Etiket arşivi: Ferhan Baran

New York’ta Bir Dilim Pizza Yemeden Ölmek Yok

New York’ta 90 desibel olarak ölçülen ortalama gürültü seviyesi sürekli duyulan bir çığlık ile eş değermiş. ‘Sessiz Bir Yer’ serisinin üçüncüsü ‘Sessiz Bir Yer: Birinci Gün / A Quiet Day: Day One’ tam da bu veri doğrultusunda, görmeyen ama sese karşı duyarlı istilacı uzay yaratıklarının iştahla harekete geçeceği düşüncesinden yola çıkıyor. İlki pandemi öncesinde, ikincisi pandemi sonrasında dünya çapında sinema salonlarının açılması ile birlikte büyük ilgi gören serinin yaratıcısı, yazar – yönetmen, oyuncu ve yapımcı John Krasinski, gerçek hayattaki eşi Emily Blunt ve çocuk oyuncularla birlikte hayat verdiği Abbott ailesinin kırsaldaki yaşam savaşına –şimdilik kaydıyla- bir ara verip kıyametin ilk gününe geri dönmek istemiş. Başlangıç öyküsünün yönetmenliği ve ortak yazarlığı için de başrolünde Nicolas Cage’in yer aldığı 2021 yapımı bizde de gösterilen çok başarılı yas filmi ‘Domuz / Pig’ adlı ilk uzun metrajı ile sinema dünyasına parlak bir giriş yapan Michael Sarnoski’de karar kılınmış.

Film kanserli hastaların tedavi gördüğü New York banliyösünde bir bakım evinde başlıyor. Çektiği ağrılardan mutsuz, öfkesini yazdığı şiirlerle dışarı vurmak isteyen hastalardan yazar Samira (muhteşem Lupita Nyong’o) şehrin merkezinde bir kukla gösterimi için düzenlenen geziye gitmeyi önce reddediyor, ancak pizzacıya uğramak şartıyla yola çıkmayı kabûl ediyor. Daima yanında taşıdığı uysal kedisi Frodo ile gösteriyi izlerken sahnede patlayan balon onu huzursuz etmiştir. Biraz nefes almak için salonun dışına çıktığında ise şehirde beklenmedik bir telâşın yaşanmakta olduğunu fark eder, sonrasında gökyüzünden düşen ateş toplarının hayatı felç ettiğine tanıklık eder. Dahası tepeden inen korkunç yaratıklar çığlıklar atan insanları toplu halde imha etmektedir. Öksürmenin dahi canavarları harekete geçirdiği öğrenildiğinde alevler içinde yangın yerine dönmüş mega kent sessizliğe bürünür. Bundan sonrası hayatta kalanların ölüm – kalım mücadelesidir.

Bağımsız sinemadan gelen genç Sarnoski filmin yapımcılarının yüzünü kara çıkarmamış. Tansiyonun her daim yüksek tutulduğu ilk bir saatlik bölüm, hele bir de IMAX formatında izlendiğinde, son derece başarılı. Serinin ilk iki filminde bir ailenin hayatta kalma mücadelesini izlemiştik. Bu defa kedisi ile birlikte kaçış yolu arayan yalnız bir kadının su basmış metro istasyonundan can havliyle kurtulmaya çalışan İngiltere’den hukuk okumaya gelmiş New York sevdalısı Eric (Joseph Quinn) ile önce zoraki de olsa dayanışması ve kendine özgü bir aile kurulması üzerine odaklanıyor hikâye. Genç adam hakkında fazla bir bilgi sahibi olamıyoruz ancak babasının piyano çaldığı Harlem kulübünde geçen çocukluk anılarını yaşayan Sam’in duygusal deneyimini paylaşıyoruz. Samira’nın bazen kedisini, bazen yiyecek ya da ilaçlarını taşıdığı heybesinin üzerinde ‘New York’u Seviyorum’ yazısı okunuyor. Yönetmen ve yapım ekibinin distopik bir dünyayı başarıyla kurdukları dünyanın bu güzelim kentinin sevilecek nesi kalmış diyebilirsiniz. Samira öyle düşünmüyor gerçi, kulaklığında Nina Simone’un güzelim şarkısı ‘Feeling Good’ çalarken sessiz olduğunda şehrin şarkı söylediğini duymanın mutluluğunu deneyimliyor.

(28 Haziran 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Oyunun Bedeli

‘Vahşi Orkide / Wild Orchid’in ünlü seks sahnesinde Mickey Rourke ile Carré Otis gerçekten sevişmiş miydi. Zalman King imzalı filmin promosyonu için ortaya atılan iddia sonradan yalanlanmasına rağmen olay bir şehir efsanesi olarak hafızalarda yer etti. Meksikalı sinemacı Jorge Cuchi’nin gösterimini sürdüren yeni çalışması ‘Kötü Oyuncu / Un Actor Malo’, Aşk-ı Memnu havasında benzer bir erotik geriliminin çekimleri ile başlıyor. Kocasının oğluyla gizli aşk yaşayan genç kadının yaşlı kocasının uçak kazasında ölmesini dilediği sahne ile açılıyor film. Karısı ve bebeği ile mutlu evliliğini sürdüren yakışıklı aktör Daniel Zavala (Alfonso Dosal) ile sektörün gözde oyuncularından Sandra Navarro’nun (Fiona Palomo) başrollerini paylaştığı filmin sansasyonel seks sahnesi çekilmemiştir henüz. Makyöz kız Lola provalar sırasında King’in filminden dem vurarak gerçek bir sevişme sahnesinin vuruculuğundan söz eder şakayla karışık. Daniel eril bir gevşeklik hali içinde ‘benim için hava hoş’ diyerek sırıtırken Sandra ‘hayır’ı yapıştırır. ‘Fikrini değiştirirsen haber ver’ diyerek zevzekliği uzatır Daniel ve bu konuşma kahkahalarla sonlanır.

Son filminin çekimleri için südyo yolundayken, bizde ‘Bitmeyen Balayı’ adıyla gösterilmiş ünlü Orson Welles klasiği ‘A Touch Of Evil / Şeytanın Dokunuşu’nun (1958) yeniden çevrimi için görüşmeye çağrıldığı haberiyle keyiflidir genç adam. Otel odası olarak hazırlanmış sette ereksiyon kaygısını diline dolar bir süre, daha sonra sahne çekimi esnasında şeytanın oyununa gelerek partnerinin rızasını beklemeden cinsellikte sınırı aşar. Yönetmen Sandra’nın yüzündeki tuhaf ifadeden hoşlanmayarak çekimi durdurmuş, malûm sahneyi yeniden çekmek istemiştir. Yüzündeki donuk ifadeyi atamayan Sandra hemcinsleri yönetmen yardımcısı Regina ve kostüm tasarımcısı Ximena ile odada yalnız kaldığında tecavüze uğradığını açıklayacaktır.

Kostüm tasarımcısı Ximena şiddetle şikayetçi olunması taraftarıdır. Filmin akibeti için kaygılı yönetmen ve bir ölçüde yardımcısı Regina çekimser davranır. Sete yıldırım hızıyla ulaşan kadın yapımcı genç kadına istediği takdirde hemen Daniel’i kovacağı ve yerine yeni bir oyuncu bulacağını ve suçlamada bulunmasının tek seçeneği olmadığını söyler. Sandra şaşkındır. Neden durdurmadın ya da çığlık atmadın sorularına ‘her şeyin çok hızlı yaşandığını’ söyler belki ama gururu kırılmıştır. Utanç ve keder içindedir. Ne olduğunu şaşırmış hadisenin diğer aktörü ise kâbustan uyanma gayreti ile genç kadından kendisini affetmesini ister. Ancak oynadığı oyunun bedelini ödemenin zamanı gelmiştir.

Venedik’te dünya prömiyerini yapmış olan ’50 (ya da İki Balina Sahilde Karşılaşır) / ’50 (o Dos Ballenas se Encuentran en la Playa)’ ile radarıma girmiş olan 1963 doğumlu Cuchi, ilk uzun metrajında 2018 yılında Mexico City’de yaşanmış bir olaydan yola çıkarak sosyal medyanın kölesi haline gelmiş huzursuz ve mutsuz Z kuşağından iki bireyin trajik ve seyri kolay olmayan kanlı öyküsünü anlatır. ‘Kötü Oyuncu’yu yapmaya 1972 yapımı ‘Paris’te Son Tango / Ultimi Tango in Parigi’nin çekimleri sırasında genç oyuncu Maria Schneider’in yaşadıklarından esinlenerek karar vermiş. 50 küsur yıl önce dünya çapında büyük sansasyon yaratmış ve ülkemizde 33 dakikası kesilerek ‘yolunmuş tavuk’ muamelesi görmüş olan filmde yönetmen Bernardo Bertolucci ile filmin baş aktörü Marlon Brando’nun henüz 19 yaşındaki Schneider’e haber vermeden ve rızasını almadan onu küçük düşürücü bir tecavüz sahnesi çektiklerini, fiziksel bir penetrasyon olmasa da psikolojik şiddete maruz kalan genç oyuncu adayının içine düştüğü bunalımı uzun süre atlatamadığını, nihayetinde avukat olup kadın haklarının peşine düştüğünü ve ne yazık ki amansız hastalığı nedeniyle genç sayılabilecek bir yaşta aramızdan ayrıldığını biliyoruz. Kuzeninin 2018’de yayımladığı anı kitabından yola çıkarak Schneider’in öyküsünü anlatan ve geçtiğimiz ay Cannes’da prömiyerini yapan Jessica Palud imzalı ‘Maria’ filmini ve de yakın bir zamanda sinemalarımızda izleme umudunu bu vesile ile notlarımız arasına almış olalım.

Bugün ne dünya ne de sinema sektörü 50 yıl öncesinin eril kuşatmasında değil kuşkusuz. ‘MeToo’ hareketiyle açılan yolda çok şeyin değiştiğini biliyoruz. Cuchi’nin değişmez görüntü yönetmeni José Casillas’ın omuz kamerasıyla tedirgin ve adım adım ilerleyen incelikli senaryosu karakterlerin zaaflarını, çaresizlik ve utançlarını başarılı oyuncuların da katkısı ile işlerken konuya ilişkin sorular soruyor, olabildiğince taraf tutmadan klinik olayı neşter altına yatırmaya gayret ediyor. Buraya kadar herşey güzel, ancak son yarım saatte Cuchi’nin sosyal medya nefreti gemi azıya alıyor, sette yaşanan olayın kaydının Ximena eliyle medyaya sunulması sonrasında olay toplumsal linçe uzanan bir trajediye dönüşüyor. Cuchi’nin filmi finaldeki aşırılıklarına karşın yine de haftanın en iyilerinden. 50’sinden sonra ilginç filmler çekmeye başlayan Meksikalı sinemacıyı izlemeyi sürdürüyoruz.

(27 Haziran 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Motorcuların Altın Çağına Ağıt

Çağdaş Amerikan Bağımsız Sineması’nın öne çıkan isimlerinden Jeff Nichols ülkesinin yakın geçmişine belgeselci bakışını sürdürüyor. Danny Lyon’ın 1968 tarihli fotoğraf albümünden yola çıkan ‘Motorcular / The Bikeriders’ ABD’de baş döndürücü bir kültürel değişimin yaşandığı 60’lı yılların gözde alt kültürlerinden ‘asi motosikletlilerin’ özel dünyasına içerden bir bakış atıyor.

James Dean ekolünün boylu poslu karizmatik temsilcisi Benny (Austin Butler) ile hikâyenin anlatıcısı Kathy (Jodie Comer) motorcuların takıldığı yerel bir barda karşılaşıyor. Bilardo masasının başındaki karizmatik Benny’den gözünü alamayan genç kadın toplumdaki kendi deyimiyle ‘saygın’ konumunu bir yana bırakarak yabancısı olduğu yeni bir maceraya gözü kapalı atılıveriyor. Orta Batı Motosikletliler Kulübü’nün kurucusu Johnny’nin (Tom Hardy) teminatıyla tipler ne kadar serkeş gözükse de Kathy’nin başına bir şey gelmeyecektir burada. Yaşını almış evli iki kız babası kamyon şoförü, siyah deri ceketiyle sinema ikonları arasına girmiş genç Marlon Brando’nun TV’de izlediği 1953’den kalma ünlü ‘The Wild One’ filminden almıştır esinini. Vietnam kargaşasının tam göbeğinde Amerika’da yerleşik düzene isyan eden genç kuşakların ve de işçi sınıfı mensuplarının motorculuk gibi renkli, tehlikeli, özgürlük vaadi ile çekici bir alt kültürün bayrağı altında birleştiği yıllardır bunlar.

Bir kısmı meslek ve aile sahibi olan alt gelir grubundan motorcular birlikte gezer, pikniğe gider, içki içer, ot kullanır. Toplum tarafından alayı serseri olarak kabul edilen, 1969 yapımı ünlü Dennis Hopper klasiği ‘Easy Rider’da yerel halk tarafından acımasızca katledilen motorcuların kimselere zararı yoktur başlarda. Ancak ülkenin dört bir yanında kulübün yeni şubelerinin açılmasıyla motorculuğun namusu bozulmaya yüz tutar. Sorunlu ve isyankâr yeni kuşak ile Vietnam’dan dönmüş ağır uyuşturucu kullanan işsiz güçsüz takımının ipleri eline almasıyla eski düzenin yerini, adam kaçırma, toplu infaz ve uyuşturucu ticaretinin devreye girdiği acımasız bir gangster düzeni alacaktır.

‘Motorcular’ ayrımcılığa ve baskıya karşı çıkan hippi ya da ‘çiçek çocukları’ yıllarında, uçsuz bucaksız yollarda özgürlüğün izini süren alt sınıflardan bir kuşağın altın çağından izlenimler sunuyor. Bu hır gür arasında üç muhteşem oyuncunun başrolde olduğu bir üçlü aşk hikâyesine tanıklık ediyoruz. Benny’de ‘Elvis’ kompozisyonuyla Oscar adayı olmuş genç kuşağın en yetenekli isimlerinden Buttler; motosikletine bindiği an nefesi kesilen, onu hep değiştirebileceğini sandığı halde zamanla kendisi değişen ve çevresindekilere benzeyen aşık Kathy’de Comer; ‘yabani’ Brando’nun kült filmdeki adını taşıyan, Benny’yi veliahtı olarak gören ve ona derin bir baba – oğul sadakatiyle bağlı Johnny’de önümüzdeki yıl Oscar adaylıklarında adının geçmesini beklediğim Hardy müthiş bir seyir keyfi sunuyor. Eski usul western ile Scorcese tarzı gangster öykülerinin mükemmel bir karışımı olan film, esinini aldığı siyah – beyaz Lyon fotoğrafları yerine renkli ancak özgün karelerin vintage özelliğini koruyan görselliği ile nefes kesiyor. Nichols’ın değişmez yoldaşı Adam Stone’un 35 mm filmle anamorfik formatta çekilmiş enfes kadrajlarını geniş bir sinema perdesinde (örneğin benim izlediğim Kanyon 9 no’lu salonda) izlemenizi hararetle öneriyorum.

(20 Haziran 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Duygular Çarpışıyor

Pixar’ın belki de en yaratıcı animasyonlarından biri olan ‘Ters Yüz / Inside Out’ 9 yıl aradan sonra serinin devam filmi ile dönüş yapıyor. İlk film ailesiyle birlikte taşradan büyük şehre taşınan 11 yaşındaki Riley’nin duygusal bocalamaları üzerine kuruludur. Doğup büyüdüğü Minnesota’da mutlu bir hayatı olan küçük kız buz hokey takımı arkadaşlarından uzakta San Fransisco’daki yeni hayatına adapte olmaya çalışırken beş temel duygu hayatı onun için kolaylaştırmaya uğraşır. Duyguların yöneticisi durumundaki ‘Neşe’ onun üzerinde sürekli mutlu olma baskısı kurarken diğer duyguların yaşanmasına engel olmayı görev bilmiştir. Neşe’nin her biri farklı renkte karakterlere ve seslere bürünmüş diğer duygular olan ‘Üzüntü’, Korku’, Öfke’ ve ‘Tiksinti’yi bastırma girişimi (ya da savunma mekanizması dediğimiz şey) yaşamı daha da karmaşık hale getirecek, hayatta güzel olmayan ve yolunda gitmeyen şeylerle yüzleştikçe sorunların çözümü kolaylaşacaktır. Önemli olan acısıyla tatlısıyla geçmişte yaşananları kabul etmek ve yıkıldığın yerden yeniden ayağa kalkmak değil midir?

İlk filmin bu içten mesajının animasyonu izleyen çocuklar için fazla soyut kaldığını ve yetişkin izleyici için ve özellikle psikoloji dünyası için bir cazibe merkezi haline geldiğini biliyoruz. Yönetmenliği de üstlenmiş olan Pete Docter ile Ronnie del Carmen’in özgün hikâyelerinden yola çıkmış olan metin son derece yaratıcıdır. ‘Kişilik Adacıkları’, ‘Hayal Ormanı’, ‘Düşünce Treni’, ‘Rüya Üretim Merkezi’, ‘Unutulanlar Uçurumu’ ya da ‘It’in ünlü palyaçosunun da yer aldığı ‘Bilinçaltı’ benzeri hayranlık uyandırıcı sekanslarıyla eşi benzeri olmayan bir serüvendir serinin ilk halkası.

‘Ters Yüz 2 / Inside Out 2’ ilk serüvenden bir yıl sonrasının, Riley’nin ergenliğe adım attığı 13. yaşının hikâyesi. Yeni çevresine uyum sağlamış küçük kız okulun buz hokey takımında kendini göstermiştir. Şimdiki hedefi bölgenin tanınmış kulüplerinden birine kapağı atabilmektir. Hafta sonu yaz kampının bunun için biçilmiş kaftan olduğunu düşünür. Ortaokuldan iki yakın takım arkadaşıyla kampa gittiğinde kendilerinden büyük ve de havalı sporcular arasına katılabilmek için Riley neler yapacaktır. Tam da bu noktada dört yeni duygu hayatına dahil olur. Bunlardan en baskını olan ‘Kaygı’, ‘Gıpta (ya da ‘Kıskançlık’), ‘Utanç’ ve ‘Bıkkınlık’ onun hayatını yeniden şekillendirmeye ve sahip olduğu değerleri kurcalamaya başlar. ‘Neşe’ önderliğindeki kadim duygular bu noktada harekete geçecek ve Riley’deki temel cevheri korumaya çalışacaktır. Eski duyguların kendilerini ‘sofistike’ olarak gören yeni duygularla mücadelesi kaçınılmazdır.

Hikâyenin ilk sahibi Pete Docter’in yönetmenliği daha genç bir ekibin başındaki Kelsey Mann’e devrettiği ‘Ters Yüz 2’ başarılı bir devam filmi olmuş. Olay örgüsünün kimi noktaları ister istemez bir ‘déja vu’ duygusu yaratıyor olsa da yeni karakterleri, ‘daha zamanın gelmedi’ denilerek geçiştirilen ‘Nostalji’ tiplemesini çok sevdim. ‘Beyin Fırtınası’ bölümüne ise bayıldığımı söylemeliyim.

(19 Haziran 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Evren Sabit Değilse Siz de Değilsiniz

Amerikan sinemasının kıdemli bağımsızlarından Richard Linklater imzalı ‘Hit Man’ 2001 yılında ‘The Texas Montly Article’da Skip Hollandsworth imzasıyla yayınlanmış makalede hikâye edilen ‘sahte tetikçi’ Gary Johnson’ın gerçek yaşamından esinlenmiş. 43. İKSV Festivali’nin açılış filmi olan yapım, Nietzche’den bir alıntıyla başlıyor. New Orleans Üniversitesi’nde psikoloji ve felsefe dersleri veren Johnson (Glen Powell), ünlü filozofun “varoluştan en büyük verimi, en büyük mutluluğu alabilmenin sırrı ‘tehlikeli’ yaşamaktır” deyişini aktarıyor öğrencilerine. “Risk alıp konfor hayatından çıkmalarını, bu kısa hayatı tutkuyla yaşamalarını” öğütlüyor onlara. Oysa banliyödeki mütevazı evinde ‘id’ ve ‘ego’ adını verdiği kedileriyle birlikte yaşayan genç adam ev hayatından mutlu gözükmektedir.

Gary sorular ve fikirler dünyasında yaşamayı sevse de elektronik ve dijital işlemlerdeki yeteneğini kullanmak suretiyle New Orleans emniyetinde yarı zamanlı ve gizli olarak çalışarak gelirine katkıda bulunmayı ihmal etmiyor. Emniyetteki zorunlu eğitimden sonra genelde kiralık katil vakaları için kamera ve mikrofon düzenleri kurarak gizli kayıtlar yapmaktır görevi. Sahte tetikçi olarak çalışan iş arkadaşı Jasper taşkın bir davranışı nedeni ile açığa alındığında onun pozisyonu Gary’ye teklif ediliyor. Farklı bir deneyime atılmak zorunda kalmak ürkütücüdür başlarda, ancak ilk deneyiminde oynadığı tetikçi rolünde çok başarılı olunca, zamanla tetikçiyi müşteriye göre şekillendirmenin dayanılmaz eğlencesini keşfediyor. Lise yıllarında utangaçlıktan piyeste bile rol alamamışken şimdi sahnesini bulmanın keyfini yakalayan genç adam, sorunlu kocasından kurtulmak için tetikçi arayan güzeller güzeli Madison (Adria Arjona) ile çekici Ron kimliği altında karşılaştığında aşk bacayı saracak, genç adam yüreğinin ve tutkularının götürdüğü istikamete doğru hızla yol alacaktır.

Gönül çelici bir kara romantik güldürü görünümünün altında engin denizlere yelken açan bu güzelim bağımsız yapımın zekice kaleme alınmış senaryosu Linklater ve Powell’ın ortak imzasını taşıyor. Film kişiliğimiz üzerine yaman bir sorgulamaya girişirken, hafif eğlence fonunda benliğimizin kurgusal bir yapı olup olmadığını tartışıyor. Var olanın bir yanılsama, bir oyun ya da edinilmiş bir rol olup olmadığı üzerine sorular sorarken, kişiliği oluşturan temel özelliklerin ileri yaşlarda bile değiştirebileceğini savunuyor. Bunun için düşünmek yerine somutlaştırmanın gerekliliği üzerinde duruyor. Bu noktada ilgiyle takip ettiğimiz birçok yazarın kendi hayatlarında yaşamadıklarını roman karakterlerine giydirdiklerini düşünerek gülümsüyoruz.

Gary sahaya indiğinde takıldığı insan tiplerine kendisi de inanamıyor. Gerçeğin farklı bakış açılarının birleşmesiyle şekillendiğini, ahlaki ya da epistemolojik anlamda hiçbir şeyin mutlak olmadığını seziyor. Sonuçta vardığı nokta evren sabit değilse kişiliklerin de sabit olamayacağı oluyor. Kalıbına girdiği kişiye dönüşürken aşkın iyisiyle kötüsüyle hep riskli olduğunu keşfediyor. Sevginin nasıl nefrete dönüştüğüne ve cinayetin tek çıkış yolu olarak görüldüğüne tanıklık ettiğinde bizler de bu konu üzerine çekilmiş George Stevens imzalı 1951 yapımı ‘İnsanlık suçu / A Place In The Sun’ ya da Woody Allen klasiği ‘Maç Sayısı / Match Point’i anmadan edemiyoruz.

Bizde ‘Tetikçi’ anlamına gelen çevirisi yapılmadan özgün adıyla gösterilen ‘Hit Man’ Powell ve Arjona ikilisinin çekici cazibesinden de güç alan son dönemin en güzel sürprizlerinden biri. Gerçekliğin zaman içinde hayal edilemeyecek şekillerde değişebileceği üzerine alçakgönüllü bir manifesto, “kendiniz için istediğiniz kimliğin izini sürün, kim olmak istiyorsanız tutkuyla vazgeçmeden o olun” diyen açık bir çağrı.

(15 Haziran 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Daha Çok Hiçlik

Çağımızın tuhaflıklarını kendine özgü absürd kara mizahıyla yorumlayan Romen auteur Radu Jude, Locarno’dan ödülle dönen son çalışması ‘Dünyanın Sonundan Çok Da Bir Şey Beklemeyin / Ni Aştepta Prea Mult de la Sfarşitul Lumii’, İstanbul Film Festivali’nin en ilgiye değer işlerinden biriydi. Film yaygın gösterime girmedi ama İstanbul Modern’in yılın ses getiren 5 filmine ayırdığı sezonun son seçkisinde sinema perdesinde izlenebiliyor.

Oyunbaz sinemacının yenilikçi denemelerinin sonuncusunda, bir reklam firmasında prodüksiyon asistanı olarak çalışan deli dolu Angela Raducanu (Ilinca Manolache) ile birlikte şehit şehir Bükreş’i ve bakımsız civar otobanları arşınlıyoruz. Angela gün boyu araba kullanıyor, konukları karşılıyor, onlarla sohbet ediyor, çekim yerlerine gidiyor. Arabada seks yapmaktan gocunmuyor, yapay zeka marifeti ile erkek kılığına bürünerek rezil erilliği sergilediği videolarında feminist manifestoya girişiyor.

Çavusesku’nun devrilişinin üzerinden 33 sene geçmesine rağmen yenilenmemiş şehirde dolaşırken birçok şeyi eleştiriyor Jude. Yabancı müşterilerin memnuniyeti için yollarda geçirdiği zamanın günde 15 – 16 saati, bazen 20’yi bulduğunu söyleyen alter egosu Angela örneği üzerinden uluslararası kapitalizmin mazlum ülkeleri –Türkiye’de buna dahil kuşkusuz- nasıl sömürdüğünü dile getiriyor. ‘Köle gibiyiz. Bize hayvan muamelesi yapıyorlar.’ diyor Angela. Otelinden aldığı Avusturyalı patronlardan Doris Geothe’ye (muhteşem Nina Hoss) mobilya fabrikası şirketin kereste için Romanya ormanlarını yok ettiğinin doğru olup olmadığını soruyor. Sonra da ‘Buraya gelip ormanlarımızı yağmalıyor, biz de hiçbir şey yapmadan onların reklam videolarını çekiyoruz.’ diyerek hayıflanıyor.

Romanyalı yönetmen Angela’nın siyah – beyaz görüntüleri üzerine Lucian Bratu imzalı 1981 yapımı ‘Angela Moves On / Angela Merge Mai Departe’nin nostaljik renk paletini bindiriyor, böylece 40 küsur yıl öncesinin Bükreş manzaraları kurmaca filme belgesel işlev yüklüyor. 1981 yapımı Angela’nın (Dorina Lazar) Çavuşesku’nun –bugün parlamento binası olarak kullanılan- devasa sarayını yaptırmak için yıktırdığı Uranüs mahallesine müşteri götürdüğü sahnede kurmacanın belgeselliğini öne çıkaran önemli sahnelerden. Sokakların, yolların komünist dönem sonrasında yenilenmediği, bakım görmediği üzerinde duruluyor. Buzau adlı yerleşim bölgesine giden otoban üzerinde trafik kazasında hayatını yitirmiş insanlar için dikilen haçların katedilen mesafenin iki mislinden fazla olduğunu acılı alaycı bir dille aktarıyor Angela. Tek şeritli olan ve emniyet şeridinin de dar olduğu otobandaki haç resmi geçidinin tam 4 dakika süre ile perdeye taşındığı, söze gerek kalmadan çok etkileyici olabilen bir bölüm bu.

Yabancı işveren için işçilerin kazalardan korunma prosedürleri üzerine film çeken reklam çalışanları, oğulları bir iş kazasında sakat kalmış kurmaca filmin yaşlanmış Angela’sı ve Macar asıllı kocası ile söyleşirken belgesel ile kurmacanın muhteşem evliliği bir kez daha taçlanıyor. Bu bölümde ayrımcılık meselesinin üzerine gitme fırsatı buluyor Jude. Yaşlı Angela ülkedeki Roman azınlığa karşı ırkçı laflar sarfediyor. Faşist Orban yönetimi lehine konuşan Macar kocasına gelirsek, o da yıllar boyunca Rumenlerin Transilvanya’da yaşayan Macar halklarının haklarını umursamadığından yakınarak, Orban hükümetine oy verdiğini söylüyor.

Derken filmin tek plandan oluşan 40 dakika süreli vurucu final bölümü geliyor. Reklam ekibinin iyice bir ücret karşılığı çekimler için ziyarete gittikleri yaşlı Angela’nın oğlu mobilya fabrikası işçisi Ovidiu Pirsan (kendini canlandırıyor) hayatını mahveden olayı şöyle anlatıyor: Noel yaklaşırken yabancı müşterilere mal yetiştirmek için 17 saat aralıksız çalıştıktan sonra gecenin zifiri karanlığında işi bırakmış, arabanın teki boyanmamış derme çatma otopark bariyerine bindirince paslı demir çubuk kafasında patlamıştır. Aydınlatmanın komünist dönemden beri iyileştirilmediği fabrika çıkışında geliyorum diye bağıran felâketin ardından bir yıldan fazla süreyle komada kalan ve belden aşağısı tutmayan genç adamın tekerlekli iskemlesinde yana yakıla olayı naklediş biçimi işveren çıkarı açısından sakıncalı bulununca yerli reklamcılar sakat işçinin laflarını ağzına gömüp filmi diledikleri gibi kurgulama yoluna gidiyor. Yabancı şirketlerin Avrupa’nın dört bir yanından çöpe boğduğu, Avrupa Birliği topluluğunun en yoksul ülkesinin başına gelenlerde halkın sorumluluk payını düşünmeden edemiyor reklamcı Angela. Bu minvalde bizler de toplumsal yozlaşmanın tavan yaptığı ülkemiz insanları için aynı soruyu sormaktan kendimizi alamıyoruz.

Jude filmlerine upuzun isimler vermeyi seviyor. Son yapıtının adını da Polonyalı komünist Yahudi yazar Stanislaw Jerzy Lec’e ait bir aforizmadan almış. Final jeneriğini Edo döneminde yaşamış Japon şair ve Budist rahip Kobayashi Issa’nın çok sevdiği ‘haiku’larından biriyle tamamlarken ‘Cehennemin çatısında yürürken aşağıdaki çiçeklere bakıyoruz’ ifadesine yer veriyor. Filmin başka bir bölümünde Goethe’nin büyük büyük torunu olan şirket yetkilisi de büyük atasının ölüm döşeğinde rivayet edildiği gibi ‘daha çok ışık / mehr Licht)’ değil ‘daha çok hiçlik / mehr Nichts’ diye mırıldandığını iletiyor Angela’ya.

Modern çağda sömürü, dijital yalnızlık, tepetaklak bir çöküşe doğru hızla yol alan dünyanın bitik halini hınzır bir mizah ve edepsiz şarkılarla perdeye taşıyan Romanya’nın Oscar adayı bu benzersiz filmi İstanbul Modern sinema salonunda 13 Haziran Perşembe saat 17:15’te izleyebilirsiniz.

(08 Haziran 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Hayalet Sürücü

Kadıköy Belediyesi’ne bağlı Sinematek / Sinema Evi sezonu dünya sinemasının önemli klasiklerinden ‘Hayalet Fayton / Körkarlen’ ile noktalıyor.* Sessiz dönemde ‘İsveç sinemasının Altın Çağı’ olarak bilinen öncü figürlerinden Victor Sjöström’ün Nobelli yazar Selma Lagerlöf’den uyarladığı 1921 tarihli yapım, 20’li yılların bitimine doğru en üstün yapıtlarını verecek olan sessiz dönemin ilk başyapıtlarından biri olarak anılıyor ve bugün hâlâ ilgi ile izleniyor.

Filmin açıldığı yılbaşı gecesi, Kurtuluş Ordusu mensubu rahibe Edit (Astrid Holm) yakalandığı amansız hastalık nedeniyle ölüm döşeğindedir. Son arzusu, ruhunu kurtarmak ve doğru yola döndürmek için yardım etmeye çabalamış olduğu David Holm’u (Victor Sjöström) görmektir. Başında bekleyen arkadaşının ‘o zavallı ruhlar için yeterince çalıştın’ demesine rağmen duygusal hisler de beslediği Holm’u görmekte ısrarlıdır. Alkolik ve istismarcı, evli ve iki çocuk babası David o sırada kilise mezarlığında arkadaşlarıyla kafayı çekmekte ve eski dostu Georges’un ona anlattığı efsaneyi aktarmaktadır: anlatıya göre yılbaşında saat gece yarısını vurmadan önce ölen son kişi, bir sonraki yılbaşına dek Ölüm’ün faytonunu sürmekle ve bedeninden ayrılan ruhları toplamakla lanetlenecek, Azrail’in şoförü olarak bir yıl süreyle bu görevden ve çekeceği ıstırap ve vicdan azabından kaçamayacaktır.

David çıkan bir kavgada başına aldığı darbeyle yere yığıldığında, bedeninden ayrılan ruhunu almaya gelen eski dostu Georges’tan başkası değildir. Georges, çanlar çalmadan ölen son kişi olan eski dostunun ruhunu faytona taşırken ona mahvına sebep olduğu insanları gösterir. At ve araç aynı kalsa da sürücünün değiştiği, gece gündüz efendisinin işlerini halletmek zorunda olan ve nereye gitse keder ve talihsizlikle karşılaşmakta olan Azrail’le (Olof Ås) yolculuk David’in kendi hata ve günahları ile yüzleşmesini sağlayacak mıdır?

Özgün adı İsveççede faytoncu anlamına gelen ‘Hayalet Fayton’ yeni kurulan Svensk Filmindustri’nin ilk yapımı olarak 1921 Yılbaşı Gecesi gösterime girmiş; edebiyat alanında Nobel Ödülü kazanan ilk kadın olan Lagerlöf ile Sjöström’ün bu dördüncü işbirliği büyük başarı kazanarak sinema tarihine geçmiştir. Geriye dönüşlerle tıkır tıkır işleyen kurgusu ve bugün hâlâ hayranlık uyandıran usta işi görüntüleri Henrik ve Julius Jaenzon imzasını taşımaktadır. Film yıllar boyu sinema tarihinin başka seçkin başyapıtlarına ilham kaynağı olagelmiştir. Ingmar Bergman’ın 1957 yapımı ‘Yedinci Mühür / Det Sjunde Inseglet’deki Azrail karakteri Sjöström etkisi taşır. Keza Bergman’ın aynı verimli yılında çektiği bir diğer ünlü başyapıtı ‘Yaban Çilekleri / Smultronstallet’nde Sjöström’e sinemadaki son ikonik kompozisyonunu bahşeder. ‘Hayalet Fayton’un eril hoyratlığı resmeden ünlü ‘balta ile kapıyı kırma sekansı’ yıllar sonra Amerikalı auteur Stanley Kubrick’in de radarına girecek, bu sahnenin bir benzerini 1980 yapımı klasiği ‘Cinnet / The Shining’de kullanacaktır.

*Bu eşsiz klasiğin canlı müzikli gösterimi 13 Haziran Perşembe akşamı 20:00’de perdeli ve perdesiz gitarlarda Mert Pekduraner, davulda Nihal Saruhanlı, yaylı tamburda Muaz Ceyhan, bas gitarda Eren Dilli eşliğinde Sinematek / Sinema Evi’nde gerçekleştiriliyor.

(07 Haziran 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Kore Usulü Hayalet Avcıları

Ülkesi Güney Kore’de yılın hasılat rekorunu kıran ‘Exhuma / Pamyo’ sessiz sedasız sinemalarımıza uğramış bulunuyor. Dünya prömiyerini 74. Berlin Film Festivali Forum bölümünde gerçekleştiren yapım Uzakdoğu gerilim – korku sinemasının bilinen yönetmenlerinden Jang Jae-hyun’un imzasını taşıyor. Film Los Angeles’ta yaşayan aslen Koreli varlıklı bir ailenin doğduğundan beri ağlayan bebeklerinin rahatsızlığına çare bulma girişimiyle açılıyor. Kardeşi de akıl hastanesinde canına kıymış olan baba Park Ji-yong oğluna musallat olan büyük dedenin lanetinden kurtulmak üzere genç bir şaman çiftin yardımına başvuruyor. Derken Feng-shui ustası toprak uzmanı ile yardımcısı devreye giriyor. Lanetten kurtulabilmek için dedenin mezarının açılarak tabutun ivedilikle yakılmasına karar veriliyor. Lakin işler beklendiği gibi şekillenmiyor. Kuzey Kore sınırına yakın ıssız bir tepedeki mezarın hemen altında dikey olarak toprağa gömülü devasa bir başka mezar daha ortaya çıkıyor. Büyük dedenin emperyalist komşuları ile kirli işbirliği, Japonların Kore yarımadasında yaşattıkları zulüm tarihsel olarak devreye girerken korku – gerilim anlatısı farklı boyutlar kazanmaya başlıyor.

Bizdeki izleyiciye uzak dursa da, farklı dinlerin, Şamanizm, Budizm ve Hristiyanlığın kadim gelenekleri ile modern Kore toplumunun kaynaştığı bir coğrafyada filmin öyküsüne yedirilmiş dinsel inanç motiflerinin varlığı, filmin Kore ve civar Uzak Doğu ülkelerindeki geniş izlenme başarısının açıklaması olsa gerek. Farklı coğrafyalar içinse folklorik korku türünün iyi bir örneği olarak ilgi çekmeye aday. Yapım kabaca iki bölümden oluşuyor. Filmin bizdeki gösterimde de kullanılan İngilizce adı, dilimizde ‘mezardan çıkarma’ anlamına gelen ‘exhumation’ kelimesinden geliyor. Otantik şaman ritüelleri eşliğinde mezarın açıldığı ilk bölüm usul usul gelişen gerilimiyle başarılı. Ete kemiğe bürünmeye can atan ikinci tabutun sakini Japon generalin general ortaya çıktığı ikinci kısımda ise ortalık kan gölüne dönüşüyor.

İki hikâye arasındaki bağlantının çok iyi kurulamadığı söylenebilir. Öykünün vadettiği tarihsel açılımın güdük kalışının yarattığı hayal kırıklığı da var. Ancak folklorik motif ve görselliği başarılı olan yapım hayalet samurayın ateş topuna dönüştüğü bölümlerde zirve yapıyor. Kültleşmiş ‘Old Boy’un kadim aktörü Choi Min-sik’in ‘toprak falcısı’ kimliğinde yer aldığı film, Amerikan sinemasının klişeleşmiş şeytan çıkarma öykülerinden sıkılmış olanlar için alternatif bir seyirlik olarak, ışık – gölge kontrastının keyfine varabilmek için kusursuz projeksiyon düzenine haiz bir salon tercih etmek koşuluyla izlenebilir.

(03 Haziran 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Çorak Topraklarda

George Miller üç kuşak öncesinin kült serisi Mad Max efsanesini sürdürüyor. ‘Mad Max: Fury Road’ ile otuz yılın ardından muhteşem bir dönüşü gerçekleştirmiş olan sinemacı, dünya sinemalarıyla aynı anda bizde de gösterime giren son çalışması ‘Furiosa: Bir Mad Max Destanı / Furiosa: A Mad Max Saga’ ile memleketi Avustralya’nın uçsuz bucaksız kırsalında çektiği bir önceki maceranın evveline, küçük Furiosa’nın ana kucağından koparıldığı 15 yıl öncesine dönüyor.

Miller ile yapımcı Byron Kennedy’nin yetmişli yıllarda dünya ekonomisini kilitleyen petrol krizinin taze anıları üzerine kurguladıkları, yetmişlerin tekinsiz otoyol filmlerinin izini süren özgün öykü zaman içinde şirazesinden çıkmış insanlığın ilkel vahşetine ayna tutmuştur. Oysa serinin bu son halkası ön jenerikteki çöküş çığlıklarının uzağında yeşil bir vadinin huzurlu ortamında açılıyor. Küçük Furiosa (Alyla Browne) uzandığı ağaç dalından ‘yasak meyve misali’ olgun bir şeftaliyi kopardıktan hemen sonra yakındaki uğursuz adamların eline geçiyor. Savaşkan annesi onu kurtarmak için peşlerine düşse de kader onun çocukluğunu elinden almaya niyetlidir.

Küçük kız önce motor çetesinin lideri Dementius’un (Chris Hemsworth), daha sonra ilk kez ‘Fury Road’da tanıştığımız ‘Kale’nin efendisi ölümsüz Joe’nun (Lachy Hulme) tutsağı oluyor. Yeşil vatanına özleminin yanında küstah Dementius’tan alacağı intikamın da hayatta tuttuğu Furiosa nefret hissiyatıyla büyüyor ve gözüpek bir savaşçı olarak yetişiyor. Ölümsüz Joe’nun askeri olacağı ‘Fury Road’ öncesinde kısıtlı yeryüzü kaynakları için mücadele eden savaş lordları sofrasında Praeatorian Jack’in (Tom Burke) eğitiminden geçiyor. Yalnızca yağmalayacak kadar vahşi olabilenlerin hayatta kalabildiği bu yeni dünyada kendi şeytanlarıyla boğuşurken çorak topraklarda yeniden yaşamayı öğrenecek olan Max ile tanışma öncesinde intikamının izini sürmeye kararlıdır Furiosa.

Deneyimli Miller, temel içgüdünün hayatta kalmak olduğu bu distopik alemin son model dijital sürümünde kendine özgü dünyasının ana dinamiklerini ve 80’ine merdiven dayadığı yaşında parmak ısırtan absürd enerjisini korumayı sürdürüyor. Bir kez daha ustası Sergio Leone’nin stilize planlarını örnek alıyor, filmini bir çöl operası kıvamında sahneye koyuyor. Hikâyenin açılış bölümünü, Furiosa’yı kurtarmak için annesinin verdiği amansız mücadeleyi içeren ‘Ulaşılmazlık Kutbu’ adı verilmiş ilk epizodu çok beğendimi söyleyebilirim. Bu bölümde Baz Luhrmann imzalı ‘Muhteşem Gatsby / The Great Gatsby’den anımsadığımız Simon Duggan’ın özellikle gece görüntüleri (aman iyi bir projeksiyonda izleyin) çok etkileyici. Çorak topraklarda petrol, gıda, su ya da silah ticaretinin paylaşım savaşları pek de uzak olmayan distopik bir gelecekten çağımıza göz kırpar gibi. Lakin çok ilginç giriş bölümünün devamında aksiyon sahneleri peş peşe sıralanmaya başlıyor. Günümüz genç izleyicisi bunu bekliyor derseniz haklısınız da tüm bu iyi çekilmiş curcuna içinde karakter yaratmaya pek fırsat kalmamış. Söz gelimi Tom Burke gibi çok iyi bir oyuncu hız tuzağının içinde güme gidiveriyor.

Filmin Tom Holkenborg imzasını taşıyan müzikleri ve ses bandı (ses düzeni birinci sınıf bir salonda izleyin) dört dörtlük. Edgar Wright’ın ‘Dün Gece Soho’da / Last Night in Soho’sunda bayıldığımız Anja Taylor-Joy, Furiosa’nın yetişkinliğinde aksiyon yıldızı olarak parlarken, burun protezinin karizmasını bozamadığı ‘Thor’ Hemsworth, Dementius’da göz dolduruyor. Keza, beklenen hesaplaşma bölümünde Furiosa’nın Dementius’a hazırladığı son antolojilere geçecek cinsten. Noktalarken, ‘Furiosa’nın erdemleri ve aşırılıklarıyla distopik western sinemasının yaratıcı bir örneği olarak izlenmeyi hak ettiğinin altını çizelim.

(31 Mayıs 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Cehennemden Canlı Yayın

Cannes prömiyerinden sonra 43. İstanbul Film Festivali’nin gece yarısı sürprizlerinden biri olarak izlediğimiz ‘Şeytanla Bir Gece / Late Night with the Devil’, yazar – yönetmen Cairnes Kardeşler imzasını taşıyor. Cameron ve Colin biraderlerin 70’ler korku ve dehşet estetiğini yeniden inşa ettiği filmleri 1977 yılının Cadılar Bayramı haftasında tek mekânda gelişen ilginç bir deneme olarak dikkat çekiyor.

Vietnam kâbusu ve enerji krizinin ardından Watergate skandalı ile boğuşan ‘70’ler Amerika’sının güvensiz ve huzursuz yıllarındayız. Televizyon kaosu oturma odasına taşıdığı ölçüde, röportaj, müzik ya da skeç komedisinin eğlenceli karışımıyla kalbini ve zihnini ele geçirdiği topluma belli bir rahatlık da sunmaktadır. Johnny Carson’ın sunduğu ‘Tonight Show’un reyting rekorları kırdığı o yıllarda radyo spikerliğinden gelen Jack Delroy (David Dastmalchian) rakip kanalda yayınlanan şovuyla zirveye gözünü diker. Geç saatlerde yayınlanan UBC’nin ‘Gece Baykuşları / Night Owls’ programı tutmasına tutar, Emmy adaylıkları gelir, kanalın izleyici sayısı artar, ancak 4 sezon geçmiş olmasına rağmen Carson’ın reytingini yakalayamaz. Bu süreçte ilham perisi karısını amansız bir hastalıktan yitiren Delroy’un şovu düşüşe geçmeye başladığında hırslı sunucu talihini döndürecek çareyi 1977 Cadılar Bayramı haftasında yayına sokacağı şeytani bir canlı yayın gösterisinde arar.

Programa sahtekâr medyum Christou (Fayssal Bazzi) ve hipnotist Carmichael Haig (Ian Bliss) ile başlayan sunucunun bir sonraki konukları ortalığı karıştırır. ‘Şeytanla Sohbetler / Conversations with the Devil’ kitabının yazarı Dr. June Ross – Mitchell’in (Laura Gordon) şeytani bir tarikatın elinden kurtarıp himayesine almış olduğu 13 yaşındaki Lilly (Ingrid Torelli) aracılığıyla stüdyoya giriş yapacak olan iblis, cehennemi kâbusu Amerika’nın oturma odalarına salıverecektir.

Son yıllarda pek yaygın olan ‘sahte belgesel’ akımından hareketle çok ilginç bir fikirle yola çıkmış olan Cairnes Kardeşler’in filmi belli bir noktaya kadar merakla izleniyor. ‘Birazdan izleyecekleriniz o gece yayınlanan görüntülerin yeni keşfedilen ana kaseti ve daha önce yayınlanmamış kamera arkası görüntüleridir’ ifadesi bu ilgiyi zinde tutmakta başarılı olmuş. TV reyting savaşlarının tarihçesine değinen başlangıç da gayet iyi. Delroy’un üne kavuştuktan sonra üyesi olduğu California ormanlarında sadece erkeklerin üye olduğu ‘The Grove’ ile ilişkisi bir diğer çok ilginç, geliştirilebilecek bir ayrıntı. Ancak, 1800’lerde kurulmuş ve üyeleri arasında politikacılar, şovmenler, endüstri liderlerin bulunduğu zenginler ve güçlüler kampına ilişkin cinsel istismar spekülasyonları üzerinde pek de durulmadan geçiliyor. Buna karşılık beklenen final o denli tatmin edici olamamış. İş William Friedkin imzalı ‘70’li yıllar kâbuslarının simgesi haline gelmiş ünlü ‘Şeytan / The Exorcist’in bildik numaralarına dönmeye başladığında film özgün dokusunu yitiriyor. Korku filmlerini seven kitle için yine de ilgiye değer bir deneme. Cairnes Kardeşler’in yaratıcı üretimlerinin devamını bekliyoruz.

(30 Mayıs 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

İki Dünya Arasında Sıkışmak

Yazar yönetmen Nehir Tuna’nın geçtiğimiz yıl Venedik Film Festivali resmi seçkisinde yer alan Orrizonti (Ufuklar) bölümünde dünya prömiyerini yapmış olan ilk uzun metrajı ‘Yurt’, 90’lı yılların ikinci yarısı Türkiye’sinin siyasi kutuplaşma ortamında geçen bir büyüme hikâyesi anlatıyor. Babasının beklentilerinin sınırladığı dünyasında kimlik mücadelesi veren 14 yaşındaki lise hazırlık öğrencisi Ahmet (Doğa Karakaş) hafta içi özel bir koleje devam ederken, kendini İslam’a adamış cemaat mensubu babasının zoruyla dini esaslar doğrultusunda eğitim veren bir erkekler yurduna yatılı olarak yerleştiriliyor. Ahmet alıştığı aile ortamından koparılmanın çaresizliğini yaşar ve babasının beklentilerini karşılamanın ağırlığı altında ezilirken, bir yandan da seküler okul ve dini yurt arasındaki ikili hayatında sıkışmışlık duygusu ile mücadele eder. Yurdun tecrübeli öğrencisi Hakan (Can Bartu Arslan) onun tek sığınağı olacaktır.

Tuna, 26. Adana Altın Koza Uluslararası Kısa Film Yarışması’nda birincilik ödülünü alan ‘Ayakkabı’(2019) ile alıştırmasını yaptığı ‘Yurt’un çıkış amacının kendini anlatabilmek olduğunu söylüyor. Ergenlik çağında kendi tercihini yapamayacak yaştaki genç çocuğun gözünden yarı otobiyografik bir öykü olarak şekillenen film, yönetmenin kendi yaşadıklarından yola çıkarak babasının istediği gibi bir insan olmaya çabalayan Ahmet’in sevgi yoksunluğu ve sevgiye ulaşma mücadelesi üzerine kurulmuş. Baba sevgisi, sıcak bir aile ortamı özlemi, lisedeki kıza aşık olup ondan romantik bir beklenti içerisine giriş, en yakınında olan ve her sırtından bıçaklandığında onu koruyan Hakan ile olan ilişkisi, Ahmet’in farklı sevgi formları yumağında bir sörf yapmasına neden oluyor. Ahmet’in kendi sesini bulması, içsel olarak özgürleşmesi ve kendi seçimlerini yapabilmesi, başkalarının sevgisini kazanmak için başka birisi olmaması gerektiğini idrak ettiğinde gerçekleşecektir.

Son jenerikte filmini ‘babasına’ ithaf ettiğini öğrendiğimiz Tuna’nın kişisel bir terapi özelliğini barındıran ilgiye değer projesi, Florent Herry’nin klasik başyapıtlardan esinlenmişe benzeyen olağanüstü siyah – beyaz çalışması, Avris Alptekin’in hızlı kurgusu, Avi Medina’nın etkileyici müzik çalışması ve iki gencecik oyuncusunun başarılı performansları ile sivriliyor. Ahmet’in siyah – beyaz’dan renkliye, statikten hareketli kamera hareketlerine dönüşecek olan özgürlük adımları bir auteur sinemacının doğuşunu müjdeliyor.

(25 Mayıs 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

İnsanlara Asla Güven Olmaz

‘Çok uzak olmayan bir gelecekte üç uzay gezgini, verimli ormanları, yaşanabilir iklimi ve temiz havasıyla dünyamıza benzeyen bir gezegene iniş yapar. Ancak hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Uygar maymunların eline geçmiş dünyamızda insanlar esirdir.’ Fransız yazar Pierre Boule’un insanlığın en derin korkularından birini dile getiren 1963’de yayımlanmış ünlü bilim – kurgu romanı ‘Maymunlar Gezegeni / Le Planete des Singes’ 1968 yılında Hollywood emektarlarından Franklin J. Schaffner eliyle beyazperdeye aktarılmış ve dönemin efsanevi oyuncularından Charlton Heston’ın insanlığın kurtarıcısı misyonunu alacak olan Ulysse Mérou’yu (isme dikkat!) canlandırdığı yapım gördüğü büyük ilgi üzerine 4 devam filmi ile sinema serüvenine devam etmişti. Bizde ‘Maymunlar Cehennemi’ adı verilmiş serinin özgün başlangıcını halen kapalı duran Reks Sineması’nda izlediğimde 11 yaşındaydım. Maymunların at koşturduğu gezegenin dünyamız olduğu gerçeğini keşfettiğimiz finalde Heston’ın yerle bir olmuş Amerikan Özgürlük Heykeli önündeki şaşkın hüznünden ne denli etkilendiğimi bugün gibi hatırlarım.

Yeni yüzyılda Tim Burton imzasıyla bu defa özgün ‘Maymunlar Gezegeni / The Planet of the Apes’ adıyla sinemalara gelen 2001 yapımı yeniden çevirim o denli ilgi uyandırmadı. 2011’de Matt Reeves yönetiminde yeniden ele alınan yeni üçleme ‘Maymunlar Cehennemi: Başlangıç / Rise of the Planet of the Apes’ ile açılış yaparken, Andy Sarkis’in efekt ve makyaj marifetiyle büründüğü Sezar (Caesar) karakteri eski hayranların ve yeni kuşakların gönlünü kazanmayı bildi. 2017’de ‘Maymunlar Cehennemi: Savaş / War of the Planet of the Apes’ ile muhteşem bir final yapan seri tam 7 yıl sonra ‘Maymunlar Cehennemi: Yeni Krallık / Kingdom of the Planet of the Apes’ ile beyazperdeye dönüş yapıyor.

Muhtemel yeni üçlemenin ‘Labirent / Maze Runner’ serisi ile çıkış yapmış olan Wes Ball imzasını taşıyan ilk filmi, barış içinde yaşayan bir dünyanın müjdesini vermiş olan Sezar hükümdarlığının nesiller sonrasında geçen ve maymunların sorgusuz sualsiz hakim olduğu, ölümcül bir virüs sonrası zeka kabiliyetlerini büyük ölçüde yitirmiş dağınık insan topluluklarının gölgede yaşamaya itildiği bir dünyaya taşıyor bizleri. Sezar’ın maymun kabileleri arasında bir efsaneye dönüştüğü ancak yeni yetme kuşağın onun yaptıklarından pek de haberdar olmadığı yıllardır bunlar. Bu dönemde Sezar adını kullanarak onun kurmaya çabaladığı uygar düzenin yerine kendi despot krallığını inşa eden Proximus dağınık halde yaşayan kabileler üzerinde terör estirmektedir. Bir saldırı sonrasında köyünü ve ailesini kaybeden genç Noa kaçmayı başarır. Bilge orangutan Raka ve dişi insan Nova ile yolları kesişecek olan henüz hayatın başındaki Noa esir düştüğü despot Proximus’un okyanus kıyısındaki krallığında insanlığın ve türünün tarihi ile tanışacaktır. Bu süreçte, insanlığın teknolojik mirasını ele geçirerek ezici diktatörlüğünü perçinlemek isteyen maymun gücünün yanında yerini almış Trevathan benzeri (özlediğimiz William H. Macy) insan tiplemeleri ya da yeni düzende beyaz insan egemenliğini yeniden kurma mücadelesi veren teşkilatın göründüğünden çok daha zeki ve kurnaz CIA ajanı misali üyesi Nova ile çatışması gecikmeyecektir.

Sonraki bölümlerinde Noa’nın güçlenerek yeni bir Sezar olarak doğuşuna tanıklık edeceğimiz izlenimi veren ‘Maymunlar Cehennemi’nin bu yeni üçlemesi, kusursuz görselliği ve hayli gelişmiş özel efektleri ile daha ilk filmden serinin öncüllerine açıkça meydan okuyor. İnsanlık, otorite, kapitalizm üzerine ilginç okumaların işaretini veren hikâyesi de fena durmuyor. Devam filmlerinde yaratıcı çıtanın daha da yükseleceğini ümit ediyoruz.

(22 Mayıs 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Sinemaya ve İşçi Sınıfına Saygı Duruşu

Yaşayan büyük ustalardan Aki Kaurismäki 6 yıl aradan sonra harika bir filmle sinemaya dönüş yaptı. ‘Sararmış Yapraklar / Kuolleet Lehdet – Fallen Leaves’ geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapmış ve prestijli ‘Jüri Ödülü’ne layık görülmüştü. Sinemacı çağımızın kanayan yaralarından mülteci sorunu üzerine çektiği iki güzel filmin (‘Umut Limanı / Le Havre, 2011; Umudun Öteki Yüzü / Toivon Tuolla Puolen – The Other Side Of Hope, 2017) ardından, bu son filmiyle 90’lı yılların başında tamamladığı ünlü ‘proleterya üçlüsü’ne kaldığı yerden devam ediyor.

Bir markette kasiyer olarak çalışan Ansa (Alma Pöysti) çöpe gitmesi gereken tarihi geçmiş ürünleri yoksul bir gencin almasına izin verdiği ve de bu ürünlerden birini çantasına attığı için sorgusuz sualsiz işinden oluyor. İnşaat işçisi Holappa (Jussi Vatanen) ise alkolizm sorunu yüzünden kovuluyor. Yaşadıkları hayattan bezginlikleri yüzlerine vurmuş bu yalnız iki ruh radyoyu açtıklarında sınır komşusu Rusya’nın Ukrayna’da yarattığı terörle burun buruna geliyor. Kaçış yolu bir karaoke barda geçmişin romantik şarkıları ve bira eşliğinde dışardaki şiddeti unutmaktan geçiyor bazen. Çiftimizin ilk karşılaşması da aynı mekânda gerçekleşiyor. Daha sonra randevulaştıkları eski usul sinema salonunda daha huzurlu bir dünyanın keyfini yudumlamaya çalışıyorlar. Ancak türlü aksilikler onların bir araya gelmesini engeller gibidir. Holappa’nın alkolizm sorunu işi daha da çıkmaza sokacaktır.

İşçi sınıfına ağıt niteliğinde olan ‘Kibritçi Kız’, (1990) ile yıllar önce kalbimizi çalmış olan sinemacı, refah ülkesi Finlandiya’nın arka bahçesinde, vahşi kapitalizmin insani duyguları görmezden gelen dişlilerinde sıkışmış yoksul insanları, kimi zaman evsizlerin dünyasını beyazperdeye taşımıştır. Kaurismäki evreninin hüzün yüklü yalnız karakterleri yine gözyaşlarında boğulmuyor ve sinemacı her talihsiz gelişmeyi hınzır bir mizahla beslemeyi sürdürüyor. Absürd insanlık komedisi, yaşamın zorlukları, kalp kırıklıkları, sınırda bekleyen Putin tehdidi, büroktratik dertler yumağında yeşeriyor.

‘Kibritçi Kız’ın trajik finalinin aksine, bu kez nefes aldıkça umut vardır misali sevgiye, şefkate kapılarını açıyor sinemacı. Sokağa açılan eski Ritz Sineması’nın büyülü evreninde yakınlaşıyor Ansa ile Holappa. Sinemanın kapısında ya da bira yudumlanan bardaki film afişleri, Godard, Bresson, Melville, Huston ya da Visconti armağanı geçmişin hazineleri yalnız ruhların sığınağı haline geliveriyor. Chaplinvari tesadüfler üzerinden ilerleyen hikâye yine Chaplin’e çok zarif bir saygı duruşu ile noktalanıyor.

Kaurismäki evreni sinemacının retro estetiğiyle bütünleşiyor bir kez daha. Sadık görüntü yönetmeni Timo Salminen’in eşsiz mavileri hüznü, sarılar kırmızılar dışa vurmakta zorlanılan arzuları, özlemleri yansıtıyor. Issız kalplerin buluştuğu loş barlarda Wurlitzer marka eski müzik kutularından geçmişin romantik ezgileri yükselirken, karakterlerin ruh hali bu unutulmaz şarkıların sözlerinde can buluyor. Arada bir internet cafe ya da akıllı olmayan eski tip cep telefonlarına rast geliyoruz, ancak bu küçük ayrıntılar haricinde nostaljik bir alemin huzurlu sakinliği ile baş başa kalıyoruz.

Geçtiğimiz yıldan başlayarak ülkemizdeki belli başlı festivalleri dolaşmış olan film yaygın vizyona girmedi ancak ‘Başka Sinema’nın özel gösterimleriyle perdeden sinemaseverlere ulaşmayı sürdürüyor. Yakındaki ilk gösterimin 21 Mayıs 21:00’de Caddebostan Kültür Merkezi’nde (CKM) olduğunu hatırlatırken, sinema tutkunlarının sinemaya adanmış bu güzel filmi kaçırmamasını öğütleyelim.

(18 Mayıs 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Masum Kalamıyoruz Hiçbirimiz

‘İki Şafak Arasında’ son dönemde ülkemizde üretilmiş en iyi ilk filmlerden biridir. Selman Nacar’ın uzun plan – sekanslara haiz, son derece olgun bir anlatıma sahip çalışması, bir günün sabahından başlayarak ertesi günün sabahına kadar gelişen olaylara objektif bir biçimde tanıklık ederken, izleyicisini hikâyenin sorduğu sorularla baş başa bırakır. İş kazası üzerine kurulu hikâye Uşaklı fabrika sahibi ailenin küçük oğlunun gözünden ahlâki meseleleri sorgular, köhneleşmiş bir sistem içinde çarkların nasıl döndüğünü içerden bir bakışla gözler önüne serer. Vicdan hesaplaşması üzerine bu çarpıcı deneme geleneksel aile bağları üzerine de keskin gözlemler içerir.

Tadı damağımızda kalan bu ilk uzun metrajın ardından genç sinemacının 80. Venedik Film Festivali’nin resmi yarışma seçkisi dahilindeki Orrizonti (Ufuklar) Bölümü’ne kabul edilmiş olan ikinci filmini sabırsızlıkla bekliyorduk. Yönetmenin önceki çalışmasında olduğu gibi 24 saatlik bir zaman dilimi içinde geçen ‘Tereddüt Çizgisi’ bir kez daha Nacar’ın doğup büyüdüğü Uşak kentini mekân olarak kullanıyor. Cristian Mungiu imzalı ‘Mezuniyet / Bacalaureat’ (2016) ve ‘R.M.N.’ (2022) ile Cristi Puiu başyapıtı ‘Malmkrog’ (2020) gibi filmlerden hayranı olduğumuz Romanyalı görüntü ustası Tudor Vladimir Panduru’un açılış ve kapanış sekanslarıyla büyüleyen yapım yeni bir ahlâk ve vicdan otopsisine girişiyor.

Eğitimini yurt dışında tamamlamış olan avukat Canan (Tülin Özen) yıllar sonra dönüş yaptığı kentte solunum cihazına bağlı annesinin akıbetine ilişkin ahlâki karar ile boğuştuğu 24 saat içinde, masum olduğuna inandığı ve uzun süredir savunmasını yaptığı cinayet zanlısı Musa’nın (Oğulcan Arman Uslu) hüküm duruşmasını da göğüslemek durumundadır. Zorda olan genç kadın, annesi, dava hakimi ve sanığın hayatını etkileyecek ahlâki bir tercih yapmak durumunda kalacaktır.

Nacar, film boyunca Canan’ın yanından hiç ayrılmıyor ve olaylarla genç avukatın bakışı üzerinden karşılaşıyor. Yönetmen seyircinin gün boyunca kamusal alanlarda koşuşturan Canan ile birlikte yol almasını, çürümüş sistemin çarklıları ile boğuşan genç kadının psikolojisi ile yüzleşmesini amaçladığını ifade ediyor. Canan karakteri üzerinden filmin izleyiciye ayna tutmasını ve genç kadının bahsettiğimiz gün içerisinde yaşadığı zorluklar üzerinden ahlâk ve vicdan hesaplaşmasına girişmesini istediğini; Musa’nın ‘suçlu mu değil mi, ceza alacak mı almayacak mı?’ gibi soruların açıklığa kavuşmasından çok ‘böyle bir sistem içinde yaşanıyorsa kokuşmuşluğun hayatın her alanına sirayet edeceği ve kimsenin masum kalamayacağını’ anlatmak istediğini ilave ediyor.

Kurgusu ve görselliği ile dikkatleri çekiyor ‘Tereddüt Çizgisi’. Mahkeme tavanının çöktüğü sahne sistemin çürümüşlüğünü ifade eden yaman bir metafor olarak göz dolduruyor. Canan’ı ve aile ilişkilerini, bir de elde Oğulcan Arman Uslu gibi müthiş bir oyuncu varken Musa karakterini daha iyi tanımak isterdik doğrusu. Nacar’ın yeni çalışmalarını heyecanla beklemeyi sürdürüyoruz.

(11 Mayıs 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Bedenlerin Alışverişi Üzerine

‘Rekabet / Challengers’ bir tenis kortu görüntüsünü takiben gözlerini ateş bürümüş terli üç yüzün yakın plan görüntüsü ile açılıyor. Ardından duyulan huzurlu Henry Purcell ezgisi (İngiltere, İskoçya ve İrlanda kraliçesi II. Mary’nin doğum günü için bestelenmiş ‘Sound the Trumpet’, 1694) kazanma hırsı ve güç kontrolü üzerine amansız bir mücadele öncesinde duygularımızı dengeliyor.

İtalyan usta Luca Guadagnino kendisi ile tanıştığımız 2009 yapımı ‘Benim Adım Aşk / Io Sono L’Amore’den beridir aşkın, cinselliğin o karanlık dehlizlerinde gezinmeyi sürdürüyor. Justin Kuritzkes’in ustalıklı senaryosundan perdeye aktarılan ‘Rekabet’ görünürde üç başarılı tenisçinin 13 yıla yayılan tutkulu serüvenini ilk gençlik yıllarından başlayarak anlatıyor. Krolonojik bir inceleme değil yalnız bu. Kuritzkes’in metni geçmiş ile bugün arasında tenis maçı izliyormuş hissi veren hareketli ve hareketli bir kurgu üzerinden ilerliyor.

New Rochelle, New York’ta düzenlenen tek erkekler maçında karşı karşıya gelen Patrick Zweig (Josh O’Connor) ile Art Donaldson’ın (Mike Faist) Stanford’daki yatılı günlerinden ranza komşuları olduğunu öğreniyoruz. Aynı okulun kızlar takımında fırtına gibi esen Tashi Duncan’la (Zendaya) 13 yıl önce bir turnuvada tanıştıklarında genç kız iki oğlanın aklını başından almıştır. Zaman içinde kariyerinde daha başarılı yol alan Art ile yakınlaşan ve onunla evlenen Tashi, talihsiz bir sakatlık sonucu spor hayatını bırakmak zorunda kalınca kazanma hırsını kocasının başarısı üzerinden diri tutma peşindedir. Otuzlu yaşlarında aynı turnuvada karşı karşıya gelen tenisçiler bir güç oyununa girişirler. Tashi açık açık kazananla birlikte olacağını deklare etmiştir ancak önemli olan yalnızca kazanmak mıdır.

Guadagnino bir spor draması görünümü altında ilişkilerin baştan çıkarıcı, oyunbaz tabiatının filmini çekmiş. Tenis oyunundan hareketle ilişkileri neşter altına yatırmak, üç bireyin birbirlerine duydukları arzuyu şehveti irdelemek istemiş. Yönetmen karakterlerin bastırdıkları şehvet ve seks arzularını tenis kortundaki tutku ve ihtirasları ile açığa çıkarmayı hedefliyor. Bedenin kırılganlığı kadar hareketliliğini, vücutların karşılıklı iletişimini perdeye taşıyor. Bu yüzden oyunun inceliklerinden ziyade terli sporcu bedenlerinin alışverişi ile ilgileniyor. Bakışlar ve beden dili üzerinden ilerliyor.

Genç insanların kort dışında ulaşamadıkları cinsel tatmini maç sırasında yakalayışlarının izinde, Guadagnino duyguları görsel açıdan olduğu kadar işitsel olarak da ifade etme peşinde. Taylandlı Sayombhu Mukdeeprom’un çarpıcı görüntü çalışması eşliğinde bir tenis maçı kurgusunda ilerleyen hikâyeye Trent Reznor ile Atticus Marcus’un vurucu tekno müziği eşlik ediyor. Nefes almaya ihtiyaç duyduğumuz sahnelerde ise üçlü birlikteliğin cinsel şifrelerini, iki oğlanın bastırılmış duygularını, Art’ın otorite karşısında kırılganlığını, Tashi’nin tahakküm tutkusunu mikroskop altına yatırıyor İtalyan sinemacı.

Son olarak ‘Dune’da izlediğimiz Zendaya, uzun soluklu TV dizisi ‘The Crown’un ardından geçtiğimiz yıl Cannes’da ‘La Chimera’ ile dikkatleri çekmiş olan İngiliz asıllı O’Connor ve Spielberg imzalı ‘Batı Yakasının Hikâyesi / West Side Story’nin on parmağında on marifetli oyuncusu Faist’in filmin üç tutkulu genç bireyini başarıyla canlandırdığı ‘Rekabet’ çok katmanlı yapısıyla yılın en iyi filmlerinden biri olarak izlenmeyi hak ediyor.

(05 Mayıs 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com