Etiket arşivi: Ferhan Baran

Hayat Piyanonun Tuşları Gibidir

Popüler bir edebiyat serisinden 2001 yılında sinemaya aktarılan ‘Bridget Jones’un Günlüğü’, İngiliz kaynaklı romantik komedilerin en iyi örneklerinden biridir. İngiliz gazeteci Helen Fielding’in 90’lı yıllarda ‘The Independent’ gazetesinde anonim olarak kendi yaşamını yazdığı köşeden hareketle kaleme aldığı roman serisi, Jane Austen’ın –bizde ’Aşk ve Gurur’ olarak bilinen- ‘Gurur ve Önyargı / Pride and Prejudice’ adlı romanı ve onun 1995 yılında uyarlandığı diziyi temel alır. Mini dizide Bay Darcy’yi oynayan Colin Firth’ün ‘Dacy’ karakterini oynaması çeyrek asır öncesinde büyük ilgi uyandırırken, BBC için Austen’ın ölümsüz klasiğini uyarlayan Andrew Davies ve ‘Dört Nikah Bir Cenaze’ ile bilinen Richard Curtis’in birlikte yazdıkları senaryo metniyle bir romantik komediden çok daha fazlası olan ilk film, milenyumun başında kadınlık halleri üzerine ilginç gözlemler içerir. Amerikalı aktris Renée Zellweger’in sonradan çok başarılı bulunan İngiliz aksanına baştan şüphe ile yaklaşılmış, 30’lu yaşlardaki tombul karakteri için aldığı kilolarla çizdiği Oscar adayı olmuş sevimli içten Bridget kompozisyonu sonradan alkışlanmıştır.

Kadınların kendileri ile özdeşleştirdiği, Hollywood yapımlarındaki kusursuz hatunların aksine çok hata yapan, çok güzel giyinemeyen, terk edilen, aldatılan kadın karakteriyle çeyrek asır boyunca aynı serinin üç filminde ilgiyle karşılanmış olan kahramanımız, serinin dördüncü halkası olan ‘Bridget Jones Onun İçin Çıldırıyor / Bridget Jones Mad About The Boy’ ile beyazperdeye dönüş yapıyor. Bu son epizodda Bridget 47 yaşına gelmiş, kendi deyimiyle yapayalnız bir kadındır. Hayatının aşkı Mark Darcy, uluslararası insan hakları avukatı olarak bulunduğu Sudan’da elim bir patlama sonucu 4 yıl önce hayatını kaybetmiştir. Bridget hayatının aşkını kaybettiğinden beri günlük tutmamış, işini

bırakmış, Darcy’den olma yetişmekte olan oğlu ve kızı ile tam bir ev kadını olmuştur. Aslında tüm istediğinin ‘sessizlik içinde biraz olsun tek başına oturmak’ olduğunu söyleyen Jones, parkta çalışan 29 yaşındaki biokimya öğrencisi Roxster (Leo Woodall) ile tanıştığında artık dolu dolu yaşama dönmesi gerektiğini idrak eder. Hayat piyanonun tuşları gibi siyahlar ve beyazlar arasında gidip gelen bir döngüden ibaret değil midir. Bir küçük buluşma bir öpücüğe, bir gecelik kaçamak bulutların üzerine uçuran bir yaz mevsimine dönüşür. Lakin partneri ile arasındaki yaş farkı bu tutkulu beraberliği sürdürmesine yetecek midir. Yoksa çocuklarının rasyonel fen öğretmeni halim selim Mr. Wallaker (Chiwetel Ejiofor) O ve çocukları için çok daha uygun bir seçim mi olacaktır.

Bridget Jones fenomeni, tam 9 yıl sonra belki de serinin en başarılı devam filmiyle geri dönmüş. Fazla kilolarından kurtulmuş, olgunlaşmış karakterinde Zellwegger yine harikalar yaratıyor. Yaşını başını almış eski sevgili Daniel Cleaver’de Hugh Grant uslanmaz çapkın yorumuna neşeli olduğu kadar hüzünlü anlar ekliyor. Bridget’in annesi ve babasını canlandıran emektar değerler Gemma Jones ile Jim Broadbent kısa katkılarıyla filmi şenlendiriyor. İngiliz oyuncu Woodall uluslararası ilk önemli adımında diriliğin sembolü olarak ona imrenen yaşı ilerlemiş erkek tayfasının ve yaşlanmakta olan kadınların aklını çeliyor. Noel Coward’ın sözlerini yazdığı ünlü caz şarkıcısı Dinah Washington’dan dinlediğimiz ‘Mad About The Boy’ klasiği fonda onların hislerine tercüman oluyor.

(17 Şubat 2025)

Ferhan Baran

[email protected]

Gizemli ve Öngörülemez

24 Mayıs 1941 tarihinde doğmuş olan Bob Dylan popüler müziği uzun yıllar boyu etkilemiş, Amerikan folk müziğinin yeniden canlanmasında etkin rol oynamış müzisyenlerden birisidir. Çağdaş Amerikan kültürünün eşi benzeri olmayan ikonu, savaş karşıtlığı, sivil haklar ve sosyal huzursuzluklar üzerine edebi referanslarla inşa ettiği sözleri ve müziğiyle 60’lar kuşağının sözcüsü haline gelmiştir.

Sinemalarımızda gösterimi süren, geçtiğimiz günlerde başlayan 75. Berlin Film Festivali’nde özel bir gala ile Avrupa izleyicisine sunulan ‘Bob Dylan: Tam Bir Bilinmez / A Complete Unknown’ halen hayatta olan ve 80’li yaşlarında, 1988 yılından beri devam eden ‘hiç sonlanmayacak dünya turnesi’ kapsamında konser vermeyi sürdüren sanatçının kariyerindeki ilk yıllara, geleneksel akustik folktan çağdaş folk-rock türüne geçişinin hikâyesini anlatıyor. Yönetmen James Mangold ile Jay Cocks’un, Elijah Wald’un 2015’te yayımlanan ‘Dylan Goes Electric!’ adlı kitabından yola çıkan senaryosu, Dylan’ın (Timothée Chalamet) 1961 yılında otostop yaparak New York’a gelişi ve ilk iş olarak, tedavi edilemez Huntington hastalığından yatan idolü Woody Guthrie’yi (Scott

McNairy) hastane odasında ziyareti ile başlıyor. Bu ziyareti sırasında folk müzisyeni ve sosyal aktivist Pete Seeger (Edward Norton) ile tanışması onun New York’un bohem mekânlarında sahne almasına vesile oluyor. Kariyeri ‘The Gaslight Cafe’ benzeri kulüplerde başlayan yirmili yaşların başındaki Dylan, Columbia stüdyolarındaki kayıtlarının yığınlara ulaşması ile kendisini zirvede buluyor. Bu ilgi ve tezahürat onun tercihi değildir oysa. Siyah gözlüklerinin ardına gizlenmesi ve onları yalnızca sahnedeyken çıkarması bundandır. Halkı memnun etmek için müzik yapmak, kitlelerin yerden ayaklarını kesen ilk dönem folk şarkılarını yinelemeye, seyirci istiyor diye sahnede tek başına gitarıyla hayatının sonuna kadar ‘Blowin’ in the Wind’i söylemeye hiç niyeti yoktur.

90’lı yıllarda ‘Şişman / Heavy’, Angelina Jolie’ye genç yaşında Oscar ödülü getiren ‘Aklım Karıştı / Girl, Interrupted’ filmleri ile tanıyıp radarımıza aldığımız, zaman zaman çalıştığı popüler aksiyonlar bir tarafa, Western klasiği ‘3:10 to Yuma’nın çok başarılı yeni versiyonu ve bir diğer folk idolü Johnny Cash’in öyküsü ‘Sınırları Aşmak / Walk The Line’ ile sinema evreninde iz bırakmış olan Mangold’un son çalışması, bildik anlamda biyografik bir film olmanın ötesinde, Dylan’ın 1961’de başlayıp olaylı 1965 Newport Folk Festivali’ne uzanan süreçte, onun gizemli öngörülemez tavrını ele alıyor. Mangold, geçmişinden hiç söz etmeyen kapalı kutu sanatçının gizemini çözme çabasına girişmiyor. Onun Joan Baez (Monica Barbaro), aktivist kız arkadaşı Sylvie (Elle Fanning) ve o dönem hayatına giren kişiler ile ilişkilerine mesafeli bakışını koruyor. Dylan’ın kişiliğine yakışan bu yaklaşım, böylece filmi ağdalı romantik bir dolu biyografinin tuzağına düşmekten kurtarıyor. Gizemli başına buyruk ruhun başta ve sonda Guthrie ile olan sahnelerinde, belki de en kırılgan anlarına tanıklık ediyoruz.

Gencecik yaşında farklı ve özgün projelere imzasını atmış olan Chalamet’nin film için önemli bir şans olduğunu düşünüyorum. Oscar adayı genç aktör Dylan’ın ilk dönem müziği ile bezenmiş bu güzel filmde onun şarkılarını başarıyla yorumlamış, gitar, ağız mızıkası gibi enstrümanları bizzat kendisi çalmış. Tüm şarkıları bizzat seslendirerek çalgıları konuşturmuş olan diğer Oscar adayları Norton ve Barbaro’yu da çok başarılı bulduğumu belirtmek isterim.

(16 Şubat 2025)

Ferhan Baran

[email protected]

Beklenmedik Biçimde Belirir Aşk

Amerikan bağımsızlarının en iyilerinden Spike Jonze’un şimdiden klasikleşmiş 2013 yapımı filmi ‘Aşk / Her’, Sevgililer Günü şerefine 11 yılın ardından tekrar sinemalarda gösteriliyor. Film hakkında 13 Şubat 2014’te yayına girmiş yazımı özellikle yeni kuşaklar için yeniden düzenledim.

Theodore Twombly’nin (Joaquin Phoenix) hikayesi yakın bir gelecekte, teknolojinin başdöndürücü gelişimine uyum sağlamış soğuk ve metalik Los Angeles fonunda başlıyor. Bitmek üzere olan evliliğinin melankolisini yaşayan genç adamın işi, -çalıştığı firmanın diğer elemanları gibi- ‘engüzelmektuplar.com’ adresinden kendisine ulaşan, yalnızca fotoğraflardan aşina olduğu müşterilerinin ağzından eşlere, sevgililere, aile bireylerine duygusal mektuplar yazmaktır. Sosyal bir hayatı olmayan Theodore gökdelen katındaki dairesine döndüğünde üç boyutlu sanal bilgisayar oyunlarıyla oyalanır, telefonda erotik sohbetler aracılığıyla yalnızlığını gidermeye çalışırken, depresif bir iş çıkışı ‘dünyanın ilk yapay

zekâya sahip bilgisayar programı’ olarak pazarlanan yeni bir ürünle tanışması hayatını değiştirecektir. OS1 adı verilen model sıradan bir yazılım değildir. Sezgileri ve bilinci olan bu kusursuz beyin, sahibinin ses tonundan ne istediğini anlar, ama asıl özelliği deneyimleriyle kendini gelişimini sürdürebilme yeteneğidir. Theodore’un yapay olmayan sınırlı zihni, yeni arkadaşını şaşkınlık ve hayranlıkla karşılayacak, kendisine Samantha (Scarlett Johansson) adını seçen bu etkileyici sanal varlığın dayanılmaz cazibesine kapılacaktır.

‘John Malkovich Olmak’ (1999), ‘Tersyüz / Adaptation’ (2002), Maurice Sendak’ın tanınmış çocuk kitabından uyarladığı ‘Where The Wild Things Are?’ (2009) ile tanıyıp sevdiğimiz yönetmenin senaryosunu kendisi kaleme aldığı özgün çalışması, bu kısa özetten anlaşılacağı gibi, son dönemde sinema gündeminde giderek önemli bir yer almaya başlayan ‘yapay zekâ’ olgusunu yıllar öncesinden radarına alıyor. Oscar ödüllü mükemmel senaryosu, öykünün gizemli sempatisi ile mesafeli ve tekil hayatlar süren çağdaş bireyin onulmaz şefkat açlığının hüznünü olağanüstü bir başarıyla dengeliyor. Oscar adayı olmuş Will Buttler – Owen Pallett ikilisinin harika müzik çalışması ile yakın gelecekteki mekanik dünyanın tasarımı övgüyü hak ediyor.

Teknolojik bağımlılığa teslim olmuş mutsuz ruhlardan manzaralar içimizi ürpertiyor. Yeşilin aralara sıkıştırıldığı gökdelenlerle kaplı bu tuhaf kentte bina girişleri metroya ve alışveriş merkezlerine bağlanmış, ağaçlar asansörlerde dekoratif gölgelere dönüşmüş. Eşyalar ve özellikle giysiler tek tip. Doğallığını kaybetmiş bu garip dünyada hiç beklenmedik bir biçimde beliriyor aşk. Hepimizi şaşırtıyor, etkiliyor. Çağımızın aykırı aktörlerinden Phoenix’in melankolik Theodore’u ile bedensiz Johansson’ın üstün performansını hayranlıkla alkışlıyoruz.

(15 Şubat 2025)

Ferhan Baran

[email protected]

Kadın Gözüyle Emmanuelle

Emmanuelle Arsan’ın 1967 yılında yayımlanan aynı adlı romanından uyarlanan ‘Emmanuelle’ 1974 yılında işbilir sinemacı Just Jaeckin tarafından beyazperdeye uyarlandığında büyük gürültü koparır. Film o yıllarda öylesine büyük ilgiyle karşılanır ki, ana karakteri canlandıran Sylvia Kristel çağın seks sembolü ilan edilir, devam filmleri çekilir. 70’ler kuşağından bir yazar olarak, lise yıllarımızın ergenlik hayallerinde iz bırakmış filme geriye dönüp baktığımızda onun dönemin eril bir gözle pazarlanmış istismarcı ucuz filmlerinden başka bir şey olmadığını fark ederiz.

İlk çevrilişinden tam 50 yıl sonra Emmanuelle’in öyküsü bir kez daha perdeye taşınırken bu kez dümen iki yetenekli kadın sinemacıya teslim edilmiş. Venedik Film Festivali’nden Altın Aslan ödüllü ikinci uzun metrajı ‘Kürtaj / L’Evénement’ ile bilinen Audrey Diwan, son olarak ‘Başkalarının Çocukları / Les Enfants des Autres’ adlı yapıtını izlediğimiz Rebecca Zlotowski ile birlikte senaryoyu kaleme almış, Diwan filmi yönetmiş. Emmanuelle’in 2024 sürümü (Noémie Merlant) 50 yıl öncesinin edilgen, istismara uğraya kadını değil, büyük bir otel grubunun kalite kontrol denetleyicisidir. Grubun Hong Kong’daki ultra lüks ‘The Rosefield Palace’ mekânının kaynak, personel, müşteri ve kriz yönetimini inceleyecek, otel yöneticisi Margot Parson’ın (Naomi Watts) açığını arayacaktır.

Emmanuelle’in meraklı gözlerle cinsel tatmin arayışı yine bir uçak yolculuğunda başlıyor. Lüks jetin business mevkiinden ayarladığı adamla uçağın tuvaletindeki sevişmesi sonrasında genç kadının yüzüne ve bakışlarına yerleşmiş hüznü, aynı uçakta yolculuk eden gizemli Kei Shinohara da (Will Sharp) fark edecektir. Cinsellik arayışı otel mekânında devam edecek olan Emmanuelle, hakkında hiçbir şey bilinmeyen Uzakdoğulu mühendis hakkında bilgi toplaması istendiğinde, geceleri otelde uyumayan esrarengiz Shinohara’nın peşine düşer, Mahyong oynanan mütevazi kulüpte ya da Hong Kong sokaklarında hayatın gerçek yüzüyle tanışma fırsatı bulur.

72. San Sebastián Film Festivali’nin açılışında dünya prömiyerini yapan film, gerek yazar ve yönetmenleri, gerekse iki önemli kadın oyuncusu ile kâğıt üzerinde hayli vaatte bulunuyor. Merlant’ın kararlı oyunculuğu, benzer deneyimler yaşamış roman yazarının güçlü kadın karakterine daha çok daha yakın. Yakınlarda aramızdan ayrılan David Lynch’in ‘Mulholland Çıkmazı’ndaki performansıyla belleğimize kazınmış olan Watts’ın zamana

dayanıklı etkileyici bakışlarıyla otel düzeninin mimarı olduğunu ifade ediyor Parson. Müziğin ritminden sunulan yiyeceklere, havuz başında sunulan içecekten cildin her gözeneğinden alınan zevki katlayan güneş ışınlarının, müşterinin cinsel arzusunu kamçılamak üzere inşa edilmiş bir sistemin parçası olduğunu buyuruyor ardından.

Yönetmenin lüks oteli çağdaş kapitalizmin yapay düzeni içerisinde çaresizce tatmin arayışının mekânı olarak tasviri çarpıcı. Laurent Tangy’nin kokular, renkler ve güneşli hayatların yanı sıra Hong Kong arka sokaklarının gizeminin izini süren görüntü çalışması da tatmin edici. 1974 yapımı filmin Pierre Bachelet imzalı erotik romantik ezgisinin yerini ise, 2017 yapımı Andrey Zvyagintsev başyapıtı ‘Sevgisiz / Nelyubov’ için yaptıkları olağanüstü müzik çalışmalarıyla gönlümüzde taht kurmuş Rus asıllı Evgueni ile Sacha Galperine ikilisinin karanlık ve gizemli tonlardaki çağdaş minimalist müziği almış. Bu denli birinci sınıf sağlam bir ekipten daha derinlikli, daha tamamlanmış bir çaba bekliyor insan doğrusu. ‘Emmanuelle 2024’ öyle bir film değil ama rahatlıkla göz atılabilir.

(15 Şubat 2025)

Ferhan Baran

[email protected]

İnanç Şüphe ile Yürür

Papa geçirdiği kalp krizi sonucu ölmüştür. Kutsal makamın tahtı boşta olup, üç hafta sonra toplanacak konseyde yeni ruhani lider seçilecektir. Vatikan tecrit altındadır. Dünyanın dört bir yanından gelmiş olan kardinaller seçim öncesinde aramadan geçerler. Tüm elektronik cihazlar kaldırılır, mobil telefonlar toplanır. Dış dünya ile irtibat tamamiyle kesilmiştir.

Robert Harris’in aynı adlı romanından sinemaya uyarlanan ‘Konsey / Conclave’ kapalı tek mekânda geçen papalık seçimini anlatıyor. Harris’in bol diyaloglu klostrofobik yapıtının beyazperde uyarlamasına önce şüphe ile yaklaştıysak da, üç yıl önce Erich Maria Remarque’ın edebiyat dünyasına damga vurmuş ölümsüz eseri ‘Batı Cephesinde Yeni bir Şey Yok’un yeni çevrimi ile biz eleştirmenlerin kalbini kazanmış Alman yönetmen Edward Berger bu işin altından kalkmayı bilmiş. Vatikan’ın kapalı kapılar ardındaki ruhevi atmosferini, bir seçim atmosferinin gerilimi ile ustaca dengelemeyi başarmış.

Hikâye seçim konseyini yönetecek olan Kardinal Lawrence (Ralph Fiennes) etrafında şekilleniyor. Bir inanç krizi yaşamaktadır Lawrence. Tanrı’ya değil, bir kurum olarak kiliseye inancı sınavdan geçmektedir. Kendisinin Papalık makamında gözü olmadığını en baştan biliriz. Yakınındaki en güvendiği Kardinal Bellini (Stanley Tucci) adayıdır onun. Seçim sath-ı mailine girerken kardinallerin ruhani saygınlıkları dünyevi iktidar hırslarıyla sınanacaktır.

‘Konsey’ bir ruhani evren fantezisi olarak ne kadar ciddiye alınır bilemem. Ancak, ilhamını Alan J. Pakula’dan aldığını ifade eden Berger, 70’li yıllar yeni Amerikan Sineması ustasının ‘All The President’s Men’ ve ‘The Parallax View’ gibi klasikleşmiş politik gerilimlerinden aşağı kalmayan bir tempoyu tutturmayı başarıyor. Yabancı bir yazarın esprili saptamasıyla ‘bu hikâyeye İsa peygamberin uhreviyatı değil, bir tür Agatha Christie gizemi ve sürpriz final damgasını vurmuş.’

‘Konsey’ gizemli gerilimine ilaveten çok önemli tartışmaları gündeme getiriyor. Hırsın kutsallığın güvesi olduğu dile geliyor. Kesinliğin, birlik olmanın ve karşılıklı hoşgörünün ölümcül düşmanı olduğunun altı çiziliyor. Buradan hareketle inancın ancak şüphe ile yürüdüğü zaman yaşayan bir şey olduğu vurgulanıyor. Farklılık kutsanırken, dünyanın kesinliklerden kurtuldukça değişeceği mesajı veriliyor.

Gizemli sinematografisi, birinci sınıf kurgusuyla soluk soluğa izlenen yapım, başta keşke Oscar’ı kazansa dediğim Fiennes ve Tucci ile birlikte Sergio Castellitto, John Lithgow gibi usta oyuncular resmi geçidinden büyük destek alıyor. Filmin kadın oyuncusu Isabella Rossellini, yüksek egoların çatıştığı patriyarkal evrende, kardinallere asli görevlerini hatırlatan tek birey olarak kısacık rahibe Agnes kompozisyonu ile gönüllere yerleşiyor.

(10 Şubat 2025)

Ferhan Baran

[email protected]

Ve Yelkenli Yol Alırken

77. Cannes Film Festivali’nin ‘Belirli Bir Bakış / Un Certain Regard’ seçkisinde dünya prömiyerini yapan ‘Flow: Bir Kedinin Yolculuğu’, adım adım yaklaşan bir felâketin ardından yaşam savaşı veren dünya canlılarının serüveni üzerinden ilerliyor. Filmin merkeze aldığı kara kedi, insanların var olmadığı -belki de çoktan terk ettiği- ormanın huzurlu sükûnunda dolanırken bir grup köpekle karşılaşıyor. Köpekler yakaladıkları balık için kavga ederken balık kedinin kucağına düşüyor. Kedi ile köpekler arasındaki kaçıp kovalamaca sürerken, bir geyik sürüsünün telaşlı ayak sesleri ile yaklaşan felâketten haberdar oluyoruz. Dev su kütlesi önüne çıkanı yutarken ormanın o huzurlu ahenginden geriye bir şey kalmayacaktır.

‘Flow’, distopik bir gelecekte dünyanın sonuna dair çok yaratıcı bir animasyon. Kara kedi ile onu takip eden Labrador Retriever taşkın sular arasından ulaştıkları köhne yelkenlide tembel kapibara ile karşılaşıyor. Derken gökten süzülen bir katip kuşu, daha sonra yıkıntılar içindeki parlak cam nesneleri sepetine dolduran süslü lemur hikâyeye dahil oluyor. Birbirine benzemeyen bu canlıların teknenin dümenine hakim olup selamete kavuşmaları için farklılıklarına rağmen işbirliği içinde olmaları gerekmektedir. Birlikte yaşamaya çabalarken karşılıklı uyum her vakit sağlanamıyor gerçi, bu da geminin rotadan çıkmasına ve grubun tehlikeler ile burun buruna gelmesi ile sonuçlanıyor.

2019 yapımı ilk uzun metrajı ‘Away’ ile Annecy’de en iyi film ödülünü kazanmış olan Litvanyalı yönetmen Gints Zilbalodis, Cannes’dan sonra ünü tüm dünyaya yayılan Oscar adayı yeni filminde harikalar yaratmış. Yapım, diyalogsuz anlatım tarzı ve yenilikçi animasyon teknikleri ile gerçekten göz kamaştırıyor. Bilgisayar destekli çizimleri ile elle boyama stili izlenimini koruyan sinemacı, kaydedilmiş hayvan sesleri ile yakaladığı gerçekliği, distopik, yer yer metafizik öyküsü ile ustaca kaynaştırmış. Diğer canlıları bilmem ama hayatım boyunca haşır neşir olduğum kedinin tabiatını ve jestlerini mükemmel yakalamış. Matiss Kaza ile birlikte senaryo, Richards Zajupe ortaklığı ile harika ses bandında imzası olan Zilbalodis, tam olarak 7 yılını almış müthiş serüveninde animasyonun sanat yönetmenliği, sinematografi ve kurgusunu da bizzat üstlenmiş.

Teknik başarısının yanı sıra kurduğu metaforik kıyamet evreni ile göz kamaştırıyor Rigalı sinemacı. Yelkenlideki hayvanlar imgesi Nuh’un Gemisi meselini akla getiriyor. Her biri farklı cinsten olan canlıların teknedeki uyumu bozması, bu arada dümenin kırılması, olan bitene kızarak gökyüzüne süzülen kâtip kuşunun ayrılığı, çağımız dünyasındaki uluslararası uyuşmazlıkların, Avrupa Birliği anlaşmasındaki çatlakların metaforu gibi duruyor. Zilbalodis tüm olumsuzluklara karşın karamsar değil ama. Jenerik sonrasına kalanlar bu umuda tanıklık edecektir.

(09 Şubat 2025)

Ferhan Baran

[email protected]

Mavi Umudun, Yeşil Özgürlüğün

Romanya’nın Oscar adayı olan ‘Dünyanın Sonuna Üç Kilometre / Trei Kilometri Până La Capătul Lumii’ kent merkezinden uzak, izole bir yerleşim biriminde yaşananları öykülüyor. Tuna deltası üzerinde deniz yoluyla ulaşılabilen Sfântu Gheorghe köyü, yaz tatilinde turistlerin gelişiyle birlikte şehir adetleri ile kırsal geleneklerin çatıştığı bir yer haline dönüşmektedir. Komşu kasaba Tulcea’da okuyan, Adi diye çağrılan 17 yaşındaki Adrian (Ciprian Chiujdea) tatilini geçirmek üzere ailesinin yanındayken bir gece ıssızında saldırıya uğruyor, gün doğumuna yakın bir disko çıkışı hemcinsiyle sarmaş dolaş görüldüğü için köyün ağasının kabadayı oğulları tarafından acımasızca hırpalanıyor. Yediği dayak yetmezmiş gibi, ailesi ve herkesin herkesin içinde olduğu sözde huzurlu çevresinin ona bakışı ile tüm dünyası bir gecede değişiveriyor.


Yükselen Romanya Yeni Dalgası’nın ödüllü oyuncu-yönetmenlerinden Emanuel Pârvu, geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivali’nin Altın Palmiye ana yarışma seçkisinde dünya prömiyerini yapmış olan üçüncü uzun metrajını homofobik bir saldırının genç kurbanı üzerine kurarken, başta ailesi olmak üzere köy halkının önyargıları karşısında Adi’nin gitgide derinleşen hayal kırıklığını ve sessiz çığlıklarını perdeye taşıyor. Film bununla kalmayarak küçük yerleşim birimindeki çıkar ilişkilerini, bu ilişkilerin siyasi uzantılarını neşter altına yatırırken, kurulu düzenin halı altına süpürülmüş tüm pisliğini açığa çıkarmayı hedefliyor.

Pârvu mikro dünyadan makro sorulara yönelirken, Tuna deltasındaki muhafazakâr birim, çağdaş Romanya toplumundaki adaletsizlik, yolsuzluk ve ikiyüzlülüğün bir küçük resmi haline dönüşmekte gecikmiyor. Köyün ağasına borçlu olan baba Dragoi (Bogdan Dumitrache) saldırı karşısında sessiz kalıyor. Yerel polis müfettişi yaklaşan emekliliğini düşünerek susuyor. Dindar anne (Laura Vasiliu), rahibin duaları eşliğinde oğlunun bedenindeki şeytani eşcinselliği kovmanın peşine düşüyor.

Tecavüze uğramış genç bir kıza sırtını çeviren köy halkına dair yaşanmış vakadan yola çıkarak senaryoyu kaleme aldığını belirten Pârvu, çağdaş Romanya sinemasına özgü geniş açı uzun planlarıyla, ebeveynin çocuğundan koşulsuz sevgi ve anlayışı esirgediği, adaletsizliğe tepkisiz çarpık toplum düzenini mahkûm ediyor. Bazı sahnelerde kafaların bir bölümünü çerçeve dışında bırakarak isyanını dile getirmesi de bu yüzden olmalı. Ama son tahlilde umudunu korumak istiyor. Evin içini inatla umudun rengi maviye boyuyor. Yeşil sazlar arasından engine yol alan tekne özgürlüğü işaret ediyor.

(08 Şubat 2025)

Ferhan Baran

[email protected]

Dalgalar ve Kefenler

M.Ö. 800 ila 600 yılları arasında yazıldığı düşünülen Homeros’un İlyada’nın devam niteliğindeki ünlü destanı Odyssea, Yunan kral Odysseus’un Truva’nın düşüşünden sonra vatanı İthaka’ya dönüşündeki serüvenlerle dolu uzun yolculuğunu anlatır. İtalyan bağımsız sinemacı Uberto Pasolini’nin tutkunu olduğu dev yapıttan sinemaya uyarladığı son filminde Odysseus’un 10 yıl süren Truva seferinin ardından bir ikinci 10 yıl süresince dalgalarla ve mitolojik deniz yaratıkları ile mücadelesini izlemeyi beklemeyin.

‘Dönüş / The Return’ mitolojik destanın son bölümüne odaklanmış. Nehir metnin evvelki sinemaya uyarlama çabalarının yarattığı hayal kırıklığı düşünüldüğünde, bunun hayli yerinde bir karar olduğunu teslim etmek gerekir. Jean-Luc Godard’ın ünlü klasiği ‘Le Contempt / Nefret’ Homeros’un anlatısını senaryolaştırma derdi üzerine tartışadursun, Pasolini’nin Edward Bond ve John Collee yazar ikilisi ile kaleme almış olduğu hikâyesi, antik Yunan kralın (Ralph Fiennes) bitkin ve tanınmaz bir halde dalgaların kıyıyı dövdüğü Ege adası sahiline sürüklenmesi ile başlıyor. Güçlü kral Truva Savaşı’ndan dönmüştür ama o yokken krallığında çok şey değişmiştir. 20 yıl boyunca kocasının dönüşünü beklemiş olan sevgili karısı Penelope (Juliette Binoche) kendi evinde tutsaktır ve kral olabilmek için yarışan talipleri peşini bırakmamıştır. Yetişkin oğulları Telemachus (Charlie Plummer) adanın hükümdarı olmak için ülkenin dört bir yanından akın etmiş soylu, soysuz bir dolu damat adayı ile mücadele etmek zorundadır.

Dokuma tezgahında bordo kefeni örmektedir Penelope. Odysseus’un hasta babası eski kralın cenazesi için hazırladığını söylediği ölüm giysisini gündüz vakti ören, geceleri söken kraliçe, bunu yaparken umutsuzca dönüşünü beklediği kocasını hayatta tutacağını düşünmektedir belki de. Dalgalardan kurtulan ve efsaneye göre onca yılın ardından kimselerin tanımadığı dilenci kılıklı kral da değişmiştir elbette. Haydut çetelerinin halkı korkuttuğu, ahırların bomboş olduğu ülkesinin ahvalini kederle izlerken, tüm ordusunu geride bırakmanın utancı ile sarsılacaktır önce. ‘İnsanlar neden savaşa gider, çocukları öldürür, kadınlara tecavüz eder’ sorularıyla isyanını haykırır Penelope. ‘Onlar savaşı buluyor ama evlerinin yolunu bulamıyor’ diye feryat eder. Odysseus ölenlerin daha şanslı olduğunu düşünür. Savaş onun evi olmuştur. Yaşıyordur belki ama içinde bir şey kalmamıştır. Ancak her yerde, gördüğümüz dokunduğumuz her şeyde var olan savaşı sona erdirme, önce oğlu ve karısı, daha sonra halkının selameti için harekete geçme vakti gelmiştir.

Dünya sinemasının aykırı ustası Pier Paolo Pasolini ile yalnızca isim benzerliği olan İtalyan yönetmen, Homeros’un mezalimi geride bırakıp huzurlu bir yaşama davet eden zamansız metnini kendine özgü sakin, sade anlatımıyla adeta bir tiyatro oyunu havasında yorumlamış. Çoğu zaman diyaloğa ihtiyaç duymadan iki büyük oyuncusunun bakış ve jestlerini beyazperdeye özgü bir duyarlılık ile kullanmayı seçmiş olan sinemacı, Radu Jude filmlerinin değişmez görüntü yönetmeni Marius Panduru’nun özenli çalışmasından büyük destek almış. Kapalı mekânda mum ışığında çekilen bölümler ya da açık alanda Pasolini’nin homoerotik kırsalını hatırlatan sahnelerde Romen usta klasını konuşturuyor.

Pasolini’nin ödül mevsimin iddialı yapımlarına inat minimalist tarzı ile gönüllere yerleşen filminde, mitolojik anlatıyı bir tül zarifliği ile saran müzik çalışmasıyla Rachel Portman’ı ne denli özlediğimizi farkettik. Penelope’nin yaşlı hizmetlisi rolünde seneler sonra Angela Molina ile sürpriz karşılaşmaya gelince. Yaklaşık yarım asır kadar evvel Luis Buñuel başyapıtı ‘Arzunun O Belirsiz Nesnesi / Cet Obscur Objet du Désir’de kalbimizi çalmış olan güzeller güzeli İspanyol aktrisin yılların yıprattığı kırılgan bedenini izlerken, zamanın hızla tükenişinin hüznünden kendimizi alamadık.

(05 Şubat 2025)

Ferhan Baran

[email protected]

Sevgili mi, Köle mi

‘Anlamsızca koşturduğumuz, çoğu zaman tökezlediğimiz bu hayatta yaşadığımız güzel anların değerini bilmek gerekir’ diyor Iris (Sophie Thatcher). Kara bulutların dağıldığı böyle iki anı olmuştur onun: Josh (Jack Quaid) ile markette karşılaştığı ve onu öldürdüğü zaman. ‘Kusursuz Arkadaş / Companion’ işte böyle ilginç bir itirafla açılıyor. Derken aşıkları başka iki çiftle birlikte göl kenarındaki gösterişli bir malikanede geçirilen hafta sonu kaçamağında izlemeye başlıyoruz. Güzel karısını evde bırakmış zengin Sergey’in gözlerden ırak mekanıdır burası. Mafya bağlantılı olduğu söylenen Rus asıllı adam kendisine köle gibi itaat eden Katerina ile birliktedir. Kate onun istediği gibi giyinir, onun istediğini yer, o istediği zaman sevişir. Eşcinsel çift Eli ile Patrick ilişkilerini muhabbet içinde yürütürken, Josh ile Iris’in itaate dayalı yarı toksik bir ilişki içinde olduklarını sezinleriz. Sergey yalnız kaldıklarında Iris’e sarkıp zor kullanınca genç kadının cebinde sakladığı sustalının kurbanı olur. Kan bir kere aktı mı bunun devamı kaçınılmaz olarak gelecektir.

Televizyondan gelen Drew Hancock’un ilk uzun metrajı iddiasız görünümünü altında fazlasıyla sürprizli buluşları sayesinde ilgiyle izleniyor. Temel sürpriz ilk kanın aktığı bölüm sonrasında ortaya çıkıyor. Filmin fragmanı bu gelişmeyi açık ediyor gerçi, ama film hakkında bir şey duymamış, fragmanı izlememiş olanlar ilk 25 dakikayı spoiler olmadan izlemek istiyorlarsa yazının devamını daha sonra okusunlar derim.

Iris’ın son sürüm bir robot olduğunun ortaya çıkması ve Josh’ın yönlendirmesi sonucu mafya babasını katletmesi filmin yönünü değiştiriyor. Emphatix isimli üretici firma, Josh’un yaygın tabirle ’seks robotu’ yerine ‘duygusal destek arkadaşı’ demeyi tercih ettiği Iris’e, ufak bir geçmiş verecek anılar yüklemiştir. Marketteki eğlenceli ve duygusal ilk karşılaşma hiç yaşanmamış anı parçacıklarından biridir yalnızca. Programlanmış ürün, kiralandığı kişinin isteklerine odaklanacak, robot olduğunu bilmeyecektir. Sesi, göz rengi, hatta zekası sahibinin dilediği doğrultuda ayarlamaya tabi olacaktır. Kısacası, Irıs diğer robotlar gibi bir hayatın imitasyonunu yaşayabilecektir. Ancak tahmin edilebileceği gibi, ele geçireceği kumanda ile akıl ve zekasını dilediği biçimde yönlendirecek, suçluluk, üzüntü, öfke ve agresyon yetileri ile donanacak olan Iris, bir Metoo hareketi kadınına ya da ‘Final Girl’ tarzı bir intikam meleğinin mekanik versiyonuna dönüşecektir.

Robotların, androidlerin beyazperdedeki temsilinin tarihi çok eskilere, ta sinemanın icat edildiği yıllara kadar uzanır. Yapay Zeka deneyiminin çağdaş yaşamın her alanında fırtına gibi estiği günümüzde, bu olguyu merkeze alan bir dolu film de izledik, izliyoruz. Bu açıdan ‘Kusursuz Arkadaş’ı çıkış noktası olarak çok da özgün bulmayabilirsiniz. Lakin ilk büyük süprizin ardından filmin ters köşeleri dur durak bilmeden birbirini izliyor. Kanlı cinayetlerin peşi peşine sıralandığı bir korku gerilim atmosferinden parlak buluşlarla kahkaha attığınız bir ortama evriliveriyorsunuz. Arada bazı noktalar aksıyor belki ama filmi sürekli bir heyecan ve ‘şimdi ne olacak’ beklentisi ile izlemeyi sürdürüyorsunuz. Çok abartmamak lazım belki ama, Hancock’un parlak buluşlarla bezeli, formda olduğu benzeri yeni projelerini merak ediyorum doğrusu.

(04 Şubat 2025)

Ferhan Baran

[email protected]

Tepetaklak Özgürlük Hayalleri

‘The Brutalist’ Nazi zulmünden kurtulmayı başarmış Macar Yahudisi mimar László Tóth’un (Adrien Brody) Amerika serüveniyle açılıyor. Tóth (Adrien Brody) hayatını yeniden inşa etmek için yabancı bir ülkeye kapağı atma şansını elde etmiştir, ancak hayalini kurduğu ‘Amerikan Rüyası’na dahil olmak o denli kolay olacak mıdır. Oyunculuktan gelme yönetmen Brady Corbet, Tóth’un Yeni Dünya’nın simgesi ‘Özgürlük Anıtı’nı tepetaklak bir açıdan gördüğü ilk sahne vasıtasıyla bunun olanaksızlığını baştan haberliyor.

Vizyoner mimar Ellis adasındaki kontrollerin ardından Pennsylvania’ya yerleşmiş kuzeninin yanına sığınıyor. Soyadını Miller olarak değiştirmiş kuzen Attila Molnár’ın (Alessandro Nivola) mütevazı mobilya mağazasının deposuna yerleşen genç adam, evin beyaz Amerikalı hanımı Audrey’nin (Emma Laird) ırkçı müdahalesi ile çok geçmeden kendini yeniden sokakta bulacaktır. Harrison Lee Van Buren (Guy Pearce) için tasarladığı kütüphane bölgenin ileri gelen zengininin büyük ilgisine mazhar olduğunda makus talihi değişecek gibi olur. Zengin oligarkın çevresinin desteğiyle Sovyet mülteci kampına sığınmış karısı Erzsébet (Felicity Jones) ve yeğeni Zsófia’yı (Raffey Cassidy) Amerika’ya getirten László, patronunun merhum annesi anısına devasa bir enstitünün tasarım işini alır. Lakin bütün bunlar, göçmenlerin horlandığı, ırkçılığın ayyuka çıktığı dönem Amerika’sında Tóth ailesinin huzura kavuşmasının önüne set çekecektir.

Adını savaş sonrası döneme damgasını vurmuş olan ‘Brütalizm’ akımından alan yapım, araya serpiştirilmiş belgesel bölümlerin de etkisiyle gerçek bir yaşam öyküsü gibi sunulmuş olsa da vizyoner sanatçının hikâyesi, savaş sonrası yıllara damgasını vurmuş, ‘Le Corbusier, William Pereira, Moshe Safdie, Denys Lasdun, Alison & Peter Smithson ve özellikle Marcel Breuer gibi yaratıcılardan esinle, dekoratif tasarımdan ziyade yapısal unsurları vurgulayan mimari tarzın izini sürüyor. Corbet, sade ve anıtsal Brütalist yapıların göçmen deneyimini yansıttığını, kapsam ve ölçek olarak bu binaları, var olma savaşı veren tasarımcıların dışavurumu olarak gördüğünü ifade ediyor. Yönetmen filmdeki enstitünün inşasını da Tóth’un geçmişine dair travmaları ile hesaplaşmasının sembolü olarak kurgulamış.

Lol Crawley’nin usta işi görüntüleri, Daniel Blumberg’in 30 yıllık serüveni dönemin popüler müzik parçaları ile yoğurduğu müzik çalışması eşliğinde, ‘The Brutalist’in sağlam çıkış noktasından sembolik bir serüvene yol alışı baştan peşin bir heyecan uyandırıyor. Ama film yolda tökezliyor. Hikâyenin şekillendiği ilk bir saatlik bölüm, mağdur mimarın Holokost cehenneminden yeni bir geleceğe kaçışı, Tóth’un vaadler ülkesinde başına gelenler, kendisi gibi ırkçılıkla boğuşan siyahi dostu Gordon (Isaach de Bankolé) ile dayanışması Brody’nin sağlam oyunculuğu ile ustaca verilmiş. Buna karşılık ilerleyen bölümlerde filmin yoğun bir melodrama kaydığını, 3,5 saati aşan süresiyle 4 bölümlük mini dizi standardına düştüğünü görüyoruz. Vahşi kapitalizmin temsilcisi Van Buren karakteri (ve de veliahtı Harry Lee) Guy Pearce ve Joe Alwyn gibi iyi oyunculara rağmen yüzeysel kötü adam çizgileri içinde kalmış. Bu da on yıllara yayılan hikâyesinde Tóth’un hem kurtarıcısı hem de işkencecisi haline gelen Van Buren karakteri aracılığı ile patronaj sisteminin bir sanatçı ve onun vizyonu üzerindeki huzursuz ve yıkıcı etkileri üzerine yeterince derinleşmemizi engelliyor.

(02 Şubat 2025)

Ferhan Baran

[email protected]

Burada Ölmeye Değer Bir Şey Yok

Lowell arazisinin girişindeki levhada aynen böyle yazılıdır. Sıradağlar ve orman ile çevrili ücra çiftlik evi alabildiğine büyüleyici bir vadiye açılır. Nefes kesecek kadar güzel olduğu kadar tehlikeli yerlerdir buraları. Ormanın vahşi sakinleri kadar bazen dolunayı bile beklemeden karşınıza çıkabilecek bir canavar pusuda sizi bekler.

2020 tarihli ‘Görünmez Adam / The Invisible Man’ ile beklenmedik bir çıkış yapan Avustralya asıllı yönetmen Leigh Whannell, korku edebiyatının ve sinema tarihinin en fazla iz bırakmış canavarlarından ‘Kurt Adam / Wolf Man’in yeni sürümünü, Yeni Zelanda güney adalarının şairane doğal ortamında çekmiş. Film, anasız Blake Lowell’ın onu askeri bir disiplinle yetiştirmiş babası ile ilgili anılarıyla başlıyor. Sabahın erken saatinde geyik avı için hazırlanan küçük çocuğun sert babasından aldığı en önemli ders ‘ancak ne yapacağını tam olarak bilirse buradan sağ çıkabileceğidir’.

Yaşı yettiğinde kırsalı terkeder genç Lowell. California’da bir yuva kurup yazarlıkla geçinen Blake (Christopher Abbott) yıllar sonra babasının öldüğü haberini alınca doğup büyüdüğü toprakları ziyaret etmek, babasından kalanları toparlamak ister. Şehrin keşmekeşinden uzağa, doğanın kucağına bu kaçış gazeteci karısı

ile arasındaki iletişimsizliğe bir çare olacaktır belki de. Genç adam karısı Charlotte (Julia Garner) ve küçük kızı ile birlikte ıssıza vardığı ilk gece insan-hayvan karması yaratığın saldırısına uğrar ve kolundan yara alır. Bu sonun başlangıcı olacak, adım adım kurt adam’a dönüşecek olan Blake, korumak istediği ailesi için en büyük tehdit haline gelecektir.

Kurt Adam efsanesine ilişkin bir dolu film çekilmiş olmasına rağmen, bu gizemli canavar en çok George Waggner imzalı 1941 yapımı siyah-beyaz yapım ile hatırlanır. Ancak akla ilk gelen yönetmen değil, filme adını veren Kurt Adam’ı canlandırmış olan Lon Chaney Jr.’dır. Whannell, günümüzün bolca kan akıtan, dehşet verici canavar tiplemelerinden ziyade Chaney Jr. trajedisinin izinden gitmeyi seçmiş. Çiftliğe gelirken yolda geçirdikleri kaza ve canavarın ilk saldırısı ile dehşete düşen kızına ‘başına bir şey gelmesine izin vermeyeceğim’ diye çırpınan babanın canavarın kendisine dönüşmesi hayli patetik bir durumken, Whannell’in çelişkiye bu noktadan yaklaşmış olması başlarda umut veriyor. Blake’in kurt adama dönüşme sürecinde

eski usül protezler ile dijital katkıları dozunda dengelemesi de iyi. Blake’in kendi etini kemirdiği sahnedeki çaresizliği olsun, canavara dönüşme sürecinde görüntü ve ses algısının da değişmesi olsun etkileyici. Lakin bir noktadan sonra hevesimiz kursağımızda kalıyor. Karakterler üzerine hiç çalışmamış olan senaryo bir noktadan sonra tıkanıyor. Loş izbeliklerde giderek tekrara düşen bir kaçıp kovalamaca ile film ucuz B yapımlarının yeknesaklığına evriliveriyor. İlk bir saatinde vadettiğini yerine getirmeyen ‘Kurt Adam’ korku filmi fanlarını da tatminden uzak, kaçırılmış bir fırsat olmuş. Bir kez daha aile içi şiddet ve iletişimsizliği kurcalamak isteyen Whannell’den daha iyisini bekliyorduk doğrusu.

(26 Ocak 2025)

Ferhan Baran

[email protected]

Hangisi Sahte, Hangisi Gerçek

81. Venedik Film Festivali’nin ana yarışmasında dünya prömiyerini yapmış olan ‘Babygirl’ orta yaşlardaki bir çiftin ateşli sevişme sahnesi ile başlıyor. Film her ne kadar kadının orgazmın eşiğindeki yüzüyle açılsa da, çok geçmeden numara yaptığını anlıyoruz. Romy (Nicole Kidman) sevişme sonrası kaçtığı başka bir odada MacBook’undan açtığı porno video ile gerçek bir doyuma ulaşıyor. Parlak bir akademik kariyer sonrası Ceo’su olduğu kendi robotik şirketini yöneten Romy, 19 yıldır evli olduğu saygın tiyatro yönetmeni kocası Jacob (Antonio Banderas) ve yetişmekte olan iki kızıyla kusursuz bir aile imajı çizmektedir oysa. Yakışıklı stajyer Samuel (Harris Dickinson) ile karşılaştığında, konforlu yaşamı beklenmedik bir biçimde kontrolden çıkacaktır.

İlk uzun metrajını çeken Halina Reijn, çeyrek asır öncesinin ‘Eyes Wide Shut’ karesine atıfla Kidman’ın aradan geçen yıllara direnen güzel poposunu fonda ünlü Şostakoviç valsini anımsatan bir ezgiyle sergileyerek başlıyor hikâyesine. Sokak ortasında saldırmak üzere olan vahşi köpeği cebinden çıkardığı kurabiye ile sakinleştiren genç Samuel’in kararlı baskın bakışı, Romy’nin botoks seansları, buz banyoları ve her türlü terapi ile oluşturduğu kusursuz kimliğini sarsalarken, nicedir bastırdığı cinsel fantezilerini tetiklemiştir. İlerleyen bölümde küstahlığı ve vurdumduymazlığı ile

gerçek yaşamda kendini anında kapı önünde buluverecek olan genç adam, Kidman’ın 25 yıl önce hayat verdiği Kubrick karakterinin rüyalarını işgal eden arzu nesnesinin kanlı canlı tezahürü haline geliyor ve Romy, Dr. William Harford’un karısı Alice’in aksine özgürce duygularının izini sürmeyi seçiyor. Fırtınalı ilişki tüm hızıyla yaşanırken, ucuz otel odalarındaki buluşmalarda güç dengesi Samuel’in lehine değişecek, Romy genç adamın -filme adını veren- küçük bebeği, önünde diz çöktüğü köpeği haline gelecektir.

‘Babygirl’ kadın cinselliği ve güç oyunları üzerine ilginç gözlemler içeriyor. İnsan emeğini ve müdahalesinin üstlenen robotlar varoluşunun her alanını kusursuz bir biçimde örgütlemiş olan Romy’nin metaforu olarak çok güzel çalışırken, neyin gerçek, neyin sahte olduğu sürekli sorgulanıyor. Hollanda asıllı genç yönetmen, bir kadının erotik yolculuğunu sergilerken ahlakçı bir bakış

açısından özellikle kaçınıyor, hali vakti yerinde Romy’nin, ‘Gündüz Güzeli / Belle De Jour’ esinli fantezi arayışını yargılamıyor. ‘Normal’in ne olduğunun canı cehenneme diyebilen sinemacı, Romy’nin erotik yalpalayışlarını özünü arayış olarak yorumlamayı seçiyor, gerçek özgürlüğün cinsel dürtülerimize kayıtsız kalmamaktan geçtiğini hatırlatıyor.

Reijn’in bu ilginç gözlemi son bölümde yara alıyor. Otel odasında George Michael’ın ‘Father Figure’ parçası ile üstü çıplak dansettirdiği Dickinson’ın geçmişi hakkında hiçbir veri sunmuyor. Bunu, hadi Romy’nin erotik serüveninde arzu nesnesi olarak yer alıyor diye sineye çeksek bile, Banderas’ın tek boyutlu karton bir karakter olarak çizilmesi, hele son bölümde o ucuz diyaloglara layık görülmesi filmin başta uyandırdığı ilgi ve heyecanı dizginliyor.

(25 Ocak 2025)

Ferhan Baran

[email protected]

Dünyayı İyi İnsanlar Kurtaracak

Ülke genelinde az sinemada, sınırlı seans düzeninde gösterimi süren ‘Böyle Küçük Şeyler / Small Things Like These’ sade görünümünün derininde çok önemli şeyler söyleyen ve herkes tarafından izlenmesi gerekli bir film. Belçikalı yönetmen Tim Mielants’ın imzasını taşıyan, geçtiğimiz yıl Berlinale’nin açılışında dünya prömiyerini yapmış olan yapım, 80’li yıllarda bir Noel arifesinde İrlanda’nın güneyindeki küçük bir kasabada yaşananları anlatıyor. Karısı Eileen ve 5 kızıyla yaşadığı mütevazi evinde huzurlu düzenini sürdüren kömürcü William Furlong (Cillian Murphy), zorlu yaşam mücadelesine rağmen çevresinde tanıklık ettiği onca yoksulluğu kendine dert edinmiş bir adamdır. Babasını hiç tanımamış, gencecik annesiyle sığındığı çiftlik evinde büyümüş olan genç adam, gün ağarmadan kamyonetine atlar, siparişleri teslim etmeye koyulur. Akşam evine döndüğünde önce ellerinin kirini fırçalar uzunca bir süre. İçerde keyifle günlük işlerini, ödevlerini tamamlayan boy boy kızları ve karısı (Eileen Walsh) ile sıcak aile yuvası beklemektedir onu. Evdeki huzuruna rağmen sessiz ve içe dönüktür genç adam. Yetimliğinin verdiği hüzünle geçmişine dalar

uzun uzun. Acımasız hayat şartlarının altında ezilen, işsiz güçsüz alkolik baba evlerinin çaresiz çocuklarına kol kanat germesi bundadır. Bir şafak vakti kömür siparişi için kasaba manastırına uğradığında, genç bir kızın tüm itirazına rağmen ebeveynlerince rahibelere teslim edilişine tanık olur, daha sonra baş rahibe ile hesap işlerini konuşmak üzere kurumun kapısını çaldığında içerde temizlik yapan bazı kızların yardım çağrısı ile irkilir. Birkaç gün sonra bir şafak vakti yine teslimat için uğrayıp, manastıra kapatılan Sarah’yı (Zara Devlin) üstü başı perişan bir biçimde kömürlüğe kilitlenmiş olarak bulduğunda yine sessiz, yine düşünceli ancak bir karar aşamasında olduğunun farkındadır artık.

Dilimize aynı adla adla çevrilmiş, İrlandalı yazar Claire Keegan’ın 80 küsur sayfalık kısa romanından uyarlanmış olan yapım, daha önce Peter Mullan imzalı 2002 yapımı ‘The Magdalene Sisters’, Stephen Frears’ın yönettiği 2013 yapımı ‘Philomena’ gibi filmlere kaynaklık etmiş ‘Magdalene Çamaşırhanaleri’ vakasından yola çıkıyor. Devlet ve kilise işbirliğiyle evlilik dışı hamilelik yaşadıkları için ailelerin reddettiği bekar anneler, toplumun dışladığı seks işçileri, öksüz, yetim, alkolik ve zihinsel engelli kadınların cezalandırma ve rehabilitasyon amacıyla kapatıldıkları bu kurumlar Birleşik Krallık, ABD, Kanada ve Avustralya gibi İrlanda tarihinin de kirli sayfalarındandır. 1922 – 1988 yılları arasında Magdalene kurumlarına gönderilen 56.000’den fazla genç kadına ve onların

elinden alınan çocuklara adanmış olan film, İrlanda’nın karanlık geçmişine, sıradan insanların öykülerine ‘küçük şeyler’ üzerinden dupduru bir dille ayna tutan Keegan’ın romanına yakışan sade bir biçimde beyazperdeye aktarılmış. Cillian Murphy ‘Oppenheimer’ ve Oscar zaferinin hemen ardından yapımcılığını da üstlendiği bu küçük hikâyede tüm içe dönüklüğü ve sorgulayan gözleriyle muhteşem bir performans sunuyor. Rahibe Mary rolüyle Berlin’den en iyi yardımcı oyuncu ödülü ile dönen harika Emily Watson, küçük yerleşim bölgesinin üzerine kara bir bulut gibi çökmüş gücü temsil ediyor. Cemaate ‘Tanrı Sevgi ve Şefkattir’ cümlesini tekrar ettirirken Bill Furlong’a tehditkâr imalarla rüşvet vermekten çekinmeyen iktidarı temsil ediyor.

Kilisenin içinde dönen dolapları öğrendiğinde ‘ya bizimkilerden biri olsaydı’ diyen Furlong önce karısından ‘bu bizim işimiz değil’ yanıtını alıyor. ‘Huzurlu düzeninin bozulmasını istemiyorsan bazı şeyleri görmezden gelmen gerekir’ diyor bar sahibi dostu. ‘Dışarda başı belaya giren kızlar var ve bizler neye sahip olduğumuzu unutmayalım. Kendini sıkıntıya sokarsan, kilisenin okulunda eğitim gören kızlarının da geleceği ile oynarsın’ diye ekliyor. 2023 Netflix yapımı ‘Wil’de işgal altındaki Belçika’da Nazilerle işbirliği yapan yerel emniyet teşkilatından genç bir polisin tanık olduğu zulüm karşısında insani itirazını dile getirmiş olan Mielants, Yahudilerin yardımına koşan ve bunun bedelini ödeyen genç Wil gibi kömürcü Furlong’u da kendi vicdanı ile başbaşa bırakıyor. Bu küçük ama değeri büyük güzel film ile bizlere zulüm karşısında ne zaman konuşacağımızı soruyor. Alt perdeden, slogan atmadan, ‘dünyayı iyi insanlar kurtaracak diyorsak’ korkusuz ve cesaretli olmamız gerektiğini hatırlatıyor.

(20 Ocak 2025)

Ferhan Baran

[email protected]

Karanlıkta Işığı Hayal Etmek

‘Aydınlık Hayallerimiz / All We Imagine As Light’ yeni bir günü karşılamaya hazırlanan Mumbai’den sokak manzaraları ile açılıyor. Kamera her büyük metropol gibi aslında hiç uyumayan bu şehrin karanlık köşelerini tararken, kırsaldaki baba ocağından büyük umutlarla kargaşanın içine dalmış yoksul insanların yüzlerini görmeden seslerini duyuyor, zorlu mücadelelerine kulak veriyoruz. Biri 23 yıldır bu kentte yaşadığını, ama her zaman ayrılmak zorunda kalacağı hissinden kurtulamadığı için buraya ev demekten korktuğunu söylüyor. Bir diğeri babası ile kavga ettikten sonra tası tarağı toplayıp soluğu başkentin tersanesinde çalışan kardeşinin pis kokulu evinde aldığından söz diyor. Hamileliğini gizleyen bir başkası, iş bulduğu zengin evinde meçhûl geleceğini şimdilik düşünmeden başını sokacak, karnının doyduğu bir yer bulmanın geçici sevincini yaşıyor. Kırsaldaki her ailenin en ez bir ferdinin hayatını kazanabilmek için büyük kente göçtüğü bu düzende zamanın nasıl geçtiğini fark etmiyor hiçbiri. Şehir karanlıkta ışığı hayal edenlerden zamanı çalmaktadır.

2021 yılında ‘Hiçbir Şey Bilmediğimiz Bir Gece / A Night of Knowing Nothing’ adlı çalışmasıyla Cannes Film Festivali’nde en iyi belgesel dalında ‘Altın Göz’ ödülünü kazanmış olan bağımsız Hint sinemasının yükselen yıldızlarından Payal Kapadia, geçtiğimiz yıl yine aynı şenlikte Jüri Büyük Ödülü’ne layık görülen ilk uzun metrajında bu kez belgesel ile kurmacayı harmanlıyor, devasa kentin canlı keşmekeşinden aynı hastanede çalışan ikisi hemşire üç kadının sevgi, arzu ve özgürlük hayallerine odaklanıyor. Babasının planı doğrultusunda görücü usulü ile evlenmiş olan, akabinde Almanya’ya işçi olarak giden kocasından

bir yılı aşkın bir süredir uzakta haber alamayan hemşire Prabha (Kani Kusruti), aynı evi paylaştığı kendinden daha genç meslekdaşı Anu (Divya Prabha) ile hastanenin mutfağında görevli orta yaşlı Parvaty’nin (Chhaya Kadam) büyük kentin acımasız, vurdumduymaz, dur durak bilmez temposu içinde ayakta kalma hikâyelerini ilgiyle izlemeye koyuluyoruz. Prabha Almanya’dan posta yoluyla gelen mutfak aletini kucaklayarak hiç tanıyamadığı kocasını bekler, ona olan duygularını çok zarif bir şiirle ifade eden taşra kökenli doktora verecek yanıt bulamazken, Anu ailesinin kabul etmeyeceğini bildiği Müslüman sevgilisi Shiaz (Hridhu Haroon) ile kaçamak buluşmalarda arzularını tatmine çalışıyor.

Parvaty ise çok daha zor bir durumdadır. Pamuk tarlaları inşaata açılıp işinden olduğunda kocasına tahsis edilen konut, eşi öldüğü ve elinde evin onlara ait olduğuna dair belge niteliğinde bir kanıt olmadığı için oturduğu mahalleye yeni gökdelenler dikecek olan müteahhidin tehdidi altındadır. Öyle ya, ‘büyük kentte sadece belgelerin varsa gerçek gibi görünürsün, yoksa kolaylıkla havaya karışıp yok olabilirsin. Şehir seni yutar, kimse de farkına varmaz’. Burası Shiaz’ın ifade ettiği gibi ‘hayaller’ değil ‘yanılsamalar’ şehridir. Kentin illüzyonuna kanmayanların delirmesi işten bile

değildir. ‘Onlar kulelerini daha da yükseğe çıkararak Tanrı katında olacaklarını düşünüyorlar’ dediği şehri haraca kesen inşaatçılarla daha fazla mücadele edemeyeceğini anlayan Parvaty, birkaç valizlik eşyası ile dalgaların kıyıyı dövdüğü balıkçı köyündeki baba evine dönmeye karar verir. Hindistan kırsalındaki Ratnagiri’nin okyanus ve ormanla çevrili yerleşim bölgesine yolculukta, üç kadının bastırılmış arzuları ve içsel çatışmalarıyla yüzleşmelerine tanık oluruz. İklimin değiştiği, kırsalın huzurunda zamanın sakin bir ırmak gibi aktığı, hatta neredeyse durduğu doğaüstü bir atmosferin devreye girişiyle büyüleniriz.

Kapadia’nın iki ayrı bölümde iki farklı mekân kullanarak karakterlerin içsel yolculuğuna ayna tuttuğu eşine seyrek rastlanır incelikteki ilk uzun metrajını beğeniyle izliyoruz. İki farklı dünyanın usta işi geçişlerinde hayat arkadaşı görüntü yönetmeni Ranabir Das’ın değişen renk paleti, Clément Pinteaux ve Jeanne Sarfati’nin ilk yarıda nefesleri kesen, tek bir günü perdeye taşıyan ikinci bölümde zamanın durduğu huzurlu dinginliğe erişen kurgu çalışması ile sarsılırken, gencecik Anu’nun saf arzularına eşlik eden caz tınıları bizlere ne pahasına olursa olsun yaşamanın, aşık olmanın büyüsünü yeniden hatırlatıyor. Genç sinemacının,

Modi’nin yönettiği totaliter Hindistan’daki sosyal eşitsizlik ve her türlü ayrımcılığı alt perdeden ancak ustalıklı bir dille aktarışına hayranlık duyuyoruz. Ve film doktor Manoj’un (Azees Nedumangad) hemşire Prabha’ya okuması için verdiği dizeler misali son derece zarif ve dokunaklı bir şiirin kendisi oluveriyor. ‘Hayallerim günlük şeylerden, geride bıraktığım küçük ve dağınık şeylerden yapılmış. Umudum gittiğim her yere taşıdığım bir sandık dolusu şeyden ibaret’ diyor genç adam. ‘Şimdi orada, komşunun evindedir’ gönül verdiği kadın. ‘Işıltısını izlediği, geceleri onu ısıtmak için yanan bir lamba misali.’

(16 Ocak 2025)

Ferhan Baran

[email protected]

Kadın, Hayat, Özgürlük

“Alışılmadık yaşam döngüsüne sahip olan ‘Ficus Religiosa’nın tohumları kuş dışkıları vasıtasıyla diğer ağaçlara taşınıp, bitkinin tepeden gelişen hava kökleri hızla yayılarak toprağa kadar ulaşır, daha sonra dallanıp budaklanarak köklenen bitki ana ağacı çepeçevre sararak boğduktan sonra kendi hükümranlığını ilan edermiş”. İranlı sinemacı Muhammed Resulof, dünya prömiyerini yaptığı 77. Cannes Film Festivali’nde büyük yankı yaratan son cesur denemesi ‘Kutsal İncirin Tohumu / Dane-ye Anjir-e Ma’abed’in açılışında yer alan bu kıssayı, İslam Devrimi sonrasında köktendinci bir baskı rejimi altında yaşamaya mecbur kalan memleketinin ahvaline dair bir metafor olarak kullanıyor.

Filmin hikâyesine gelirsek, Tahran’daki Devrim Mahkemesi’nde soruşturma müfettişi olarak terfi eden İman, zimmetine verilen silahı teslim alıp, kırsalda bir türbede şükür namazını kıldıktan sonra evine döndüğünde karısı tarafından keyifle karşılanır. Öyle ya, terfi sonrası aileye 3 odalı bir apartman dairesi tahsis edilecek, çevrede itibarları artacaktır. Lakin bu mevkinin handikapları da vardır. Yeterli soruşturmayı yapamadan, hatta tek kelime okumadan idam hükümlerinin altına imza atacak olmanın haklı

tedirginliği içindedir İman. Karısı yakın bir gelecekteki hakimlik terfisinin hayalini kurarken, yeni görevinin tam da Mahsa Amini’nin ölümünün yarattığı infial ortamına denk gelmesi adalet yemini etmiş hukukçuyu iyice bunalıma sokar. Tam bu sırada adına zimmetli beylik tabancası odasının çekmecesinden kaybolunca İman karısı ve kızlarından şüphelenmeye başlar. Teokratik totaliter düzenin sadık uygulayıcısı hücrelerine işlemiş güvensizliği ve yükselen paranoyasıyla baş edemeyince sert önlemler alacak ve sorgu sürecini kendi evine taşıyacaktır.

İranlı sosyolog sinemacı Muhammed Resulof bizde de sinemalara uğrayan altıncı uzun metrajına atıfla ‘dürüst ve inatçı bir adam’, iflah olmaz bir muhalif. Rejimini eleştirdiği, toplumsal yozlaşmayı her fırsatta dile getirdiği ülkesinde her daim yasaklı olmuş, devlet sansürünün hışmına uğrayan filmlerinden hiçbiri ülkesinde gösterilememiş. İran’daki devlet sansürü üzerine 2008 yılında bir belgesel bile çekmiş. İstanbul Film Festivali’nde izleme şansı bulduğumuz, baskıcı rejimin 21 yazar ve gazeteciye suikast

planladığı 1995 yılında yaşanan gerçek olaylardan yola çıkan 2013 yapımı ‘El Yazmaları Yanmaz’dan sonra başı iyice derde girmiş, 6 yıl hapis cezası almış, ceza süresi 1 yıla indirilip rejim tarafından ‘akıllı ol’ uyarılarına maruz kaldıktan sonra bile yılmadan gerilla usulü filmlerini çekmeyi sürdürmüş. 5 yıl önce dört öyküden oluşan ‘Şeytan Yoktur / Sheytan Vojood Nadarad’ ile büyük ödül Altın Ayı’yı kazandığında gözaltında olduğu için Berlin’e gidemeyen Resulof, bu defa her şeyi göze almış.

‘Kutsal İncirin Tohumu’nun öyküsünü, dışarda başörtüsünü çıkardığı için tutuklanan Kürt kökenli Amini’nin 16 Eylül 2022’de polis nezaretinde katledilişi ile tetiklenen ‘Kadın, Yaşam, Özgürlük’ hareketi yaşanırken, parmaklıklar ardında kaleme almış. Tahliye olduktan sonra avukatları, eski filmleri ve aktivist girişimleri nedeniyle onu 8 yıllık bir hapis cezasının beklediğini bildirdiğinde yine geri çekilmemiş. Protesto hareketine destek veren oyuncularla, ağırlıklı olarak yakın bir dostunun set olarak yeniden dizayn edilmiş evinin iç mekânında ve final bölümünde gözlerden ırak kırsalda çalışmış. Kalabalık sahneleri her an yeniden gözaltına alınma korkusuyla asistanları vasıtasıyla uzaktan yönetmeye mecbur kalmış. Bu sancılı çekim sürecinin ardından

gizlice yurt dışına çıkarılan materyalin kurgusu Almanya’da Fatih Akın’ın gözde kurgucusu Andrew Bird’e teslim edilmiş. İran’dan kara yoluyla gizlice Türkiye’ye, oradan Almanya’ya kaçan Resulof daha sonra filmin prömiyerine katılacağı Cannes’a ulaşabilmiş. Kırmızı halıda İman’ın kızları ve büyük kızın okul arkadaşını canlandıran Mahsa Rostami (Rezvan), Setareh Maleki (Sana) ve Niousha Akshi (Sadaf) ile birlikte yürüyen sinemacı, İran’da ağır işleyen bir işkenceye dönüşmüş gözaltı nedeniyle ülke dışına çıkamamış başrol oyuncuları Missagh Zarek (İman) ile Soheila Golestani’nin (Necmiye) fotoğraflarını elinde sallayarak kalben onların yanında olduğunu ifade edişi Cannes tarihinin önemli sayfalarından biridir.

Tüm bu ölümcül çaba ve maceranın ardından izlediğimiz filmin, Resulof’un haklı isyanını üst perdeden haykıran bir manifestoya dönüştüğünü görüyoruz. İman’ın evi ve ailesinin kadınları ile ilişkilerini toplumun mikrokozmosu olarak ele alan sinemacı, sokakta tırmanan vahşeti mobil telefonlarla çekilmiş görüntülerle harmanlıyor. İnancın fanatizme, daha sonra şiddete dönüştüğü paranoyak bir düzende, sokaktakinin benzerinin ev içinde yaşandığına tanıklık ediyoruz. Zorunlu başörtü nizamına karşı protestolarda polisin orantısız müdahalesi sonucunda yitirilen canlar kor bir öfkeyi büyütürken, özgürlük haykırışı boyunduruk

altındaki toplumun tüm fertleri için yükselirken, Resoulof önceki filmlerinin, ‘Şeytan Yoktur’un özellikle o güzelim son öyküsünde yürek burkan hüzünlü itirazının bu kez tahammülü tüketmiş koyu bir öfke patlamasına dönüştüğünü gözlemliyoruz. Belki de bu nedenle büyük kız Rezvan’a didaktik cümleler sarfettiriyor. Karakter değişimlerindeki geçişi daha sabırsız, finale doğru senaryodaki boşluklar daha bir göze batıyor. Lakin, artısıyla eksisiyle dile getirdiği isyanına ve cesaretine saygı duyuyor ve ülkemizden sistemi eleştiren böylesine cesur sinemacılar çıkamadığı için yeniden hayıflanıyoruz.

(08 Ocak 2025)

Ferhan Baran

[email protected]