Etiket arşivi: Ferhan Baran

Irkçılık Diz Boyu

Justin Kruzel arızalı toplumsal ortamlardan şiddet sarmalına sürüklenmiş genç erkeklerin hikâyesini anlatmayı sürdürüyor. Avustralyalı yönetmen uzun metraj kariyerine uzak kıtanın güneyinde yaşanmış gerçek olaylardan yola çıkarak çektiği ve bir seri katili merkeze aldığı hazmı hiç de kolay olmayan 2011 yapımı ‘Snowtown’ ile başlıyor. Daha sonra, Cannes’da ana yarışma seçkisine alınan ‘Macbeth’ (2015) ile bilinçli bir biçimde kötülüğü seçmiş Shakespeare karakterine yöneliyor. 19. yüzyıl sonları orman haydutlarını konu aldığı ‘Kelly Çetesi’nin Gerçek Hikâyesi’nin (2019) ardından ikinci kez Cannes ana yarışmasına kabul edildiği ve yine gerçek bir öyküye dayanan ‘Nitram’ (2021) geliyor. Cannes’dan en iyi erkek oyuncu ödülüyle dönen Caleb Laudry Jones’un olağanüstü performansı ile seçkinleşen ve Kurzel’in bugüne kadar çektiği en iyi filmi olan ‘Nitram’, çekirdek ailesi ile yaşayan Martin Bryant’ın trajik mutsuzluğunun öfke patlamasıyla, tarihe Port Arthur Katliamı olarak geçen, Tazmanya’da bir kafede 35 kişinin ölümüyle sonuçlanan elim olay üzerinedir.

Avustralyalı sinemacı üç yıl aradan sonra çektiği ve bizde de gösterim şansı bulan son filmi ‘Düzen / The Order’ ile, bu kez 1980’li yılların başlarında yaşanmış gerçek bir öyküden yola çıkmak suretiyle gözde temasının yeni bir çeşitlemesine imza atmış. Dünya prömiyerini Venedik Film Festivali’nde yapan film, aşırı sağın palazlanmaya başladığı 40 küsur yıl öncesinin ABD’sinde, kuzey batı eyaletlerini saran şiddet olaylarını, banka ve zırhlı araç soygunlarının, bombalamaların düzen ve huzuru sarstığı bir dönemi perdeye taşıyor. Ohio’nun küçük kasabasına tayini çıkan FBI mensubu Terry Husk (Jude Law) çalkantılı yılların

ardından huzuru bulmak istediği beldede karısı ve iki küçük kızının gelişini beklerken, kendini peşpeşe yaşanan cinayet olaylarının ortasında buluveriyor. Ajan Husk bu suç zincirinin arkasında, bölgedeki dini cemaat lideri tarafından yönlendirilmiş, işsizlik ve yoksulluğun öfke yüklü faturasını göçmenler ve de siyahi halktan çıkarmaya kalkan beyaz üstünlükçü militan örgüt ‘Düzen’ ve onun neonazi lideri Robert Jay Mathews olduğunu ortaya çıkarıyor. Ancak tehlike çok daha büyüktür. Yandaşlarının sayısı giderek artmakta olan Matthews, ABD hükümetine karşı planladığı yıkıcı bir iç savaşın hazırlıkları içindedir.

Kurzel’in 1983’lerde yaşananlar vasıtasıyla çağımızla paralellik kurması, başlangıç noktası olarak ilgimizi çekmedi değil. Öyle ya, bugün Donald Trump’ın aşırı sağ söylemiyle beklenmedik bir biçimde ikinci kez iktidara gelmesini hazırlayan, ilmek ilmek örülmüş bir süreçten söz ediyoruz. Keza günümüz dünyasında, ülkemizde ya da başka coğrafyalarda dini ya da milliyetçi temelli oluşumların bir terör silsilesi halinde dışavurumlarının tehdidi altında yaşamıyor muyuz. Kurzel’in filmi bu tür fanatik tehditler konusunda güncelliğini yitirmeyen bir uyarı olarak ilgiye değer kuşkusuz. Ancak sinemacı olay örgüsü ve gelişimini kurarken beylik polisiye anlatıların, televizyonda her hafta onlarcası gösterilen FBI serilerinin bildik aksiyon düzeninden öteye

geçememiş. Filmin yapımcıları arasında olan Jude Law’un ‘kahraman şerif’ portresi tek boyutlu, çalakalem yazılmış. Yardımcı ekipten ajan Joanna Carney (Jurnee Smollett) ya da suçlularla aynı okullarda okumuş bölgenin yerlisi şerif yardımcısı genç Jamie Bowen (Tye Sheridan) için de aynı şeyler söylenebilir. Keza suçun içinde olan eril çete fertlerinin geçmişleri, yakınları ile ilişkileri yüzeysel bir biçimde geçiştirilmiş. Hele hele çete lideri Matthews’ta Nicholas Hoult’un ‘Robin Hood’vari yakışıklı karizması filmin temel mesajını gözden kaçırtacak bir seçim olmuş. Yanlış anlaşılmasın, bu denli karanlık emeller peşinde olanların ‘No Country For Old Men’in şeytani yüzü Anton Chigurh benzeri resmedilmesi gerekmiyor belki ancak dört başı mamur bir karakter yazılmayınca perdede görünen yanıltıcı ve yönlendirici olabiliyor.

(18 Aralık 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Bir Günün Hikâyesi

81. Venedik Film Festivali’nin ‘Orrizonti’ (Ufuklar) seçkisinden prestijli bir jüri özel ödülü ile dönen ‘Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri’ hayli düşük bütçesine kıyasla şenliğin yankı yapan yapımlarından biriydi. Bunda ilk filmini çeken Murat Fıratoğlu’nun ne yaptığını bilen sade ve dingin üslûbunun büyük katkısı vardı kuşkusuz.

Film, sıcak bir yaz günü domateslerin tuzlanarak kızgın güneş altında kurumaya bırakıldığı bir düzlükte açılıyor. Kadın erkek işçilerin çalıştıkları alanı bir gelincik tarlası özeniyle kadrajına alıyor Fıratoğlu. Lakin kamera emekçilere yaklaştığında gerilim ve huzursuzluğu hissediyoruz. Yaklaşık iki haftadır yövmiyesini alamayan mevsimlik işçilerden Eyüp’ün malum sabrı taşmıştır. Gelecek hayali ile göç ettiği kıyı kenti İzmir’de aradığını bulamadığı gibi vadesi yaklaşan borcunu ödeyemezse soluğu belki de cezaevinde alacaktır. İşvereni Hemme ile giriştiği ağız dalaşında sert bir küfür yiyince hiddetlenir ama yanındakiler tarafından zaptedilir. Ancak anasına söven patronundan intikam almaya kararlıdır.

Eyüp’ün yüklükteki yorganların arasından aldığı tabanca ile Hemme’yi öldürmeyi planladığı uzun sıcak günde geçiyor film. Külüstür aracı ile Siverek merkezine doğru yola çıkan Eyüp, tekleyen motorunu uçsuz bucaksız kuru otlar arasında abide gibi

yükselen koca çınarın altına bırakarak yoluna devam ediyor. Açılıştaki Yılmaz Güney sineması izlenimi yerini Abbas Kiarostami ya da çağdaş ustamız Nuri Bilge Ceylan esinli karelere bırakıyor. Uzun planlar ve kısa kesmeler eşliğinde zamanın akışını, ovanın sessizliğini duyumsuyoruz.

Şehre yaklaştığında bir şeylerin Eyüp’ü fikrinden caydırmasını istiyoruz. Kıraç topraklarda meyve ve hayranı olduğu gülleri yetiştirmeye çalışan dostunun ısrarlı sohbeti ona Ege’nin serin meltemini hatırlatıyor. O sıcakta kocaman karpuzu taşımaya gücü yetmeyen yaşlı dedenin yardımına koşuyor daha sonra. Öğle sıcağında siestaya dalmış bakkalın açık televizyonunda dönen ‘Heidi’ animasyonu ile çocukluk yıllarına dönüyor genç adam.

Camiye koşturan arkadaşının yerine baktığı kırtasiye dükkanında ilkokuldan beri görmediği kız arkadaşı ile idealist sınıf öğretmeninin onlara ezberlettiği Cahit Sıtkı Tarancı’dan ‘Haydi Abbas Vakit Tamam’ dizelerini okuyorlar. Sürprizlerle dolu Siverek sokaklarında yaşamın şiiri ile bütünleşiyor Eyüp. Öyle ki çarşıda karşılaştığı müteahhitlikten palazlanmış dayı oğlunun zenginlik gösterisine bile sabırla katlanıyor. Gün bitimine doğru yeni bir Eyüp vardır karşımızda.

Hukuk mezunu olup asıl mesleği avukatlık olan Fıratoğlu, Eyüp rolünü bizzat üstlenmiş. Yan rollerin önemli bölümünde de kendisi gibi amatör aile fertlerini oynatmış. Baştaki davul zurnalı girişi finaldeki düğün halayına ustaca bağlayan genç yönetmen, Adana ve Ankara’dan en iyi film ödülleriyle dönen ilk denemesinde sağlam bir sinemacı kumaşına sahip olduğunu kanıtlıyor. Yeni çalışmalarını sabırsızlıkla bekliyoruz.

(10 Aralık 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Kendimi Sevmek İstiyorum

77. Cannes Film Festivali’nin ses getiren filmlerinden ‘Emilia Pérez’ Jacques Audiard imzasını taşıyor. Fransız sinemasının deneyimli yönetmeni, suçtan narkotik gerilime, melodramdan pembe diziye uzanan faklı türleri aynı potada birleştirdiği hikâyesini bu kez cesur ve sıra dışı bir müzikal polisiyenin hizmetine sunmuş.

Film, çalıştığı hukuk firmasında adaletten çok varlıklı suçluları aklamaya hizmet eden yetenekli avukat Rita’nın çaresiz bakışıyla açılıyor. Suç, yolsuzluk ve şiddetin esir almış olduğu bir iklimde nefes almakta zorlanan genç kadının aradığı kurtuluş hiç beklenmedik bir yerden geliyor. Siyasi bağlantılarını sağlama almış Meksika’nın en güçlü uyuşturucu kartellerinden birinin lideri olan Manistas Del Monte, ondan yıllardır hazırlıklarını sürdürdüğü planını gizlice gerçekleştirmesine yardımcı olmasını istemektedir. Manitas’ın tehdit ile karışık yardım isteğini kabul eden Rita, cinsiyet değiştirme operasyonu için ona kimsenin erişemeyeceği bir yerde yetkin bir cerrah bulur, bunun karşılığında yüklü miktarda bir para alır. Tıkır tıkır işleyen plan sonrasında uyuşturucu baronu sırra kadem basar, karısı ve iki çocuğu da İsviçre’de güvenli yeni bir hayata başlar. Ancak herşeyi silip atarak geçmişi geride bırakmak kolay değildir. Dört yılın ardından çocuklarının özlemine dayanamayan Manitas, yeni adıyla Emilia Pérez, ailesini geri getirmek ve Mexico City’de yeni bir düzen kurmak için yine Rita’nın yardımını ister, lakin geçmişin günahları ile yüzleşmek o kadar da kolay olmayacaktır.

Beyaz bir Avrupalı olarak farklı dünyalardan marjinal yaşamların anlatıcısı olan Audiard, vahşi kapitalizmin çağdaş suç imparatorlukları ile olan ilişkisi üzerine çok önemli şeyler söyleyen Cannes’dan büyük jüri ödüllü 2009 yapımı ‘Yeraltı Peygamberi / Un Prophète’de 19 yaşındaki Arap delikanlının acımasız hapishane koşullarında büyüme ve güç kazanma öyküsünü anlatmış, Cannes’dan Altın Palmiyeli 2015 yapımı ‘Deephan’da bir sitenin kapıcılığını yapan Sri Lankalı eski Tamil gerillasının ülkesindeki iç savaş gerilimini Paris banliyösüne taşımıştı. Kanadalı yazar Craig Davidson’un öyküsünden yola çıktığı 2012 yapımı ‘Pas ve Kemik / De Rouille et d’Os’ta, geçmişin yaralarının üzerine sünger çekmeye, hayata tutunmaya çalışan iki kayıp ruhun hikâyesi çerçevesinde, toplum dışında kalmış, sınırlarda yaşayan figürleri gündeme getirmiş olan sinemacı, bir diğer Kanadalı yazar Patrick deWitt’in aynı adlı romanından çektiği, dünya prömiyerini yaptığı Venedik’ten en iyi yönetmen ödülü ile dönmüş olduğu 2018 tarihli ‘Sisters Biraderler / The Sisters Brothers’ ile bu kez Western’e el atmış, farklı karakterde iki kardeşin tekinsiz öyküsü vasıtasıyla varolmanın karanlığı ve aydınlığı üzerine kafa yormuştu.

72 yaşındaki üretken sinemacının durmak bilmeyen koşusu, farklı kültürler aracılığı ile insan doğasını irdeleme arzusu sürüyor. Bu kez Fransız yazar Boris Razon’un 2018’de yayımlanmış çok parçalı romanı ‘Écoute / Dinle’nin bir bölümünden yola çıkarak çektiği Emilia Pérez’in Mexico City’de geçen çizgi dışı öyküsünü bilmediği bir dilde İspanyolca konuşan oyuncularla çekmiş. Audiard bununla da kalmamış, uzun zamandır içinde ukde olarak kalmış müzikal çekme arzusunu marjinal öykünün hizmetine vermiş.

Bob Fosse başyapıtı ‘Cabaret’, ‘Les Parapluies de Cherbourg’ ya da ‘Hair’ gibi tarihi ve politik arka plana sahip müzikalleri sevdiğini ifade eden sinemacı, cinayet, vahşet ve toplu katliamlar ortamında hukukun işlemediği kayıp giden Meksika fonu üzerinden yükselen bir cinsel özgürlük çığlığını duyurmak istemiş. Adaletin satışa çıktığı yozlaşmış bir toplumda mutsuzluğunu ve çaresizliğini yaşayan Rita’nın yolu dilediği biçimde yaşamayı arzulayan, benliği ile onu bir gölge gibi takip eden canavar kişiliği arasında bocalayan, hissettiği gerçeği ile yaşamak ve kendini sevmek isteyen Manitas ile kesişiyor. Arzular, tutkular, özgürlük hayalleri müzikallerde pek rast gelmediğimiz cesurlukta şarkı sözleri ve danslarla dile geliyor.

Film Cannes’dan çok rastlanmadık bir biçimde iki ödülle birden döndü. Üçüncülük anlamına gelen Jüri Ödülü ve de filmin 4 kadın performansına toplu olarak takdim edilen ‘en iyi kadın oyuncu’ ödülüyle birlikte. Rita’da Zoë Saldaña, Manitas’ın karısı Jessi’de Selena Gomez, Eliza’nın kaçamak sevgilisi Epifania’da Adriana Paz, Jessi’nin aşığı Gustavo’da Édgar Ramírez’i ilgiyle izliyoruz. Ancak filmin asıl yıldızının hem Manitas hem de Emilia’yı canlandıran trans oyuncu Karla Sofía Gascón olduğunun altını çizmeliyim. Besteci Clément Ducol ve şarkıcı Camille Dalmais’nin akılda kalıcı şarkıları, Belçikalı koreograf Damien Jalet’nin hazırlamış olduğu dans sekansları birinci sınıf. Paul Guilhaume’un ışıklandırma efektleri ile bezenmiş 35 mm’lik görüntü çalışması da öyle. Audiard’ın nicedir düşlediği Almodovar hissiyatındaki çağdaş operasını kaçırmamanızı, tüm görkemi ve renkliliğinin tadına varabilmek için mümkünse geniş perdede izlemenizi öneririm.

(06 Aralık 2024)

NOT: Bu yazı yayına girdiği sırada, ‘Emilia Pérez’ 07 Aralık 2024 akşamı İsviçre’nin Lucerne (Luzern) kentinde gerçekleşen 37. Avrupa Sinema Ödülleri töreninde En İyi Film, Yönetmen ve Senaryo (Jacques Audiard), Kadın Oyuncu (Karla Sofía Gascón), Kurgu (Juliette Welfling) dallarında toplam 5 ödül kazanarak geceye damgasını vurmuştur.

(08 Aralık 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Hayat İleriye Bakarak İlerler

Unutulmaz ‘Mary and Max’in yönetmeni Adam Elliott uzun bir aranın ardından binbir emekle kotardığı yeni filmi ‘Bir Salyangozun Anıları / Memoir of a Snail’ ile sinema salonlarını şenlendiriyor. Avustralyalı dahi sinemacının bilgisayar mamullerine yüz vermeden, stop-motion tekniği yoluyla el emeği büyüleyici görsellerini sinema sanatının hizmetine sunduğu son animasyonu, Elliot’un önceki çalışmaları gibi yetişkin izleyici için yapılmış yılın ufuk açıcı deneyimlerinden biri olarak ilginizi bekliyor.

Film, Grace Pudel’in ağzından geriye dönüşlerle onun hayat hikâyesi etrafında şekilleniyor. Ancak öykü yalnızca onun öyküsünü anlatmakla kalmıyor, başta ikiz kardeşi Gilbert olmak üzere Grace’in hayatına giren ve yaşam çizgisinde ona yön verenlerin serüvenine de ortak ediyor izleyiciyi. Pudel ikizleri doğumda annelerini kaybederek hayata bir adım geriden başlıyor. Grace’in tavşan dudak problemi küçük kızın küçük yaşlardan başlayarak akran zorbalığına maruz kalmasına neden oluyor. Bu noktada, şen şakrak baba ve yaşamı dolduran diğer aile bireylerinin güvenli ortamına sığınan Grace ile Gilbert, babanın

erken kaybıyla ülkenin iki ayrı ucunda oturan koruyucu ailelere teslim ediliyor. Nüdist bir çiftin evinde yalnız ve sevgisiz kalan Grace annesinden miras porselen salyangoz koleksiyonuna sarılıyor. Erkek kardeşi ile birlikte kurduğu canlı salyangoz ailesi misali kabuğuna çekilmiş, sevgili kitaplarıyla birlikte inziva bir hayat süren Grace ergenlik yaşlarına eriştiğinde karşısına çıkan görmüş geçirmiş Pinky’den kabuğunu kırma ve hayata katılma konusunda önemli dersler alacaktır. Kızkardeşi kadar şanslı olmayan Gilbert ise, yerleştirildiği aşırı tutucu Hristiyan ailenin baskıcı evreninde gerçek duygularını ortaya dökmekte zorlanacaktır.

Elliott bir kez daha kendisinin ve dostlarının yaşamlarından buruk anılar ve travmaları eşsiz metaforlar üzerinden aktarmayı seçmiş. Grace bir kavanozda beslediği gözde salyangozuna, hayatının büyük bölümünü psikolojik sorunlar ile geçirmiş ve genç yaşta intihar etmiş Amerikalı şair ve yazar Sylvia Plath’ın adını veriyor örneğin. Doğuştan ötekiler evreninde kaybolmuş genç kızın obje istifçiliği Elliot’un gerçek annesine bir ithaf. Grace’in tavşan dudak problemini yine yakın bir dostunun travmasından izler taşıyor.

Paris’te sokak performansçısı olmayı hayal eden Gilbert’ın baskıcı bir ortamda eşcinselliğini gizleme çabası ve sinema yapma tutkusu yönetmenin kendi yaşamından süzülüp gelmiş. Feleğin çemberinden geçmiş, kuzey ışıklarını görmüş, Fidel Castro ile pinpon oynamış, farklı bir sürü işin üstesinden gelmiş Pinky karakteri Grace’in ilham kaynağı oluyor. Onun dostluğu genç kıza kaybettiklerini unutturuyor. Ona Sylvia’yı azat ederek, yaşamın renklerine ve güzelliklerine açılma zamanının geldiğini hatırlatıyor.

Pinky’nin ağzından dökülen Kierkegaard’ın ‘yaşam geriye doğru bakarak anlaşılabilir, ancak yaşamak için ileriye bakmalıyız’ deyişinden yola çıkmış olan Avustralyalı sinemacı yalnızca Grace’e değil hepimize eşsiz bir yaşam dersi sunuyor. Hayatın sarp yollarında salyangozlar misali geriye doğru değil, geçtiğimiz yoldan bir kez daha geçmeden ileri doğru yürümemizi öğütlüyor. Gri-bej-kahverengi patikalardan gökkuşağının rengarenkliğine ulaşma çabasının yaşamanın amacı olduğunu hatırlatıyor.

Bu güzel ve benzersiz filmin elle emekle yaratılmış ve çok kısa bir süre içinde içimizden birileri olarak benimsediğimiz karakterlerini başarı ile seslendiren Avustralyalı sanatçılar arasında, Grace’de Sarah Snook, Pinky’de eşsiz Jacki Weaver, Gilbert Pudel’de ‘The Power of the Dog’un yükselen genç ismi Kodi Smit-McPhee’in adlarını ayrıca anmak isterim. Gilbert’ın koruyucu ailesinden bağnaz Denise Floyd’un ise bizzat Adam Elliott tarafından seslendirildiğini son bir not olarak düşelim.

(05 Aralık 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Gökyüzü Çok mu Uzak

74. Berlin Film Festivali ana yarışma seçkisinde dünya prömiyerini yapan ‘Mutfak / La Cocina’ çağdaş sinemanın önemli yeteneklerinden Alonso Ruizpalacios imzasını taşıyor. Fransız Yeni Dalgası tadındaki siyah/beyaz ilk uzun metrajı ‘Güeros’ (2014) ile radarımıza girmiş olan Meksikalı yönetmenin, İngiliz asıllı yazar Arnold Wesker’in 1957’de yayımlanmış aynı adlı oyunundan yola çıkan dördüncü uzun metrajı, dünyanın ve de vahşi kapitalizmin kalbi New York’u mesken almasına karşın filme adını veren mutfakta çalışanlar ağırlıklı olarak kıtanın güneyinden göç etmiş yoksul işçilerden oluşuyor.

Bilinen ışıltısının gerisinde siyah-beyaz Times meydanında lokal bir et lokantasını arayan Meksikalı Estela’nın (Anna Díaz) görüntüsü ile açılıyor film. Genç göçmen kız, köylüsü Pedro’nun (Raúl Briones) çalıştığı yerde bir iş kapma peşindedir. Güney Amerika’nın yoksul beldelerinden türlü umutlarla göç etmiş Dominikli, Kolombiyalı, Meksikalıların, Afrikalı ya da Doğu Avrupalı göçmenlerin yanı sıra alt sınıftan Amerikalıların da çalıştığı fast food servisi veren mutfakta, hiperaktif Pedro ana karakter olarak filme ağırlığını koyuyor daha sonra. Sarı saçlarının yüzündeki

hüznünü gizleyemediği Julia (Rooney Mara) hamiledir ondan. Pedro kürtaj parasını denkleştirmiş olmasına rağmen genç kadının bebeği aldırmaması konusunda ısrarlıdır. Onu ve bebeği alıp götüreceği orman içindeki bakir ‘Siyah İnci’ köyünde kimseye eyvallahlarının olmayacağı bir gelecek hayalinin düşüyle. Ancak bir fabrikanın montaj hattı gibi işleyen klostrofobik mutfak düzeninde böylesine hayallere yer kalmış mıdır. Restoran kasasından 800 dolarlık bir meblağın çalınmış olduğu söylentisi ile birlikte mekânda işler iyice karışacaktır.

Londra’daki öğrencilik yıllarında çalıştığı ‘the Rainforest Café’ deneyiminden süzülenleri Wesker’in tek mekânda geçen ünlü oyununa döşeyen Meksikalı sinemacının mutfağı, çağdaş kapitalizmin mikrozmosu misali tıkır tıkır işliyor. Duygusal paslaşmalardan yeterince nasibini almamış bir dar alanda yaşam savaşı veren yoksul insanların mücadelesini kimi zaman zincirlerinden kopmuş gerçeküstücü komik bir atmosfer içinde

aktaran Ruizpalacios, her birinin ayrı ayrı düşleri, küçük de olsa hayattan beklentileri olan karakterlerine küçük ama etkileyici dokunuşlarla can vermiş. Umut etmeyi inatla sürdürür onlar, ama molalarda hava almaya çıktıkları çöp arabaları ile dolu Manhattan’ın arka sokağında gökyüzü bile uzaktır onlara. Çok güzel bir planda, kaygısızca uçuşan kuşların özgürlüğüne olan açlıklarını duyumsarız.

Mütevazı restoranın yabancı kökenli patronu kendinden sonra gelenlerin sırtından para kazanırken onları küçük vaatler ile daha verimli çalıştırma derdindedir. Böylece, kapitalizmin sömüren özünü irdelerken, onun topluma dayattığı kalitesiz beslenme düzenine de tanıklık ederiz. Çalışanlar bir montaj hattında sürekli üretmelidir, kalite değil miktar önemlidir. Bu süreçte emekçinin değeri olmadığı gibi, üretilenin de fazlaca bir değeri yoktur.

Filmin, çevreci hareketin öncüsü sayılan Henry David Thoreau’nun dizeleri ile açılması rastlantı değil. ‘Sivil İtaatsizlik’ adlı eseri ile Mahatma Gandhi, Martin Luther King ve Nazi karşıtı direnişe ilham vermiş olan, basitliğin ve otantikliğin önemini vurgulamış, çağdaş teknolojinin insani değerleri örselendirmesinden hep endişe duymuş, ‘lokomotif sesleri rüyalarımızı bölüyor’ demiş olan 19. yüzyıl yazar ve filozofu, Meksikalı sinemacının söylemine tercüman olmuş. Tam da bu nedenle ünlü Times meydanı rengarenk şaşaası içinde değil, evsizlerin düş kırıklıkları ile yansıyor perdeye. Mutfak çalışanlarının kapalı bir ortamda ölümü bekleyen ıstakozlara benzeten Ruizpalacios, çağdaş trajedisini görselleştirirken, siyah-beyaz tercihinin ötesinde klostrofobik mutfak ortamında kare format kullanmış. Öykünün mekân dışına taştığı kimi bölümlerde ise genişleyen format ile bir nebze olsun nefes alma fırsatı buluyoruz.

(04 Aralık 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Paris’te Buruk Tango

Cannes’da dünya prömiyerini yapan ‘Maria Olmak / Being Maria’ keşke Maria Schneider hayattayken çekilebilseydi. Ancak sanat adına erkeklerin kadınlardan diledikleri gibi yararlanma hakkına sahip olduklarını düşündüğü geçmişin eril ikliminde bu pek de mümkün olmayacaktı herhalde.

50 küsur yıl önce sinema alemini sallamış ünlü ‘Paris’te Son Tango’nun yaratıcısı Bernardo Bertolucci, karısının intiharının ardından yaşadığı depresyonu kendinden çok daha genç bir kadına duygusal ve fiziksel bir tahakküm kurarak dışa vuran orta yaşlı bir adamın öyküsünde dönemin dev aktörü Marlon Brando’nun karşısına henüz 19 yaşında deneyimsiz bir oyuncuyu seçtiğinde, Fransız sinemasının emektarlarından Daniel Gélin’in soyadını bile vermediği gayrimeşru ilişkisinden olma kızı Maria, model annesiyle sorunlu geçmiş yeni yetme yıllarının ardından böylesine cazip bir teklifi hiç düşünmeden kabûl eder. Birbirleri hakkında (adları dahil) hiçbir şey bilmeden fiziki bir birliktelik yaşayan ikilinin pornografi sınırlarında gezinen hikâyesi için boş bir sayfaya benzettiği gencecik Maria’nın yaralı ve kırılgan çehresi çekici gelmiştir İtalyan

sinemacıya. Fiziksel ilişkinin daha agresif daha sert yaşanması gerektiği konusunda ısrarlı olduğunda, Brando ile gizlice anlaşarak, genç kızın haberi ve rızası olmadan senaryo dışı ‘tereyağlı’ tecavüz sahnesini çekerler. Doğaçlama çekilen sahnede Bertolucci Maria’nın rol yapmadan aşağılanmayı ve şiddeti duyumsamasını filme almak istemiştir. Maria şaşkındır. Film setinde başına gelenleri önleyemeyecek kadar korkmuş ve çaresizdir. Fiziksel bir penetrasyon olmasa da psikolojik şiddete maruz kalan genç oyuncu, iki erkeğin tecavüzüne uğradığı hissiyatından kurtulamaz. Brando olayı ‘alt tarafı bir film’ diye geçiştirirken kimse onu teselli etmemiş, Bertolucci genç kadından özür bile dilememiştir.

Maria başına gelenleri bir röportajda dile getirince menajeri tarafından azarlanır, basın karşısında rol yapmaz ise başka iş alamayacağı konusunda uyarılır. Film sonrasında iki adam kendi yollarına giderken, Maria kendisini her gün paralayan basının ve onu ahlâksızlıkla suçlayan izleyicilerin hedefi olmayı sürdürür. Öz babası tanıtımın kötüsü olmaz diyerek olayın üzerinde durmaz

bile. İşin kötüsü şimdi herkes ondan yeni bir ‘tango’ ve çıplak oynayacağı filmler beklerken, bedenini satmak değil film yapmak isteyen Maria’yı zor bir süreç beklemektedir. Daha sonra Antonioni ile çektiği 1975 yapımı ‘Yolcu / Professione: Reporter’ haricinde önemli bir projede yer alamayacak, yaşadığı travma ile uyuşturucu batağından da geçecektir.

Günümüzde ne dünya ne de sinema sektörü 50 yıl öncesinin eril kuşatmasında değil kuşkusuz. Geçtiğimiz aylarda izlediğimiz ve Schneider’in başına gelenlerden esinlenmiş olan ‘Kötü Oyuncu / Un Actor Malo’ örneğinde olduğu gibi, Maria’nın kuzeni Vanessa Schneider’in 2018’de yayımlanan anı romanı ‘Tu t’appelais Maria Schneider’den uyarlanan yapım, geçtiğimiz aylarda izlediğimiz ve

Maria’nın kuzeni Vanessa Schneider’in 2018’de yayımlanan anı romanı ‘Tu t’appelais Maria Schneider’den uyarlanan yapım, geçtiğimiz aylarda izlediğimiz ve Schneider’in başına gelenlerden esinlenmiş olan ‘Kötü Oyuncu / Un Actor Malo’ örneğinde olduğu gibi, bugün ‘MeToo’ hareketiyle açılan yolda çok şeyin değiştiğinin güncel bir örneği olarak ilgiyle izleniyor. Jessica Palud’nun yönettiği yapımda Maria’yı Romanya asıllı Anamaria Vortolomei, Brando’yu Matt Dillon, Bertolucci’yi Giuseppe Maggio, Maria’nın partneri Noor’u ise Céleste Brunquell canlandırmış.

İçine düştüğü bunalımı uzun yıllar atlatamayan Maria’nın nihayetinde avukat olup kadın haklarının peşine düştüğünü ve ne yazık ki amansız hastalığı nedeniyle genç sayılabilecek bir yaşta aramızdan ayrıldığını biliyoruz. Schneider’in son dönemlerine değinmeyen yapım, ‘Paris’te Son Tango’nun final repliğinden yola çıkarak, kendisi ile yıllar sonra görüşmek isteyen, muhtemelen çekimlerine başlayacağı ‘1900’ filminde rol almasını isteyeceği Bertolucci’yi reddederken onu tanımadığını, kim olduğunu bilmediğini dile getirecektir.

(23 Kasım 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Diktatörlük Başa Bela

‘Gladyatör / Gladiator’ üçüncü milenyumu başlatan kült filmlerdendir. Ridley Scott’ın Hollywood tarihinin Roma dönemine ait ‘Ben-Hur’ ya da ‘Spartacus’ benzeri efsanelerine çağdaş bir dokunuş yapmış bu önemli seyirliği nerdeyse çeyrek asır sonra görkemli bir devam filmiyle dönüş yapıyor.

80’li yaşlarının ikinci yarısındaki deneyimli Scott’ın şaşılacak genç bir enerjiyle işe koyulduğu ‘Gladyatör II / Gladiator II’, bilge imparator Marcus Aurelius’un ölümünden 16 yıl sonra, demokratik Roma Cumhuriyeti hayalinin unutulmaya yüz tuttuğu bir dönemde açılıyor. Basiretsiz ikiz imparatorlar Geta ve Caracalla’nın iktidarında derin bir yolsuzluk ve saldırganlığa sahne olmuş Roma’da ordu Kuzey Afrika’daki son bağımsız cumhuriyet olan Numidia’yı sömürgeleştirmenin peşindedir. Marcus Acacius (Pedro Pascal) yönetimindeki ordu denizden mazlum halkın surlarına dayandığı kanlı bir taarruzla açılıyor film. Saldırıda savaşçı eşini yitiren Hanno (Paul Mescal) köle tacirlerine satılan diğer esirlerle birlikte gladyatör olarak eğitilmek üzere Roma’ya getirildiğinde hayatta kalmak, yitirdiği karısı ve halkının intikamını almanın peşindedir.

Senato’nun ve demokratik hakların askıya alınmış olduğu diktatörlük Roma’sında siyaset gücün denetimindedir. Roma halkı yoksulluktan kırılırken, yeni diyarları fethetmenin sarhoşluğu içindeki imparatorluk umut etmeyi unutmuş insanları Kolezyum’da düzenlenen kanlı oyunlar ile uyutmayı sürdürmektedir. Dokunduğu herşeyi yakıp yıkan bu hastalıklı şehir herkesin güvende ve adil bir düzende yaşadığı Aurelius’un ‘Roma Hayali’ni hayata geçinecek bir lidere ihtiyaç duymaktadır. Baş düşmanı bildiği general Acacius ile yolları keşişecek olan Hanno, Romalı geçmişini öğrendiğinde güç savaşları başlayacaktır.

‘Gladyatör II’ politik söylemiyle çağımıza referans olacak, hatta ‘Megalopolis’ projesini hayata geçirirken antik Roma ile ABD arasında paralellikler kuran Coppola’nın kulaklarını çınlatan önemli bir potansiyele sahip. Doyurulması gereken insanlara ‘savaş yesinler’ diyecek kadar gözü dönmüş imparatorlar, ya da filmde

geçen ‘uzak diyarları yakıp yıkarlar, sonra da barış getirdik yalanına sığınırlar’ benzeri replikler çağdaş ABD’nin yayılmacı politikaları ile benzerlikler kuruyor. Ama nihayetinde filmin derdinin bu olmadığını hepimiz biliyoruz. Politik soslu gösterişli bir tarihsel epik ile parlak bir gişe hedeflenmiş kuşkusuz.

İlk filme kıyasla daha pahalı setler, daha yoğun CGI kullanımı ve her devam filminde olduğu gibi daha fazla aksiyon sahneleri izliyoruz. Karakterlere gelecek olursak, bağımsız filmlerde ilgiyle izlediğimiz genç kuşağın önemli yeteneklerinden Mescal, ilk filme karizması ile damgasını vurmuş Russell Crowe’un gölgesinde kalmış. Bunda karakterinin biraz çalakalem yazılmış olmasının ve de yaşadığı trajedinin efsanevi Maximus denli vurucu olmayışının rolü var kuşkusuz. Buna karşılık yeni ordular komutanı Acacius’ta Pascal’ın yetirince geliştirilemeyen kısa tutulmuş kompozisyonuna yazık olduğunu söylemeliyiz.

İlk filmin kötü adamı Commodius’ta harikalar yaratmış Joaquin Phoenix’e ikame ikiz imparatorlar ise sığ bir sirk palyaçosu görünümünde etkisizler. Devam filminin belki de en çarpıcı artısı Denzel Washington’ın canlandırdığı kölelikten gladyatör tüccarlığına terfi etmiş Thysdrus’lu Macrinus’un güç arenasında yükseliş hikâyesi olmuş. ‘Halkı yönlendireceksin, siyaset buna denir’ repliğiyle parlayan siyahi aktörü özlemişiz. Film son bölümlerde kolezyumda köpek balığı benzeri şovlar ile aksiyona bulanmış -bizim yerli dizileri hatırlatan- ağdalı dramatik gelişmelerle irtifa kaybediyor belki, yine de ‘diktatörlük hepimizin başına bela’ alt metni umudu okşuyor.

(22 Kasım 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

14. Suç ve Ceza Film Festivali’nde Kaçırılmaması Gerekenler

22 – 28 Kasım 2024 tarihleri arasında yapılacak olan 14. Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali, pogram direktörü Alin Taşçıyan’ın özenle hazırlamış olduğu heyecan verici programıyla dikkat çekiyor. Festival bu yıl İstanbul Büyükşehir Belediyesi Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda Orson Welles’in 1962 yapımı klasik başyapıtı ‘Dava / The Trial’ ile açılıyor. Franz Kafka’nın baskıcı devlet mekanizması önünde bireyin adalet arayışının simgesi olmuş 1924 tarihli aynı adlı romanından uyarlanan film 62 yıl sonra restore edilmiş kopyasından gösteriliyor.

Bu yılki afişi ‘Dava’ filminden seçilmiş bir kare üzerinden tasarlanan festivalin programı Cannes, Berlin, Sundance, Tribeca, Toronto, Venedik gibi önde gelen festivallere seçilmiş, birçoğu ödül kazanmış filmlerden oluşuyor. Adalet kavramını hem estetik hem de politik yönlerden farklı konu ve stillerle ele alan ve birkaç tanesi haricinde vizyonda ya da dijital platformlarda kolay kolay karşınıza çıkmayacak olan toplamdan, iki tanesi klasiklerden olmak üzere 16 filmlik kişisel bir seçkiyi siz okurlarımın dikkatine sunmak istedim. Sırası pek de önemli olmayan ‘kaçırılmaması gerekenler’ listem şu filmlerden oluşuyor:

1- HAM ELMAS / Diamant Brut
Bu yıl Cannes Film Festivali ana yarışma seçkisinde yer alan Agathe Riedinger’in ilk uzun metrajı, zamanın ruhunu gencecik insanlar üzerinden yansıtan çarpıcı bir toplumsal eleştiriye soyunmuş. Film, gelecek hayalini internet fenomeni ve televizyon şöhreti olmak üzerine kuran 19 yaşındaki yoksul ve eğitimsiz Liane’ın hayatta kalabilmek için elindeki tek sermaye olan kendi bedenine yatırım yapmasını anlatıyor.

2- ÇALINAN GEZEGENİM / سیاره‌ی دزدیده‌شده‌ی من
2024 Selanik Belgesel Festivali’nden büyük ödül Altın İskender ve FIPRESCI ödülü ile dönen film, yönetmen Ferahnaz Şerifi’nin doğduğu yıl gerçekleşen İran İslam Devrimi’nin getirdiği hicap zorunluluğuna karşı çıkan kadınların miting görüntüleriyle açılıyor, 2022’de Mehsa Jina Emini’nin katlinin doruğa çıkardığı aynı amaçlı protestolarla sonlanıyor. Bu derinden etkileyici belgesel, devrim öncesinden kayıtları ihtiva eden bir tür günce ve sivil arşiv işlevi görüyor.

3- KIRMIZI ÇOCUKLAR / Les Enfants Rouges
Lotfi Achur’un Locarno ‘Bugünün Sinemacıları’ seçkisinde dünya prömiyerini yapan film, Tunus’un dağlık bir bölgesinde kuzeni cihatçılar tarafından öldürülen çocuk yaştaki Achraf’ın gözünden yaşananları anlatıyor. Çok katmanlı yapımda Wojciech Staroń’un çarpıcı sinematografisi, kanun kuvvetlerinin terörizmle mücadelede yetersiz ve duyarsız kaldığı bir iklimin fotoğrafını çekiyor.

4- BOŞLUKTAKİ BEDENLER / Adespota Kormia
Selanik’te özel mansiyon ile ödüllendirilen yaratıcı hibrit belgeselde, AB üyesi devletlerin kürtaj, tüp bebek ve ötanazi yasalarındaki tutarsızlıklar nedeniyle bir ülkeden diğerine giden kadınları takip eden yönetmen Elina Psykou bedenin özerkliğinin altını çizen hak ve özgürlük temelli bir ‘kadın filmi’ yapmış ama bütün meşru karşı görüşlere de yer vermiş.

5- SÜLEYMAN’IN HİKÂYESİ / L’Historie de Souleymane
2024 Cannes ‘Belirli bir Bakış’ bölümünde en iyi erkek oyuncu ve jüri ödülüne layık görülen filme adını veren Süleyman, iltica talebi kabul edilene kadar geçimini sağlayabilmek için Paris sokaklarında pedal çevirerek yemek taşıyan Gineli bir kurye. Yönetmen Boris Lojdkine’in genç adamın emeğinin sömürülmesini ve son mülakat yaklaştıkça artan endişesini hareketli kamerayla izleyiciye aktarışı etkileyici.

6- CENNETİN YANINDAKİ KÖY / The Village Next to Paradise
Cannes Film Festivali’ne seçilen ilk Somali filmi olarak tarihe geçen yapım, insansız hava saldırıları altındaki yoksul halkın hayatını anlatırken, Batı’nın ülkeye önyargılı bakışının tam tersi bir manzara çiziyor. Oyuncuların amatör oluşu filmi daha da otantik kılarken köy hayatı ve doğa tüm renkleriyle perdeye yansıyor.

7- ÜÇ SİYAH IŞIK GÖRDÜM / Yo Vi Tres Luces Negras
2024 Berlin Film Festivali Panorama bölümünde dünya prömiyerini yapan yapım katı gerçekliğin içinde metafizik bir dünya tasvir ediyor. Yönetmen Santiago Lozano Álvarez Kolombiya’da insanların her gün karşı karşıya kaldıkları tehdit ve şiddeti sergilerken, halkın katlanmak zorunda kaldığı korku ve yıkımı tüyler ürpertici bir bakışla aktarıyor.

8- HAYALLERİN EŞİĞİ / Rafaat Einy Il Sama
2024 Cannes Altın Göz En İyi Belgesel ödülü sahibi yapım, Mısır’ın eski halklarından Kıptîlerin yaşadığı bir kasabada geçen büyüme öyküsü üzerine. Umut saçan belgesel, hayallerini gerçekleştirmekle toplumun beklentileri arasında kalan bir grup genç kadının ataerkil düzen içinde kendilerini özgürce ifade etmek için sokak tiyatrosu yapmasını konu alıyor.

9- SANTOSH
İngiltere’nin taze Oscar adayı ilan edilen film, Hindistan’ın insanları doğuştan cinsiyetlerine ve kastlarına göre ayrımcılığa uğratan sistem içinde adalet nasıl sağlanırı tartışmaya açıyor. Ölen kocasının yerine polis memuru olarak işe giren Santosh bir yandan mizojini ile mücadele ederken, öte yandan kast sisteminin en altında kaldıkları için sürekli istismar edilen Dalit toplumundan bir kız çocuğunun ‘Narin Güran Vakası’nı andıran katlini araştırıyor.

10- BİSİKLET SATRANCI / Велошах
2024 Tribeca Festivali Uluslararası En İyi Kurmaca ödüllü Kazakistan yapımı, hükümeti iyi gösterecek haberler üretmeleri için görevlendirilen bir devlet televizyonu muhabiri ve kameramanı hakkında absürt bir güldürü. Meslek etiği ile devlet propagandası arasındaki çelişkiyi irdeleyen filmin en şaşırtıcı yanı ise bahsi geçen haberlerin gerçek bültenlerden alınması.

11- HAYALETLER / Les Fantômes
2024 Cannes Eleştirmenler Haftası seçkisinin açılış filmi, Suriye’deki iç savaşa yol açan baskı rejiminin mağduru Hamid’in adaleti sağlama çabasına odaklanıyor. Sesini tanıdığı ama yüzünü görmediği işkencecisinin peşine düşen genç adamın serüveni, Nazi Almanyası’ndan Güney Amerika diktatörlüklerine savaş suçluları ve işkencecilerin izinin sürüldüğü filmlerin psikolojik açıdan daha yoğun bir örneği olarak dikkat çekiyor.

12- HAİN / Landesverräter
Michael Krummenacher imzalı yapım, İkinci Dünya Savaşı sırasında prensipte tarafsız olan İsviçre’nin tarihinden az bilinen bir kesit sunuyor. Casuslukla suçlanan İsviçre vatandaşı Ernst Schrämli’nin gerçek yaşam öyküsünden yola çıkan film geçmişle hesaplaşırken, ülkenin tarafsızlığını Mihver Devletleri ile silah ticareti üzerinden sorgulayan cesur ve eleştirel bir dönem filmi olarak ilgi çekiyor.

13- CEVİZ YAPRAKLARI SARARDIĞINDA / Demo Ke Pelê Gozan Bîyî Zer
Yönetmen Mehmet Ali Konar’ın ilk gösterimini 47. Göteborg Film Festivali’nde yapan üçüncü uzun metrajı, Türkiye’nin yasaklar, kayıplar ve başka dertlerle yaralı Kürt coğrafyasında, ülkenin gündeminden düşmeyen ağır politik sorunları masum çocukların gözünden incelikle ve dokunaklı bir biçimde anlatma becerisini sürdürüyor.

14- GECENİN KIYISI
Dünya prömiyerini Venedik Film Festivali’nde yapan, 2024 Adana’dan 3 Altın Koza ile dönen Almanya doğumlu yönetmen Türker Süer’in ilk uzun metrajı, orduya kayıtsız şartsız sadakatini asker babası aleyhine tanıklık ederek kanıtlamış genç subayın, kendisi gibi subay olan ağabeyini ifadesi alınmak üzere otomobille İstanbul’dan Malatya’ya götürdüğü 15 Temmuz 2016 gecesinde komutanına ve orduya sadakatini sorgulayışının hikâyesi.

15- KARA TANRI, BEYAZ ŞEYTAN / Deus e O Diabo Na Terra Do Sol
Glauber Rocha’nın toplumsal adaletsizliğe başkaldıran 60 yıllık çarpıcı yapıtı restore edilmiş kopyasından gösteriliyor. Brezilya ‘Cinema Novo’ akımı ustasının iki bölümlük öyküsü, ülke tarihine geçmiş gerçek eşkiyalardan esinlenen karakterleri, dini ve politik simgeleri, Pasolini filmlerinden, Western ve büyülü gerçekçilik akımından izler taşıyan sinema diliyle defalarca izlenecek bir klasik.

16- ŞEHİRDE İKİ ADAM / Deux Hommes Dans La Ville
Fransa’da hâlâ giyotinin kullanıldığı bir dönemde idam cezası karşıtı olarak çıkarak öne çıkmış olan 1973 yapımı film, ölüm cezası ile yargılanmış yönetmen José Giovanni’nin gerçek yaşamından dokunuşlar içerir. Geçen Ağustos ayında kaybettiğimiz Alain Delon ile Fransız sinemasının ikonlarından Jean Gabin’in ölümsüz hatırası için izlenmeye değer olan yapım, 1974 kışında Kadıköy Sineması’nda filmi ilk kez izlemiş Anadolu yakalı bizim kuşağı bir nostalji turuna çıkaracağa benzer.

(14 Kasım 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Unutma İkisi de Sensin

Jane Fonda’nın 80’li yıllarda yaptığına benzer bir aerobik programının yıldızı, eskinin Oscarlı oyuncusu Elisabeth Sparkle (Demi Moore) ilerleyen yaşı nedeniyle tam da 50. doğum gününde işine son verildiğinde dünyası başına yıkılır. Ona kendini özel hissettiren geniş hayran kitlesini yitirdiğinde Beverly Canyon’daki lüks sığınağının yapayalnızlığından başka bir şey kalmamıştır elinde. Fransız yazar yönetmen Coralie Fargeat’ın 77. Cannes Film Festivali’nde sansasyon yaratan ikinci uzun metrajına adını veren ‘Madde’ ya da ‘Cevher / The Substance’, ‘daha iyi bir versiyonunuzu hayal ettiniz mi hiç? daha genç, daha diri, daha seksi bir siz istiyorsanız bu yeni ürünü denemelisiniz’ benzeri bir slogan paketiyle tam bu noktada hayatına girer.

Tek bir iğne DNA’sını harekete geçirecek, yeni bir hücresel bölünme başlatarak kendi bedeni içinden daha genç ve pürüzsüz yeni bir versiyonun ortaya çıkmasını sağlayacaktır. Bedeni yırtılarak ‘Alien’ misali vücudundan çıkan Sue (Margaret Qually), Elisabeth (ya da Lizzie)’nin 23 yaşındaki versiyonu olarak onun şov dünyasındaki yerini alır. Ancak unutulmaması gereken şey ana kaynağın Lizzie, tek kuralın ise paylaşmak olduğudur. Telefondaki sesin yönlendirmesi ile metruk bir adresten temin edilen sıvı ve beraberindeki kitlerin yedişer gün arayla değişimli olarak iki beden arasında dengeli bir biçimde kullanılma zorunluluğu vardır. Yoksa herhangi bir gecikme vahim sonuçlara yol açabilecek, bir tarafın fazladan kullandığını diğer taraf kaybedecek ve bu kaybın geri dönüşü olmayacaktır.

‘Cevher’ erkek egemen şov dünyasını, şöhret kültürünü ve kadınların sektörde var olabilmek için uymak zorunda oldukları klişe güzellik standartlarını topa tutarcasına eleştiriyor. Eril dünyayı temsil eden küstah ve mide bulandırıcı televizyon yapımcısının (Dennis Quaid) #Me Too hareketini başlatan skandalların ana aktörü Harvey Weinstein ile aynı adı taşıması bu açıdan anlamlı. Film bununla da kalmıyor. Çağdaş tüketim toplumunda yapayalnızlığı gözlerimizin içine sokarken, kuşaklararası kadim çatışmayı ve rekabetin karanlık yollara sürüklediği ezeli ebedi ana-kız ilişkisini didikliyor. Tüm bunları yaparken, Cronenberg, Carpenter, Lynch ya da Haneke gibi ustalardan aldığı esini saklamayan Forgeat, Kubrick tarzı kırmızı ve beyazın egemen olduğu geniş açılı stilize görsel dünyasını ustaca kuruyor.

Fargeat öfkesini şiddet yüklü, seyri çok da kolay olmayan bir kan deryasında açığa çıkarmayı seviyor. Western esintili gerilim türüne feminist bir yorum getirdiği 2017 yapımı ‘İntikam / Revenge’ adlı ilk uzun metrajında, işleri bittiğinde kendisini hunharca yok etmeye çalışan patriyarkal düzenin temsilcisi 3 erkek arkadaşı şiddetin doruğa çıktığı vahşi bir kovalamacanın ardından nasıl telef ettiğini izlemiştik. ‘Cevher’in uyuşmaz ikilisinin kaçınılmaz sonunu yine gözü pek ve cüretkâr bir kan ve dehşet denizinde noktalamış. En iyi senaryo ödülü ile döndüğü Cannes’daki prömiyerinde smokinli beyler ve şık tuvaletli hanımların perdeden nerdeyse üzerlerine sıçramış olan kan tufanı konusunda hassas izleyiciyi uyarmış olayım. Buna karşılık, Demi Moore’un yıllar sonra kendi personasını ti’ye aldığı yılın en cesur ve özgün filmi ile karşı karşıya olduğumuzun altını çizmek isterim.

(08 Kasım 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Gerçek Bir Hikâye, Gerçeküstü Bir Mücadele

İyi ki yapılmış dediğiniz filmler vardır. ‘Bir Cumhuriyet Şarkısı’ işte böyle yapımlardan. İş Bankası’nın desteği ve BKM ekibinin yaratıcı katkıları ile kotarılan, Yağız Alp Akaydın’ın yönetmenlik koltuğuna oturduğu film, ilk Türk Operası ‘Özsoy’un 26 günde yaratılış ve sahnelenme sürecini anlatıyor.

Genç Cumhuriyet türlü imkansızlıklarla mücadele ederek kısa bir zaman dilimi içerisinde büyük inkılâpları gerçekleştirmiş, kültür devrimi sürecinde önemli adımlar atılmıştır. Tutkunu olduğu Tosca operasını ilk kez Belgrad’da izlemiş olan Gazi Mustafa Kemal, İran Şahı Rıza Pehlevi’nin 1934 Haziran’ında Ankara’yı ziyareti şerefine bir opera bestelenmesini buyurmuştur. Eserin Firdevsi’nin ‘Şehname’sinden alınan, yüzyıllar boyunca Türkiye ile İran’ın kardeş olduğunu vurgulayan metnini bizzat kendisi, librettoyu ise gözde danışmanı Münir Hayri (Egeli) hazırlar.

Sıra operayı besteleyecek müzik adamına geldiğinde, özel yetenek bursu ile Paris’te öğrenim görmüş Ahmet Adnan (Saygun) bu görev için seçilir. Genç müzisyen böylesine zorlu bir talep karşısında şaşkındır. Uykusuz gecelerde eserin ortaya çıkmasının yanı sıra, önemli rolleri seslendirecek solistler bulunması, yoktan bir koro oluşturulması, gerekli dekor ve kostümlerin sağlanması gerekmektedir. Riyaset-i Cumhur Filarmoni Orkestrası’nın başındaki Ekrem Zeki (Üngör) beyin Salierivari engellemeleri ise işin cabasıdır. Ancak büyük işler küçük kaprislere terk edilmeyecek, Gazi Paşa’nın dediği gibi meşakkat olmadan başarı

gelmeyecektir. Olmayan en önemli şey ‘zaman’dır belki, lakin insanlar gerçekten inanınca engellerin yıkılabileceğinin mucizevi bir temsilidir ‘Özsoy’ operasının ortaya çıkışı. ‘Yokları sayanlar hiçbir mücadeleden çıkamaz’ diyen Gazi Mustafa Kemal ilk yerli operanın sahnelenişini bir devrim hareketi olarak tanımlayacak, Halkevi’nde ilk kez temsil edilen eseri, Balkan topraklarında tanıyıp aşık olduğu, ancak ‘bizim savaşımız bitmez’ hüznü ile cepheye döndüğünde ardında bıraktığı güzel Miti’nin hatırasına dalarak alkışlayacaktır.

‘Bir Cumhuriyet Şarkısı’ şimdilerde çok da ihtiyacını duyduğumuz bir özveri destanının, imkânsızlıklar içerisinden bir cumhuriyet çıkartan yüce bir neslin bugün ders alınması gereken öyküsüdür. İçinde yaşadığımız karanlık günlerde böylesine içten, hamasi olmayan, özenli dekoru, kostümü ile su gibi akan bir anlatıya

ne kadar ihtiyacımız olduğunu hissettim ve yoğun duygular yaşadım filmi izlerken. 54 yaşındaki Gazi Mustafa Kemal’de Ertan Saban, Ahmet Adnan’da Salih Bademci başta olmak üzere tüm oyuncu kadrosu Cumhuriyet’i kurup yüceltenlerin engel tanımayan yılmaz özverisini yorumlayışlarında son derece etkileyicilerdi.

İlk opera sanatçılarımızdan Nimet Vahid’in (Birce Akalay), Nurullah Şevket’in (Burak Bilgili), Ziraat Mektebi Kütüphanesi’nden davudi sesi nedeniyle kadroya dahil edilen Süleyman bey’in (Mehmet Özgür) onurlu hatırası önünde saygı ile eğilirken, Gazi Mustafa Kemal’in makyajını üstlenen Suzan Kardeş’in, final jeneriğinde ‘Kırmızı Gülün Adı Var’ türküsünü seslendiren Dilek Türkan’ın adlarını ayrıca anmak ve emekleri için teşekkür etmek isterim.

(03 Kasım 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Biz Venom’uz

Marvel Sinematik Evreni’nin (kısaca MCU) esrarengiz ve karmaşık olduğu kadar en eğlenceli serilerinden ‘Venom: Zehirli Öfke’nin üçlemeyi tamamlayan son epizodu dünya sinemaları ile birlikte bizde de gösterimini sürdürüyor. ‘Venom: Son Dans / Venom: The Last Dance’ araştırmacı gazeteci Eddie Brock’un (Tom Hardy) ikinci filmde başına gelenlerin ardından kaçtığı Meksika’dan açılıyor. Aynı bedende birlikte soluk aldığı uzaylı Venom ile iyice kanka olmuş olan Brock, şehir katedralinde tuhaf bir biçimde bıçaklanmış olarak bulunan New York polis teşkilatından dedektif Patrick Mulligan’ın (Stephen Graham) katlinden sorumlu olarak aranmaktadır. Gazetecimiz Manhattan’a geri dönerek adını temize çıkarma peşindedir, lakin bela bu defa çok daha büyüktür. Uzay hapishanesi mahkûmu ‘Boşluğun Tanrısı Knull’ (Andy Serkis), iki kafadarın enerjisinden türemiş özgürlüğünün anahtarı ‘codex’i ele geçirip esaretinden kurtulabilmek için simbiyot çocuklarını dünyamıza göndermiştir. Öte yandan Nevada’nın uzaylı yaratıklar üzerine araştırmalar yapan 51. Bölge’deki gizli üssü devre dışı bırakılmak üzeredir. Bölgeye turistik bir gezi yapmak için yola çıkan çağdaş hippi Martin (Rhys Ifans) ile ailesinin yolu ‘Biz Venom’uz’ sloganı ile bağlılıklarını perçinleyen ikilimiz ile çakışacaktır.

2018 yılında ana karakter olarak beyazperdeye taşınan ilk ‘Venom’, başroldeki Hardy’nin karizması ve sevgilisi rolünde Michelle Williams’ın eşliği ile şirin bir romantik komedi havasında başlamış, iki farklı organizma arasında biyolojik ilişki boyutuna geçildiğinde ‘Laurel ile Hardy’ benzeri bir dinamikten beslenen zıt kardeşler komedisine evrilmiştir. İlk üçlemenin bu son epizodunda daha ilk sahneden aksiyon planına geçiyoruz. Buna karşılık iç içe geçmiş iki organizma arasındaki atışmalar baş döndürücü serüvenin tuzu biberi olmayı sürdürüyor. Stanley Kubrick’in aya ilk inişi Hollywood stüdyolarında çekmiş olduğu rivayeti, Brock’un

uçak üzerinde tutunmaya çalıştığı sahnede ’Tom Cruise bunları nasıl yapıyor’ benzeri espriler ya da sakalı daha bir beyazlamış, kilo almış, ayağı terlikli salaş Hardy’nin ‘daha önce dünyanın en seksi erkeği ünvanını almıştım’ şeklinde kendisi ile dalga geçtiği bölümler, son epizodun adına nazire olarak Brock ile Las Vegas’a gönül eğlendirmeye gelmiş emektar market sahibi Bayan Chen’in Abba’dan ‘Dancing Queen’ eşlikli dans sekansı, ‘Aliens’ benzeri simbiyot ordusu ile kıyasıya mücadelenin şamata sosu olarak devreye giriyor ve kahkaha attırıyor.

Hardy ile ortaklaşa ürettikleri öyküler üzerinden önceki filmlerin senaryosuna imza atmış olan Kelly Marcel bu kez yönetmenliği de üstlenmiş. Finali ile yeni bir üçlemeyi müjdeyen yapım seriye ilgi duyanları memnun edecektir.

(02 Kasım 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

İki Gün Batımı Arasında

‘Yetişkinliğe geçiş anını bazen yaş değil, ölüm tayin eder’ diyor yönetmen Rúnar Rúnarsson. 77. Cannes film Festivali’nde ‘Belirli Bir Bakış’ (Un Certain Regard) seçkisinin açılış filmi olan ‘Gün Doğarken / Ljósbrot’ beklenmedik bir trajik kaybın ardından yaşananlar üzerine.

İzlanda baharının büyülü günbatımını baş başa izleyen Una (Elín Hall) ile Diddi (Baldur Einarsson) gelecek hayalleri kurmaktadır. Reykjavik Güzel Sanatlar Okulu’nda performans sanatçısı eğitimi alan gençlerden Diddi ertesi sabah erkenden memleketine uçarak uzatmalı sevgilisi Klara’dan ayrılacak, böylece ilişkilerini yaşarken saklambaç oynamalarına gerek kalmayacaktır. Lakin kader başka bir plan çizmiştir. Havaalanı yolundaki tünelde yaşanan korkunç patlama genç adamı yaşamdan koparacaktır.

Jenerik bu hazin hadisenin ardından devreye giriyor ve bir günbatımından diğerine 24 saatlik bir zaman diliminde sevdiklerinin kaybı ile allak bullak olan 6 gencin duygusal yolculuğuna tanıklık ediyoruz. Caddelerde mezuniyet kutlamasına hazırlanan liseli gençlerin heyecanı, Una’nın, Diddie’nin ev arkadaşı yakın dostu Gunni’nin (Mikael Kaaber), kaza üzerine ilk uçakla gelen Klara’nın (Katla Njálsdóttir) şaşkın kederine karışırken, ülke tarihinde yaşanmış bu en vahim trafik kazasının ardından bayraklar yarıya iniyor. Travma merkezinde ne yapacağını bilemeyen gençler, büyük ebeveynlerinin haricinde ilk

kez yüzleştikleri ölüm gerçeğini kabullenmekte zorlanıyor, müzik yaptıkları barda Diddie’nin şerefine onun favori içkisini yudumluyor. Eski fotoğraflar ortaya çıkıyor, isyanlarına paralel olarak müziğin sesi yükseliyor. İçiyorlar, şuursuzca dansediyor ve sonrasında kolkola yığılıp ağlaşıyorlar. Derin bir yasa boğulan Una sakladığı sırla boğuşup duygularını ifade edemezken, diğerlerinin Klara’yı teselli etme çabasını içten içe kıskanıyor. Bu duygusal yolculuğun sonu yine bir günbatımında batan güneş misali Diddi’ye veda ile sonlanacaktır.

Rúnar Rúnarsson’un ifadesiyle ‘çelişkili duyguların arasında sıkışılan, gülmenin ağlamaya dönüştüğü, güzelliğin kederle birlikte varolduğu kısacık bir zaman diliminde geçen’ 75 dakika uzunluğunda minimalist film, sinemacının İKSV festivallerinde ilgiyle izlenmiş önceki yapıtları ‘Volkan’, ‘Serçeler’ ya da ‘Echo’da olduğu üzere İzlanda’nın sakin doğal güzelliğini ön plana çıkarmıyor ancak finalde, 2018’de 48 yaşında yaşama veda etmiş İzlandalı besteci Jóhann Jóhansson ezgilerinin batan güne ışığının sudaki kırılmasına (filmin özgün adı ‘ışığın kırılması’ anlamına geliyor) eşlik ettiği büyüleyici finalle gönlümüzü alıyor. Genç Meryl Streep’i andıran Elín Hall her bir kareye sinen etkileyici performansı ile gelecek vadediyor.

(25 Ekim 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Bir Canavar Yaratmak

Ali Abbasi’nin Cannes Film Festivali ana yarışma seçkisinde dünya prömiyerini yapan son filmi ‘The Apprentice / Trump’ın Hikâyesi’ yeniden başkanlık yarışına giren eski ABD Başkanı Donald Trump’ın gençlik yıllarını mercek altına alan bir biyografi. 70’li yıllarda babasının yanında gayrimenkul işine bulaşan Queens’ten çıkma portakal suratlı Donald’ın kapı kapı dolaşarak yoksul kiracılardan para toplamanın çok ötesinde hayalleri vardır. Dairelerini kiralarken ırkçılık yaptığı gerekçesiyle mahkemelik olmuş babasının boyunduruğundan ve kötü şöhretinden sıyrılıp keşmekeş New York’un göbeğinde lüks bir otel inşa etmenin peşindedir o. En genç üye olarak kendini kabûl ettirdiği özel kulüpte tanıştığı nüfuzlu avukat ve politika danışmanı Roy Cohn hedeflerine ulaşmada onun yol gösterici hamisi olacaktır.

Böylesine tipik bir Amerikan öyküsünün yönetmenlik koltuğunda İran asıllı bir yönetmenin oturmasına şaşırmış olabilirsiniz. Lakin Abbasi bizde sinemalara gelmeyen ilginç psikolojik gerilim denemesi olan ilk uzun metrajı ‘Shelley’den (2016) başlayarak çizgi dışı karakterlerin öyküsünü anlatmıştır hep. Danimarka vatandaşı yönetmen, İsveç’te çektiği, Cannes’ın ‘Belirli Bir Bakış’ seçkisinde en iyi yönetmen ödülü alışının ardından Oscar adayı olmuş makyaj çalışması ile dünya çapında tanındığı, bizde de büyük ilgi toplamış 2018 yapımı ‘Sınır / Gräns’da, sınır polisi Tina’nın kendi kadar tuhaf bir adamdan etkilenişi ve öz varlığını sorgulamasında doğaüstü kara film ögelerini ustaca harmanlamış; İran toplumuna öfkeli bakışını yansıtan bir sonraki filmi ‘Kutsal Örümcek / Holy Spider’da 2000’li yılların hemen başlarında Meşhed kentini sallamış seri cinayet sarmalını gözlem altına almıştır.

Tartışmalı karakterleri odağına alan öykülerin izini süren Abbasi’nin politika üzerine yaman gözlemleri ile sivrilmiş Amerikalı tanınmış gazeteci Gabriel Sherman’ın senaryosundan yola çıkan filmi ilk yarıda bir baba figürü ya da mentor arayan genç Donald ile feleğin çemberinden geçmiş hukukçunun -filmin özgün adının da vurguladığı üzere- usta – çırak ilişkisini anlatıyor. Julius ile Ethel Rosenberg’in idam kararında etkin olmuş milliyetçi sağ kanadın acımasız avukatı ‘ben ne dersem onu yapacaksın’ der genç Trump’a. Burası kanunların değil, adamların ülkesidir çünkü. Herkesin bir açığı vardır, Cohn onları bulur, şantaj mekanizmasını devreye sokar. Onun için ‘ahlâk’ ya da ‘büyük hakikat’ yoktur. Hakikat şekil verilebilecek bir insan kurgusudur yalnızca. Donald kazanmak için her şeyi yapmaya hazır olmalıdır.

İkinci bölümde ise klasik biyografilerin genel akışına uygun bir seyir takip ediyor yapım. Donald’ın Çekoslavakya’dan gelmiş modellik yapan Ivana Zelnickova ile evliliği, bu birlikteliğin tükenerek bir nefret ilişkisine dönüşmesi, 80’li Reagan yıllarında düşük vergiler ve türlü düzenlemeler sayesinde hırsını bileyerek iyice palazlanması vs. perdeden yansıyor. ‘Bir Yıldız Doğuyor / A Star Is Born’ kurgusuna benzer bir biçimde Trump’ın yükselişi, Cohn’un düşüşüyle dengeleniyor. Öyle ki Donald yıllar sonra

bir röportajda mentorunun üç ana kuralını kendininmiş gibi aktaracaktır. Neydi bunlar: aman vermeksizin saldıracak, hakkında ne söylenirse söylensin inkâr edecek ve mağlubiyeti asla kabûl etmeyecektir. AIDS’ten ölmekte olan Roy, Dr. Frankenstein misali bir canavar yaratığını söyleyecektir. Ancak Donald’ın gözbebeklerinden yansıyan dalgalanan ABD bayrağı Trump’ın Amerika olduğunu ifade etmektedir. Ülkesinin refahı dünyayı talan eden, kazanmak için her yolu mübah sayan bir gücün temsilcisinden başka bir şey değildir o.

‘The Apprentice’ izleyiciyi ve eleştirmenleri ikiye bölen filmlerden. Trump’ta Avengers serisinden tanıdığımız Sebastian Stan ve özellikle Cohn’da ‘Succession’dan hatırlanan Jeremy Strong öylesine iyiler ki, yaklaşan başkanlık seçimi öncesinde filmin Trump lehine çalışacağını söyleyenler az değil. Buna karşılık Abbasi bıçak sırtı bir anlatıda tartışmalı karakterine mesafeli kalmak istemiş ve kanımca bunu başarmış. ABD’nin güç mekanizmasının kalbine dalarak, geleceğin başkanını karanlık ve etkileyici bir mercekten incelerken 70’ler yeni Hollywood’unun anlatım tarzını ve akıcı kurgusunu benimsemiş.

(18 Ekim 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Hayat Sanatı Taklit Ediyor

20. Yüzyıl Rus edebiyatının doruk yapıtlarından biri olan Mikhail Bulgakov romanı ‘Usta ile Margarita / Master i Margarita’nın yepyeni bir uyarlama ile sinemalarımızda gösterime girmesi güzel bir sürpriz.

Mikhail Lockshin’in yönettiği filmin ülkemizde basına gösterilmeden sessiz sedasız gösterildiğine bakmayın. Sovyet yaşam tarzına yönelik sert eleştirilerinin yetkililerin kabul edemeyeceği bir noktaya geldiğinde yapıtlarının yayımlanması fiilen yasaklanmış olan Bulgakov’un yaşamının son günlerine dek üzerinde çalıştığı, ancak ölümünden yıllar sonra, o da sansürlenmiş haliyle 1966’da yayınlanma imkânı bulacak olan çileli eserinin son sinema serüveni bir asrın ardından Rusya’yı hayli karıştırdı. Putin yönetimi ve yandaş basın 1930’lu yılların karanlık Stalin diktatörlüğünde geçen anlatı ile günümüz Rusya’sı arasındaki paralelliklere fazlasıyla takılmış olmalı ki, Amerikan vatandaşlığını ve Ukrayna işgalini kınayarak ülkeyi terkedişini bahane ederek Rus asıllı Lockshin’i terörist ilan etmeye kadar vardı iş. Ancak tüm bunlar filmin Rus izleyici tarafından büyük ilgiyle görmesinin önüne geçemedi. Halkın yasaklanır endişesiyle sinemalara akın ettiğini ve bitiminde filmi alkışlara boğduğunu biliyoruz.

Tüm bunlar Bulgakov’un ‘her iktidar toplum üzerinde baskı kurar’ söylemini doğruluyor. Günümüz Rusya’sında yazarlar, sinemacılar ve farklı disiplinlerden sanatçılar üzerindeki baskılar, yasaklamalar ve sürgünleri düşündüğümüzde ‘tarih tekerrür ediyor’ diyebiliriz. Ya da filmin yarattığı tartışmalardan yola çıkarak, çağdaş bir baskıcı rejimin ifade özgürlüğünü sansürleme çabasını 100 yılın ardından ‘hayat sanatı taklit ediyor’ şeklinde yorumlayabiliriz.

Bulgakov’un Stalin diktatörlüğünün karanlık yıllarında geçen kült romanı üç farklı ve yarı bağımsız anlatıdan oluşur. Kara Büyü profesörü ya da Şeytan’ın cisme bürünmüş hali olan Woland ile maiyetindekilerin (bunlara dev bir fantastik kedi de dahil) 1930’lu yıllarda Moskova’ya gelişi, Yahudilerin Romalı valisi Pontius Pilatus’un -kitapta Yeshua Ha-Notsri olarak geçen- Hazreti İsa’yı yargıladığı bölümler ve yazarın alter egosu Usta ile sevgilisi Margarita’nın aşk hikâyesi iç içe geçmiş olarak nakledilir.

Lockshin’in filmi 500 küsur sayfalık romanın bire bir uyarlaması değil. Daha önce Netflix’de gösterilen 2020 yapımı ‘Titanic’ tarzı sınıflararası bir aşk hikâyesini anlatan ilk uzun metrajı ‘Gümüş Patenler / Serebryanye Konki’ ile bilinen genç sinemacı Bulgakov’un üç temel anlatısının bileşimine toparlayıcı bir meta unsur eklemiş: Usta’yı Bulgakov olarak yorumlarken, yazarı canlandıran Evgeniy Tsiganov’un Bulgakov ile benzerliğinden yararlanmış.

Film görünmez Margarita’nın Usta’nın baş düşmanlarından tiyatro eleştirmeni Latunsky’nin dairesine sızması ve ortalığı karıştırması ile başlıyor. Daha sonra bir yıl öncesine dönerek Usta ile tanışıyoruz. Pontius Pilates’in ünlü Hz. İsa yargılamasını konu alan son oyununun prömiyer öncesi provasına geliyor yazar. Ancak dinci gericiliğin propagandasını yaptığı, İsa ve Hristiyanlığı ele

alarak rejimi eleştirdiği gerekçesiyle oyun programdan çıkartılıyor. Usta akabinde yazarlar birliği ‘Masselit’ten atılıyor. Okura ulaşamayacağını bildiği halde esin perisi Margarita’nın teşvikiyle fantastik kurgusunu oluşturmayı sürdürüyor, kültürel ortamlarda ispiyonlayacak adam arayanların hırs tuzakları ve haksız yere kapatıldığı tımarhanede başına gelenlere rağmen.

‘Usta ile Margarita’ hazmı kolay olmayan bir metin. Film de romanı bilmeyenler için özel bir çaba istiyor. Ancak bu emeğin karşılığında Lockshin’in kurgusu keyifli bir deneyim sunuyor. Gerçek hayatta çift olan Evgeny Tsiganov ile Yulia Snigir’in tutmuş kimyası , Woland’da Alman oyuncu August Diehl’in nihilist yorumu zevkle izleniyor.

Bulgakov aynen Usta gibi yaşarken kendisine verilmeyen huzurlu sessizliğe kavuşmuşken, hüzünlü olduğu denli hınzır ve komik anlatısının 100 yıl sonra ortalığı nasıl karıştırdığına başka bir alemden tanıklık ederek keyifleniyordur belki. Bu vesileyle korkuyu yenerek baskıcı otoritenin gücünü kırmak için üreten dünyanın tüm cesur sanatçılarına selam gönderiyoruz.

(14 Ekim 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Joaquin Phoenix’ten Şarkılar Dinlediniz

Todd Philipps imzasını taşıyan 2019 yapımı ‘Joker’ klasik bir Batman filminin ötesinde, benzersiz bir karakter yaratma sürecini perdeye taşıdığı için çok beğenilmişti. Namı diğer Arthur Fleck’in kendi gibileri çöp olarak niteleyen sistemle hesaplaşması vurucuydu, küçük adam Arthur’un başkaldırısını örgütlü bir devrim hareketine dönüştürme çabası etkileyiciydi. Sonuç her açıdan olumluydu, Venedik’ten Altın Aslan ile dönen yapım hem eleştirmenlerin hem de sinema salonlarını dolduran genç izleyicinin gözdesi oluvermişti. Delilik üzerine yapılmış en iyi filmlerden biri olarak sinema tarihine geçen film, Chaplin’in dehasına, ‘Taksi Şöförü’ özelinde ‘70’ler Amerikan Bağımsız Sineması’na, ‘Guguk Kuşu’ndan sessiz sinemanın ünlü klasiği ‘Dr. Caligari’nin Muayenehanesi’ne güçlü referanslar barındırıyor, ‘The Master’ filminden beri hayranı olduğum eşsiz oyuncu Joaquin Phoenix sınırları zorlayan olağanüstü yorumu ile Oscar ödülüne kavuşuyordu.

Özgün yapımın devam filmi ‘Joker: İkili Delilik / Joker: Folie à Deux’ projesine kuşkuyla yaklaştığımı hatırlıyorum. Öyle ya, bunca beğenilmiş özgün yapımın tekrara düşmesinden endişe etmiştim. Bu noktada yanılmışım, yönetmen Phillips ilk filmin ekmeğini yiyecek bir hikâyeden özenle kaçınmış. Bu bir cesaret belki ancak öykünün fragmanlarda hiç açık edilmeyen bir müzikale evrilmesi

şaşırtıcı bir tercih olmuş. ‘Belleville’de Randevu / Les Triplettes de Belville’in yönetmeni Sylvain Chomet’nin çektiği anime Joker sekansı ile neşeli bir açılış yapan yapan film, beş kişinin ölümünden idamla yargılandığı duruşma gününü bekleyen bir deri bir kemik kalmış Fleck’in pis koğuşuna, çoklu kişilik bozukluğu için nakledildiği akıl hastanesinin gri karanlığına gömülüveriyor.

Arthur’un yeniden Gotham şehrinin kirli kargaşasına karışmasını boşuna bekliyoruz. İkinci yarıdaki uzun mahkeme bölümlerinde içimiz daralıyor. Karakterin geçmişine yönelik açılım yetersiz kalıyor. Akıl hastanesinin müzik odasında tanıştığı piroman Lee (Lady Gaga) ile tanışması filmin tonunu değiştiriyor. Arthur fantezi dünyasının ramp ışıklarında ilk kez tattığı aşkın doruklarında gezinirken bizler de ikiliden şarkılar dinliyor, Phoenix’in step dansı marifetine tanıklık ediyoruz.

Sonuçta, önce hapishane, daha sonra mahkeme dramasının yeknesaklığında gezinen, sözüm ona psikolojik çıkarımlarda bulunan hikâye, müzikalin parlak cazibesi ile durumu kurtarmaya çalışıyor ancak film bu haliyle Gaga’nın defalarca mırıldandığı ‘bir dağ inşa edeceğiz’ hayallerinin yarım yamalaklığı içinde sıkıcı bir seyirden ötesine geçemiyor, tabiri caizse dağ fare doğuruyor. ‘Megalopolis’in ardından yeni bir düş kırıklığını, ya da yılın bu en kötü şakasını geride bırakıp önümüzdeki filmlere bakalım diyorum.

(06 Ekim 2024)

Ferhan Baran

[email protected]