Kategori arşivi: Yazılar

Tom Hanks’li Captain Phillips Mekan Olarak Malta’yı Seçti

15 Kasım 2013’te Türkiye sinemalarında gösterilmeye başlanacak olan “Captain Phillips”de Tom Hanks ve Catherine Keener başrolleri paylaştı.

“Philadelphia” ve “Forrest Gump”la iki Oscar kazanan Tom Hanks bu yıl sadece efsanevi sanatçı, girişimci, işadamı, Oscar heykelciği kazanma rekortmeni Walt Disney’i değil, 2009’da Somalili korsanlarca kaçırılan Amerikan kargo gemisinin kaptanı Richard Phillips’i de canlandırdı… Bu olayda “bir mucize yaşanmış” ve kargo gemisi mürettabatının can kaybı olmamıştı.

Kaptanın 1987’de evlendiği ve iki çocuğunun annesi Andrea rolünü filmde “Capote” ve “Being John Malkovich-John Malkovich Olmak”la iki kez Oscar adaylığı elde eden Catherine Keener üstlendi.

Tom Hanks’in Film Film Ücretleri:

* Forrest Gump / 70 milyon dolar
* Saving Private Ryan-Er Ryan’ı Kurtarmak / 40 milyon dolar
* Angels & Demons-Melekler ve Şeytanlar / 50 milyon dolar
* Toy Story 3-Oyuncak Hikayesi 3 / 15 milyon dolar
* Cast Away-Yeni Hayat / 20 milyon dolar
* The Green Mile-Yeşil Yol / 20 milyon dolar
* You’ve Got Mail-Mesajınız Var / 20 milyon dolar
* Toy Story 2-Oyuncak Hikayesi 2 / 5 milyon dolar

Altın Ayı ve David Lean Ödülü Sahibi: Paul Greengrass

“Captain Phillips”i “Bloody Sunday-Kanlı Pazar”la Berlin Film Festivali’nde büyük ödül Altın Ayı’yı, “United 93-Uçuş 93”le hem Oscar adaylığını, hem de BAFTA’nın (İngiliz Akademisi) efsanevi yönetmen David Lean adına dağıttığı ödülü kazanan Paul Greengrass yönetti.

Paul Greengrass’ın Diğer Filmleri

* 2010: “Green Zone-Yeşil Bölge” / Maliyet: 100 milyon dolar / Dünya sinema hasılatı: 94 milyon dolar.

* 2007: “The Bourne Ultimatum-Son Ültimatom” / Maliyet: 110 milyon dolar / Dünya sinema hasılatı: 442 milyon dolar.

* 2006: “United 93-Uçuş 93” / Maliyet: 15 milyon dolar / Dünya sinema hasılatı: 76 milyon dolar.

* 2004: “The Bourne Supremacy” / Maliyet: 75 milyon dolar / Dünya sinema hasılatı: 288 milyon dolar.

1565’lerde Osmanlı, 1940’larda Alman-İtalyan İşgâline Teslim Olmayan Malta Dünyanın En Gözde Film Mekânlarından Biri

“Captain Phillips”in çekim mekânları arasında “Midnight Express-Geceyarısı Ekspresi” (Alan Parker), “The Spy Who Loved Me-Beni Seven Casus” (1977’nin James Bond filmi), “White Squall-Dostluk Denizi” (Ridley Scott), “Casino Royale” (1967’nin James Bond filmi), “Popeye-Temel Reis” (Robert Altman), “U-571” (Jonathan Mostow), “Game of Thrones”, “The League of Extraordinary Gentlemen-Muhteşem Kahramanlar”, “Clash of the Titans-Titanların Savaşı”, “Never Say Never Again” (1983’ün James Bond filmi) , ”World War Z-Dünya Savaşı Z” (Marc Forster), “Gladiator-Gladyatör” (Ridley Scott), ”Orca”, ”The Count Monte Cristo-Monte Cristo” (Kevin Reynolds), “Troy-Truva” (Wolfgang Petersen), “Pirates” (Roman Polanski), “The Da Vinci Code-Da Vinci Şifresi” (Ron Howard), ”Swept Away” (Guy Ritchie), “Amadeus” (Milos Forman), ”Erik the Viking” (Terry Jones), ”Pinocchio” (Roberto Benigni), “Eichmann” (Robert Young), “Mary Mother of Christ-Hazreti İsa’nın Annesi Meryem” (Alister Grierson), ”Force 10 from Navarone” (Guy Hamilton), ”Cutthroat Island” (Renny Harlin), “Kon-Tiki” ve “Munich-Münih” (Steven Spielberg) gibi uluslararası film prodüksiyonlarının da mekânı olan Malta adası bulunuyor.

Bu arada, eski karısı Madonna’dan iki çocuğu olan ve şarkıcıdan 75 milyon dolar boşanma tazminatı alan yönetmen Guy Ritchie, Malta Şovalyelerinin Osmanlı kuşatmasına direnişini konu alan film projesini 2001’lerden bu yana gerçekleştirmeye çalışıyor.

(10 Ağustos 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Mandela Filmi Oscar Ödülüne Yürüyor

Kasım 2013 sonunda dünya sinemalarında gösterilmeye başlanacak olan “Mandela: Long Walk to Freedom”, “The Other Boleyn Girl-Boleyn Kızı”nın yönetmeni Justin Chadwick ile “Gladiator” ve “Shadowlands-Gölge Topraklarda”nın senaryolarıyla Oscar’a aday olan William Nicholson işbirliğinin ürünü…

Bu filmin 02 Mart 2014 gecesi sahiplerini bulacak 86. Oscar ödüllerine damgasını vurması bekleniyor.

Güney Afrika’daki ırkçı beyaz azınlık yönetimini yıkan, bu uğurda 27 yıl cezaevinde yatan, Afrika Ulusal Konseyi Partisi (ANC) liderliğini ve 1994-1999 arasında Güney Afrika Devlet Başkanlığını üstlenen Nelson Mandela’yı bu filmde 1972 doğumlu Idris Elba canlandırdı… Elba, “RocknRolla” (2008), “Thor” (2011), “Prometheus” (2012) ve “Pacific Rim-Pasifik Savaşı” (2013) adlı filmlerle de tanınıyor.

1962’de Sovyetler Birliği’nce verilen Lenin Ödülü’ne layık bulunan Mandela 1992’deyse Atatürk Barış Ödülü’nü Türkiye’deki Kürtlere yapılan baskıları protesto etmek için kabul etmemişti.

Mandela Nobel Barış Ödülüne de layık bulundu ve Birleşmiş Milletler 2009’da Nelson Mandela’nın doğum günü olan 18 Temmuz’u (1918 doğumlu) Mandela Günü ilân etti. Birleşmiş Milletlere göre, “Mandela, dünyanın daha iyi bir yer olmasına katkı sağlamıştır.”

Mandela’yı sinema ve televizyon filmlerinde canlandıran diğer oyuncular arasında Danny Glover, Sidney Poitier, Morgan Freeman, Dennis Haysbert, Phil LaMarr, George MacDowell, Willie Jonah, Dave Chappelle, Yaya Soumare, Lindani Nkosi, Simon Sabela da bulunuyor.

“Mandela: Long Walk to Freedom”ın Diğer Oyuncuları

“28 Days Later-28 Gün Sonra”, “Karayip Korsanları: Ölü Adamın Sandığı”, “Karayip Korsanları: Dünyanın Sonu”, 23. James Bond filmi “Skyfall”un oyuncusu olan ve 2015’te gösterime sunulacak 24. James Bond filminde de oynayacağı söylenen Naomie Harris, Nelson Mandela’nın 1958’den 1996’ya kadar eşi olan ikinci karısı Winnie rolünde.

“Mandela: Long Walk to Freedom”da, Mandela’nın ilk eşi Evelyn’i Terry Pheto, Irkçı Beyaz Azınlık yönetiminin son devlet başkanı FW De Klerk’i ise Gys de Villiers canlandırdı.

Mandela Ailesi

Mandela’nın babasının dört karısı, dokuzu kız onüç çocuğu vardı. Ailesinde okula giden ilk kişi Mandela oldu. Nelson adını ona öğretmeni verdi.

1.83 boyundaki Nelson Mandela’nın ilk eşi Evelyn Ntoko Mase’den iki oğlu ve bir kızı, ikinci eşi Winnie’den ise iki kızı dünyaya geldi. Oğullarından Madiba Thembekile (1946 doğumlu) 1969’da, Makgatho (1950 doğumlu) ise 2005’te öldü. Oğullarından birinin ölüm nedeni AIDS hastalığına yakalanmış olmasıydı. Mandela’nın kızları Makazime (1953 doğumlu; annesi: Evelyn), Zanani (1958 doğumlu; annesi: Winnie), Zindziswa (1960 doğumlu; annesi: Winnie) adlarını taşıyor.

Mandela’nın Cezaevi Yılları

1963’te ömürboyu hapse mahkûm edildiği yargılamada dört saatlik savunmasını tarihe geçen şu sözlerle bitirmişti:

“Yaşamım boyunca hayatımı siyahların mücadelesine adadım. Beyazların üstünlüğüne karşı mücadele ettim. Tüm insanların bir arada, uyum içinde, eşit fırsatlarla yaşadığı demokratik ve özgür bir toplum düşüncesini kutsal bildim. Bu, benim yaşamayı ve başarmayı ümit ettiğim idealdir. Fakat, eğer gerekirse, uğruna ölmeye hazır olduğum idealdir.”

Cezaevinde ilk günlerinden başlayarak taş ocağında taş kırdı. Taş ocağı madeni yanında, kireç taşı madeninde de çalıştırıldı.

Cezaevinde Psikolojik Baskı Altındaydı

Cezaevinde gazete okuma şansı olmayan Mandela’ya cezaevi yönetimi ülkesi veya ailesi ile ilgili kötü haberlerin küpürlerini günü gününe ulaştırmaktan bir an bile vazgeçmedi.

1968 baharında annesi ilk ve son kez kendisini ziyaret etti. Haftalar sonra annesinin ölüm haberi geldi, ancak cenazesine katılması için izin verilmedi.

Altı ayda bir kez, beş yüz kelimeyi geçmeyen bir mektup yazmasına izin verilmekteydi. Cezaevinden giden veya cezaevine gelen mektuplarda istenmeyen satırlar mürekkeple sansürlenmekte veya jiletle kesilmekteydi. 1975 yılında eşinin gönderdiği beş sayfalık mektubun sadece iki sayfasının bazı bölümleri, kendisine verilmişti.

27 yıllık cezaevi yaşamı sonrası kişisel kin ve öfkesini bir kenara bırakan, intikam peşinde koşmayan Mandela, beyaz azınlıkla barış içinde yaşam için gerekli politik, sosyal koşulları ve geçiş dönemi uzlaştırıcı adalet mekanizmalarını hayata geçirmede gösterdiği çabalarla, siyah beyaz çatışmasını önleyerek, ülkesinde barışı sağlamada en büyük rolü oynadı.

(09 Ağustos 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Hollywood Dehlizlerinde Kaybolmak

‘Elysium: Yeni Cennet’, Neill Blomkamp’in bizde ‘Yasak Bölge 9’ adıyla gösterime girmiş ilk uzun metrajı ‘District 9’ın ardından çektiği yeni filmi. 2009 yaz mevsiminin sürpriz çıkışlarından biri olan bu ilginç çalışma, ertesi yıl en iyi film dahil dört Oscar adaylığı almıştı. Blomkamp’in 2006 yapımı kısa filmi ‘Alive in Joburg’dan yola çıkarak kotardığı ‘District 9’, memleketi Güney Afrika’da geçen bir uzaylı konuklar hikâyesidir. Yabancılar bu kez saldırgan değildir. Gemileri arıza yapmış, dünyamızda mahsur kalmışlardır. Hükümet yardım eli uzatarak, uzaylıları geminin hemen altında kurulan geçici bir kampa yerleştirir. Şehirde istenmeyen yabancıların ‘dokuzuncu bölge’ adını alacak etrafı çevrili ghetto’da yaşadıklarını anlatan bu çizgidışı ‘ötekileştirme’ hikâyesi, Güney Afrika’nın ‘apartheid’ yönetimi ya da Orta Doğu benzeri dünyanın farklı bölgelerinde sürmekte olan ayrımcılığın parlak bir metaforu olarak dikkati çeker.

Vancouver – Kanada’da sinema okumuş, özel efektler alanında uzman Blomkamp’in mütevazi bir bütçeyle çektiği bu ilk filmi, bir belgesel, bir ‘cinema verite’ (gerçeğin sineması) havasında başlar, zekice yazılmış senaryosuyla amansız bir toplumsal eleştiriye dönüşür. ‘District 9’ın gördüğü beklenmedik ilgi sonrasında Blomkamp’in büyük Hollywood stüdyolarıyla işbirliği kaçınılmaz olacaktır. Bizler, açık sonlu finali nedeniyle, ‘karides’ olarak çağrılan uzaylıların sürgün edildiği ‘onuncu bölge’yi anlatan bir devam filmini beklerken, yönetmen Hollywood’da çekeceği ilk yapım için yine kendi yazdığı ‘Elysium’ da karar kılmış. Hikâye bu kez çok daha keskin toplumsal ayrımlar üzerine. Olayların geçtiği 2154 yılında dünyamız (ya da filmdeki mekân olarak Los Angeles) yoksulluk ve kargaşanın hüküm sürdüğü bir nevi ‘dokuzuncu bölge’ye dönüşmüş. Zenginler yaşam tarzlarını korumak adına gezegenden kaçmış, dünyanın yörüngesinde kurulmuş, alt sınıfların kabul edilmediği, müreffeh uzay kenti Elysium’da yaşamaya başlamış. Film, suça bulaştığı yetimlik yıllarının ardından çalıştığı köhne fabrikada göz göre göre tam doz radyasyona maruz kalan, tedavisi için Elysium’a gitmekten başka çaresi kalmamış fabrika işçisinin mücadelesi üzerine kurulu.

John Boorman’in ‘Taş Tanrı / Zardoz’ (1974)’u, John Carpenter’dan ‘NewYork’tan Kaçış / Escape From New York’ (1981) benzeri klâsikleşmiş bilim kurgu örneklerinden esinler taşıyan hikâyesi ve yönetmenin bir önceki başarısı göz önüne alındığında ‘Elysium’dan umutlanmamak elde değil. Ancak evdeki hesap çarşıya uymuyor her zaman. Bütçesi 100 milyon dolar civarında gezinen bu süper Hollywood yaz prodüksiyonu ne ölçüde müdahaleye uğradı, Blomkamp’in başlangıç senaryosu nasıldı, stüdyo yöneticileri neleri değiştirdi, hangi sahneler çıkarıldı, bunlar hakkında henüz bilgi sahibi değiliz. Lâkin başlangıçtaki sert toplumsal ayrımcılık eleştirisinden ‘Robocop’ ya da ‘Demir Adam’ tarzı maceraya dönüşme gayreti içindeki yapımın bu yeni kulvarda pek başarılı olduğunu söyleyemeyiz. David Cronenberg gibi beden/makine ilişkisi üzerine kafa yormuş Blomkamp’in yaklaşımı bu defa yüzeysel. Yönetmenin ta Johannesburg’dan eski dostu ve hamisi, ‘District 9’ın talihsiz devlet görevlisi Sharlto Copley’in aksanlı ajan tiplemesi de oturmamış. Elysium cadısı Jodie Foster ile Damon’un karşılıklı döktüreceği sahneyi boşuna bekliyorsunuz. Sıradan aksiyon sahneleriyle bağlanan bu olmamış filmin bu haftasonu ABD’deki açılış rakamını merak ediyorum doğrusu. Hollywood dehlizlerinde yolunu şaşırmışa benzeyen Blomkamp’in gişede büyük bir hayal kırıklığı yaşamamasını, yine bir kısa filminden, 2004 yapımı ‘Tetra Vaal’den uyarladığı ön hazırlık aşamasındaki yeni projesi ‘Chappie’ ile yoluna devam etmesini dileyelim.

(08 Ağustos 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Meryl Streep ve Julia Roberts Anne Kız Rolünde: August: Osage County

Bu yılın bütün seçkin sinema filmi ödüllerine abone olması beklenen film: “August: Osage County” adını taşıyor.

69 yaşındaki Babaları Beverly’nin (Sam Shepard) cenazesi dolayısıyla Oklahoma’daki büyük kır evlerinde bir araya gelen Weston ailesinin ve onların yakın çevresindekilerin yüz kızartıcı sırlarının, yalanlarının, skandallarının bir bir ortaya çıkmasını konu alan aynı adlı kara komedinin (tiyatro oyununun) beyazperde uyarlamasında üç Oscarlı Meryl Streep’e, ikisi de Oscar ödüllü Julia Roberts ve Chris Cooper, üçü de Oscar adayı Sam Shepard, Juliette Lewis, Abigail Breslin eşlik ediyor; Ewan McGregor da oyuncu kadrosunda.

Yönetmen: John Wells.
Yapımcılar: George Clooney, Grant Heslov, Harvey Weinstein.
Bütçe: 25 milyon dolar.
Çekim mekanları: Oklahoma.
Türkiye Gösterim Tarihi: 13 Aralık 2013

Hiçbir bireyinin mükemmel olmadığı bir aile: Weston’lar

Alkolik bir şair olan Beverly Weston rolünde “The Right Stuff-Boşluktaki Kahramanlar”la Oscar ödülüne aday gösterilen Sam Shepard var.

Beverly Weston 69 yaşındadır. Çok yıllar önce karısı Violet’in kızkardeşi Mattie’yle gizlice ilişkiye girmiş ve ondan bir çocuk sahibi olmuştur. Herkes bu çocuğun babasının Charlie Aiken olduğunu zannetmektedir. Beverly’nin bir gece gizemli şekilde ortadan kaybolması ve bu olayın hemen sonrasında ölü olarak bulunması Weston ailesini yeniden bir araya getirir.

Violet Weston rolünde Meryl Streep var. Violet, 65 yaşındadır. İlâç, yatıştırıcı ve uyuşturucu bağımlısıdır. Dobra dobra konuşur, sözünü sakınmaz, kurşun mermisi gibi sözleri vardır. Ailenin sır (kara) kutusudur.

Meryl Streep, “The Iron Lady-Demir Leydi”, “Sophie’s Choice-Sophie’nin Seçimi” ve “Kramer vs. Kramer-Kramer Kramer’e Karşı”yla Oscar kazanmıştı.

46 yaşındaki Barbara Weston, Violet ve Beverly çiftinin en büyük kızıdır. Bu rolde Julia Roberts var. Uyuşturucu ve sigara kullanan 14 yaşındaki Jean’ın (Abigail Breslin canlandırıyor) annesi ve ayrı yaşamakta olsalar da 49 yaşındaki Profesör Bill Fordham’ın (Ewan McGregor canlandırıyor) eşidir. Bill Fordham karısını genç öğrencisiyle aldatmaktadır. Jean bu ayrılıktan dolayı çok mutsuzdur.

Julia Roberts, “Erin Brockovich”le Oscar kazanmıştı.

Abigail Breslin ise “Little Miss Sunshine-Küçük Gün Işığım”la Oscara aday gösterilmişti.

Weston ailesinin 44 yaşındaki ortanca kızı Ivy’yi Julianne Nicholson canlandırıyor. Ivy, öğretmenlik yapıyor ve 37 yaşındaki kuzeni Küçük Charles’la (Benedict Cumberbatch canlandırıyor) gizlice bir ilişki yaşıyor ve onunla New York’a kaçmayı hayal ediyor.

Weston Ailesi’nin 40 yaşındaki kızı Karen Weston (Juliette Lewis canlandırıyor) “kusursuz bir adam” olduğunu düşündüğü 50 yaşındaki Florida’lı işadamı Steve (Dermot Mulroney canlandırıyor) ile yeni nişanlanmıştır. Steve ile birlikte Florida’da yaşamakta ve yakın zamanda onunla evlenmeyi plânlamaktadır. Ancak Steve, Karen’in ablasının 14 yaşındaki kızı Jean ile birlikte uyuşturucu kullandıktan sonra yetişkin olmayan küçük kıza cinsel saldırıda bulunur.

Juliette Lewis, “Cape Fear-Korku Burnu”yla Oscara aday olmuştu.

57 yaşındaki Mattie Fae Aiken, Violet’in kardeşidir ancak Violet’in kocası Beverly’den bir çocuk sahibi olmaktan çekinmez. Herkesin babasının Charlie Aiken olduğunu bildiği Küçük Charles’ın gerçek babası Beverly’dir. Mattie rolünde Margo Martindale var.

Mattie’nin 60 yaşındaki kocası Charlie Aiken (Chris Cooper canlandırıyor) Beverly’nin en yakın arkadaşıdır. En yakın arkadaşı Beverly Charlie’nin karısı Mattie’den Küçük Charles’ı dünyaya getirmiştir.

Chris Cooper, “Adaptation-Tersyüz”le Oscar kazanmıştı.

Küçük Charles (Benedict Cumberbatch canlandırıyor) babasının Charlie Aiken olduğunu sanmaktadır oysa babası Beverly Weston’dır.

(05 Ağustos 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Abidin Dino (Bir Kez Daha)

Abidin Dino ve “Goal” filmi ile ilgili -ve ister istemez başka şeyler- hakkında ilk kez sadibey.com’a 23.01.2011’de yazdım. O yazıda, ülkemizde Altın Goller adı ile gösterilen 1964 Dünya Futbol Şampiyonası final maçları üzerine yapılmış film hakkında yazarken Abidin Dino yanında iki yönetmen daha olduğunu yazmışım. Son günlerde (aslında “Abidin Dino Mardin’de” kitabında okuduklarım üzerine -bu kitabı GAP turunda Mardin’de bir müze’de dağıtılırken elime geçmesi ile edindim) “Goal” filmi üzerine yeniden araştırma yaparken filmin üç değil iki yönetmeni olduğu bilgisini edindim.

Dino’nun yanındaki yönetmen Ross Denevish idi. Daha sonra yönetmenliğe devam edecek olan Denevish, Goal de, Dino gibi ilk filmini çekiyordu. Dino daha önceleri filme çekilmemiş senaryolar yazacak, 1935’de SSCB’de çekilen Madenciler isimli filmin dekorlarını hazırlayacaktı, belge film çalışmaları olacaktı.

Dünya Kupası final maçları üzerine yapılacak film, belirsiz bir şey üzerine, ne olacağını bilemediğiniz olaylar üzerine yapılacak bir filmdir. Baştan bir belirsizlik içerir, bir sinema filmi için bile büyük bir risk olan bu durum -yapılacak- belge film için daha büyük bir risktir. Bunun için Dino film öncesi hazırlıklara girişir, bir futbol maçının özelliklerini göz önüne alarak yapacaklarını düşünürken, kameraları nerelere koyacağı konusunda da FİFA yetkilileri ile sürtüşmeye girişir.

Oynanacak maçların ritminin ne olacağı bilinmediği için -gerektiğinde- kullanılmak üzere, gerek sokaklarda, kahvehanelerde ve stadyumlarda neler çekilebileceği hakkında hazırlıklı olmaya hazırlanır. Maçlar bittiğinde çekilenlerin kurgulanması için kendisine verilen süre çok kısa bir süredir (bir ay…) Amansız bir kurgu çalışması sonunda (maçlar beklenen durgunluğu içermediği için) maçlarda çekilen görüntülerle film oluşturulur… Oluşturulur ama maçların oynandığı İngiltere’de -hele maçların sonuna doğru- yeterli ışığın olmaması nedeni ile (stadyumlardaki) harici çekimlerde normalde net görüntü alınamaması riskine rağmen, görüntü ekibinin gayretleri ile yeterli kalitede görüntüler elde edilir. Bütün bunlar maçların düzeyinin düşük olması olasılığı ile çekilen metrelerce filmin kullanılmamasına neden olur… Bunlar dolaylı da olsa maçlarla, futbolla ilgili filmlerdir ama maç görüntülerinin yerine konulacak görüntüler değillerdir.

Sonunda kurgulanan film, yazılanlara göre daha önceki yıllarda hazırlanan Dünya Kupası final maçları filmlerine göre daha sinemasal (filmsel) özellik taşır. Filmin bu nedenle Flaherty ödülü aldığı belirtiliyor. [İnternette yazılan yazılarda Dino’nun 1966’da yaptığı belgesel Golemata Voda adlı filmin Flaherty ödülü aldığı belirtiliyor ama bu film hakkında yeterli bilgiye ulaşabilmiş değilim. Golemata Voda filmi için yapılan araştırmada ise, filmin İngilizce adının The Great Water (2004) olduğunu gördüm ve bu filmin Goal filmi ile hiç bir ilişkisi yoktu.]

Sinemalarımızda da gösterilen The Goal filminin jeneriğinde Abidin Dino adı yer almaktadır. Ve filmden sonra Dino bu film hakkında yazdığı kitapta film öncesi ve sonrası çalışmalarını anlatırken, film için çizdiği desenlere de yer vermektedir. (Bu kitap Türkçeye çevrildi mi !!!?) The Goal filminin künyesinde ise süresinin 107 dakika olduğu ve yapımın İngiltere – Lihtenştayn (UK – Liechtenstein) olduğu belirtilmektedir.

Öncelikle ressam, yazar olan Dino sinema ile çekim öncesi süreçler (senaryo – kısa/uzun film) ile ilgilendiği gibi, belgesel filmler de yapmıştır. Denevish ile birlikte yaptıkları Goal ise dağıtımı -tüm dünyada- yapılan ve futbol (maçı) üzerine yapılan en popüler filmlerden biridir. Bu durumda Goal’ün spor(futbol)/sinema açısından bir köşe başı olduğu hiç bir zaman unutulmamalıdır.

[Dino, 1993’de yaşama veda etmiştir. Bir belgesel olarak belirtilen Golemata Voda filmi 1966 yapımı olarak gösteriliyor, Bu filmle (Golemata Voda) aynı adı taşıdığı belirtilen The Great Water ise Ivo Trajkov’un yaptığı bir roman uyarlaması olur (kurmaca bir film), 2004 yapımı… Yani Dino’dan 11 yıl sonra yapılmış. Bu filmlerin Goal ile ne ilişkisi olduğunu ben kuramadım, araştırılsa bir sonuca ulaşılabilir ama 1964 Dünya Kupası final maçları filmi Goal bunların dışında Dino’nun yönetimine katıldığı, kurgusunu yaptığı, çekim sürecini kitaplaştırdığı bir film. “Keşke Dino bunun yanında birde kurmaca film çekse idi” demek geliyor içimden…]

(04 Ağustos 2013)

Orhan Ünser

Rastgele Baltasar

Hayır, Robert Bresson’un eşsiz ‘Au Hasard Balthazar’ı değil konumuz. Holywood’da çektiği ‘Zorlu İkili / 2 Guns’ adlı yeni filmi bu hafta sonu ABD sinemalarıyla aynı günde bizde de gösterime giren Baltasar Kormákur’dan söz ediyorum.

Buzlar ülkesi İzlanda’nın bu sıcakkanlı yeteneğini 20. İstanbul Film Festivali’nin yarışmalı bölümünde yer almış ‘101 Reykjavik’ isimli çalışmasıyla keşfetmiştik. Karlı ve karanlık diyarlardan karşımıza gelmiş bu delidolu alternatif aile öyküsü Almodovar sıcaklığındadır ve kadroda İspanyol üstadın gözde oyuncularından Victoria Abril de yer alır. Büyüdüğü kente bir methiye ve milenyum partisine bir katkı olarak kotardığını belirttiği bu şirin ilk filmi takibeden yapıtlarında aile takıntısını işlemeyi sürdürür Kormákur. 2002 yapımı ‘Hafid / Deniz’, aile içi siyaset üzerine tek atımlık barutu olmadığının kanıtıdır. Film aile üyeleri arasındaki çatışmayı, baskıcı diktatör baba ile hesaplaşma çerçevesinde anlatır. 2006 yapımı ‘Mýrin / Uçurum’ yine aile ilişkilerinin karanlık geçmişine dayanan, İzlanda sinemasının en çok hasılat getiren filmi ünvanına sahip ilgiye değer bir polisiye dramadır.

Birçok Avrupalı, Asyalı meslekdaşı gibi, Kormákur’un ABD sinema endüstrisi ile flörtü kaçınılmazdır. 2005 yapımı İzlanda/ABD ortak yapımı ‘Cennete Küçük Bir Yolculuk / A Little Trip to Heaven’, Forest Whitaker, Julia Stiles, Jeremy Renner gibi sağlam bir Amerikan kadro içeren küçük bütçeli bağımsız bir ilk denemedir. Yine karanlık aile ilişkilerini merkeze alan bu kara film, İzlanda banliyösünü pek de aratmayan ABD kırsalının yağmurlu fırtınalı izbe kasabalarından birini mekân almıştır bu kez.

Kormákur’un ABD’deki ikinci çalışması ‘Nefes Nefese / Inhale’ (2010) küçük kızının hayatını kurtarmak için Meksika organ mafyasıyla işbirliği yapacak kadar ileri giden çaresiz babanın hikâyesidir. Bu iki denemenin ardından İzlandalı yönetmene Hollywood’daki ilk çıkışını getirecek olan yapım, bizde ‘Son Vurgun’ adıyla gösterilmiş 2012 yapımı ‘Contraband’ olacaktır. Hollywood devlerinden Universal ortaklığıyla kotarılan 40 milyon dolar bütçeli ‘Son Vurgun’, dünya çapında 100 milyon civarında bir hasılata ulaşır.

Bu sürpriz ticari başarının ardından Universal’ın İzlandalı yönetmenle ikinci işbirliği ‘Zorlu İkili’. 74 milyon dolar gibi Hollywood büyük stüdyo ortalamalarının üzerinde seyreden bir bütçe söz konusu bu defa. Açılış haftasının hasılat rakamı Kormákur’un Hollywood’daki geleceğini belirleyecek gibi duruyor. ‘Rastgele Baltasar’ başlığı atmamın nedeni bundan.

Filme gelecek olursak, ‘Zorlu İkili’ iki star Hollywood aktörü Denzel Washington ve Mark Wahlberg üzerine kurulmuş hareketli, eğlenceli bir yaz serüveni. Biri Narkotik Büro ajanı, diğeri donanma eskisi kimlikleri gizli serüvencilerimiz, New Mexico’da işin içine CIA’in de karıştığı 43 milyon dolarlık bir soyguna bulaşır. Eski dostlar birer birer düşman cephesine kayar. Bundan sonrası, kapana kısılmış iki kafadarın dur durak bilmeyen mücadelesi üzerinedir.

‘Zorlu İkili’ benzerlerini daha önce defalarca izlediğimiz bildik klişelerle örülü bir macera filmi. Lâkin hakkını verelim, Kormákur dersini iyi çalışmış. 1970’lerin popüler spagetti westernlerine öykünen hikâyesi, Tarantino ekolünden ödünç alınmış matrak diyalogları ve kendini ciddiye almayan tavrıyla yaz mevsiminin çekici bir eğlenceliği olarak rahatlıkla izleniyor. Oscar’lı ‘Argo’nun aksine, CIA ekibi yetmişli yıllarda olduğu gibi kötü adam kontenjanında. Filmin genel retro havasına çok yakışan Clinton Shorter’ın özgün müziği özellikle dikkat çekici.

(04 Ağustos 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Murat, Zeki Demirkubuz’un Filminde Oynadı Ben Oynayamadım

2012 yılının en çok konuşulan isimlerinin başında geldiler. Halk onları çok sevdi. Ama sevilmeyecek gibi de değiller ki. Sıcak, samimi, çevresinde olup bitenlere karşı duyarlı ve komikler. Yeni projeleri Düğün Dernek filminin setini ziyaret ettik geçtiğimiz günlerde. Bıkmadan usanmadan büyük bir basın ordusu ile tek tek konuştular. Her söyleşide, kimilerinin uzun zamandır unutmuş olduğu şen kahkahalar attılar, attırdılar. İşte karşınızda iki kafadar Ahmet Kural ve Murat Cemcir

Düğün Dernek nasıl bir film oluyor?

Ahmet Kural: Sivas’ta geçen bir düğün anlatılıyor. İsmail abinin (Rasim Öztekin) oğlunu evlendirmeye çalışıyoruz. Ve bu düğün sırasında başımıza gelen komik olaylar konu ediniliyor filmde.

Murat Cemcir: Aslında Selçuk’un (Aydemir) deyimiyle bir babanın oğlunun düğününü yapması için dört arkadaşıyla çalışması ve bunu yaparken de şanslarına dünyanın çivisinin kopması.

A. K.: Başımıza umulmadık şeyler geliyor. Çok eğlenceli bir film oldu.

“Dünyanın çivisi çıkıyor” dediniz. Mecazi anlamda mı kullandınız yoksa film, içinde fantastik öğelerde barındırıyor mu?

A. K.: Fantastik olan benim. (Gülüyor)

M. C.: Filmle ilgili mümkün olduğu kadar bilgi vermemeye çalışıyoruz çünkü çok enteresan bir film izleyeceksiniz. Daha önce Türk Sineması’nda denenmemiş teknikler göreceksiniz. Keza karakterler de aynı şekilde çok farklı ve çok derinlikli. Kültürler ve dinler arası müthiş bir iletişimin olduğu bir film bekliyor seyirciyi.

Dış görünüşünüz de oldukça değişmiş.

A. K.: Artık beyaz göğüs kıllarım var. Bunlar bana ait değil ama saçlar tamamen orijinal. Orta kısımları kazıttım.

M. C.: Bende de kaynakla saçlar uzadı ve orielle sakallarım açıldı. Hatta yüzüm yandı o işlemden sonra. Yüzdeki deri çok ince olduğu için zarar verdi tabi.

Sinema için her şeyi yapıyorsunuz yani?

M. C.: Kesinlikle bir daha yapmam, yani yaparım da orielle açmam. Başka yöntemlere başvururum. (Gülüyor)

Gündelik yaşamınızı nasıl etkiledi bu imajınız?

A. K.: Bereyle dolaşıyorum, bu sıcakta bu ne yapmış diye bakıyorlar. (Gülüyor)

M. C.: Kendi annem babam beni tanımadı. Çekimler sırasında Tokat’a ailemin yanına gitmiştim. Havaalanında karşılamaya geldiklerinde tanımadılar. Annem sonradan yürüyüşümden tanımış.

Bundan sonraki projeleriniz neler olacak? Ayrı ayrı mı yoksa birlikte devam mı?

A. K.: Projeye göre değerlendiriyoruz tabii. Ama biliyorsunuz biz ayrı işlerde yaptık. Murat, Zeki Demirkubuz’un filminde oynadı. Ben oynayamadım. (Gülüyor)

Teşekkürler!

(03 Ağustos 2013)

Yeliz Bozkurt

twitter.com/yelizbzkrt

Aktörler ve Randevular

2012 yılının en iyi filmleri kişisel listeme almış olduğum Leos Carax’ın sinemaya dönüş filmi ‘Kutsal Motorlar / Holy Motors’ hayli gecikmeli de olsa nihayet sinemalarda. Fransız sinemasının bu haylaz çocuğunu 13 yılın ardından böylesine formda bulmak gerçekten çok keyif verici. Cahiers Du Cinéma çıkışlı Carax ile ilk tanışmamız seksenli yıllara uzanır. Henüz yirmili yaşlarındayken 60’lar auteur kuşağının mirasını devralmış, Yeni Dalga’nın, bilhassa Godard’ın izinden yürüyerek, ‘hikâye sineması’nın tekdüzeleştirdiği çağdaş Fransız sinemasına yeni bir soluk getirmiştir bir avuç filmiyle. Gencecik Juliette Binoche ya da Julie Delpy gibi oyuncuları ilk kez onun filmleriyle tanıdık, sondan bir önceki uzun metraj çalışması ‘Pola X’ (1999) dışında tüm filmlerinin baş aktörü, bir nevi alter ego’su Denis Lavant’ın parlak oyunculuk kariyerini onun filmleriyle adım adım izledik.

Üstadın sinemanın geçmişine bir saygı duruşu niteliğindeki bu yeni çalışması, giriş jeneriğine eşlik eden ilk görüntülerle ‘yedinci sanat’ın doğuş yıllarına taşıyor bizleri. Sinemanın öncülerinden Etienne-Jules Marey’in insan bedenindeki devinimlerin anatomisini keşfe çıktığı ‘kronofotografik’ filmlerinin Paris Sinematek’i tarafından 35 mm peliküle düşürülmüş görüntüleri düşüyor perdeye önce. Hemen ardından ‘prolog’ kısmı başlıyor: Carax 13 yıllık uykusundan uyanıyor. Kaldığı odanın orman desenli duvarının ötesine süzülerek gizemli ormanın içine dalıyor. Eski usul karanlık bir sinema salonudur burası. Bizler gösterilen filmi görmeyiz ancak perdeden akseden ışıklar seyircilerin yüzüne yansır. Ve salonun gerisinden ürkütücü simsiyah bir hayvan tehditkâr bir tavırla kameraya doğru ilerler. Prolog bölümü, Carax’ın niyetini baştan haberler. Bizleri sinema tarihinin fantastik dehlizlerinde gizemli bir yolculuk beklemektedir.

Bundan sonrası sinemanın geçmişine sayısız referansla dolu dokuz ayrı epizod halinde gelişir. Bu epizodlar, Carax’ın değişmez oyuncusu Lavant’ın canlandırdığı kıdemli aktör bay Oscar’ın esrarengiz bir ajansın talimatları doğrultusunda bir gün boyunca Paris sokaklarındaki yolculuğu üzerinedir. Oyunculuk sanatı üzerine saygı duruşu niteliği taşıyan bu bölümlerde baş aktörümüz bir randevudan diğerine koşar. Bazen bir dilenci göçmen kadın, bazen ezik bir aile babasıdır. Kimi zaman güçlü bir bankacının kimliğine bürünür, soğukkanlılıkla işlenen bir cinayetin hem kurbanı, hem katili olur. 2008 yapımı skeçli film ‘Tokyo’nun Carax epizodunun kanalizasyon canavarı ‘Merde’ karakteriyle Eva Mendes’in canlandırdığı top modelin bir araya geldiği bir çeşit ‘Güzel ve Çirkin’ sahnelemesine girişilir. Ya da baştaki Marey’in görüntülerine nazire olarak ‘motion capture’ tekniğiyle çekilmiş, insan denen makinanın sanal dövüş ve aşk gösterisini sergileyen performans sanatçısına dönüşür Oscar / Lavant. Otel olmasına karar verilmiş nostaljik alışveriş merkezi ‘Samaritaine’in terasında Kylie Minogue’un performansı eşliğinde Jacques Demy müzikallerinin hüznüne selâm gönderilir. Popüler Hollywood animasyonu ‘Arabalar / Cars’a hınzır bir nazire ihmâl edilmez vs.

Kısalı uzunlu bu epizodlar bir hikâye anlatır gibi görünse de, öykülerin her biri seyirciyi ters köşeye yatırmak için hazırlanmış bir tuzaktır aslında. Hikâyeler beklenmedik yerlerinden kırılır, izleyicinin beklentileri boşa çıkar. Carax, aynen Godard gibi bilhassa yapar bunu. Öykülerin bağlayıcılığından kurtulan seyircinin imgelerle, sembollerle özgürce düşünmesini, özgürce hissetmesini amaçladığını vurgular söyleşilerinde.

‘Kutsal Motorlar’ işte böylesine farklı bir deneyim; Godard ruhunu, 60’lar auteur sineması geleneğini tazeleyen, sinema dilinin öykü sinemasıyla gölgede bırakılmış potansiyelini yeşerten böylesine özgün bir deneysel başyapıt. Yaz sıcağı demeyin, üşenmeyin beyazperdede tekrar tekrar keyfini çıkarın.

(03 Ağustos 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Al Pacino, 40 Milyon Liraya Mal Olacak Allah’ın Kılıcı: Halid bin Velid’de Oynamayı Kabul Etmedi

Hazreti Muhammed tarafından Allah’ın Kılıcı (Seyfullah) ünvanıyla onurlandırılan İslam tarihinin en büyük savaşçısı Halid bin Velid’in başarılarla dolu yaşam öyküsü yapımına kırk milyon Türk lirası harcanacak ve 2014 sonbaharında gösterilmeye başlanacak olan “Allah’ın Kılıcı: Halid bin Velid” adlı sinema filminde anlatılacak… Bilindiği gibi, Halid bin Velid’i Arapça ve İngilizce olmak üzere iki versiyonu olan “Çağrı: İslamiyetin Doğuşu”nun İngilizce çevriminde Michael Forest canlandırmıştı.

“Allah’ın Kılıcı: Halid bin Velid” için pek çok oyuncu ile deneme çekimleri yapıldı. Daha önce karar verilen başrol oyuncusu ile birkaç ay süren bir aktörlük eğitim süreci yaşandı ama olumsuz netice alındığı için ondan vazgeçildi.

“Allah’ın Kılıcı: Halid bin Velid” için görüşülen oyuncular arasında İbrahim Çelikkol, Emre Kızılırmak, Murat Yıldırım ve Murat Han’da var.

Al Pacino’nun Kabul Etmediği Rol

“Allah’ın Kılıcı: Halid bin Velid” de rol alması için görüşülen yabancı oyuncular arasında “S1m0ne” filminden 11 milyon dolar ücret alan, Oscar ödüllü Al Pacino’da bulunuyor.

Al Pacino’ya teklif edilen rol, Bizans ordusu generallerin Georgeus karakteriydi. Georgeus, Heraklius’un kardeşi ve Bizans orduları komutanı Valentinus’un komutasındaki tarihin ilk haçlı ordusunun generallerinden biriydi. Yermuk Savaşı’nda Halid bin Velid’den etkilendi ve savaşın ortasında Müslüman olup Cerece adını aldı, bir kaç saat sonra da hayatını kaybetti.

Halid bin Velid Filmlerde Canlandırılmasına İzin Verilen İslâm Önderlerinden Biri

Bilindiği gibi, İslâm alimleri, Hazreti Muhammed başta olmak üzere pek çok İslâm önderinin (kurucusunun) filmlerde canlandırılmasına izin vermiyor… Halid bin Velid, Hazreti Hamza’yla birlikte beyazperdede gösterilebilen / canlandırılmasına izin verilen az sayıdaki İslâm önderinden biri…

Müslüman olmadan önce, Uhud Savaşında, Kureyş ordusunun emrinde savaşan Halid bin Velid, komutanlık dehası sayesinde Kureyşlilere hiç beklenmeyen bir zafer kazandırmıştır. Uhud yenilgisi, İslam tarihinde Hazreti Muhammed’in ilk ve son yenilgisi olmuştur.

Halid bin Velid, Hicretin sekizinci yılında Allah’ın varlığına ve Hazreti Muhammed’in de insanları aydınlatmak için görevlendirilen son peygamber olduğuna inanarak Müslüman olmuş, kılıcını Peygamberimizin emrine sunmuştur.

Halid bin Velid, Hazreti Muhammed tarafından Allah’ın Kılıcı (Seyfullah) ünvanıyla onurlandırılmasıysa İslâm tarihinin en büyük savaşlarından Mute’de olmuştur. Aynı yıl Mekke’nin Fethine de katılan ve Mekke Fatihi ünvanını alan Halid bin Velid, yaşamı boyunca savaş kaybetmeyen, tarihteki en büyük komutanlardan biridir.

Halid bin Velid’in Yaşam Öyküsü:

Hazreti Peygamberin, hakkında “ne güzel kul” diye buyurduğu sahabîdir. Hazreti Peygamber (s.a.s.) Mute savaşındaki başarısından ötürü onu Allah’ın kılıcı diye övmüştür. Hazreti Hâlid (r.a.)’in doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Mekke’nin şerefli ve itibarlı ailelerinden biri olan Mahzum oğullarındandır. Ordu komutanlığı Hazreti Hâlid’in ailesinin bir imtiyazıydı. Uhud savaşında ve Hudeybiye sulhu esnasında Hâlid bin Velid, Kureyş ordusunun komutanlarından birisiydi.

Hudeybiye anlaşmasından sonra Hazreti Peygamber umre için Mekke’ye gidince Hâlid’in daha önce Müslüman olan kardeşi Velid’e Hâlid’i sordu. Hz. Peygamber Hâlid gibi bir insanın müşriklerin (Müslüman olmayanlar) içinde kalmasının şaşılacak bir durum olduğunu belirtti. Velid kardeşi Hâlid’e Peygamber (s.a.s)’in bu iltifatını bildiren bir mektup gönderdi. Bunun üzerine Hâlid Müslüman olmak için Mekke’den yola çıkınca, yolda Amr b. el-Âs ile karşılaştı ve beraberce Mekke’den Medine’ye gelip Müslüman oldular.

Hazreti Hâlid hicrî sekizinci yılda yapılan Mute savaşına bir nefer olarak katıldı. Ordu komutanlarının sırayla şehîd olması üzerine Ashab istişâre ederek komutayı Hazreti Hâlid’e verdi. Hz. Peygamber Medine’de olup bitenleri haber verip komutanların şehid düşmesini anlattıktan sonra komutayı Allah’ın kılıçlarından birinin aldığını söylemiştir.

Bu olaydan sonra Hazreti Hâlid, Seyfullah (Allah’ın Kılıcı) diye anıldı. Halid (r.a.) komutasına aldığı orduyu kalabalık düşman karşısında bozguna uğratmadan Medine’ye getirmeyi başardı.

Hazreti Hâlid, Mekke fethinde süvarilerin komutanı idi. Ordunun sağ kanadını kontrol ediyordu. Mekke fethinde Müslümanlara karşı çıkan gruplarla Hz. Hâlid çarpışmıştır. Mekke fethinden sonra Hz. Peygamber Nahle’deki Uzza putunu kırmaya Hâlid bin Velid’i gönderdi. Hâlid Uzza putunu kırıp geri döndü.

Hazreti Ebû Bekir Hâlife olunca Hazreti Hâlid’i komutan olarak yalancı Peygamberlerin üzerine gönderdi. Yalancı Peygamber Tulayh b. Huvaylid’i Buzaha’da mağlup etti sonra Temimoğulları üzerine yöneldi ve Mâlik b. Nuveyra’nın komutasındakilerle karşılaştı. Mâlik’i silâh bırakmasına rağmen esir etti ve öldürdü. Hazreti Ömer, Hâlid’i bu olayda hatalı davrandığı gerekçesiyle kınamıştır. Daha sonra Museylemetu’l-Kezzâb’a karşı sefere çıktı ve onu Yemâme sınırında Akraba denilen yerde mağlûp etti ve öldürttü. Yalancı Peygamberlerle olan mücadelesinden sonra zekât vermeyen kabileler üzerine gönderildi. Onları da sindirdi. Daha sonra Hicrî oniki yılında Irak’a İranlılara karşı gönderildi. İki ay zarfında İran Sâsânî ordularını bozguna uğratarak Hire’yi ele geçirdi ve Fırat çevresini hâkimiyeti altına aldı.

Suriye sınırında Bizanslıların ordu hazırladıkları haberi gelince hilâfet merkezinden Hz. Hâlid’e Irak bölgesinin komutanlığını Müsenna’ya bırakarak Şam’a gitmesi emri verildi. Hicrî onüçüncü yılda Bizanslıları Acnadeyn’de mağlup ederek Şam’a doğru püskürttü. Hz. Hâlid şehri muhasara etti ve hicrî ondördüncü yılın Receb ayında Şam (Dımaşk/Damascus) şehrini fethetti. Daha sonra bu fethine Humus’u ekledi. Yermuk savaşında Bizanslıları bozguna uğrattı. Kudüs’ü kuşattı ve teslim aldı. Onun sayesinde bütün Suriye mıntıkası Müslümanların eline geçti.

(03 Ağustos 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

1903 Sinematograf İmtiyazı

Sinema, bir sanat olduğu kadar, bir ticari ilişkiler bütünüdür; senaryo yazımı aşamasından, bu faaliyetin ürünü olan filmlerin sinemalarda seyirci ile buluşmasına kadar birbirinden farklı alanlarda düzenlenmiş (veya düzenlenmemiş) özel hukuk ilişkilerinin oluşturduğu bir bütün. Bunun yanında, sansür (senaryo ve sonra filmlerin denetlenmesi) nedeni ile de, devlet ile kamu hukuku alanında ki ilişkileri yer alır. Fakat bütün bu olgulara rağmen, bugün hâlâ bu alanda tüm ilişkileri kapsayacak bir yasal düzenleme yapılmamıştır.

Sinema, matbaa’nın tersine bulunuşundan, yaklaşık 300 yıl sonra değil, hemen sonra İmparatorluğa gelmiştir. Lumière kardeşlerin değişik yerlerde çektikleri filmleri göstermek için ülkeye gelen adamları aynı zamanda sarayda da gösteriler ve İstanbul’da (başka yer de olabilir…?) çeşitli çekimler yapmışlardır. Bunlar içinde hareket halindeki kayık içinde Haliç’te çekilen görüntüler için “ilk” kaydırma / travelling örnekleri olduğu söylenir (ne derece doğrudur?). Sinema (film gösterimi) önce düzensiz, sonra düzenli gösterilerle halka açılır (giderek yerleşik sinemalar açılmaya başlar.)

Sinemanın bu durumunun yanında, batıdan da gelmeye başlayan tiyatro örneklerinin yanında toplumumuzun geleneksel gösteri sanatları da devam etmektedir ki, bu alanın düzenlenmesi gereği duyularak bu konuda bir imtiyaz çıkarılır.

Tiyatro konusunda böyle bir imtiyazın çıkarılması sonrasında sinema konusuna da bir düzenleme ihtiyacı duyularak “1903 Sinemaograf İmtiyazı” çıkarılmıştır. Tam adı ile: “Memâlik-i Şahanede Sinematograf Temâşa Ettirilmesinin Şerâit-i İmtiyâziyyesi” . Öncelikle söyleyelim ki, İmtiyazname -adından da anlaşılacağı gibi- film gösterimi hakları ile ilgilidir ve film çekimi aşaması hakkında değildir; bu şekli ile çıkarılmış bulunan İmtiyazname, hiç bir zaman yürürlüğe konulmamıştır.

1903 Sinematograf İmtiyazı hakkındaki yazı, University College London da doktora öğrencisi Özde Çeliktemel – Thomen imzası ile Toplumsal Tarih Dergisi’nin Ocak 2013 tarihli 229. sayısında 26 – 32. sayfalarında yer almaktadır. Yazı sonuna “İmtayaz”ın 26 maddeden oluşan metni de bulunmaktadır.

O günlerde henüz kurmaca film üretimimiz başlamadığı için, çekilen filmler gerçek görüntülere (!) dayanmasına rağmen, filmlerin -o gün anlayışı ne idi bilemiyorum ama yinede- görüntülerinin bağlanması (kurgulanması?) farklı sonuçların alınmasını / alınabilmesini sağlayacaktır. Bu nedenle çekilen görüntülerle, perdeye yansıtılacak görüntülerin farklılığı ortaya çıkacaktır. Bu şekilde elde edilmiş görüntüler, sinema olarak isimlendirilmiş olsalar da, -sonuçta bu doğru bir isimlendirmedir-, kurmaca bir film olmadıkları için -hiç bir zaman yeterli bir kaynak bilgisi olmayan sinemamızda- kayıtlarına sağlıklı bir şekilde rastlamak mümkün değildir. Ayrıca ilk konulu (kurmaca) filmimizin tamamlanan ilk örneğinin 1917 yılında yapıldığını düşünürsek, 1903 yılında çıkarılmış imtiyaznamenin uygulanabileceği bir film ortada yoktur. Belki uygulanmama nedeni bu olabilir, fakat çıkarılmış olması, filmlerin çekim aşamasında denetim dışı olmasına bir çözüm olarak, gösterim sırasında denetlemek akla geliyorsa da, bu doğrudan bir şekilde imtiyazname de yer almamaktadır. Ancak 15. maddede, temaşa ettirilecek (seyrettirilecek) her manzara, Saltanat memurlarının tasdik ve tasvibine bağlanmaktadır. 16. madde de, yabancı ülkelerden gelecek menazırın (manzaraların / görüntülerin) adap ve ahlâka münafi (faydalı) olmayanlar umuma temaşa ettirilmeyecektir. İmtiyazname, filmlerin hazırlanması ile değil, “…Memalik-i Şahanede Sinematograf Temaşası…” ile ilgilidir (ve 35 yıllık bir süre ile verilmektedir.)

İlk konulu filmimizin 1917’de yapıldığını düşünürsek, 1903’de çıkarılan (ve hiç yürürlüğe konulmayan) bu imtiyaznameden, ilk filmin yapılmasına kadar geçen sürede, imtiyazname koşullarına uygun olarak yapılmış kaç tane (!!?) veya dışarıdan getirilmiş kaç tane (?) film olabilir. Bu gün, ilk kurmaca filmimizden (1917) önce yapılmış her tür film için -belli-, bir belirsizlik hakim iken ve bunlar hakkında hemen hiç bir bilgi yok iken, gösterimlerin ne koşullarda yapılacağını ve ne sonuçlar doğuracağını düşünmek, sonuçsuz kalacak bir çabadan başka bir şey olmaz. Yalnız, tiyatro alanında verilmiş bir imtiyaz (Güllü Agop) benzerinin, sinema alanında da düşünülmüş (ve kaleme alınmış) olması, yine de hayli ilginç bir olgudur.

Bu gün (2013 bitiyor) hâlâ sinemamızın, yeteri kadar hukuki bir tabanının olmaması, -yapılmış 8.000’i aşkın filme rağmen- piyasaya ne kadar ciddi bakıldığını göstermektedir. Bunda sinema ile ilgili her katmanın alacağı paylar olmalıdır. 1903’de çıkarılan sadece ‘gösterim imtiyaznamesi’dir, bugün ortamı düzenleyen yasal hükümlerin -ortada kalan sektör ne ise!- ne kadar uygulandığı, sektörün hangi gereksinimlerine cevap verdiği ise tam olarak biçimlendirilmiş değildir.

Yine de…

(28 Temmuz 2013)

Orhan Ünser

Dünyayı Değiştiren İki Kadın Beyazperdede ve Beyazcamda Defalarca Kez Canlandırılmıştı

160 yıl önce katılmak zorunda kaldığımız Kırım Savaşına 175 bin askerimiz iştirak etmiş ve 35 bin şehit vermiştik.

Osmanlı Ordusu Rus ordusuna karşı savaşırken yalnız değildi; İngiliz ve Fransız orduları askerlerimizle birlikte Ruslara karşı savaştı.

Dünyanın en güçlü dört ordusu Kırım Savaşı’na katıldığından o dönemde adeta bir dünya savaşı yaşandı.

Kırım Savaşı Osmanlı İmparatorluğu için bir dönüm noktasıydı; çünkü 1853’te başlayan Kırım Savaşı’ndan sonraki 70 yıllık süreçte Osmanlı toprağı, vatan/memleket uğruna, genç, yaşlı, erkek, kadın, çocuk milyonlarca insanımızın kanıyla sulanmıştı…

Sadece Dünya Savaşı’nda esir düşen Osmanlı askeri sayısı 200 binden fazlaydı… Birinci Dünya Savaşı’ndaki Osmanlı’nın en büyüleyici yanı, Avrupalıların “hasta adam” dedikleri bir ülkenin daha bir yıl öncesinde dört küçük Balkan devletine karşı yenilmiş bir ülkenin, adeta “dirilerek” olabildiğince uzun süre savaşmayı başarması ve bunu da gayet iyi bir şekilde yapmasıydı.

Ölümünün 100. yıldönümü olan 13 Ağustos 2010’da tüm dünyada anılan Florence Nightingale tüm kadın oyuncuların canlandırmayı arzuladıkları müthiş bir kadın kahraman, müthiş bir karakterdir.

Florence Nightingale, pek çok kez de sinema ve televizyon filmlerinde canlandırılmıştır… Bu listeyi yazımın sonunda bulabilirsiniz.

İçinde bulunduğumuz 2013 Florence Nightingale’in dünya sahnesine çıktığı Kırım Savaşı’nın başlangıcının 160. yıldönümüdür.

Florence Nightingale bu savaş esnasında Üsküdar Selimiye’de yaralı askerlere hizmet ederek efsaneleşmiştir.

Onun gölgesinde kalan Mary Seacole ise Florence Nightingale kadar üne kavuşamasa da en az onun kadar idealist ve cesur bir kahramandır. Çağının çok ötesindeki bu iki kadın insanlığa çok büyük hizmetlerde bulunmuştur.

Mary Seacole’da içinde bulunduğumuz 2013 başlangıcının 160. yıldönümü olan Kırım Savaşı’na katılanlara hemşire olarak hizmet vererek tarihteki yerini almıştır.

Geride bıraktığımız 150 yılda yararlandığımız sağlık hizmetlerinin geliştirilmesinde ve iyileştirilmesinde büyük rol oynayan Florence Nigtingale vefat ettiğinde doksan yaşını tamamlamıştır.

Sağlık personeline eğitim veren kurumların oluşturulmasında öncü olan Florence Nightingale, bu çalışmalarıyla İngiltere’de ve dünyada hemşirelik alanında devrim yaptı. Özellikle Kırım Savaşı sırasında yaralıların bakımı konusunda yaptığı hizmetler ve çalışmalar sonucu elde ettiği şöhret ile o güne kadar küçümsenen ve kıymeti yeterince bilinmeyen hemşirelik mesleğinin saygınlık kazanmasını sağladı.

İsmi: Florence Nightingale
Doğum Tarihi: 12 Mayıs 1820
Ölüm Tarihi: 13 Ağustos 1910
Doğum Yeri: Floransa, İtalya
Ölüm Yeri: Londra
Uyruğu: İngiliz
Şöhreti: Hemşireliğin öncüsü, sağlık hizmetleri reformcusu.

1820 yılında Frances – William Nightingale çiftinin kızları olarak dünyaya geldi. Annesiyle babası, evliliklerinin ilk iki yılında Avrupa gezisindeydiler. Floransa’da doğan kızlarına bu kentin ismini verdiler. Napoli’de dünyaya gelen kızkardeşine ise bu şehrin Yunanca’daki karşılığı olan Parthenope adı verildi. Çocuk bakıcısından ve babalarından eğitim alan iki kızkardeş, özellikle klâsikler ve politika konularında geniş ve derinlemesine bilgi sahibi oldu. Florence öğrenmeyi çok seviyordu ve olağanüstü zeki bir kızdı. Özellikle de matematik konusunda yetenekliydi.

Florence’tan varlıklı aile kızı rolünün gereklerini yerine getirmesi bekleniyordu. Bu da, iyi bir evlilik yapması ve muhafazakâr bir hayat yaşaması anlamına geliyordu. Ancak böyle bir hayat tarzı, çocukluğundan bu yana sosyal konulara ilgi duyan, hastaları evlerinde ve hastahanelerde ziyaret eden Florence’e uygun değildi. O koyu derecede bir Hıristiyan’dı. Sosyal konulara ve hemşireliğe, Tanrı tarafından yönlendirildiğine yürekten inanıyordu.

Kızlarının matematiğe ilgi duymasını aile kabullenemedi. Babası onun kadınlar için daha uygun olduğu düşünülen alanlarda eğitim görmesini istiyordu. Ancak Florence ailesini zaman içinde ikna etmeyi başardı ve sonradan “en başarılı öğrencim” sözleriyle kendisini tanımlayacak olan James Joseph Sylvester’dan eğitim almak için gereken izni kopardı. Florence matematiğin sadece kendisine değil, hayatın her alanında uygulamasına da ilgi duyuyordu. Hemşirelik hayatında özellikle istatistik çok önemli rol oynadı ve yaptığı her çalışmasında hemşirelikle istatistiği bütünleştirdi/kaynaştırdı.

19. yüzyılın ortalarında hemşirelik mesleği kadınlar için uygun olmayan bir meslek olarak görülüyordu. Özellikle de bu meslek eğitimli ve zengin aile çocuğu olan kadınlar için akla bile getirilemezdi. O yılların ön yargılarına göre bu mesleği sadece düşük eğitimli, kaba saba kadınlar yapardı. 1845 yılında Florence’in bir hastahanede çalışmak istediğini itiraf etmesi üzerine ailesi bu kararına şiddetle karşı çıktı. Florence’ın yurt dışında çalışmaktan başka çaresi yoktu.

1850 yılında Mısır’ın İskenderiye şehrinde Katoliklerin yönettiği St. Vincent de Paul Enstitüsü’nde hemşirelik eğitimi almaya başladı. Ayrıca Almanya’nın Düsseldorf şehriyle Paris’te de eğitim aldı. 1853’te Londra’ya geri döndüğünde Harley Street’te faaliyet gösteren Kadınlar Hastahane’sinde yönetici olarak gönüllü pozisyonda çalışmaya başladı.

1853’te Osmanlı İmparatorluğu ile Rusya arasındaki çatışmalarla başlayan savaş, 1854’te İngiltere, Fransa ve Osmanlı İmparatorluğu’nun bir araya gelerek Rusya’ya savaş ilân etmesiyle birlikte büyüdü… Bu çatışmalar sırasında İngiliz sağlık hizmetleri en ağır şekilde eleştiriliyordu. Florence’in yakın arkadaşı olan İngiliz Savaş Bakanı Sidney Herbert, ondan yönetici hemşire rolünü üstlenmesini rica etti. Askeri hastahanelerdeki hemşirelik hizmetlerini denetlemesi isteniyordu. Resmi ünvanı ise, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki İngiliz Hastahaneleri’nin Kadın Hemşireler Kuruluşu Yöneticisi şeklindeydi.

Uzman hemşireleri ilk defa sahaya çıkaran Florence Nightingale, İstanbul Üsküdar’daki Askeri Hastahane’de 38 hemşireden oluşan bir ekip oluşturdu. İstanbul’a vardığında koşullar son derece berbat ve ilkeldi. Hijyenik olmayan hastahane koşullarına ulaştırılan/getirilen yaralı askerler her an ölümle burun burunaydılar. Öyle ki, hastanelerde savaş alanlarından daha fazla ölüm olayları yaşanıyordu. Kolera ve tifüs salgını vardı.

Florence öncelikle koşulları düzeltmekle işe başladı. Temiz su, bol meyve-sebze ve yeterli hastahane ekipmanı sağladı. Ayrıca veri toplamaya önem vererek ölüm oranlarını hesaplamasını sağlayan bir kayıt tutma sistemi geliştirdi. Şubat 1855’e gelindiğinde ölüm oranlarının dramatik şekilde azaldığı görüldü.

Florence’in İstanbul’daki mücadelesi devam ederken görevine bağlılığıyla ilgili raporlar İngiltere’ye ulaşmıştı. O artık her akşam yaralı hastalarını elinde lambasıyla tek tek dolaşan “Lambalı Kadın” olarak tanınıyordu. Ancak kariyeri için yıllarca verdiği mücadele ve Üsküdar’daki askeri hastahanedeki zorlu yaşam koşulları yüzünden fiziksel ve ruhsal sağlığı hızla bozulmuştu. Ağustos 1856’da Londra’ya döndüğünde kendisi de hastaydı.

Hastalığına rağmen kariyerindeki başarısı çığ gibi büyüdü. Tüm askeri hastahanelerdeki koşulların geliştirilmesine destek olacak istatistiksel çalışmaları yayınlamaya hasta yatağından devam etti. Yaptığı çalışmaların Kraliçe Victoria, onun eşi Prens Albert ve Başbakan Lord Palmerston’un dikkatini çekmesi üzerine 1857 yılında onun görüşlerine dayalı olarak resmi bir inceleme başlatıldı.

1860 yılında Londra’daki St. Thomas ve King’s College hastahanelerinde eğitim enstitüleri kurdu. Bunun için gereken parayı da Kırım’da bulunduğu yıllarda kurmuş olduğu Nightingale Fonu’ndan sağladı. Eğitim enstitülerinde iki temel prensip vardı: Hemşireler, amaç-odaklı kurumlarda pratik eğitim alacak; ahlâki yönü güçlü ve disiplinli bir yaşam sürecekti. Getirdiği yenilikler sayesinde, hemşirelik mesleği ile hemşirelerin o güne kadar acısını çektiği negatif imajın kökten bir şekilde değişmesini sağladı.

1883 yılında Kraliçe Victoria’nın verdiği Kraliyet Kızılhaç ödülüyle onurlandırılırken 1907 yılında Merit Nişanı’nı alan ilk kadın ünvanını da kazandı.

Öldürücü hastalığına rağmen 200 kitap, rapor ve broşür yayınladı. Bunların büyük kısmı, sağlık önlemleri, askeri sağlık ve hastahane organizasyonu üzerineydi. 1860 yılında yayınlanan “Hemşirelik Notları” adlı kitabı geniş ilgi gördü.

13 Ağustos 1910’da 90 yaşındayken öldü. Hampshire’de Embley Park yakınlarındaki St. Margaret Kilisesi’nde toprağa verildi. 1915 yılında Londra’da dikilen Kırım Anıtı ile Kırım Savaşı’na ve askerlerin sağlığına yaptığı katkılar onurlandırıldı.

Florence Nightingale Hakkında

Florence Nightingale, İstatistik Cemiyeti üyeliğine seçilen ilk kadındı.

Richard Monckton Milnes ile Lord Houghton’dan gelen evlilik tekliflerini defalarca reddetti ve hiç evlenmedi.

Doğum günü olan 12 Mayıs tarihi Uluslararası Hemşirelik Günü olarak ilân edilmiştir.

Kırım Savaşı’ndan döndükten sonra kamuya açık yerlerde hiç görünmedi, etkinliklere katılmadı ve konuşma yapmadı.

60 tane kedisi vardı. Bunlar arasında Bismarck, Disraeli ve Gladstone adını verdiği üç İran kedisi de yer alıyordu.

Favori hayvanı Athena adını verdiği baykuşuydu. Kırım Savaşı öncesinde dört yıl boyunca beslediği baykuşunu seyahat ederken yanında taşıyordu.

Zaman Çizelgesi

Tarih / Florence Nightingale / İlişkili Olaylar
1820 İtalya’nın Floransa kentinde doğdu.
1837 Kraliçe Victoria tahta çıktı.
1851 Hemşirelik eğitimi aldı.
1853 Bir kadınlar hastanesinin yönetici hemşireliğine atandı. Kırım Savaşı başladı.
1854 38 hemşireyle birlikte Türkiye’deki askeri hastaneye gitti. İngiltere ile Fransa, Rusya’ya savaş ilân etti. Mary Seacole deniz yoluyla Kırım’a gitti.
1855 Kırım Humması hastalığına yakalandı. Kırım’daki askerler arasında Ocak’ta hızla artan ölüm oranları, Nisan ayında dramatik şekilde azalmaya başladı.
1856 İngiltere’ye döndü. Kırım Savaşı sona erdi.
1860 Londra’daki St. Thomas ve King’s College hastanelerinde eğitim enstitüleri kurdu.
1863 Kırmızı Kitap adıyla da bilinen Sağlık Komisyonu Raporu’nu tamamladı. İngiltere’de kolera salgını. Abraham Lincoln, Gettysburg Konuşması’nı yaptı.
1865 William Booth tarafından fakirlere yardım sağlayan Kurtuluş Ordusu kuruldu.
1881 Mary Seacole öldü.
1883 Kraliyet Kızılhaçı ile ödüllendirildi.
1907 Merit Nişanı’nı aldı.
1910 Londra’da öldü. Kral 5. George tahta çıktı.

Florence Nightingale’i Televizyon ve Sinema Filmlerinde Canlandıranlar:

* 1912: The Victoria Cross/The Charge of the Light Brigade – Oyuncu: Julia Swayne Gordon
* 1915: Florence Nightingale – Oyuncu: Elisabeth Risdon
* 1936: Wedding Group/Wrath of Jealously – Oyuncu: Fay Compton
* 1936: The White Angel – Oyuncu: Kay Francis
* 1937: Victoria the Great – Oyuncu: Joyce Bland
* 1938: Sixty Glorious Years/Queen of Destiny – Oyuncu: Joyce Bland
* 1951: The Lady With the Lamp – Oyuncu: Anna Neagle
* 1952: Hallmark Hall of Fame: Florence Nightingale – Oyuncu: Sarah Churchill
* 1963: The Jack Benny Program/Jack Is Kidnapped – Oyuncu: Merry Anders
* 1965: Hallmark Hall of Fame/The Holy Terror – Oyuncu: Julie Harris
* 1970: Monty Python’s Flying Circus: Intermission – Oyuncu: Graham Chapman
* 1978: Meeting of Minds – Oyuncu: Jayne Meadows
* 1985: Florence Nightingale – Oyuncu: Jaclyn Smith
* 1993: Florence Nightingale: Animated Hero Classics – Oyuncu: Lisa Hart
*1994: Magic Grandad/ Famous People: Florence Nightingale – Oyuncu: Kate Isitt
* 1994: A Skirt Through History – Oyuncu: Rosalie Crutchley
* 2002: Big Train – Oyuncu: Amelia Bullmore
* 2005: Mary Seacole: The Real Angel of the Crimea – Oyuncu: Michelle Bunyan
* 2008: Florence Nightingale – Oyuncu: Laura Fraser

Florence Nightingale Tarafından Gölgelenen Mary Seacole

Bir İngiliz tüccar ile evli olan Jamaika’lı Mary Seacole, hemşireliği annesinden öğrendi. Askeri hemşire olarak gönüllü hizmet yaptı. Ancak Jamaika’daki doktorlardan aldığı tavsiye mektuplarını getirmesine rağmen İngiltere’de çalışma isteği defalarca reddedildi. Bunun sebebi siyah ırktan olmasıydı.

Kırım Savaşı’na kendi imkânlarıyla katılan Mary Seacole, meditasyon yeteneğini de kullanarak nekahat dönemindeki askerlerin kalması için Sivastopol’da bir İngiliz Oteli oluşturdu ve bombardıman altındaki yaralı askerleri tedavi etti.

Bu arada Florence Nightingale’in İngiliz Oteli hakkında küçümseyici konuşmalar yaptığı duyuluyordu. Mary’nin onu Üsküdar’da ziyaret etmesine rağmen ikisi birlikte hiç çalışmadılar. Florence gibi Mary’nin de İngiltere’ye döndüğünde sağlığı bozulmuştu ama hiçbir zaman Florence Nightingale kadar tanınmışlık düzeyine erişemedi. Ekonomik durumunun berbat ötesi olduğu günlerde anılarının yayınından gelen para ve tedavi ettiği askerlerden gelen bağışlarla parasal durumunu güvence altına almayı başardı.

1881 yılında Londra’da öldü. Kensal Green’deki Katolik Mezarlığı’nda toprağa verildi. Kırım Madalyası ve Fransız Onur Ödülü (Legion d’Honneur) almış olmasına rağmen hayatı boyunca tarihsel açıdan ihmâl edilmiş bir figür olarak kaldı. 20. yüzyıl sonlarına doğru hikâyesinin ilgi çekmesi üzerine tarihteki önemini yeniden kazandı.

Mary Seacole Hangi Oyuncular Tarafından Canlandırıldı?

* 2003: Magic Grandad/Famous People 2: Mary Seacole – Oyuncu: Beverly Hills
* 2005: Mother Seacole – Oyuncu: Claudette Young
* 2005: Mary Seacole: The Real Angel of the Crimea – Oyuncu: Angela Bruce

(28 Temmuz 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Tom Hanks, Walt Disney’i Canlandırdı

İki Oscarlı Tom Hanks 20 Aralık 2013’te Türkiye sinemalarında gösterilmeye başlanacak olan “Saving Mr. Banks” adlı filmde sanatçı, girişimci, kendi adıyla dev film stüdyosu kuran ve 22 heykelcikle Oscar ödülü kazanma rekoru kıran Walt Disney’i canlandırdı.

”Saving Mr. Banks” 1966’da 65 yaşında gırtlak kanserinden ölen ve vasiyeti üzerine cesedi dondurularak saklanan Walt Disney’in “Mary Poppins-Gökten İnen Melek”i altın madenine dönüştürmesini konu alıyor.

Bu filmde 1934’lerde “Mary Poppins-Gökten İnen Melek”i (bu sihirli dadı Emma Thompson’lı “Nanny McPhee” sinema filmi serisine de esin kaynağı olacaktı) yaratan kadın yazar P. L. Travers’ı da (1899-1996) bir başka iki Oscarlı sanatçı Emma Thompson canlandırdı.

O günün parasıyla 6 milyon dolara malolan “Mary Poppins-Gökten İnen Melek”in 1964’teki Kuzey Amerika sinema hasılatının bugünün 638 milyon dolarına eşit olduğu hesaplanıyor… “Mary Poppins-Gökten İnen Melek”i sadece Fransa sinemalarında 4 milyon 317 bin, İsveç’te 630 bin kişi seyretmiş.

Türkiye sinemalarında beş yıl gecikmeyle 1969’da gösterilen “Mary Poppins-Gökten İnen Melek” beş Oscar kazanmıştı.

“Mary Poppins-Gökten İnen Melek”in Oscar kazandığı 5 Nisan 1965 Pazartesi gecesi devasa (17 milyon dolar) bütçeli “My Fair Lady-Benim Tatlı Meleğim” En İyi Film Oscar’ı dahil sekiz Oscar kazanmıştı…

Warner Bros Stüdyoları’nın kurucularından Jack L. Warner’ın (1892-1978) kararı üzerine başroldeki Audrey Hepburn’ün “My Fair Lady-Benim Tatlı Meleğim”deki söylediği şarkıların üzerine Marni Nixon’ın dublajı eklenmişti; bu yadırgatıcı ve filmin kalitesini düşüren durum üzerine Akademi üyeleri Audrey Hepburn’ü Julie Andrews karşısında Oscar’a aday bile göstermemişti.

“Saving Mr. Banks”te “Mary Poppins-Gökten İnen Melek”le Oscar kazanan Julie Andrews’ü Victoria Summer, “Mary Poppins-Gökten İnen Melek”te baş erkek rolünü üstlenen Dick Van Dyke’ı Kristopher Kyer, Walt Disney’in 1925’te evlendiği ve ölümüne kadar evli kaldığı iki çocuğunun annesi Lilian Bounds Disney’i Dendrie Taylor canlandırdı.

“Saving Mr. Banks”te diğer rollerde kimler var?

* Bayan P. L. Travers’ın şoförü rolünde Oscar adayı Paul Giamatti var.

* Bayan P. L. Travers’ın dadısı rolünde Kimberly D’Armond var.

* Bayan P. L. Travers’ın gençliğini Annie Buckley canlandırdı.

* Bayan P. L. Travers’ın alkolik babası rolü Colin Farrell’in oldu.

* Bayan P. L. Travers’ın annesi Margaret rolü Ruth Wilson’a verildi.

* Bayan P. L. Travers’ın Teyzesi Ellie’yi Rachel Griffiths canlandırdı.

* “Mary Poppins-Gökten İnen Melek”in senaryo yazarlarından Don DaGradi’yi Bradley Whitford canlandırdı.

* “Mary Poppins-Gökten İnen Melek”in müziklerini yaratanlardan Robert Sherman’ı (1925-2012) B. J. Novak canlandırdı.

* “Mary Poppins-Gökten İnen Melek”in müziklerini yaratanlardan Richard Sherman’ıysa Jason Schwartzman canlandırdı. 1928 doğumlu Richard Sherman bugün hâlâ yaşıyor.

(28 Temmuz 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Yerçekimi, Venedik ve Toronto Festivallerini Onurlandırmaya Hazırlanıyor

“Kör Nokta-The Blind Side” adlı filmle Oscar ödüllü Sandra Bullock ile “Syriana” ve “Argo”yla iki Oscarlı George Clooney, Meksika’dan çıkarak Hollywood’un A sınıfı yönetmenleri arasına giren üç yönetmenden (diğerleri Guillermo del Toro ve Alejandro Gonzales Inarritu) biri olan Alfonso Cuaron’un (1961 doğumlu) seçkin ama mütevazi bütçeli filmi “Gravity-Yerçekimi”nde çalışabilmek için ücretlerinde indirime gitti.

80 milyon dolar bütçeli “Yerçekimi”nin 3 Boyutlu kopyası 28 Ağustos’ta Venedik Film Festivali’nde açılış filmi olarak gösterildikten sonra Kuzey Amerika’daki ilk gösterimini Toronto Festivali’nde yapacak.

Böylece “Up-Yukarı Bak”ın ve “Muhteşem Gatsby”nin 3 Boyutlu kopyalarıyla açılan Cannes Film Festivali’nden sonra Venedik Festivali de 3 Boyutlu filmle açılmış olacak.

Cuaron’un Kariyeri:

Alfonso Cuaron “Y tu mama tambien-Annemi Karıştırma” ve “Children of Men-Son Umut”la iki kez senaryo yazarı dalında, “Son Umut”laysa kurgu dalında toplam üç kez Oscar’a aday gösterildi.

Alfonso Cuaron “Y tu mama tambien-Annemi Karıştırma” ve “Children of Men-Son Umut”la Venedik Film Festivali büyük ödülü Altın Aslan için yarışmıştı. “Annemi Karıştırma” Venedik’ten senaryo, “Son Umut” Laterna Magica Ödülü’yle dönmüştü.

Alfonso Cuaron üç numaralı “Harry Potter” filmi “Harry Potter ve Azkaban Tutsağı”nın da yönetmenliğini üstlenmişti. 130 milyon dolar bütçeli bu filmin dünya sinema hasılatı 796 milyon dolara ulaşmıştı.

Alfonso Cuaron, del Toro’nun üç Oscar kazanan “Pan’ın Labirenti”nde de yapımcılardan biriydi.

Bullock ve Clooney’nin Ücretleri

Bullock “Speed”den 500 bin, “The Net”ten 250 bin dolar, “Kör Nokta”dan 20, “Murder by Numbers-Adım Adım Cinayet”ten 15, “The Heat-Ateşli Aynasızlar”dan 10 milyon dolar kazanmıştı.

Clooney ise “Ocean’s Eleven”dan 20, “Intolerable Cruelty-Dayanılmaz Zulüm” ile “Ocean’s Thirteen”den onbeşer milyon dolar elde etmiş, senaryosunu çok beğendiği “Syriana”da 350 bin dolara, “Good Night, and Good Luck-İyi Geceler, İyi Şanslar”daysa sadece 1 dolara çalışmıştı.

Cuaron Hanedanı: Alfonso, Carlos, Jonas

“Yerçekimi”nin senaryosunu Alfonso Cuaron ve 1981 doğumlu oğlu Jonas Cuaron birlikte yazdı. Jonas Cuaron “Year of the Nail” adlı filmiyle 2007 Selanik Festivali’nde Altın İskender Ödülü için yarışmış ve buradan özel bir ödülle dönmüştü.

Alfonso Cuaron “Annemi Karıştırma”nın Oscar’a aday gösterilen senaryosunu ise 1966 doğumlu kardeşi Carlos Cuaron ile birlikte yazmıştı.

“Yerçekimi”nin Konusu:

“Yerçekimi”nde Bullock ilk uzay görevine çıkan tıp mühendisi Ryan Stone’u, George Clooney ise son görevine çıkan tecrübeli astronot Matt Kowalsky’i canlandırıyor. Önceleri son derece sıra dışı görünen görevde felâketin baş göstermesiyle uzay gemisi harap olmuş, Stone ve Kowalsky tamamen çaresiz kalmışlardır. Birbirlerinden başka hiç bir dayanakları kalmayan ikili uzayın uçsuz bucaksız derinliklerinde kaybolmuşlardır. Derin sessizlik onlara Dünya ile bütün ilişkilerinin kesildiğini ve kurtulma şanslarının kalmadığını söylerken, her nefesleri de çok az kalan oksijenlerini tüketmektedir.

“Yerçekimi”nin Harika Görüntü Yönetmeni: Emmanuel Lubezki

“The Tree of Life-Hayat Ağacı”, “Son Umut”, “The New World-Yeni Dünya: Amerika’nın Keşfi”, “Sleepy Hollow-Hayalet Süvari” ve “A Little Princess” adlı filmlerdeki çalışmalarıyla beş kez Oscar ödülüne aday gösterilen Meksikalı Emmanuel Lubezki (1964 doğumlu) “Yerçekimi”nin en büyük kozlarından biri…

(26 Temmuz 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Yaşlılık ve Yaklaşan Ölüme Ağıt

32. İstanbul Film Festivali’nin yarışma seçkisinde yer alan filmlerden biriydi ‘Son Konser’. Özgün adı ‘A Late Quartet’, Beethoven’in ölümünden hemen önce tamamladığı geç dönem başyapıtlarından op. 131 Do diyez minör yaylı çalgılar kuartetinin, filmin dokusunda önemli bir yere sahip olmasından kaynaklanıyor. Alman dahi bestecinin çileli son döneminde yazmış olduğu bu müthiş eser, klâsik müzik repertuarının demir leblebilerindendir. 40 dakika süreyle aralıksız çalınan 7 bölümden oluşur. Başlangıçtaki enfes adagio füg’ün ardından çok farklı dinamikleri ve çetrefil armonik yapısıyla bir yaylı çalgılar topluluğu için hayli zorlayıcıdır ve yorumu büyük ustalık gerektirir.

Yaron Zilberman’ın ilk konulu uzun metraj denemesi olan ‘Son Konser’ işte böylesine büyük başyapıtları yıllar boyu başarıyla yorumlamış ‘Fugue Yaylı Çalgılar Dörtlüsü’nün hikâyesinden yola çıkıyor. Üç binden fazla sayıda konserle 25 yılı geride bırakmış klâsik müzik dünyasının saygın topluluğunun örnek uyumu, kuartetin kurucusu efsanevi çello hocasına Parkinson teşhisi konulmasıyla çözülmeye başlar. Dörtlünün babası ve yöneticisi konumundaki Peter’ın çekilmesi otorite boşluğuna neden olacaktır. Yıllar yılı mükemmel uyumu ve tınıyı yakalamak için çalışmış olan topluluk üyeleri, yükselen egolara eklenen gönül hikâyeleriyle çatışmaya başlar. Uyumun yeniden yakalanabilmesinde ve kuartetin kaldığı yerden devam edebilmesi için kendini kanıtlamış usta bir viyolonselci ile anlaşma konusunda iş yine Peter’a düşmektedir.

İsrail asıllı Amerikalı Zilberman, 2004 yapımı ‘Watermarks’ belgeseli ile tanınıyor. Bol ödüllü bu belgesel, 1909 yılında Avusturya’da Antisemitizm’e karşı kurulmuş ‘Hakoah Vienna’ isimli Yahudi sporcular kulübünün şampiyon kadın yüzücüleri üzerinedir. Büyük övgüyle karşılanan film, 1938 yılında kapatılan kulübün ülke dışına kaçmış ve halen hayatta olan üyeleriyle 65 yıl sonra yapılan röportajları da içeren önemli bir tarihi belge niteliğindedir. Yönetmen bu kez tutkunu olduğu klâsik müziğin hayranlarını memnun edecek bir proje için kolları sıvamış. Beethoven’in Op.131 kuartetiyle nakış nakış izlediği hüznü, karlı New York görüntüleriyle pekiştirmiş. Viyolonsel ustasını canlandıran Christopher Walken’ın benzersiz yorumu, bu yaşlılık ve yaklaşan ölüme ağıtın önemli kozlarından.

Filmde kullanılan eser Brentano Yaylı Çalgılar Kuarteti tarafından yorumlanmış. Topluluğun ünlü çellisti Nina Lee filmde rol almış. Zilberman’ın müzikseverlere bir diğer sürprizi Anne Sofie von Otter’in varlığı. İsveç asıllı ünlü mezzo-soprano, Peter’ın ölmüş karısını canlandırdığı sahnede, 20. yüzyılın önemli bestecilerinden Erich Wolfgang Korngold’un ‘Die Tote Stadt (Ölü Şehir)’ operasından Marietta’nın şarkısını yorumluyor. Özellikle klâsik müzik tutkunlarının atlamaması gereken filmlerden ‘Son Konser’.

(26 Temmuz 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Bruno Dumont’un Gözüyle Camille Claudel

20. yüzyıl başlarının trajik figürlerindendir ‘Camille Claudel’. Dahi heykel sanatçısıyla sinemada ilk karşılaşmamız Bruno Nuytten’in 1989 yapımı filmiyle gerçekleşmişti. Isabelle Adjani’ye uluslararası şöhretin kapılarını açmış olan bu ilk film, iki buçuk saati aşan süresiyle klâsik anlamda bir biyografi çalışmasıdır. Genç Camile, erkeklerin hakim olduğu bir alanda kadın başına mücadelesi ve heykel sanatındaki dehasıyla kendini kabûl ettirmesinin bedelini ağır ödemiştir. Öğrencisi ve sevgilisi olduğu usta heykeltraş Auguste Rodin ile yaşadığı fırtınalı beraberlik genç kadını derin bir bunalıma sürükleyecek ve akıl hastanesine yatırılmasına neden olacaktır.

Fransız sinemasının felsefe çıkışlı auteur yönetmenlerinden Bruno Dumont’un ‘Camile Claudel 1915’ adını verdiği çalışması, Nuytten’in ‘Camille Claudel’inin sona erdiği noktada, tam olarak akıl hastanesine yatırılışının iki sene sonrasında başlıyor. Dumont’un natüralist drama ile deneysel sinemayı harmanladığı minimalist sinemasını bilenler üstadın bu trajik yaşam öyküsüne çok daha farklı yaklaşacağını tahmin etmişlerdir. Dolayısıyla Dumont’u tanımayan Nuytten filminin hayranlarını çok farklı bir deneyimin beklediğini baştan belirtelim. Daha önceki filmlerini İstanbul Film Festivali programlarında izleme şansı bulduğumuz Dumont’un, Cannes ödüllü ‘İnsanlık / L’Humanité’ (1999)den beri ülkemizde ticari gösterime giren ilk filmi bu. Bunda yönetmenin ilk kez tanınmış bir profesyonelle, yani Juliette Binoche’la çalışmasının büyük rolü olduğu kuşkusuz.

Camille’in ağabeyi şair Paul Claudel ile yaptığı yazışmalardan ve hastane raporlarından yola çıktığını söyleyen Dumont biyografik bir iş peşinde değil. Yönetmen, sanatçının kapatıldığı akıl hastanesinde geçen üç gününe odaklanmış. Dumont daha önceki denemelerinde insan denen mahluku anlamaya çalışmış, anlattığı hikâyelerde uç noktalara gitmekten kaçınmamıştı. Aşırı şiddeti, insanoğlunun çirkin yüzünü, kışkırtıcı cinsel davranışları sergilemekten çekinmemiş, bunu yaparken uzun çekimlere ve sık sık insan vücudunun yakın plânlarına başvurmuştu. Bu kez şiddet ve cinsellikten uzak bir hikâyede, yakın plânlar aracılığıyla trajik aktörünün tedirgin, endişeli, bir o kadar da umut dolu bekleyişini sergilemiş. Rodin’den fırtınalı kopuşunun ardından psikolojik gelgitlerle savrulduğu bir yaşamı olmuş genç kadının. İlerleyen yıllarda heykellerini parçaladığı ve kedileriyle inzivaya çekildiği bilinir. Kendisini çok sevmiş ve bir sanatçı olarak desteklemiş babasının ölümünden sonra ailesi tarafından önce Paris yakınlarında bir hastanede müşahade altına alınan Camile, daha sonra savaş nedeniyle, uzun yıllarını geçireceği Avignon yakınlarında rahibeler tarafından yönetilen Montdevergues akıl hastanesine kapatılacaktır.

Dumont filminde fiziksel engelleri de olan gerçek akıl hastalarıyla çalışmış. Yönetmenin bu cüretkâr seçimi, psikolojik sorunları olmasına rağmen Camille’in iletişim kurmakta zorlandığı ağır hastalarla bir arada tutulmasının haksızlığını vurgulamak için elbette. Ve yaralı kadın umutla erkek kardeşi Paul’ün gelmesini ve onu bu cehennemden kurtarmasını bekler. Filmin son yarım saati, yaşama nedeni olan sanatını icra etmekten yoksun bırakılmış Camille’in, kurtuluşu Katolik mistisizminde bulmuş ağabey şair Paul Claudel ile buluşması, sanatçı özgürlüğü ile katı Hristiyan ahlâkının çatışması üzerinedir.

‘Camille Claudel 1915’, bir kadın sanatçının katı dinsel dogmaların hüküm sürdüğü erkekler dünyasında tutsaklığı üzerine benzersiz bir feminist manifesto. Juliette Binoche’un başdöndürücü oyunculuk kariyerinde yeni bir doruk.

(25 Temmuz 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com