü göremem, rüzgârın yağmurun kokusunu alamam, maviliğe sonsuza kadar hasretim’ yakarışıyla yükselen ezgisine balerin annenin ‘burada güvendeyiz, biz bir aileyiz’ tesellisi yetmiyor. Sanayici babanın ‘diğer şirketler daha kötüydü, bir milyar insana enerji sağladım, en azından temiz su sağlamak ya da şempanzeleri kurtarmak (?) için çalıştım’ benzeri savunmalara girişmesinin artık hiçbir yararı yoktur. Aileyi çevreleyen karanlık ürkütücü bir boşluktur yalnızca.

Amerikalı sinemacının şaşırtıcı denemesi gerçek bir tuz madeninde alan derinliğini ve renk paletini çok başarılı kullanmış olan, Andrey Zvyagintsev başyapıtlarının usta görüntü yönetmeni Mikhail Krichman’ın üstün çabası ve başta Shannon, Swinton ve Mackay olmak üzere tüm oyuncu ekibinin müzikal yeteneklerini de konuşturduğu nefis performansları ile büyülüyor. Mevsimin bu ilgiye değer sürpriz denemesi bir hafta içinde kısıtlı bir gösterim düzeni sonrasında sinemalardan kalkmış gibi duruyor. Bir yerlerde bulup izlemeye çalışın.

(03 Mayıs 2025)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Yangın Mahallinden

Dünya prömiyerini Şubat ayında Berlin Film Festivali’nin Panorama Bölümü’nde gerçekleşen ‘Histeri / Hysteria’, film yönetmeni ile asistanının kömürleşmiş bir evin ön cephesini monitörden izlediği sahne ile açılıyor. Yanan ev 1993 yılında Almanya’nın Solingen kentinde aşırı sağcı Neo Naziler tarafından kundaklanan ve konutta yaşayan ‘Genç’ ailesinden 5 kişinin hayatını kaybettiği menfur olayın yaşandığı evin bir replikasıdır. Türkiyeli azınlığın maruz kaldığı şiddet iklimini peliküle aktaran yapım, genç sinemacı Yiğit’in (Serkan Kaya) kişisel ve toplumsal mücadelesi adına önemli bir adımdır, ancak çekimler sonrasında yıkıntılar arasında yanmış bir Kuran-ı Kerim’in bulunması bir dizi tartışmayı ve beklenmeyen gizemli gelişmeleri tetikleyecektir.

Mehmet Akif Büyükatalay’ın kişisel Türk – Alman – Müslüman kimliğinden yola çıkarak yabancı bir ülkede azınlık aidiyetini sorguladığı 2022 yapımı ‘Oray’ın ardından gelen ‘film içinde film’ özelliğini taşıyan bu ikinci uzun metrajında çekimlerde gerçek bir kutsal kitabın yakılması sette gerginliğe yol açıyor. Müslüman figüranlar bu duruma isyan ediyor. Türk asıllı Alman sinemacı ırkçılıkla suçlanıyor. Herkesin birbirine öfkelendiği bu son derece gergin ortamda prodüksiyon stajyeri Elif’e (Devrim Lignau İslamoğlu) teslim edilen Hi8 Video’ya çekilmiş yangın sahnesine dair kasetler kayboluyor. Genç asistan kendi paçasını kurtarmak için bir sır gibi ortadan kaybolan (ya da çalınan) kasetlerin izini sürerken işin içinde olan diğerlerinin farklı niyet ve çıkarlarını keşfediyor.

İnanç ve sorgulama hikâyesi ‘Oray’ ile ilk çıkışını yapan sinemacı aidiyet meselesini, ırkçılık ve ikiyüzlülüğün körüklediği alev alev yangına dair gözlemlerini bu defa bir gerilim örgüsü içinde sunma, öykü ilerledikçe kimin ne yaptığına dair farklı gelişmelerle izleyiciyi merak ettirmek istemiş. Kimlik sorunsalını tartıştığı politik bir filme soyunan Yiğit, eşitliksiz bir güç ortamında Avrupalının vicdanını rahatlatacak bir projeye soyunurken aslında yalnızca kendi kariyerinin derdinde midir? Alman yapımcı Lilith (Nicolette Krebitz) ne pahasına olursa olsun sansasyonel bir hit peşinde midir? Ya da figürasyondan tiyatro yönetmeni Mustafa (Aziz Çapkurt) kendi yazdığı senaryonun yönetmeni olmak için taviz vermeye hazır mıdır? Mehmet Akif tür filmlerinin alanına dalarak, hâttâ ‘Paranormal Activity’ esinli sahneler kullanarak bir sis perdesinin bilinmezliği ile ilerliyor. İkinci yarıda biraz sarkan bol diyaloglu bir yapıda tam bir başarı elde ettiği söylenemez belki ama sürpriz final oldukça etkileyici bir sahne ile sonlanıyor.

(02 Mayıs 2025)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Bir Daha Çal Sam

‘Kadim efsaneye göre müzik yeteneği ile doğanlar, yaşamla ölüm arasındaki ince tülü delip geçerek geçmişin ve geleceğin müzisyenlerinin ruhlarını çağırabilirmiş. Ancak bu eşsiz yetenek topluluklara şifa kaynağı olduğu ve onları özgürleştirdiği gibi, şeytani ruhları da cezbedermiş.’ Halen gösterimi devam eden Ryan Coogler imzalı ‘Günahkârlar / Sinners’ bu sözlerle açılıyor. 1932 yılının sonbaharında Mississippi deltasındaki küçük kasabanın vaizi sabah ayinini yönetirken oğlu Sammie (Miles Caton) elinde telleri kopuk gitarıyla yüzü gözü kan içinde ibadet mekânına daldığında kasaba halkı dehşet içindedir. Olan biteni anlamak için bir gün evveline döndüğümüzde hikâye başlar.

Smoke ve Stack adlarıyla anılan Elijah ve Elias kardeşlerin (ikiz kardeşleri Michael B. Jordan canlandırıyor) 1932 yılının sonbaharında tam 7 yıl aradan sonra kendi topraklarına dönüş yaptığı gündür bu gün. Bu süreçte suçlar beldesi Chicago’da feleğin çemberinden geçmiştir ikiz biraderler. Irkçı Jim Crow yasalarının olmadığı bir alemde Al Capone için çalışmışlar, biriktirdikleri (ya da yürüttükleri) parayla siyahilerin ağırlıklı olarak yaşadığı çok kültürlü baba ocağına geri dönmüşlerdir. Zenci düşmanı klan artığından satın aldıkları eski kereste fabrikasında, gün boyu pamuk tarlalarında hışırı çıkan ırgatlara içkinin su gibi aktığı müzik ve dansın uçtuğu bir eğlence sunma hazırlığına girişirler. Yörenin en iyi blues müzisyeni Delta Slim ile (Delroy Lindo) ile anlaşırlar önce. Smoke’un eski sevdalısı ve ölmüş bebeğinin annesi Hoodoo büyücüsü Annie (Wunmi Mosaku), kasaba bakkalını işleten Uzakdoğu göçmeni Grace ve Bo Chow çifti (Li Jun Li ve Yao) yemek ve içki servisini organize edeceklerdir.

Güneş batmadan önce harika bir gece yaşanır. Kıstırılmış insanların birkaç saatliğine de olsa özgürlüğün tadını çıkardıkları blues gecesi olağanüstü bir müzik ve dans ayinine dönüşür. Lakin kötücül ruhlar, tutku alevinin etrafı tutuşturduğu bu aleme kayıtsız kalmayacak, gece yarısı barışçıl beyaz adamlar pozundaki vampirler (evet yanlış okumadınız, sarımsak marifetiyle bertaraf edilen, kalplerine birer kazık çakılarak öldürülebilen vampirler!) güzel ve büyülü olandan pay almak üzere harekete geçeceklerdir.

İlgiye değer filmografisiyle çağımızın en yetenekli siyahi yönetmenlerinden biri olan Coogler, radarımıza girdiği 2013 yapımı ‘Son Durak / Fruitvale Station’den başlayarak siyahi ırkın ABD toplumu içerisindeki uzun yıllara dayanan özgürlük ve adalet mücadelesini anlatır. Michael B. Jordan henüz 26 yaşındayken başlayan yönetmen – oyuncu birlikteliği, Coogler’ın ırkının köklerini araştırma çabası ‘Black Panther’ serisi ile devam etti. Yönetmen kölelikten özgür vatandaşlığa geçişin çileli serüveninden bir sayfayı tarihi bir araştırma ile desteklenen iyi kotarılmış bir dönem filmiyle sürdürüyor.

‘Blues bize din gibi dağıtılmadı, onu evden getirdik’ diyor siyahi halk. Yılların ezilmişliğini müzik ve danslarıyla aşmaya ve özgürleşmeye çabalıyorlar. Coogler bu hissiyatı filmin tam ortalarına denk gelen müthiş bir kendinden geçiş ayini ile perdeye aktarıyor. Sinema antolojilerine geçecek bu bölümde müziğin, aşkın, özgürlük çığlığının ateşi göğe yükseliyor. Bunun cazibesi, baştaki dış sesin uyarısı doğrultusunda şeytani güçleri cezbediyor. Cümbüş alanına ulaşan, kardeşlik ve sevgi pıtırcığı sözleriyle parıltının içine avlanmaya dalan vampirleri, ‘blues seven ama onu icra edenleri sevmeyen’ soluk benizlilerin metaforu olarak kullanmış Coogler. Böylece tarihsel gerçekçilik zemininde açılan hikâye, ikinci bölümde Quentin Tarantino imzalı ‘Günbatımından Şafağa / From Dusk Till Down’ esinli bir siyahi avına evriliyor.

‘Günahkârlar’, İstanbul Film Festivali’nin heyecanlı koşturmacası içinde gözlerden kaçmayı hak etmeyen, yılın önemli yapımlarından biri. Coogler bir kez daha sadık ekibi ile göz kamaştırıcı bir iş çıkarmış. Başta B. Jordan olmak üzere oyuncu kadrosu mükemmel. Avustralyalı Adam Arkapow’un Filipin asıllı eşi Autumn Durald Arkapaw’ın görüntüleri, blues tarzını çok iyi etüd etmiş Ludwig Göransson’un müzik çalışması gayet başarılı.

Coogler’ın filmi ilginç bir finalle 90’lı yıllar Illinois, Chicago’suna bağlanırken klasik blues’un efsanelerinden Buddy Guy sürpriz bir kimlikle karşımıza çıkıyor. Son jeneriğin bitmesini bekleyenler ise Sammie’nin ya da çağımızın yetenekli R&B müzisyenlerinden Miles Caton’ın solo doğaçlaması ile ayrılıyor salondan.

(25 Nisan 2025)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com