İskenderiye Film Festivali’nde Artistik Başarı Ödülü Cemal Şan’a Verildi

İskenderiye Akdeniz Ülkeleri Uluslararası Film Festivali, 26 – 30 Ağustos 2008 tarihleri arasında yapıldı. Festivale Türkiye’yi temsilen katılan Zeynep’in Sekiz Günü adlı film, senaristi ve yönetmeni Cemal Şan’a Artistik Başarı Ödülü getirdi. Şan’ın ödülünü, İskenderiye Valisi Adil Labib’ten Türkiye’nin İskenderiye Başkonsolosu Bilgin Atala teslim aldı.

İskenderiye Film Festivali’nde Artistik Başarı Ödülü Cemal Şan’a Verildi yazısına devam et

Geleceğin Sineması 5’in Jürisi Belirlendi

T. C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın projesi olan ve TÜRSAK Türkiye Audiovisuel Kültür Vakfı işbirliği ile gerçekleştirilen Geleceğin Sineması 5’in jüri başkanlığını TÜRSAK Türkiye Audiovisuel Kültür Vakfı Başkanı Engin Yiğitgil üstlenirken, jüri üyeleri Muammer Brav, Can Dündar, Nejat Gökçe, Bergüzar Korel, Kemal Öktem, Özay Şendir ve Levent Üzümcü’den oluşuyor. Geleceğin Sineması projesi ile ülkemizdeki tüm İletişim ve Güzel Sanatlar fakülteleri Sinema – TV öğrencileri bir sınırlama olmadan, film projelerini hayata geçirme fırsatı buluyorlar. Müracaatların en geç 02 Aralık’a kadar TÜRSAK Türkiye Audiovisuel Kültür Vakfı’na ulaştırılması gerekiyor.

The X Files: İnanmak İstiyorum

Chris Carter’in yönettiği ve David Duchovny, Gillian Anderson, Amanda Peet ile Billy Connolly’nin oynadığı The X Files: İnanmak İstiyorum (The X Files: I Want To Believe), 12 Eylül 2008’de Tiglon Film dağıtımıyla Tiglon Film tarafından vizyona çıkarıldı.
The X – Files: İnanmak İstiyorum, ödüllü dizi The X – Files: Gizli Dosyalar’ın beyazperdeye uyarlanmış 2. filmi.
Filmde ajanlarımız buzlar altında kalmış bir cesedin ve seri şekilde kaybolan bir grup insanın peşindedirler.
Hem de bu sefer psişik güçleri olan bir medyumun yardımıyla.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb
  • Ali Ulvi Uyanık Yazıyor
  • Pfizer, Kurumsal Film Festivali 2008

    Corporate Film Fest’de geçen yıl Fantastik Film / Uyarlama ve Özel Ödül dallarında toplamda 5 ödülün sahibi olan Pfizer Türkiye, bu yıl İş Yaşamı ve İnsani Değerler ile Reklam kategorilerinde hazırladığı 2 ayrı filmle beraber 25 Ekim’de gerçekleşecek final gecesinde yarışacak. Pfizer ekibi, çekimlerine başladıkları filmde, iş dünyasındaki maskelerin ardında saklanan insanları konu alıyor. CFF’e teslim edilecek kısa filmler, ekim ayı süresince Akbank Sanat’ta kısa film severler tarafından izlenebilecek.

  • Basın Bülteni
  • Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Pfizer, Kurumsal Film Festivali 2008 yazısına devam et
  • Hellboy II, sinemalife.com’un Kapağında

    26 Eylül’de vizyona girecek olan Hellboy II: Altın Ordu’yu Eylül sayısında kapağına taşıyan sinemalife.com Dergisi Orijinal Cinayet(ler) ile yeniden bir araya gelen Al Pacino ve Robert De Niro’yu inceliyor.
    Sineretro, Kayıp Bakışlar Koleksiyoncusu, Analiz köşeleriyle okuyucusuna teorik bilgiler sunan dergide vizyondakiler, güncel sinema haberleri, pek yakında beyazperdede gösterilecek filmler geniş bir şekilde tanıtılıyor.
    Dergi, Kült köşesinde, Mustafa Akkad’ın Çağrı’sını, Replik köşesinde ise çığır açan film, Testere II’yi inceliyor.

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Yüksek çözünürlüklü kapak fotoğrafına haberin devamından üzerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Hellboy II, sinemalife.com’un Kapağında yazısına devam et
  • Hayatım Sinema, Venedik Film Festivali’nde

    03 Eylül Çarşamba, saat 22:30’da CNNTürk’te yayınlanacak Hayatım Sinema bu hafta Venedik Film Festivali’nde. Festivalin yarışma bölümünde yer alan Mükemmel Bir Gün filminin yönetmeni Ferzan Özpetek programın konuğu oluyor. Ferzan Özpetek, Muammer Brav’ın filmle ve festivalle ilgili sorularını yanıtlıyor. Festivalden özel görüntüler, Charlize Theron’un başrolünü oynadığı The Burning Plain filminin kırmızı halı töreninden özel görüntüler Hayatım Sinema’da. Programın tekrarı 06 Eylül Cumartesi, saat 12:20’de CNNTürk’te.

  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Hayatım Sinema, Venedik Film Festivali’nde yazısına devam et
  • Bunları Yazmak Gerek 1: Moviemax’in Hastasıyım!

    Türkiye’de TV yayımcılığı – yayıncılığında devrim kabul ettiğim Digiturk Platformu’ndaki üyeliğimin sekiz yılını geride bıraktım. Digiturk öncesi, dublajlı, sansürlü ve oto – sansürlü, reklam arası filmlerden dolayı ‘Televizyonda Sinema’ izlemekten nefret edip tamamen unutmuştum. Şimdi ise Digiturk’te izlemenin, ama özellikle yeni filmleri ilk keşfetmekten ötürü Moviemax’in hastasıyım! Öyle ki, aylık program yapıyor ve arkadaş, eş – dost görüşmelerimi buna göre ayarlıyorum… Sinemaya saygı böyle oluyor işte: Reklamsız, dileyenin dublaj, dileyenin orijinal – altyazılı seçebileceği, jeneriklerin de filmin bir parçası olduğunu ve bazen görüntülerle de desteklenen müzikle etkiyi sürdürmeyi amaçladığını kabul eden bir anlayışla -bazı filmlerde hızlandırılsa da- sonuna kadar gösterildiği bir seyir zevki, isterseniz HD kalitesi…

    Ve Moviemax, sinemayı diğer her tür ‘aşağı düzey’ yayınla bir tutan, 7. sanat lehine değiştirilmesi gereken RTÜK yasasının sınırlarını aşmayan ve ‘kraldan çok kralcı’ da olmayan bir denetimle ulaştırmakta filmleri. Daha ne istenebilir ki? Lütfen, bana CNBC-e’den bahsetmeyiniz. Geçen yıl büyük sanatçı Aleksandr Sokurov’un “Molokh” filmini izlerken, araya nasıl reklam girdiklerini anımsıyorum da: Bir Sokurov sahnesi düşünün, vakur, ruhsal anlamda odaklandığınız, inanılmaz bir sessizlik anı… KÜT! Saliseler sonra, ‘showman’lerimizden birinin adeta bağırıp çağıran sesiyle bilmem ne telefonu reklamı. Bunu ayarlayan ve denetleyen yayın sorumlularının estetikten nasiplenmiş olabilmeleri olası değildir… Film boyunca sürekli tekrarlanan bu korkunç durumdan sonra CNBC-e kanalını unuttuğumu belirteyim. İşte Moviemax’te bu hataya düşülmedi. Yönetim, filmlerin başına yerleştirdiği reklamları, sinemadaki gibi zevkle izlememizi sağlayarak akıllıca davrandı / davranmakta… Evet, her filmden önceki reklam kuşağını özellikle izliyorum! Biliyorum, oraya reklam verenler de bu saygıyı duyuyor; beni filmden kopartmıyor; seyredilmeyi de hak ediyorlar.

    Bunlar sadece benim değil, çevremde Moviemax bağımlılığı olan bir grup dostumun da görüşleri… Aman sevgili okur, yanlış anlama, Digiturk’le sinema yazarı olmam nedeniyle bir ilgimin olduğunu sanma, yok ve olmayacak! Ama iyi şeyler yazılmalıdır, sadece kötüler görülmemelidir, bu platform da sinemaya titiz yaklaşımından ötürü övülmeyi hak etmektedir. Mesela, her ay 20–30 civarında yeni filmi programa alan Moviemax’te, bazen arka arkaya öyle filmler yayımlanıyor ki, sinefiller için katıksız bir ziyafete dönüşüyor… Bu yayın politikasını sürdürdüğü sürece kendi adıma Moviemax hastalığından kurtulmaya hiç niyetim yok!

    (06 Eylül 2008)

    Ali Ulvi Uyanık

    aliuyanik@superonline.com

    Aslan Kral’ın Oğlu Leo

    Mario Cambi’nin yönettiği ve Harun Can, Cansu Akbel, Murat Serezli ile Feridun Düzağaç’ın seslendirdiği animasyon film Aslan Kral’ın Oğlu Leo (La Storia di Leo – The Story of Leo), 19 Eylül 2008’de Özen Film dağıtımıyla Özen Film – Umut Sanat tarafından vizyona çıkarıldı.
    Bir gün olaylar, Leo ile fil sürüsünün kraliçesi Avoria’nın yollarını birleştirir. Eşi öldürülmüş olan Avoria, farklı kuyrukları olan iki yavru doğurur. Avoria, sadece fil sürüsünün kralı olmak için Avoria ile evlenmek isteyen ihtişamlı ve otoriter beyaz fil Zanco tarafından yargılanacaktır. Leo güzeller güzeli Avoria’yı kurtarmak için harekete geçer.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Fragman
  • Ali Ulvi Uyanık Yazıyor
  • Yüksek çözünürlüklü ödül görseline haberin devamından üzerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.

    Aslan Kral’ın Oğlu Leo yazısına devam et

  • Modern Zamanların Sinema Seyyahı

    Atlanta, Brüksel, Casablanca, Johannesburg, Hong Kong, Kingston, Paris, Petersburg, Sao Paulo, Singapur, İstanbul… Sinemanın kalbinin attığı, can bulduğu her yerde İsmail Ertürk’ün nefesi var. Ertürk bir sinema, daha doğrusu sanat aşığı. Bu yüzden tüm sanat dallarını kucaklayan sinema ona yakın gelmiş… Bu yakınlığını ve onca yıllık sinema seyyahlığını Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanan Perde’li Düşünceler -Yönetmenler ve İzlekler Işığında Sinema- adlı kitabı ile taçlandırdı. Ertürk’ün kısa İstanbul ziyaretinde paylaştıklarımız…

    Sanata ve özellikle sinemaya çocukluğunuzdan beri büyük ilgi duyuyorken ekonomi okumak sizi sıkmadı mı?

    Aslına bakarsanız, benim yetiştiğim yıllarda sinema okumak kolay bir iş değildi. (gülerek) Ekonomiyi de isteyerek, severek okudum. Ekonomi benim için dünyada olup bitenlerle bağ kurduğum bir alan. Ama beni daha çok çeken, insan ve toplum bilimleriydi. Bu yüzden ekonomi okurken felsefe bölümünden de ders aldım.

    Sinemaya nasıl vakit ayırıyordunuz bu yoğunlukta?

    Üniversite sevdiğiniz aktivitelere vakit ayırmak için bulunmaz bir ortam. O yüzden zor olmadı. Üstelik günde 3 film izleyebiliyordum.

    Film yapmak geçmedi mi hiç aklınızdan ya da bir sinema okuluna gitmek?

    İnsanın aklından geçiyor tabii film yapmak. (gülerek) Diğer taraftan sanatı üniversitede öğrenmenin kısıtlayabileceğini düşünüyordum. Okulda verilen kitapları okumak, başkalarının size sunduğu şeyleri okumak demek. Bunu yapmak istemedim. Sanat ile uğraşacaksam özgür olmalıydım. Zaten birçok sanatçıya da baktığınız zaman başarıyla uyguladıkları sanatlarını okulda öğrenmediklerini görürsünüz.

    “Sinema sanatını, sinema salonundan bağımsız düşünmek olanaklı değil” diyorsunuz. Oysa Türkiye’de sinemayı, sinema salonu ile düşünmek olanaksız olmaya başladı. Yurt dışında durum nasıl?

    Yurt dışında da videonun çıktığı dönemde, bir düşüş oldu. Ama sektör bu durum için hemen alternatifler üretmeye başladı. Sinema salonlarını daha canlı hale getirdiler meselâ. Eskiden tek perde varken şimdi birçok sinema salonunda on perde var. Imax teknolojisi ile olan deneyimi başka bir yerde yaşayamazsınız. Yani onlar bunun hesabını kitabını çok iyi yapıyor. Mısır ve içeceğe verilen ücret bile bilet parasını geçiyor. Filmleri, büyük perdede ve karanlık sinema salonlarında izleme tadının ne denli önemli olduğunun ayrımında sinema endüstrisi. Hem ticari sinema hem de sanat sineması, izleyiciler için sinema salonlarının önemini biliyor. Bunun için de sürekli teknoloji ve pazarlama açılarından kendini yeniliyor.

    Sinema diğer sanat dallarını da içinde barındırabilme özelliğine sahip. Kitabınızda da bundan sık sık bahsediyorsunuz. Bu, sinemaya neler katıyor sizce?

    Bu yüzden sinemayı salt diyalogdan ibaret görenler sinemanın potansiyelini iyi kullanamazlar. Sinemayı en şekilde yapmak resim, müzik, edebiyat, felsefe… gibi alanlara da hakim olmayı gerektirir. Beni en çok çeken de bu sanıyorum. Sinema diğer sanat dallarıyla iç içe olmamızı sağlıyor.

    Bu kadar çok işareti kontrol altında tutabilmek çok zor değil mi?

    Umberto Eco, sinemanın göstergebilim açısından bu kadar çok işareti barındıran tek sanat olduğunu söyler. Yine bir Fransız yazar, Julien Gracq, bu konuda; “Bir yazar kitabını yazarken her sözcüğü kendisi seçer, bir ressam da aynı şekilde her renge kendisi karar verir. Ama film yaparken her şeyi siz seçemezsiniz”, diyor. Bu çok önemli bir nokta.

    Her ayrıntıyı kontrol etme kaygısı, filmleri stüdyoda çekmeye itiyor öyleyse…

    Tabii. Yani stüdyoda değilseniz, mutlaka sizin kontrolünüz dışında gelişen durumlar olacaktır. Meselâ Francis Ford Coppola “One from the Heart”ı tümüyle stüdyoda çekmiştir.

    Tiyatro gibi… Ne kadar gerçekçi olabilir ki bu şekilde?

    Alman dışavurumcu sinema bu kaygıyı çok yaşamıştır. Görüntüler gerçeklikten oldukça uzaktır bu yüzden.

    Godard, “Herkes film yapabilir” demişti. Tüm bunları göz önüne alacak olursak, film yapmak ciddi birikim gerektiriyor. Herkes film yapabilir mi yani?

    Godard politik bir yönetmen. Ama ucuz politika yapmıyor. Yani kameranın kullanılış biçimi politik mesela… Godard’ın “jumpcut” anlayışı, Hollywood’un “jumpcut” anlayışını yıktı. Ne anlattığınız da önemli fakat içerikteki politiklik ile biçimdeki politiklik örtüşmeli.

    Bu anlamda Michael Moore eleştiri alıyor, katılıyorsunuz öyleyse…

    Moore çıkıp bir senatöre, “Oğlunuz neden Irak’a gitmedi?” diye soru soruyor. Senatörlerin çocuklarının Irak’a gitmediğini hepimiz biliyoruz zaten. Politikacıların iki yüzlüğünün göstermek istiyorsan bunu daha yaratıcı şekilde yapabilirsin. Yani ben salt politik kaygıyla yapılan filmleri vasat buluyorum. Bir üst düzey yönetmen, hem bu konularla uğraşıp hem de sinema dilini iyi kullanandır bence.

    Politik sinema yaparken iki kaygıyı da taşıyan, beğendiniz bir yönetmen var mı?

    Brian De Palma var. “Redacted” filmini örnek verebilirim bu anlamda. O da politik film. Irak’taki Amerikan askerlerinin bir genç kızın ırzına geçmesini ve onun mahkemesini konu edinir. Bahsettiğim her iki noktaya da önem veren bir film. Yani daha akıllıca, üzerinde düşünülmüş ve sinemanın hakkı verilerek yapılmış bir film.

    Bir de Amerika’da politik olmak ile Avrupa’da politik olmak çok farklı değil mi?

    Elbette. Amerikan basınında politik olmak adına hiçbir şey bulamayabilirsiniz. Böyle bir yerde yetişen birinin politik olması, Avrupa’daki birinin politik olmasından çok daha dikkat çekici. Amerika’da çıta daha düşük. En küçük bir adım, büyük ses getirebiliyor bu yüzden.

    Woody Allen’i neden beğenmiyorsunuz?

    Hepimizin sevdiği, seçtiği yönetmenler vardır. Allen benim için onların arasında değil. Federico Fellini de Pier Paolo Pasolini’nin iyi bir yönetmen olmadığına inanır. Sırf bu yüzden Pasolini’yi sinema tarihinden çıkartıp atamayız. Öncelikle Woody Allen’in şu bakımdan hakkını vermek lâzım; New York’ta, Hollywood sistemi dışında başarılı olmuş bir yönetmen. Bu çok önemli. Hem sinema yapış biçimi hem de tüm set ekibiyle olan sıcak ilişkisi açısından önemli bir yönetmen. Hollywood’da kuramayacağınız ilişkiler bunlar. Amerika’da düşündüren film yapmak da zor. Onu da yapıyor. Ama onun konuları, beni çekmiyor. Yani iki filmini izledikten sonra üçüncü filminde fazla bir şey bulamadığım bir yönetmen. Godard’ın bir lâfı var ve ben ona tapıyorum: “Psikanaliste giden bir adamdan yönetmen çıkmaz.” (gülerek)

    Allen, Harlem ve Bronx’daki kadınlardan cinsellik dersi alsaydı, ruh çözüm seanslarına gitmekten kurtulur ve belki de film yapmaktan vazgeçerdi diyorsunuz…

    Allen’i Amerika dışında izlediğiniz zaman, onun New York’u temsil ettiğini düşünüyorsunuz. Ben bu durumu Sex And The City’e benzetiyorum. Manhattan’da oturan 4 tane güzel, beyaz kadını anlatıyor. New York’ta Latin, Zenci kadınlarda var. Onların cinsellik anlayışı çok farklı.. Biliyoruz ki Allen için cinsellik önemli. Ama Allen’in, Bronx ve Harlem’deki cinselliği atlaması önemli bir eksiklik.

    Müziklerinden bağımsız düşünemeyeceğimiz filmler var… Bu sinemanın yaratıcılığını kısıtlamıyor mu sizce?

    Önemli olan müziği iyi kullanmak. Müziğin, görüntünün altyazısı gibi kullanılmasına karşıyım. Ayzenştayn ile Stravinski örneğinden başlayarak, müzikçi ile yönetmenin ortak çalışmasının başarılı örnekleri var sinemada. Peter Greenaway ile Michael Nyman da uzun süre başarılı bir biçimde çalıştı. Tarkovski’de ses ve müziği konusunda çok titizdir. Godard ve Resnais, yeni dalga yönetmenlerdir fakat müziğin kullanımında çok farklı düşünürler. Yani müziği, film estetiklerine, filmle düşünme biçimlerine başarıyla eklemliyorlar. Önemli olan müziğin görüntüyü zenginleştirmesi ve filmin organik bir parçası olmasıdır.

    Yurt dışında olmak, sinemasal anlamda size neler kattı?

    Önceleri Türkiye’de son çıkan sanat filmlerini izlemek, bağımsız sinemayı takip etmek için tek çözümdü. Yurtdışında sinematek, cep sinemaları, repertuar sinemaları çok daha fazla film görmemi sağlıyordu. Artık Türkiye’de görmek istediğiniz bir filmi görememek gibi bir sorun yok. Ancak sinema eleştirisi konusunda halen yurtdışında olmak daha fazla olanak sağlıyor. Bir de filmlerin yapıldığı kültürel ve toplumsal çerçeveyi daha yakından tanıdığınızdan, filmleri anlamlandırmak, eleştirel bakmak daha kolay olabiliyor. New York’ta yaşadığım için Meksika, Brezilya, Zimbabwe, Güney Afrika ve Karayiplere gittiğim için Woody Allen’ın Manhattan’a sıkışmış bakış açısını dar bulabiliyorum. Haneke’nin “Piyano Öğretmeni” filmindeki şiddet ve cinsellik sorunsalının ne denli Avrupa merkezli olduğunun ayrımına varabiliyorum. Hong Kong’u iyi bildiğim için Wong Kar – Wai’ın filmlerindeki ayrıntıları ve karakterleri daha iyi değerlendirebiliyorum. (Bu röportaj Mirror Dergisi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.)

    (05 Eylül 2008)

    Gizem Ertürk

    Tüm Şirketler

    Tüm Şirketler,
    22 – 28 Ağustos 2008 Haftalık (Weekly),
    04 Ocak – 28 Ağustos 2008 Yıllık (Annual), Eski Yıllar Yıllık (Ex Years Releases Annual), Hafta Hafta (Week by Week) Box Office listeleri için tıklayınız. Bu listelerden alıntı veya kopyalama yapıldığında kaynak olarak Haftalık Antrakt Sinema Gazetesi‘nin gösterilmesi rica olunur.

    İstanbul Modern Sinema’da Eylül Programı: Tilda

    İstanbul Modern Sinema, ünlü İskoç oyuncu Tilda Swinton’ın sinemadaki avangard kişiliğine ışık tutuyor. Tilda isimli program, sanatçının Orlando, Dostluğun Ölümü (Friendship’s Death), Tekno – Şehvet (Teknolust), Kadın Sapkınlıkları (Female Perversions), Caravaggio adlı en bilinen filmlerinden oluşan bir gösterim seçkisi sunuyor. Tilda Swinton, kariyerine düşük bütçeli deneysel filmlerle başladı, ilk yedi filminde Derek Jarman ile çalıştı. Prenses Diana ile aynı okulda tahsil gördü, uzunca bir süre at yarışıyla uğraştı, elektronik müzik grubu Orbital’ın The Box isimli parçasında “uzaylı”yı canlandırdı. Derek Jarman’ın The Garden adlı filminde Meryem Ana oldu.

    İstanbul Modern Sinema’da Eylül Programı: Tilda yazısına devam et

    Sinemacılık ve Filmcilik Yararına Bağımsız İletişim Platformu