Rob Cohen’in yönettiği ve Tyler Perry, Edward Burns, Matthew Fox, Jean Reno’nun oynadığı Alex Cross, 20 Eylül 2013’de Özen Film dağıtımıyla Özen Film tarafından vizyona çıkarıldı.
Kimliği belirsiz bir katil, karısı Maria’yı öldürdüğünde Alex Cross, gözde bir müfettiştir. İntikam almak ister ama devam etmesi gereken bir hayatı vardır. Yıllar sonra polislikten ayrılıp asıl işi olan psikologluğa devam etme kararı onu tekrar düzenli bir hayata kavuşturacaktır. Ancak geçmişin lânetli gölgesi tekrar karşısına çıkacak ve hiç karşılaşılmadığı soğukkanlı bir caninin peşine düşecektir.
Yeliz Bozkurt Yazıyor: Bu Ülkede Sinema Yapabiliyor Olmak Gerçekten Başlı Başına Teşekkürü ve Ödülü Hak Eden Bir İş
2012 İlk filmi ‘Kız Kardeşim: Mommo’ ile Uluslararası başarıyı yakalayan Yönetmen Atalay Taşdiken’in ikinci filmi Meryem Cuma günü vizyona giriyor. Maalesef filmi basın gösteriminde izleyemediğim için sevgili Emel Göral’ın yardımlarıyla AT Yapım’da izleme şansını … Devamı… »
Altın Terazi Sahiplerini Buldu
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nce düzenlenen 3. Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali’nde Altın Terazi Ödülünü Vejetaryen Yamyam ile Yaşasın Belarus paylaştı. Dün akşam gerçekleştirilen ödül töreninde Uluslararası Altın Terazi Uzun Metraj Film Yarışması’nın ödülleri sahiplerini buldu. Bu yıl ana teması Çocuk(ça) Adalet olan festivalde 10 film yarıştı. Her yıl bir filme verilen En İyi Film ödülü bu kez jüri kararı ile iki filme gitti. Festival Başkanı Adem Sözüer’in kapanış konuşmasından sonra, 3. Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali jüri üyeleri Derviş Zaim, Seyfettin Tokmak, Sanem Çelik, Carsten Ludwig, Haria Borrelli, Bahar Gökler ve Selman Dursun, yarışmaya katılan filmler arasında seçim yapmakta zorlandıklarını belirtiler.
- Basın Bülteni
- Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
Altın Portakal İçin Uluslararası Yarış
50. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde yarışacak yabancı filmler açıklandı. Antalya Büyükşehir Belediyesi ve Antalya Kültür Sanat Vakfı (AKSAV) işbirliğiyle 04 – 11 Ekim 2013 tarihlerinde gerçekleştirilecek 50. festival programı kapsamında yer alan uluslararası uzun metraj film yarışmasına 10 film seçildi. Uluslararası dalda yarışacak filmlerin Antalya’ya gelen yönetmen ve oyuncuları gala gösterimlerinde sinemaseverlerle birlikte olacak. Antalya Altın Portakal Film Festivali Uluslararası Uzun Metraj Film Yarışması, Asya, Avrupa ve Ortadoğu ülkelerinden özgün bir dil geliştirmeyi başarmış, sinemaya farklı bakış açıları getirebilen yeni yeteneklerin keşfini hedefliyor.
- Basın Bülteni
- Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
Özlemin Eski Tadı Var: Debra Winger
Işığıyla perdeyi hep kuşatmış Debra Winger, filmleriyle beyazperdede iz bırakan oyunculardan. Şimdi küskün. Filmlerden uzak. Bu büyük oyuncuya “Şehir Kovboyu”, “Subay ve Centilmen”, “Çölde Çay” filmleriyle saygı sunuyoruz özlemle.
Debra Winger sinemanın özel oyuncularından. Yokluğu her zaman fark edilen muhteşem bir oyuncu o. Bizim için, 1980’lerde sinema perdesinden kalan Julie Andrews ve Zühal Olcay’la beraber en unutulmaz oyuncu. Bu büyük oyuncunun sadece dört filmini sinema perdesinde görebildik. Bu yazıda dokunduğumuz üç filmini İzmir’de Konak Çınar Sineması’nda gördük. Karel Reisz’ın “Everybody Wins-Kaybeden Yok” filmini Eylül 1990’da Kemeraltı Konak Sineması’nda gördüm. Bu filmin özel hatırası vardı. Üniversiteyi kazanmıştım bu film vizyona girdiğinde. Fakültenin ön kayıt sınavının son gününde, sabah son sınava girdim. Öğleden sonra sonuçlar belli olacaktı. Boşluğu Debra Winger’la değerlendirdim. Dönüşte sinema okuluna girmeyi başardım. Bu muhteşem ve özel oyuncunun James L. Brooks’un 1983 yapımı “Terms of Endearment-Sevgi Sözcükleri”, Bob Rafelson’ın 1987 yapımı “Black Widow-Kara Dul”, Costa-Gavras’ın 1988 yapımı “Betrayed-İhanet”, Richard Attenborough’un 1993 yapımı “Shadowlands-Gölge Topraklarda” filmleri de çok değerli. Winger, 1955 yılında Cleveland-Ohio’da doğdu. Küskünlüğü var. Zaman zaman yardımcı rollerde görünüyor, televizyon dizilerinde oynuyor. O muhteşem ve özlenmeyi hak eden bir insan.
“Şehir Kovboyu…”
Hollywood, 1980’li yıllara havalı bir filmle, “Urban Cowboy-Şehir Kovboyu” filmiyle giriş yapmıştı. James Bridges’in yönettiği bu film, Hollywood’un büyük stüdyolardan Paramount’a da nefes aldırmıştı. “Şehir Kovboyu”, seyirci tarafından ilgiyle karşılanmasaydı, bugün Paramount yoktu. Yeni yetme devirlerimizde Paramount’a katkı için bu filmi 1983 yılında İzmir’deki Konak Çınar Sineması’nın perdesinde iki defa görmüştük. İstanbul’da 1982 Aralık ayında vizyona girmişti film. O zamanlar filmler İzmir’e gecikmeli geliyordu. Paramount’un, Tony Scott’a yönettirdiği 1986 yapımı “Top Gun” propaganda filmini gördükten sonra hayal kırıklığına uğradık elbette. TRT, Nisan 1985’te bu filmi göstermişti. Eski zamanlardaki, hatta 12 Eylül’deki TRT, şimdinin
TRT’sinden çok çok iyiydi. Geçmişin o muhteşem siyah-beyaz ve sonradan renklenmiş devirlerinin TRT’sini paylaşmak isterdik. Şimdinin TRT’si insana keder veriyor sadece. Türkçeleri de kötü. “Oldukça”, “aynen öyle” gibi uyduruk lâfları bolca kullanarak da dilimizin hızla bozulmasına katkıda bulunuyorlar. Maalesef… “Oldukça” kelimesi Türkçede asla tek başına kullanılmaz. TRT Radyo 1’deki “Radyo Tiyatrosu”nda şair-yazar Lorca’nın “Bernarda Alba’nın Evi” eserinde bu kelime tam karşılığıyla kullanılıyordu. Abla, en küçük kız kardeşine, “Ben oldukça bunu asla yapamayacaksın” diyordu. “Oldukça” kelimesi sadece olumsuz cümlelerde kullanılıyor dilimizde. “Çok” anlamına da gelmiyor. Eskiden “hayli”, “bir hayli”, “gayet”, “son derece” ifadelerini kullanırdık “oldukça” yerine. “Aynen öyle” ifadesini de rahmetli Barış Manço nakarat için uydurmuş 1990’larda. Eskiden bu ifade yerine “kesinlikle öyle”, “tamamiyle öyle” gibi benzeri ifadeler için kullanırdık. Evet, John Travolta kurtarıcıydı. Onun yanında da Debra Winger vardı.
Hikâye Teksas-Pasadena’da geçiyor. Houston’a yakın. Petrol rafinerisinin olduğu yerde bir hikâye seyircilerin kalbine doğru akıyordu. Bud’la Sissy’nin aşkıydı bu. Spur’dan siyah Ford pikap arabasıyla çalışmak için amcası Bob’ın (Barry Corbin) kasabasına gelen sakallı genç Teksaslı Buford Uan Davis, isimlerinin baş harfleriyle Bud (John Travolta), petrol rafinerisinde amcası Bob’ın yardımıyla işe giriyor. Bir süre amcasının evinde kalıyor. Yengesi Corene (Brooke Alderson) kafa dengi bir insan. Rafinerinin çevresinde işçi sınıfının bir dolu karavan-evi var. Rafineride çalışmak için gelen işçiler bunlardan satın alıp hayatlarını kuruyorlar. Kasabada bir şey daha var. O da Gilley’nin Yeri. Bu barda mekanik boğa da var rodeo yapmak için. Pisti de alabildiğine geniş. İnsanlar için buluşma yeri de orası. Aşkı buldukları yer de. Sakalını kesen Bud, barda kırmızı Ford Mustang’i olan hayatının aşkı Sissy’yle (Debra Winger) tanışıyor. Hayatı anlam kazanıyor. Çıkmaya başlayan işçi sınıfından bu iki güzel insan çok geçmeden evleniyorlar ve onların da karavanları oluyor hemen. Ama bir sorun da var. Birbirlerine âşık bu iki genç birbirlerini hiç tanımıyorlar. Sevişmeler ve eğlenmeler yolunda giderken başka dertler çıkıyor çok geçmeden. Sissy, ne yemek yapıyor ne de temizlik. Kirli çamaşırlar ve bulaşıklar dağ gibi. Ama Sissy de çalışıyor. Hayat müşterek değil miydi?
Kasabalılar için bardaki mekanik boğa her şeyden çok ilgi görüyor. Bud’ın da. Hikâyeye rodeocu Wes (Scott Glenn) girince her şey değişiyor ve fırtınalar da başlıyor. Wes, sert ve karizmatik biri. Üstelik usta bir rodeocu Wes. Hikâye derinleştikçe Wes’in gizemi de dağılıyor. Banka soyguncusu Wes, şartlı tahliye olmuş ve her an her şeyi yapabilecek biri. Dağınık Sissy’den annesi gibi bir kadın olmasını uman Bud’la Sissy kavga ediyor. İnatçı Sissy kendini Wes’in yatağında bırakıyor öfkeyle. Wiston sigarası içen sert kovboy Wes, sakin kovboy Bud’a hiç benzemiyor. Beraber yaşadıkça Wes’i daha iyi tanımaya başlayan Sissy’nin kafası karışsa da ondan kurtulması imkânsız gibi. Bud’ın da hayatına Pam (Madolyn Smith) giriyor Sissy’nin kederi sürerken. Pam, kovboyunu arayan petrolcü kızı. Her şey melodram çizgisinde akıp giderken, finaldeki ödüllü rodeo yarışı yola ışık düşürüyor. Sissy’yle Meksika’ya gitme plânları yapan Wes, eski alışkanlığını hatırlayınca mutluluk kaldığı yerden devam ediyor Sissy ve Bud için.
Film, Aaron Latham’ın hikâyesinden uyarlanmış. Senaryoyu da yazarla beraber yönetmen Bridges ortak yazmışlar. Muhteşem sinemaskop görüntülerse Rey Villalobos’un. Gerçekten fotoğraflar etkileyiciydi. Ülkemizin en özel ve en güzel sinema salonu olan Çınar’ın perdesi inanılmaz büyüktür ve sinemaskop filmleri hakkını vererek belleğinize yazarsınız. Bridges, sadece kasabada değil, bardaki sahnelerde de alabildiğine geniş objektifler kullanarak o atmosferin içine alıyordu seyirciyi. Bud’ın, amcası Bob’ın trajik ölümünden sonra düştüğü boşluğu hissettiren açılar gerçekten büyüleyiciydi. Elbette sinema perdesinde daha da etkileyiciydi. Amcasının evinin önünde kederini yaşayan Bud’ın, üzerinde devasa gri gökyüzü, önünde de sonsuz yeryüzü uzanıyordu. Ruhani bir şey gibiydi. Bud’ın sakalını kestikten sonra, kovboy şapkasıyla Amerikan barın önünde ayakta durduğu an, sinemada az bulunur ikonik fotoğraflardandı bir de. Sissy de, ışığa gelen pervaneler gibi bu ikonik görüntüye doğru yürüyordu askılı kırmızı elbisesinin içinde. Filmi seyredince Amerika’yla ülkemiz arasındaki sosyokültürel farklılar da hemen kendini fark ettiriyor. Filmde bunu görüyorsunuz.
“Şehir Kovboyu” filminde duyulan müzikler de çoğunlukla bardaki country çalan müzisyenlerin. Fonda da Ralph Burns’ün tınıları da duyuluyor filmde. Debra Winger, filmin ışığıydı. Alabildiğine dingin haliyle oyunculuğunu sinemaya armağan etti bu filmle. Filmdeki son sahne üzerine derinlikli düşünebilir insan. Pikaba binip bardan uzaklaşan Sissy ve Bud’ı takip etmeyen kamera, barın önünde park halindeki arabaların üzerinde kalıyordu. Sanki Amerikan rüyası ve aşk kazanıyor diyordu yönetmen perdeden sıcaklık gönderirken. Büyük yönetmenlerden Tarantino, 1980’lerde Hollywood’un inanılmaz katı kuralcı olduğunu ve bu yüzden 1980’lerde film çekebilmeyi istediğini belirtmişti “Iconoclast” belgeselinde. 1981’de Ronald Reagan iktidara gelmişti Cumhuriyetçi Parti’den. Reagan eski Hollywood aktörüydü. Reagan döneminde, hepsi olmasa da çoğu film Hollywood’da stüdyolar tarafından aşırı denetimcilikle üretiliyordu. Reaganizm her yeri kuşatmıştı. Hollywood, 1950’lerde yaşadığı korkunç deneyimleri hatırlamıştı belki de. 1980’lerin Hollywood filmlerini politik açıdan incelemek gerekecek. Reagan yönetimi, Soğuk Savaş gerilimini en üst noktada tuttu ve de Hollywood birbiri ardına şaşırtıcı sağ politik filmler üretti. Ama, Hollywood’da liberal yönetmenler de vardı. Yoksa 1980’ler cehennem olarak anılacaktı sinema için.
“Subay ve Centilmen…”
Taylor Hackford’un 1982 yapımı “An Officer and a Gentleman-Subay ve Centilmen”, Paramount’un döneme uygun kuralcılığı hissettiren filmlerden. Hackford, stüdyonun baskılarına rağmen yer yer özgürlüğünü koruyabilmiş. Belki de bu yüzden “Subay ve Centilmen” filmi sıcaklığını hâlâ hissettiriyor. Filmin senaryosunu Douglas Day Stewart yazmış. Müzikler Jack Nitzsche’ye, görüntülerse Donald Thorin’e aitti. Bu filmi 1986 yılında Konak Çınar Sineması’nda görmüştük ve seyretmeye doyamamıştık. O zamanlar sinemalar ucuzdu. Seyretmeye doyamadığınız filmleri üç defa bile görebiliyordunuz. O hafta vizyona çıkan tüm filmlere de gidebiliyordunuz 1980’lerde. Şenlik bitiverdi 1988’de birden, çünkü Amerikalılar gelmişti. Bilet fiyatları yükselince çoğu filmin afişlerine bakar olduk çok geçmeden. Dünyanın en pahalı sinema bileti ülkemizde satılıyordu çünkü.
Pasifik kıyıları. Washington eyaleti. Hikâye Seattle şehrine yakın kasabada geçiyor. Sağ kolunda kartal dövmesi olan motosikletli serseri Zack Mayo (Richard Gere), hayatındaki büyük karar öncesi denizci çavuş babası Byron’ı (Robert Loggia) ziyarete gelmiş. Babası, çocukluğundan pek değişmemiş. Hâlâ çapkın. İtalyan-İrlandalı karışımı Zack, yatakta uyuyan babasını seyrederken çocukluğunu hatırlıyor. Görüntü soluklaşıyor. Annesi, hep uzaklarda olan Byron’ın çapkınlığından yorulmuş ve sonunda intihar etmiş. Çocukluğunda Filipinler’deki babasının yanına gitmiş Zack, genelevlerin yakınında büyüyen bir serseriye dönüşmüş. Şimdiyse 28 yaşında ve kayıp giden hayatını yakalamak için denizci pilot olmaya karar veriyor Zack. Babası karşı çıksa da bir saat ötedeki okula katılıyor Zack. Yeni insanlar, yeni hayat ve aşkla tanışan Zack’in önüne mutluluk seriliyor. Deniz Topçu Çavuş Foley’nin (Louise Gossett Jr.) insanı ezen talimlerini irade savaşıyla aşıp denizci pilot teğmen olmayı başarıyor Zack. Çünkü gidecek başka yeri yok onun.
Altı yıllık eğitimin ilk dokuz ayı Çavuş Foley’nin cehenneminde geçiyor başta. Onu aşanlar, geriye kalan yılları daha da sıkı bir eğitimden geçerek denizci pilot oluyorlar. Zack, okulda Sid’le sıkı dost oluyor. Sid (David Keith), duygusal bir insan. Abisi subay olmuş ve ölmüş. Babası da subaymış. İçinde ezilmişlik duygusu yaşıyor Sid. Bir şeyleri kendisine değil de babasına kanıtlamak istiyor sanki. Bu iki arkadaş, kasabada ambalaj fabrikasında çalışan işçi sınıfından Polonya kökenli Paula (Debra Winger) ve Lynette (Lisa Blount) onların aşkı oluyor. Fabrikada çalışan kızların da tek umudu pilot adaylarını kendilerine âşık edip iyi bir gelecek kurmak. Onlar için de tek çıkış yolu bu. Paula Polonya göçmeni. Paula’nın annesi Esther (Grace Zabriskie) yıllarca önce bir subay adayıyla ilişkiye girmiş ve kendisi doğmuş. Babası da ortadan kaybolmuş. Anne, kızının yanlış karar vermesini istemiyor. Öte tarafta Lynette hamile kalıyor. Sid de telâşa kapılıyor. Hamileliğin gerçek olmadığı anlaşıldığında her şey için çok geç oluyor. Programdan çekilen Sid, Lynette’in hayal kırıklığıyla karşılaşıyor ve motel odasında kendini asıyor. Bu, Zack için büyük bir yıkım oluyor. Paula’ya dönmeli mi, yoksa haber vermeden çekip gitmeli miydi? Ama aşk çok güçlüydü.
Yönetmen Hackford’un bu filmi bir başyapıt. Belki de bu filmi Amerikan rüyasına övgü olarak değerlendirenler olabilecek. Görünüşte öyle. Amerikan sisteminde, az veya çok bir çıkış bulma ihtimaliniz olabiliyor. Bu ülkemiz için çok uzak bir ihtimal. Çünkü birçok şeyde gerilerde kalmış bir ülkeyiz. Hayatta hiçbir yere ulaşamamış insanlara bizim ordunun fırsat verebileceğini düşünebiliyor musunuz hiç? Bizdeki sistem daha acımasız ve de adalet duygusundan yoksundur belki de. Amerika, demokrasi kültürü gelişmiş bir göçmenler ülkesi.
“Subay ve Centilmen” filminin estetiği de çarpıcıydı. Foley’nin yaşattığı aşağılayıcı eğitim anlarında o atmosferin içine düşüyorsunuz. Adeta pilot adayları gibi savaştan çıkmış gibi yoruluyorsunuz. Yönetmen Hackford, gerçek talimlerin belgeselini çekmiş gibi sanki Oyuncuların yorgunlukları yüzlerine yansıyor çoğu anda. Foley’yi canlandıran Louise Gossett Jr, bu filmindeki başarısıyla Akademi’den “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” dalında Oscar almıştı. Filmin şarkısı “Up Where We Belong” Oscar’a uzanmıştı. “Subay ve Centilmen”, sinemanın unutulmaz modern klâsiklerinden. Debra Winger için de bu film önemli bir yerde. Onun sakin oyunculuğu büyülüyor her daim.
“Çölde Çay…”
Büyük İtalyan yönetmen Bernardo Bertolucci’nin Amerikalı yazar Paul Bowles’ın (1910-1999) 1949’da yazdığı romanından uyarladığı 1990 yapımı “The Sheltering Sky-Çölde Çay”, melankolik bir başyapıt. “Technicolor”un sunduğu sarımsı fotoğraflar, Port’un ruhuyla buluşuyor filmde. Senaryoyu yönetmenle beraber Mark Popleo yazmış. Zaman zaman Port’un, zaman zaman da Kit’in içinde dolaşan müzikleri büyük Japon besteci Ryuichi Sakamoto bestelemiş. Bu büyük besteciyi, Nagisa Oshima’nın 1983 yapımı “Merry Christmas Mr. Lawrence-Furyo” filminde esir kampı komutanı Yüzbaşı Yonoi olarak hatırlayabilirsiniz. Bu büyük besteci, Brian de Palma’nın filmlerine de ruh katmıştı. Sinema perdesinde o etkileyici “Technicolor” fotoğraflarsa, Bertolucci ustanın birçok filminin gözleri olan Vittorio Storaro’ya ait. Bu filmdeki sarı tonların tadına sinema perdesinde ulaşabiliyorsunuz. 1991’de Konak Çınar Sineması’nın perdesinde dokunmuştuk bu muhteşem fotoğraflara vakti zamanında.
Filmin İngilizce adı “Esirgeyen Gökyüzü” anlamına geliyor. Bu ad ruhani bir his veriyor insana. Bowles’ın romanı bizde “Çölde Çay / Esirgeyen Gökyüzü” adıyla 1991’de Simavi Yayınları’ndan çıkmıştı. İtalyanlar bu romanı “Il Te nel Deserto / Çölde Çay” diye yayımlamışlar zamanında. Bu romanı okuduktan kısa bir süre sonra Konak Çınar Sineması’nda gördük bu filmi. Küçük bir hayal kırıklığı yaşamıştık. Çünkü Kit, romanda sarı saçlıydı. Bertolucci, bu filmiyle bir ders de vermişti. Öğrenmiştik, yönetmen romana sıkı sıkıya bağlı kalmayabilirdi. Böyle yönetmenlere yaratıcı yönetmen deniliyor zaten.
Film, New York’tan siyah-beyaz fotoğraflar ve görüntüler üzerine açılıyor mavi ön jenerik yazılarıyla. İkinci Dünya Savaşı sonrasından yansıyan refah toplumu ve zenginlikler. Caddelerden arabalar akıyor, halde bolca balık, mağazalarda elbiseler, metrolar, mikrodalga fırınlar, yolcu gemileri, şehirden huzurlu kış manzaraları fonda duyulan orkestra müziğiyle birbiri ardına yansıyor. Ardından kamera, fonda hocanın Kuran okuyan sesi duyulurken, uyanan Port’u gösteriyor zihinleri karıştırarak. Hikâye, Port’un algılarıyla mı, yoksa Kit’in gezi notlarıyla mı takip ediliyordu? Bertolucci çok geçmeden, liman kahvehanesinde yazar Paul Bowles’ı gösteriyor ve onun iç sesi duyuluyor Port’u (John Malkovich) ve Kit’i (Debra Winger) anlatırken. Anlatıcı olan yazar. Port ve Kit, savaştan iki yıl önce evlenmişler. Ekonomik olarak iyi duruma gelmişler. Şimdiyse savaştan iki yıl sonra Mağrip’e, Kuzey Afrika’ya gelmişler yanlarındaki genç işadamı Tunner’la (Campbell Scott) beraber. 1947 yılı. Kit, Port’la kendisine gezgin diyor. Port ve Kit, otellerde ayrı odalarda kalıyorlar. Port, Tunner’ın peşlerine takılıp gelmesinden pek mutlu değil. Aralarında bir şey olduğundan şüpheleniyor Port. Hikâyeye, beyaz Mercedes arabaları olan gezi yazarı anneyle (Jill Bennett) oğlu Eric (Timothy Spall) katılıyor. Nazi artığı ırkçılar. Eric, annesinin baskısına karşı koyabilmek için sürekli içiyor. İçki için de paraya ihtiyacı var. Arada bir karşılaştığı Port’tan para kopartıp duruyor Eric.
Yolculuklar, şüpheler ve hastalıklarla çöl, bu filmin ruhu ve anlamı. Çölü ve insanları izlerken, ön jenerikteki refah toplumu Amerika’yla çöldeki yoksul insanları zihninizde karşılaştırıyorsunuz. Çölde ne kadar yoksulluk varsa batıda o kadar refah var sanki. Buraların kaynakları oralara, refah ve mutluluk götürüyor. Çölü ve insanlarını gözlemlemek öğreticiydi. Bertolucci, çöl ve insanlarını batılı kibirle yansıtmamış. Filmde Kur’an sureleri, ezan sesi ve Arap müzikleri de duyuyorsunuz. Fransız askerlerinin tutukladığı Cezayirli direnişçileri bile yansıtıyor filminde yönetmen batı emperyalizmini gösterebilmek için.
Can sıkıntısıyla şehirde kaybolmak ve unutmak için Arap müziği altında dolaşan Port, bir Arap fahişeyle (Amina Annabi) sabahladıktan sonra kederine dönüyor otele. Her şeyden çok sevdiği karısı, kendini Tunner’la aldatıyor muydu? Port, aslında daima karısına yakın olmaya çabalıyor. Ama, uzakta duransa Kit. Bertolucci, Port’un kuşkusunu seyirci için bir yerden sonra ortadan kaldırıyor beklemeden. Port, Eric ve annesiyle arabada yolculuk yaparken, Kit ve Tunner trenle yola çıkıyorlar.Tren tünelden çıktığında zihniniz karışıveriyor bir an. Sinema psikolojisinde tren tünele girdiğinde seviştiklerini anlıyorsunuz. Ya tren tünelden çıkıyorsa? Elbette sonra sevişeceklerini çıkarıyorsunuz. Bertolucci, otel odasında, Kit ve Tunner çırılçıplak uyuyorlarken gösteriyor aynı yatakta. Bortolucci filmlerinde genellikle turuncu renk tonları hep cinselliği çağrıştırıyor. Çöl sarısı, bazen turuncumsu tonlara dönüyor. Filmin son bölümlerinde Sahra Çölü, bir kadını çağrıştırıyor. Sadece kıvrımlarıyla değil, beklenmedik öfkesiyle de. Gerçekten çöl bu filmin ruhuydu. Son bölümdeki çöl şairlere ilham verecek belki. Filmin hikâyesi, Fas ve Cezayir topraklarında geçiyor. Mekânlar gerçekten büyülüyor.
Port, yavaş yavaş hastalanıyor. Cezayir’de Bou Noura’ya otobüsle giderlerken Port’un ateşi artıyor. Sonra da Cezayir’e, El Ga’a’ya gidiyor çift. Hastalığı çoğalan Port, Tunner’ı atlattıkları için mutlu olsa da tifo onu eritmeye başlıyor. Kit, Port’un iyileşmesi için kervansarayda büyük çaba gösterse de trajedi gecikmiyor. Valiziyle tek başına ortada kalan Kit, çölde kervancıların arasına katılıyor. Genç Arap onu devesine alıyor. Köye gelirken erkek kıyafetleri giydiriyor Kit’e. Gözlerden uzaklarda, her tarafı kapalı odada Kit’le de bol bol sevişiyor Arap genç. Arap kadınlarsa bu gizemi çok geçmeden çözüyorlar ve Kit yine yalnız kalıyor. Gözünü hastanede açıyor sonra. Amerikan elçiliğinden bir kadın görevli onu oteldeki Tunner’a götürürken, Kit arabadan iniyor, Fas’ın Tanca (Tangier) şehrindeki pazarın yakınında küçük sinema salonu Cinéma Alcazar’ın önünden geçerek filmin başındaki kahvehaneye geliyor, yazarını görüyor o mekânda. Hikâye ve karakteri yazarına dönmüş oluyor böylece. “Çölde Çay”, bugün modern klâsikler arasında. Unutulmaz bir film. Debra Winger’a doyamayacağınız filmlerden biri ayrıca.
NOTLAR: Bu yazının başlığı, Fransız sinemasının büyük oyuncularından Simone Signoret’nin “La Nostalgie n’est plus ce Qu’elle Etait / Özlemin Eski Tadı Yok” anı kitabından aklımıza düştü. Bu kitap 2007’de Es Yayınları’ndan çıkmıştı. Debra Winger’a da çok yakışıyor.
James Dean üzerine “Lütfen geri dön Jimmy Dean” yazısının başlığının zihnimize nereden yerleştiğini bir türlü bulamamıştık. Robert Altman ustanın 1982 yapımı “Come Back to the Five and Dime, Jimmy Dean, Jimmy Dean” filminden geldiğini sonradan hatırladık. Su, bir yerde yolunu mutlaka buluyor.
(25 Eylül 2013)
Ali Erden
ailerden@hotmail.com
Film Arası Dergisi’nde Atalay Taşdiken: Festivallere Film Yapmak Sinemamız İçin Tehdittir
Aylık sinema dergisi Film Arası, son sayısında yönetmen Atalay Taşdiken’i konuk etti. Meryem isimli ikinci filmi ile 20 Eylül’de sinemaseverlerin karşısına çıkmaya hazırlanan Taşdiken, Gülcan Tezcan’ın sorularını yanıtladı. Film festivalleri yönelik filmler çeken yönetmenleri eleştiren Taşdiken, “Bu ülkede sadece festival için film yapan bir kafa var” ifadesini kullandı. “150 tane Nuri Bilge Ceylan kopyasına gerçekten ihtiyaç yok” diyen Taşdiken, Meryem’in sadece bir kadın hikâyesi olarak sınırlandırılmasını doğru bulmadığını belirtti.
Sinema Sektöründe Yeni Bir Dağıtımcı: İFP
Prodüksiyon hizmeti vermekte olan İFP (İstanbul Film Prodüksiyon) sinema filmi dağıtımına başlıyor. Sektörün duayen dağıtımcılarından Adnan Şapçı’nın yönetimindeki firmanın dağıtacağı ilk film Logos Film – Mehmet Ali Arslan’ın yapımcısı olduğu Yol Ayrımı (Hadi Baba Gene Yap) adlı film. Emre Yalgın’ın yönettiği, başrollerini Mustafa Avkıran, Melih Selçuk, Derya Durmaz ve Volga Sorgu’nun paylaştığı Yol Ayrımı bugünlerde devam etmekte olan 20. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nin Uzun Metraj Yarışması’nda seyirci karşısına çıktı. İFP’nin Ekim ayında vizyona sunacağı ikinci film, Mehmet Taşdiken’in yönettiği Aşk Ağlatır’da, sevilen dizi Adını Feriha Koydum’un iki oyuncusu Ceyda Ateş ve Melih Selçuk kamera karşısına geçiyor.
9. Dağ Filmleri Festivali
9. Dağ Filmleri Festivali, 25 Şubat – 02 Mart İstanbul, 13 – 15 Mart İzmir ve 02 – 06 Nisan 2014 tarihlerinde Ankara’da doğaseverlerle buluşacak. Dağ Filmleri Festivali’nin uzun soluklu Türkiye yolculuğuna katılıp dağ, doğa, çevre ve doğadaki insan temalı filmlerini göstermek isteyen sinemacılar için son başvuru tarihi 27 Aralık 2013 olarak belirlendi. Üç şehirde yaklaşık 15 bin izleyiciye ulaşacak festival, 25 Şubat – 02 Mart 2014 tarihleri arasında İstanbul’da Taksim Fransız Kültür Merkezi, Galatasaray Aynalıgeçit ve Harbiye Pusula Sanat Evi’nde gerçekleştirilecek. Dağ Filmleri Festivali’ne katılmak isteyen sinemacıların filmlerini festival merkezine göndermeleri gerekiyor.
Buraya Kadar
Seth Rogen ile Evan Goldberg’in yönettiği ve James Franco, Jonah Hill, Seth Rogen ile Jay Baruchel’in oynadığı Buraya Kadar (This Is The End), 18 Ekim 2013’de Warner Bros. dağıtımıyla Warner Bros. tarafından vizyona çıkarıldı.
Film, Los Angeles’i yerle bir eden bir dizi tuhaf olayın ardından, bir evde hapis kalmış altı arkadaşın yaşadıklarını konu alıyor. Dışarıdaki dünya alt üst olurken, evin içinde kapalı kalmak arkadaşların arasını açma tehlikesi yaratır. Sonunda, evden ayrılmak zorunda kalarak, arkadaşlık ile kefaretin gerçek anlamıyla yüzleşirler.
Vay Başıma Gelenler
Semra Dündar’ın yönettiği ve Hüsnü Şenlendirici, Metin Keçeci, Merve Altınkaya ile Sinan Bengier’in oynadığı Vay Başıma Gelenler, 04 Ekim 2013’de Warner Bros. dağıtımıyla Kült Film tarafından vizyona çıkarıldı.
Birkaç yıl önce babasını kaybeden Murat, borç batağına saplanmıştır, Metin ise sevdiği kızla evlenmek üzeredir. İki genç para biriktirmeye çalışırlarken, Murat, kumarhaneci Organik Rıfat’a, elinde avucunda ne varsa kaptırmıştır. Hiç hesapta olmayan dedesi ile ansızın tanışan Murat, zengin olma hayaliyle Bergama’ya sürüklenir fakat hayatının tamamen değişeceğinin henüz farkında değildir.
12. Filmekimi Biletleri 21 Eylül Cumartesi Günü Satışa Çıkıyor
Filmekimi biletleri, 21 Eylül 2013 Cumartesi günü 10:30’dan itibaren, Biletix satış noktaları, web sitesi ve merkezi ile Atlas ve Beyoğlu Sineması’nda kurulacak ana gişelerden satın alınabilecek. Filmekimi, on ikinci yılında da usta yönetmenlerin son yapıtlarının da aralarında bulunduğu çoğu ödüllü 40’a yakın filmi izleyicilerin karşısına çıkaracak. Zengin programıyla Filmekimi, 28 Eylül – 06 Ekim 2013 tarihleri arasında, İstanbul’da 9 gün boyunca sinemasever izleyicilerle buluşacak. Filmekimi broşürleri Atlas, Beyoğlu ve Nişantaşı City’s AVM City Life Sinemaları ile İKSV’den temin edilebiliyor.
Saroyan Ülkesi, Hamburg Film Festivali’nde
Lusin Dink’in 32. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde prömiyerini yaptığı, ilk filmi Saroyan Ülkesi festival yolculuğuna 21. Hamburg Film Festivali ile devam ediyor. Ana izleği sürgün konusu olan Saroyan Ülkesi, 26 Eylül – 05 Ekim 2013 tarihleri arasında gerçekleştirilecek festivalde izleyiciyle buluşacak. Türkiye’li yönetmen Lusin Dink, Pulitzer ödüllü ABD’li yazar William Saroyan’ın izinden, Saroyan’ın Bitlis’li Ermeni ailesinin mekânı Doğu Anadolu’ya gidiyor. Filmin şiirsel anlatımında, eve doğru uzun bir yolculuğa çıkan yazar da hayata şapkalı, paltolu bir gölge olarak geri dönüyor.
Benim Dünyam Filmi ile İlgili Açıklama
Benim Dünyam adlı filmin yabancı bir filmden kopyalandığı şekilde basına yansıyan haberler üzerine yapımcı şirket TMC Film açıklama yaptı. Açıklama şöyle: “TMC’nin yapımcılığını yaptığı Benim Dünyam filminin 2005 yapımı ödüllü Black filminden kopyalandığı ile ilgili haberler basına yansımış, yönetmene ait olduğu iddia edilen ifadeler de bu haberlerde yer almıştır. Black filminin yönetmeninin de bağlı olduğu filmin yapımcısı SLB Film ile film çekimine başlamadan önce görüşmeler yapılmış ve yazılı olarak mutabık kalınmıştır. İki ülke arasındaki bürokrasinin yavaşlığı nedeniyle sözleşme henüz finalize edilmemişse de yönetmeninin sahibi olduğu yapım şirketinin Black filminin uyarlandığı ile ilgili bilgisi bulunmaktadır. Sözleşme dahilinde …”
Belgeselin İyisi Adana’da İzlenir
20. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali, belgesele gösterdiği ilgiyi bu yıl da genişleterek sürdürüyor. Festival, bu yılki programında yine belgesel başyapıtlarına önemli bir yer ayırıyor. Dünya Belgeselleri: Gerçeğin Çölü başlıkla bölümde son bir yıl içinde dünya festivallerinde ses getiren bir düzineye yakın belgesel gösterilecek. Bölümde sunulan filmler geniş bir coğrafyadan insan manzaraları sunuyor. Gösterilecek filmler arasında Gürcistan yapımı Her Şeyi Yok Eden Makine; eve kapatılmış Müslüman bir kadının mücadelesinin anlatıldığı sarsıcı hikâyesiyle festivallerin gediklisi haline gelen Salma; Hindistan’da elektrik kesintilerinin günde 16 saate ulaştığı bir kentin adsız kahramanlarını konu alan Cereyansız (Powerless) gibi filmler var.
- Basın Bülteni
- Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
3. Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali Başladı
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi tarafından 13 – 19 Eylül tarihleri arasında düzenlenen 3. Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali, Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı’nda İspanyol yönetmen Patricia Ferreira’nın Vahşiler isimli filminin gösterimi ile başladı. Festival Başkanı İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Adem Sözüer’in ev sahipliğinde gerçekleştirilen açılış törenine, Festivalin Düzenleme Kurulu Üyesi Prof. Dr. Bengi Semerci, Hırvat oyuncu Rene Bitorajac, Türkan Şoray ve Festival Jüri Üyelerinden Sanem Çelik, Oyuncu, Yönetmen, Senarist IIaria Borrelli’in yanı sıra çok sayıda davetli katıldı. Festivalin bu yılki ana teması suça sürüklenen çocuklara dikkat çekmek amacıyla ‘Çocuk (ça) Adalet’ olarak belirlendi.
- Basın Bülteni
- Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
3. Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali Başladı yazısına devam et