Kategori arşivi: Yazılar

Kubrick’in Mükemmeliyetin Polisiyeleri

Sinemanın mükemmeliyetçi dâhisi Amerikalı Stanley Kubrick’in 1950’lerde çektiği polisiyelere dokunuyoruz. Bugünden bakınca kolay aşılmaz “Katilin Busesi” ve “Son Darbe” polisiyelerinin atmosferlerinde dolaştırmak istedik.

Stanley Kubrick… Bir dahi, bir mükemmeliyetçi ve bir yaratıcı yönetmen. Kubrick, New York-Manhattan’da 26 Temmuz 1928’de dünyaya geldi. 7 Mart 1999’da İngiltere’de öldü. Kubrick, 16 yaşındayken çektiği bir fotoğraf, ona ünlü Look Dergisi’nin foto muhabiri olma şansını getirdi ve hayatının akışı değişti. Her fırsatta New York Modern Sanatlar Müzesi’nin klâsik film gösterilerini takip eden, vizyona çıkan her filmi merakla izleyen Kubrick, kamera arkasına geçmek için sabırsızlanmaya başladı. 1951 yılında Look’taki işini bırakarak tamamen sinemaya yönelen Kubrick, boksör Walter Cartier’in dövüş için hazırlandığı bir günü konu edinen belgesel “The Day of Fight-Kavga Günü”yle yönetmenliğe adım attı. Tamamen kendisinin finanse ettiği film, hayli dar bir çevrede izlense de, genç yönetmenin cesaretini arttırdı. Bir yıl sonra dokuz dakikalık “Flying Padre” ve 30 dakikalık bir belgesel olan “Seafarers”la çalışmalarını sürdürdü. Hemen ardındansa, ilk uzun metrajlı filmi olan 1953 yapımı siyah-beyaz “Fear and Desire-Korku ve İstek”i çekti. Sade anlatımı, oyuncu yönetimindeki titizliği ve yaratıcılığıyla eleştirmenlerin dikkatini çekti hep Kubrick.

“Katilin Busesi…”

United Artists’in sunduğu 1955 yapımı siyah-beyaz “Killer’s Kiss-Katilin Busesi” kara filminin senaryosunu Kubrick, Howard Sackler’la ortak yazmış. “Katilin Busesi”, Fransız şiirsel gerçekçiliğinin ruhunu ve estetiğini de taşıyor. Kubrick, bu filmde bizzat kameramanlığı da üstlenmiş. Caz tınıları tadı veren müzikleri de Gerald Fried bestelemiş.

Film, New York’taki tren garında açılıyor. Adı Davey Gordon (Jamie Smith) olan genç boksör, yanında valiziyle birinin gelmesini özlemle beklerken, iç sesiyle de zihninde sorgulama yapıyor. Sonra film geriye dönüş yapıyor. Davey, 29 yaşında. Şu ana kadar 88 maç yapmış ve bunun sadece dokuz tanesini kaybetmiş ağır sıklet boksörü. İkisinde de berabere kalmış. Bu gece Rodriguez’le yapacağı maç onu tedirgin ediyor. Moralsiz. Maç televizyondan da canlı yayımlanıyor. Akşamüzeri Davey, apartman dairesinde dışarı çıkmak için hazırlık yaparken, karşı dairede de güzel Gloria da işe gitmek için hazırlık içinde. Apartmandan çıkıyorlar. Gloria Price (Irene Kane), patronu Vinnie Rappalo’nun (Frank Silvera) üstü açık 1953 model Buick Roadmaster Skylark arabasıyla dans salonuna gidiyor. Gece kulübündeki kadınlar, yalnız erkeklerin dans yaparak onları yalnızlıktan kurtarıyorlar. Vinnie, Gloria’nın Davey’yle aynı apartmanda kalmasından pek hoşlanmıyor. Gloria’ya Davey’nin televizyondan canlı yayımlanan boks maçını göstererek doğması muhtemel bir aşkın önüne geçmeyi umuyor. Vinnie, bu genç kadına melodram ötesinde tutkun. Gloria’yı uçan kuştan bile kıskanıyor neredeyse. Vinnie öngörülerinde yanılmıyor. İki genç insanın, Gloria’yla Davey’nin yolu aşkta buluşuyor. Maçta nakavtla yenilen Davey, kederli uykusunda etrafı binalarla dolu, sonsuz gibi asfalt bir yolda buluyor kendini. Bu andaki görüntülerin “arabı”, yani negatifi yansıyordu perdeye. Kadın çığlıyla kâbus dolu rüyasında dönen Davey, sesin Gloria’nın dairesinden geldiğini anlıyor. Bu buluşma bir aşkı da hayata katıyor. Gloria, Davey’e balerin kız kardeşinden söz ediyor. Kendinden yedi yaş büyük Iris’i babası Gloria’dan daha fazla sevmiş. Iris, annelerine benziyormuş. Babaları hastalandığında Iris’in dans parasıyla ailesine bakmış. Gloria bunları anlatırken, Kubrick sahnede bale yapan Iris’i gösteriyordu seyirciye. Davey’nin de bu dünyada amcasından başka kimsesi yok. Doğup büyüdüğü Pasifik kıyısındaki Washington eyaletinin Seattle şehrine Gloria’yla gitmeyi hayal ediyor. Her şey basit gibi görünürken “tutkulu âşık” Vinnie onların yollarını zorlaştırıyor. Vinnie, yanlışlıkla Davey’nin menajeri Albert’ı (Jerry Jarrett) gecenin içinde katlettiriyor adamlarına. Sonra da Gloria’yı kaçırıyor. Ama, aşk kazanıyor ve mutluluk Seattle kadar uzakta iki genç için.

Filmdeki görsellik ve anlar gerçekten unutulmazdı. Kubrick, bu iki yalnız insanın yollarını kesiştirmeden, çok çarpıcı bir sahneyle kaderlerini buluşturuyordu. Davey, dairesinde amcasıyla telefonda konuşurken, karşı dairedeki Gloria’nın yansıması aynadan fark ediliyordu. Dairede, Gloria’yla Davey’nin dudak dudağa öpüştü an sinemada gördüğümüz
en içtenlikli sahneydi belki de. Davey, cenneti sunan Gloria’nın dudaklarına uzanıyor ve nazikçe kenetleniyor dudaklarına. Gloria da şefkatle karşılık veriyor bu güven veren dudaklara. Gloria ve Davey, bu koca şehirde yapayalnız iki insan. Birbirlerine sarıldıklarında bütün oluyorlardı. Bu ki yalnız gencin dairelerinde, yakın geçmişlerinin hatıraları fotoğrafları da yansıtıyordu kamera. Bu çok önemli, çünkü kaderleri, yolları birleşiyor bu iki insanın. Fotoğraflar, hem nostaljiyi hem yalnızlığı hissettiriyordu.

Kubrick, yoğunlukla bu kara filminde parlak ışıklandırma kullanmış. Ama, Vinnie’nin adamlarının Albert’ı öldürdükleri sokakta dışavurumcu ışık düzenlemeleri denemiş. Sokakta gölgeler uzuyordu bu kasvetli anda. Apartmanın merdivenlerinde de parçalı ışıklandırma olsa da daha yumuşak düşüyordu mekânlara ışık ve gölgeler. Vinnie’nin yazıhanesinde de ışık ve gölgeler az da olsa sertti. Gece kulübündeki dans sahnesinde kamera sağa doğru kayıyor ve sonsuzluğa doğru kayacak diye düşünmeye başlıyorsunuz. Bu an, bu sahne kelimenin tam anlamıyla özeldi. Boks maçı sahneleri de stilize açılarla yansıtmak istemiş yönetmen. Kubrick’in fotoğrafçılıktan geldiği asla unutulmamalı. Yönetmen, “Son Darbe” filminde de kamerayı atların hızıyla takip ediyordu kamerayı yana kaydırarak, hatırlatalım. Kış atmosferinde geçen bu filmde, gri gökyüzü altında her şey kurşuni tonda yansıtmış bir de usta. Kubrick’in fotoğrafçılıktan geldiği asla unutulmamalı. Bazı mekânlar da özeldi bu filmden. Final bölümünde geçen tüm sahneler unutulmazdı gerçekten. Terk edilmiş ve çürümeye bırakılmış binalar, sisler altında estetik yoğunlukla yansıyordu. Vitrin mankenleri arasında Vinni’yle Davey’nin gerilimli dövüşü de heyecanlı açılarla yansıyordu. Koreografi gibiydi. Dövüşün sonu da trajikti. Vinnie ölüyor, polis sirenleri duyuluyor ve mutluluk geliyordu iki genç için. Kubrick usta, bu filminde “leit motif” gibi bolca merdiven kullanmış. Sanki oyuncu gibiler. Apartmanda sıkça yansıyor merdivenler. Ama, terk edilmiş binaların dışındaki yangın merdivenleri bambaşkaydı. Kubrick, bu çürümeye terk edilmiş binalarla metafor kurmuş alttan alta Gloria’yla Davey için. İkisi bir araya gelmezse bu binalar gibi böyle çürüyüp gideceklerdi diyor sanki yönetmen. Film, başa tren garına dönüyor. Umudunu yitiren Davey’ye heyecan ve gelecek duyuran o yumuşak sesi duyuyor. “Katilin Busesi” filminde müziklerin kullanımı da, özel ve ilham vericiydi. Terk edilmiş binaların çatılarında, Vinnie’nin adamlarının Davey’nin peşine düştükleri anlarda, fonda usulca, ama tedirgin edici müzik derinlerden kulaklara geliyordu. Sonra o müzik birden yükselip gerginliği çoğaltıyordu. Sisler altındaki gri tonlar da şehrin kasvetini çoğaltıyordu filmde. Sanki ölüm dansı gibiydi bu kaçıp kovalamacalar. Bir anda daha müzik etkileyiciydi. Kaybettiği maçtan sonra dairesine dönmüş Davey, penceresinden Gloria’yı izlediği sahnede, altta Latin müziği duyulurken, müzik birden saksafonla beraber caza dönüşüyordu. Bossa novanın önceliydi bu sanki. Bu filmden, Fransız şiirsel gerçekçi polisiyelerinin tadını aldık. Özellikle Gloria’yla Davey’nin daireleri, sisler altındaki kasvetli New York atmosferleriyle. Davey de, insana 1930’lardaki Jean Gabin’i çağrıştırıyordu. 1930’ların Fransız şiirsel gerçekçi filmleri mutlaka görülmeli. Zihinsel ve estetik anlamda nerelere vardığınızı keşfedeceksiniz belki. “Katilin Busesi” filmini görünce de, sinemanın gerçek renklerinin siyah-beyaz olduğunu düşüneceksiniz belki. Ayrıca bu filmde kadere de dokunacaksınız.

“Son Darbe…”

Kubrick’in yazar Lionel White’ın “Clean Break” soygun romanından uyarladığı 1956 yapımı siyah-beyaz “The Killing-Son Darbe”, soygun filmlerine yeni heyecanlar getirmiş bir başyapıt. Senaryosunu Kubrick’in yazdığı, United Artists’in sunduğu bu film, beş yıl hapsin sonunda hipodromu soyma planları yapan ve bunu uygulayan Johnny Clay’in (Sterling Hayden) hikâyesi. Hikâye, Kaliforniya’da, Los Angeles ve San Fransisko taraflarında geçiyor. Eylül ayı. Soygun, en küçük ayrıntıyı atlamayan ve saniye saniye kurgulanmış bir plan. Kusursuzluğun ve mükemmeliyetin soygunuydu bu. Ön jenerik sürerken, soygun mekânının atmosferinde dolaşmaya başlarken, tek tek çete elemanları da tanımaya başlıyorsunuz. Bu hikâyeyi anlatıcının (Art Gilmore) dış sesiyle takip ediyorsunuz. Johnny’yi oğlu gibi gören Marvin Amca (Jay C. Flippen), hiçbir şeyle ilgisiz gibi hipodromda aylak aylak dolaşırken, veznelerin olduğu mekândaki bara gidiyor. Barmen Mike’tan (Joe Sawyer) kazanan fişler alıyor. İrlanda kökenli Mike, işe trenle gelip gidiyor. Çok hasta karısı Ruth’a (Dorothy Adams) büyük aşkla bağlı ve ona karşı çok müşfik. Bu işe bulaşmasının nedeni belki de karısını bu hastalıktan kurtarmak için. Marvin, elindeki kazanan fişle vezneye gidiyor. Orada da George’la (Elisha Cook Jr) tanışılıyor. George, karısı Sherry’nin (Marie Windsor) kölesi olmuş zavallı bir adam. Sherry’yi kaybederse bir daha hiçbir kadın bulamayacağı korkusuna kapılmış. Karısının bitmek bilmeyen arzularını karşılayabilmek, belki de onu kaybetmemek için bu işe bulaşmış. Ruth, kara filmlerdeki “femme fatal” kadınlardan daha derin trajik bir kadın. Genç âşığı Val Cannon’la (Vince C. Edwards) George’u aldatıyor. Bu kusursuz ve mükemmel planı bir kadın felakete ve trajediye sürükleyebilirdi. Kubrick, sadece şeytansı değil, meleksi olanlar da diyor. Finali düşünün. Sonra resmi giyimli devriye polisi Randy (Ted de Corsia) kameraya takılıyor. Randy, iyi bir evde oturan ve iyi yaşamayı seven bir polis. Bu yüzden karanlık işlere bulaşmış ve bir hayli de borçlanmış. Çeteye satranç tutkunu eski güreşçi Maurice de katılıyor. Bir kişiye daha ihtiyaç var. O da keskin nişancı Niki (Timothy Carey). Çeteyi tamamlayan Johnny’nin fedakâr ve tutkulu sevgilisi Fay de var. Faye (Coleen Gray), filmin başlarında ve sonlarında hikâyeye dâhil oluyor.

Ekip otel odasında toplanıyor ve Johnny planını anlatırken bir şey oluyor. Sherry de otele gelmiş kocası George’un peşinden. Gelmeden önce kocasının hipodrom soygununu sevgilisi Val’a anlatıyor Sherry. Aslında mükemmel soygununda sorunlar başlıyor. Kadın, kusursuz olan tüm plânları altüst edebilir miydi? Kubrick, “Son Darbe” filminde “kötücül” Sherry’nin önlenemez ihtiraslarını hissettirerek buna cevap veriyor fısıltıyla. Sherry, planı değil, soygun sonrasını karıştırıyordu aslında. Sherry’ye, ancak bir erkeğin anlayacağı gibi ders verdiğini sanan Johnny, gecikmeden hafta sonundaki büyük soygununu gerçekleştirmek için harekete geçiyor. Sherry’yi unutuyor. Ama Sherry’nin ihtirası bu mükemmel soyguna gölgesini düşürüyor. Kubrick’in bu filmindeki kurgu denemeleri gerçekten heyecan verici. Günümüz sinemasında sıkça karşılaştığınız bu kurgu anlatımıyla 1950’lerin seyircisi için hayli kafa karıştırıcı ve içinden çıkılmaz bir durumdu belki de. Bu kurguyu günümüz sinemasında, Amerikalı Quentin Tarantino ve Meksikalı Alejandro Gonzales Inarritu gibi postmodern yönetmenlerin filmlerinde bolca yaşıyorsunuz. Kubrick, soygun anlarında zamanlarla oynayarak zihinsel karışıklığa, küçük bir kaosa neden oluyor ve zamanda sıçramalar yapıyordu. Güreşçi Maurice (Kola Kwariani), veznelerin de olduğu bara gelip barmen Mike’la kavga yaptığı an öğleden sonra 4.30’du. Sonra kamera aynı günün sabah 11.30’da keskin nişancı Niki’yi takip ediyor. Niki, üstü açık arabasıyla hipodromun giriş kapısına geliyor. Siyahî güvenlik görevlisini ikna edip arabasıyla favori at “Kızıl Şimşek”i vuracağı açıya konumlanıyor. Atı vuruyor, ama kendisi de trajedisinden kaçamıyor. Kubrick, bu anlarda zamanların yerini değiştirerek gerilimi ve heyecanı daha da çoğaltmış. Buradan soygun anına geçiliyor ve o anlardaki gerilimle koltuğunda kıvranmaya başlıyorsunuz. İki milyon dolarlık hasılatı çuvala doldurtan Johnny, kusursuz sandığı planıyla soygunu gerçekleştirip çuvalı pencereden aşağı atıyor ve polis Randy de kolayca çuvalı arabaya alıyor. Her şey yolunda gibi görünüyor. Sherry’yi unutan Johnny, Niki’nin öldüğünü de bilmiyor. Hatta buluşacağı ekibinin Val tarafından yok edilişini de. Paraya konmak isteyen Val, otel odasına baskın yapıyor ama, orada George dışında herkes ölüyor. Buluşmaya 15 dakika geciken Johnny, ölümden kurtulsa da kaderinden kurtulamıyor. Tüm havaalanı sahneleri gerçekten çok özeldi. Sinemaya armağandı sanki. Ama, Johnny’nin hayatının tam bir kısırdöngü olduğunu da fark ediyorsunuz final bölümünde.

Estetiği de çarpıcı bu filmin. Filmin girişinde ön jenerik sürerken hipodromun atmosferine tam anlamıyla giriyorsunuz. O heyecana parmağınızla dokunuyorsunuz adeta. Padoktan çıkan atların dörtnala koşunu anın içine girerek izliyorsunuz filmde. Belirlediğimiz çarpıcı kurgu denemesi de özeldi bir de. Yönetmen, ağırlıklı olarak parlak ve doğal ışık düzenlemeleriyle sahneleri çekmiş. Sadece bir tek Sherry’nin olduğu ve Sherry’yi hissettiren anlarda daha dramatik ve parçalı olarak ışığı mekânlara düşüyor. Kubrick bu anlarda yoğun olarak sert parçalı ışıklandırma yapmış. Barmen Mike ve hasta eşi Ruth’un olduğu sahnelerde de parçalı ışık düzenlemeleri olsa bile ışık ve gölge daha sıcaktı. Kubrick’in “Son Darbe” filmindeki kamera kullanımı ve kurgusu, sinema yoluna düşmeyi hayal edenlere ilham veriyor. Kameraman Lucien Ballard’ın çerçeveleri özeldi. Fonda duyulan Gerald Fried’in müziklerine de kulak verilmeli. Sinemanın zeki ve zanaatçı yönetmenlerinden John Huston, 1950 yapımı siyah-beyaz “The Asphalt Jungle-Elmas Hırsızları”nda, soygun filmlerinin dağınık motiflerini bir araya toplamıştı. Kubrick, bu motiflerin hakkını vermiş. Huston, kara filmlerin dağınık motiflerini de toparlamıştı. Filmi seyrettikten sonra aklımıza, Japon sinemasında şiddet filmlerinin yönetmeni Takeshi Miike’nin 2004 yapımı “İzo” filmi geldi. Miike o filminde, mükemmeliyetin absürtlüğünü gösteriyordu. Hiçbir şey mükemmel değildi ve mutlaka bir yerlerde tahmin edilemez arızalar oluyordu. Kubrick’in filminde de aynen böyle.

(06 Aralık 2013)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Hillary Clinton Rolünün 13 Adayı Kimler?

ABD’nin ilk kadın Başkanı olacağı söylenen, eski Başkan eşi ve eski Dışişleri Bakanı Hillary Rodham Clinton’ın (26 Ekim 1947 doğumlu) gençlik yıllarını konu alan “Rodham” adlı sinema filmi 2016 Başkanlık seçim kampanyasına yetişecek.

Hillary Clinton 11 Ekim 1975’ten bu yana Bill Clinton’la evli ve çiftin tek çocukları (kızları) Chelsea’ysa 1980 doğumlu…

Hillary Clinton Rolünün Adayı 13 Oyuncu Kimler?

* Reese Witherspoon (1976 doğumlu; “Walk the Line-Sınırları Aşmak” ile Oscar kazandı)

* Amanda Seyfried (1985 doğumlu; “Les Miserables”, “Mamma Mia!”, “Jennifer’s Body” filmlerinin oyuncusu)

* Scarlett Johansson (1984 doğumlu; “Match Point-Maç Sayısı”, “A Love Song for Bobby Long”, “Lost in Translation-Bir Konuşabilse” ve “Girl with a Pearl Earring-İnci Küpeli Kız”la dört kez Altın Küre adaylığı elde etti)

* Jessica Chastain (1977 doğumlu; “The Help” ve “Zero Dark Thirty” filmleriyle iki kez Oscar adayı)

* Emma Stone (1988 doğumlu; “The Amazing Spider-Man”,Crazy, Stupid, Love-Çılgın, Aptal, Aşk filmlerinin oyuncusu)

* Jennifer Lawrence (1990 doğumlu; “Winter’s Bone-Gerçeğin Parçaları”yla Oscar adaylığı elde etti ve “Silver Linings Playbook-Umut Işığım”la Oscar kazandı)

* Carey Mulligan (1985 doğumlu; “An Education-Aşk Dersi”yle Oscar ödülü adaylığı kazandı)

* Amy Poehler (1971 doğumlu; “Parks and Recreation” TV dizisinin yıldızı)

* Claire Danes (1979 doğumlu; “Romeo+Juliet”, “The Hours-Saatler” gibi sinema filmleriyle, “Homeland” dizisinin oyuncusu)

* Evan Rachel Wood (1987 doğumlu; “Mildred Pierce” ve “Thirteen-Onüç”le iki Altın Küre adaylığı)

* Rooney Mara (1985 doğumlu; “The Girl with the Dragoon Tattoo-Ejderha Dövmeli Kız”la Oscar adayı)

* Brit Marling (1982 doğumlu; “Another Earth-Başka Bir Dünya”nın oyuncusu)

* Diane Kruger (1976 doğumlu; “Troy-Truva”, “Inglorious Basterds-Soysuzlar Çetesi” ve “Joyeux Noel-Ateşkes”in oyuncusu)

Clinton Çiftinden Esinlenerek Yaratılan Mini Dizi: “Political Animals”

Hillary-Bill Clinton çiftinin yaşamından esinlenerek yaratılan “Political Animals” (2012) adlı televizyon dizisindeyse Sigourney Weaver ve Ciaran Hinds başrolleri paylaştı; dizide canlandırılan politikacı çiftin Clinton çiftinden temel farkı iki oğullarının olmasıydı.

(05 Aralık 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Hüzünlü Bir Sonbahar Sonatı

İlk kez gösterildiği 32. İstanbul Film Festivali’nde izleyenleri derinden etkileyen ve sonrasında Adana ve Malatya Film Festivalleri’nde En İyi Film seçilen ‘Yozgat Blues’, yine ödüllere boğulmuş 2009 yapımı ‘Uzak İhtimal’in yaratıcısı Mahmut Fazıl Coşkun’un ikinci uzun metrajı. Adında yer alan ‘blues’ sözcüğünün altını çizdiği umudun ve hüznün hikâyesi anlatılan.

Öykünün merkezinde yer alan Yavuz, popülaritesini yitirmiş eski bir hafif müzik yorumcusu. İlerlemiş yaşında, İstanbul’u kuşatmış kişiliksiz AVM’lerde fon müziği niyetine şarkılarını söylemektedir. Yalnızdır, mutsuzdur. Aldığı bir teklif üzerine Yozgat’ta bir restoran/gece kulübünde çalışmaya gider. Artık kendisine ilgi göstermeyen büyük şehirden uzakta, taşrada kabul görme umuduyla. Bu belki de son yolculuğunda yalnız değildir Yavuz. Ders verdiği müzik kursundan yetenekli öğrencisi Neşe’yi kendisine vokal yapmak üzere beraberinde getirmiştir. Küçük taşra kenti, İstanbul’dan gelmiş iki sahne insanının beklenti ve umutları için yeni bir durak olacaktır.

Yönetmenin ‘yaşlılığa geçerken son bir küçük maceranın hikâyesi’ olarak tanımladığı ‘Yozgat Blues’u izlerken, ünlü Chaplin klâsiği ‘Limelight’ (Sahne Işıkları) ya da ‘A Star is Born’u (Bir Yıldız Doğuyor) anımsamadan edemiyorsunuz. Büyük şehirde unutulmuş eski yorumcu, Yozgat’ın ‘Delila’sında beklediği kabulü bulamıyor, seyirci ile iletişim kuramıyor. Buna karşılık varoş kökenli Neşe’nin kentin yerel radyosunda yaptığı söyleşi ve sahnede sunduğu performans büyük ilgi topluyor. Yaşlanmakta olan şarkıcının genç kadına belli belirsiz yakınlığı da karşılık bulmuyor. Girişken Neşe, Yozgat’ta karşılaştığı berber Sabri ile yeni bir hayata başlangıç yapıyor.

‘Yozgat Blues’, ülkemiz sinemasında alışılagelmiş taşra filmlerini ters yüz edişiyle farklı bir film. Büyük şehirden taşraya gelmiş karakterlerinin mutluluk arayışlarını dar kareler içinde anlatmayı tercih etmiş Coşkun. Bu amaçla, öyküye mekân olan Yozgat’ta otantik taşra manzaraları kullanmaktan özenle kaçınmış. Dış mekânlarda geçen sahnelerin büyük bölümünde, kentin eskimiş ve bakımsız pasajlarını kullanma yoluna gitmiş. Yozgat bu haliyle İstanbul’un varoş semtlerinden çok da farklı bir görünümde değil. Bu açıdan Yavuz’un şehre ilk geldiğinde ‘bir de deniz olsa Zeytinburnu’ndan farkı yok burasının’ demesi anlamlı.

Çok iyi yazılmış, çok iyi oynanmış bir film ‘Yozgat Blues’. Ercan Kesal’ın ince nüanslarla örülmüş muhteşem performansı ‘büyük oyunculuğu sevmediğini’ ifade eden Coşkun’un oyunculuk anlayışıyla birebir örtüşmüş. Oyuncularını büyük ölçüde özgür bırakmış ve bilinçli olarak her sahneyi tek plân olarak çekmiş Coşkun. Bu da onların senaryodan bağımsız kendi cümlelerini kurmalarına olanak sağlamış. Ali Aydın’ın ‘Küf’ filmindeki unutulmaz yorumundan sonra bir kez daha hayranlığımızı kazanan ve Yavuz karakteriyle İstanbul ve Adana Film Festivalleri’nde En İyi Erkek Oyuncu seçilen Kesal’a eşlik eden Ayça Damgacı, Tansu Biçer ve radyocu Kamil’de Nadir Sarıbacak’tan oluşmuş uyumlu dörtlü, bu hüzünlü sonbahar sonatını kusursuz bir biçimde yorumlamışlar.

Ve ‘L’été Indien’, filmin bir diğer oyuncusu olarak eşlik ediyor bu muhteşem dörtlüye ve film boyunca defalarca yorumlanıyor. Yabancı dilde ‘Hint Yazı’ olarak adlandırılan, bizde ‘Pastırma Yazı’ olarak geçen kış öncesi son sıcaklarda yaşanmış bir aşkın hüznünü, yeniden yaşanma umudunu dile getiren yetmişli yılların bu unutulmaz bestesi, Yavuz’un şarkısı olmasıyla farklı bir anlam kazanıyor. Yoğun hüzün duygusu, final jeneriğindeki özgün versiyondan dinlediğimiz Joe Dassin’in hatırasıyla doruğa çıkıyor.

[‘Yozgat Blues’, ‘Başka Sinema’ projesi kapsamında İstanbul Beyoğlu Beyoğlu, Kadıköy Rexx, Altunizade Capitol Spectrum, Haramidere Cinetech Torium; Ankara Kızılay Büyülüfener; (13.12 2013 tarihinden itibaren) Bursa Cinetech Korupark Sinemaları’nda dönüşümlü seanslarda gösterilmektedir.]

(04 Aralık 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Hakan Haksun’dan Bir Kavuşma Hikayesi

Kızım İçin filmi 06 Aralık’ta vizyona girdi. Filmin yönetmeni Hakan Haksun ile basın gösteriminin gerçekleştiği Feriye Sineması’nda yaptık bu söyleşiyi. Çok heyecanlıydı. Filmi ilk kez görücüye çıkacaktı. Ama bir o kadar da üzgündü. Çünkü bir gün önce başka sinemada yapılması gereken basın gösterimi, sinemada yaşanan teknik problem nedeniyle yapılamamıştı. Yine de sabırlı bir şekilde cevapladı sorularımı.

Kızım İçin, Haksun’un ilk filmi değil. 2002 yılında Ercan Durmuş ile birlikte Kolay Para filmini yönetti. 2005’te de başrollerinde Tardu Flordun, Ceyda Düvenci ve Nurseli İdiz’in oynadığı Bir Varmış Bir Yokmuş adlı televizyon filmini çekti.

Dizi ve sinema sektöründe çok sevilen, en beğenilen birçok yapımda da onun imzası var. Her Şey Çok Güzel Olacak (1998), Kolay Para (2002) ve Kemal Sunal’ın anısına ithaf edilen Balalayka (2000) gibi başarılı sinema filmlerinin senaryoları da ona ait.

Haksun, Türk dizi izleyicileri tarafından daha çok Bizimkiler dizisindeki Bakkal Halil’in küçük oğlu Nedim olarak hatırlanıyor. Gençlik dizisi Genco, son dönemin romantik dizisi Beni Böyle Sev de dahil olmak üzere birçok dizinin yazar kadrosunda da yer aldı.

Az zaman değil, dile kolay 27 senedir piyasada aktif olarak çalışıyor Haksun. Ferhan Şensoy, Umur Bugay, Zeki Ökten, Tunç Başaran, Atıf Yılmaz, Kartal Tibet ve Şerif Gören için de “Onlar benim ustalarım” diyor.

Aile filmi yaptığını söyleyen Haksun, filmi için “Bu film Yeşilçam’a saygı niteliğindedir” diyor…

“Bu film benim rüyam” diyen Haksun, Kızım İçin’le Türk filmlerinin naif güzelliğini ve aile kavramının ne demek olduğunu hatırlatıyor bize. Filmi izlerken bir anda eski Yeşilçam filmlerini hatırlıyorsunuz. Film boyunca, evin gerçek sahibi gelecek ve basılacaklar diye bekliyorsunuz. Necdet Tosun, Hulusi Kentmen, Nubar Terziyan, Aliye Rona v.b. geçiyor gözlerinizin önünden.

“Ben bu filmde biraz köy ilkokulu öğretmeni gibi çalıştım” diyen Haksun filmin sadece senaryosunu yazıp, yönetmen koltuğuna oturmamış. Kostüm seçimlerinden müzik kullanımlarına, oyuncuların vermesi gereken duygudan, filmin tanıtım stratejisine kadar her aşamasında yer almış…

Yetkin Dikinciler, Eda Ece, İnci Türkay, Berke Üzrek’in başrollerini paylaştığı filmin oyuncu kadrosunda İlayda Çevik, Hakan Altıner, Sefa Zengin, Tayfun Sav, Yakup Yavru ve Güler Ökten de var.

Filminizin konusunu anlatabilir misiniz? Nasıl bir hikayesi var?

Film bir kavuşma hikâyesi. Günümüzde ayrılıklar biraz fazlalaştı. Ben kız çocukları için baba faktörünün çok belirleyici olduğunu düşünüyorum. Bunu toplum içinde ki gözlemlerimde, babasız büyümüş kız çocuklarının veya babasıyla bir şekilde problem yaşamış, ondan uzak kalmış kız çocuklarının hayatının geri kalan kısmında bu sorunu bir şekilde sürekli içlerinde yaşadıklarını gözlemledim. Bu ya onları hayata karşı daha güçlü kılıyor, daha tuttuğunu koparan insanlar oluyorlar ya da tam tersi etki gösteriyor. Ama erkeklerle ilişkilerini kesinlikle etkiliyor. Bunun üzerine bir film hikâyesi kurguladım ama aslında bu bir sosyal sorumluluk projesi gibi değil. Kendi içerisinde merak unsuru, sürükleyiciliği, mizah duygusu, gerilimi olan bir hikâye. Kurmaca bir hikâye. Biraz bir kız çocuğunun gözünden bir hesaplaşma ve kavuşma hikâyesi. O kavuşmanın ardında gizli olan şeyler var. İnsanlar içinde bir takım öfkeleri hayat boyu taşıyabiliyorlar. Birine küsüyorsunuz ve bir daha seninle görüşmeyeceğim diyorsunuz. Ama bunu aynı şekilde anamıza, babamıza ve evlâdımıza veya kardeşimize uyguladığımızda sadece onlara ceza vermiş olmuyoruz, bu kendimize de ciddi travmatik etkileri olan kin duygularına dönüşüyor. Bu diğer ilişkilere de yansıyor. Eşiyle olan ilişkisine, hayatla olan ilişkisine, iş ilişkilerine yansıyor. Dolayısıyla biraz bunun üzerine kafa yordum ben. Film bunları anlatıyor. Böyle mi olmalı, öyle mi, gitmeli mi, kalmalı mı? Tabii ki bunun cevabını vermiyor, seyirciye bırakıyoruz ama bir taraftan da hani bazen ayrılık tek çözüm gibi görülür. Bazen gitmektir çözüm, bazen kalmaktır. Aslında kişiye göre çok değişir ama ikisinin de etkilerini bu hareketlere kalkışanların önüne takkesini koyup düşünmesi gerekiyor.

Yakın çevrenizde böyle bir hikâye var mı?

Hayır. Kendi öz yaşam hikâyemden yola çıktım diyemem. Ne öyle ayrılmış veya uzak kalmış bir aileye sahibim, ne kendi ailemde, ne de yakınlarımda da öyle bir şey yok ama öyle bir şey tabii ki çevremde çok var. Ben duruma parmak basmanın ötesinde kendi anlattığım hikâyenin payandası olarak, böyle bir dayanağı olsun diye düşündüm. Çünkü anlatacağım hikâye o kavuşma hikâyesi, o baba-kız ilişkisi aslında böyle bir özdeşlik duygusuna göz kırpıyor. O yüzden ikisini harmanladım. Bir senaryo yazarı olarak, bir hikâyeci olarak benim için öncelikli olan hikâye. Ama hikâyenin temel noktaları hayatın içinden. Hepimizin karşılaştığı, hepimizin yorum yaptığı veya içinde bulunduğu veya karşımıza çıktığında düşündüğümüz durumlar. Ama seyirci bunları sorgulamak yerine hikâyenin akışına kapılsın istiyorum ve ona göre bir kurgu yaptım. Çok sade bir anlatım dili seçtim. Reji olarak da öyle.

Filminizin yapım öykünü anlatabilir misiniz? Senaryoyu ne zaman yazdınız? Hemen çekebildiniz mi? Yapımcı bulmakta zorlandınız mı?

Tabii sinemada vizyona çıkacak film yapmak gişe beklentisini birlikte getiriyor. Yani gişe beklentisini oluşturabilmek için de ya bir takım ödünler vereceksiniz ya ona göre bir kast oluşturacaksınız ya da ona göre bir hikâye. Yani şöyle bir şey var, ağlatıyor mu, güldürüyor mu? İkisinin arasına sıkışmış durumdasınız. Ben güzel bir hikâye anlatıyorum ama herkes bir hikâye anlatmaya çalışıyor. O anlamda uzun sürdü diyebilirim. Yani hikâyenin oluşumundan senaryonun yazımı, senaryo üzerine çalışmalar, düşünmeler 4-5 senelik bir süreç dahilinde oldu. Sonrasında da oyuncu görüşmeleri oldu. Hemen hemen ilk görüştüğüm oyuncu Yetkin Dikinciler‘di. Sonra tekrar onunla hayata geçirmek kısmet oldu. Fakat tabi yapım olarak imkânsızlıklar içinde başladık. Bu bir rüya. Herkesin filmi kendinin rüyası aslında. O rüyayı gerçekleştirmek için o rüyayı birilerine inandırmak lâzım. Yani ben bir rüya gördüm, hı hı deyip dinliyor insanlar. Sonuçta ne çıkacağını bilmiyorlar. Sonucunu bilmediği bir şeye de yatırım yapmak her babayiğidin harcı değil. Büyük yapımcılar sonuçta size güvenmek zorunda. İşin istikbaline inanmak zorunda. Hikâyeye, işte ne kadar gişe beklentisi var, bunların hepsini masaya koymak durumundayız. Ben aslında çok profesyonel olmayan yapımcılarla başladım. Biraz heveskâr, içlerinden biri Kemal Seden sektörün içinden, Osman Seden’in oğlu. Onunla beraber yola koyulduk diyebilirim. Sonra Hanefi Aras ve Yunus Oğur destek verdiler. Onlar da inandılar. Kıt kanaat bütçelerle başladık, ekibi kurduk. Sonra benim eski dostum Şükrü Avşar, sağ olsun abim, filmin bir noktasından sonra destek verdi. Bana inandığı için. Bu filmi hayata geçirme noktasında bir destekti. Film, bu şekilde vizyona gelme sürecini tamamladı. Çok büyük prodüksiyon imkânlarıyla değil ama. Film de zaten öyle bir prodüksiyon imkanları gerektiren bir film değil. Samimi, güzel, seyircinin ilgisini çekebilecek bir hikâye.

Mekânlar da çok sıkıntılı değildi o zaman?

Mekânlarımız sıkıntılı değil ama görsel olarak seyirciyi tatmin edecek mekânlarda çalıştık. Prodüksiyon imkânları kısıtlı idi, prodüksiyona yansımadı değil. Çok büyük prodüksiyonla da bu filmi çeksem yine aynı şekilde çekerdim. Ne gerekiyorsa yapıldı.

Çekimleriniz ne kadar sürdü?

Çekimleri 4 hafta tamamladık.

Filminizin montajını ne kadar zamanda yapabildiniz?

Aslında filmin senaryosu, her şeyi belli olduğu için montajın çok çabuk hayata geçmesi gerekiyordu ancak bir takım aksilikler yaşadık. Montaja başladığımız kişilerin başka projeleri olması nedeniyle yeterince zaman ayıramadılar. Dolayısıyla bir türlü biraraya gelemedik, çalışamadık, başka sıkıntılar oldu. Sonunda Akif Özkan ile montajımızı tamamladık 2 haftalık süreçte. Sonra revizyonlarımızla 1 ay gibi bir sürede montajı tamamladık.

Kaç kopya ve kaç sinemada gösterilecek?

Filmimiz dijital olarak gösterime giriyor. Bu nedenle dijital gösterim yapabilen sinemalarda Cinemaximum ve Avşar Sinemaları’nda, 50’ye yakın salonda gösterime gireceğiz. Ama bu sayı artabilir.

Beklentiniz ne? Filminizi kimlerin izleyeceğini düşünüyorsunuz?

Vizyona giren filmlere baktığımız zaman gerçekten de komedi vaadi ya da melodram vaadi yüksek filmler vizyona giriyor. “Çok güzel ağlattı, bu sene en iyi ben ağlattım” iddiasıyla veya “kahkaha fırtınası, gülmekten yerlere düşeceksiniz” iddiası ile çıkıyor filmler. Romantik filmler var, romantizim yüklü filmler var. Ben bir aile filmi açığının olduğunu düşünüyorum. Ailece de seyredilebilir, bir baba kız elele tutuşup, gelip izleyebilir veya hafta sonu babaları çocuklarını alıp gelebilirler. Anneler gelebilir. Hep birlikte gelebilirler. Aileye dair bir film. Dolayısıyla hani beklentim tabii ki seyirciye ulaşmak. Hem konuşulacağını düşünüyorum bu filmin o anlamda. Çok iddialı cümleler etmek istemiyorum. Sonuçta biz bir film yaptık, kararı izleyici verecek. İzleyenlerin hayal kırıklığı ile çıkmayacağını düşünüyorum.

Filminizi izleyen babaların etkileneceğini düşünüyor musunuz?

Yani gitsem ne olurdu diyen babalar da olacak, keşke gitmeseydim diyenler de olacaktır bence. Ama bu film bir hesaplaşma filminden çok konuşma filmi. Hikâyenin akışına baktığımızda bunları sorgulamak yerine, hikâyeye kendini kaptıracağı, çok küçük bir fantastik unsur da barındıran, gizemi filmin sonuna kadar devam eden ve filmin sonunda ne olacak diyeceğimiz, hatta filmi görenlerin o finali söylemeyeceği bir final. Büyük dersler çıkaracaksınız iddiasında değilim. Fakat bir sanat eseri olarak bakıyorsak sinemaya, olması gereken, filmi izleyenlerin içinde bir tat kalması veya kendine bir pay çıkarması. Eğer bu olursa başarmışız demektir.

Sponsor arayışınız oldu mu?

Aramadık, ona fırsatımız da olmadı. Ben sponsora da çok inanmıyorum. Sponsorla film çekileceğine de inanmıyorum. Bu olaylar ilişki meselesidir. Yapımcının bir ilişkisi varsa eğer o firmalarla olabilir. Çünkü sponsorun filme inanması lâzım, ürününün karşılığını alabilmesi lâzım. Yani bir sürü denge var onda. Ben öyle bir sürecin içine giremedim açıkçası. O nedenle sponsorumuz yok.

Temel işiniz senaristlik. Senaryosunu yazdığınız bir çok diziniz ve filminiz var. Senaristlik mi yönetmenlik mi? Aralarında ayırım yapabilir misiniz?

Aslında bunun bir bütün olduğunu düşünüyorum. Bir film dediğiniz zaman hep şunun sıkıntısını yaşadım ben. Yazılan iki boyutlu metin, perdeye veya ekrana yansıyana kadar bir sürü aşamalardan geçiyor ve o aşamaların her birinde çeşitli katkılar oluyor. O katkılarla ya kaybediyor ya da üzerine konuluyor. Üzerine konulan işler başarılı ve birimlerin iyi koordine olduğu işler. Buradaki koordinasyonu biraz daha elimde tutmak istediğim için ben yönetmenliğini de yaptım. Senaryoma inanıyordum. Bunu birine teslim ettiğim zaman, o süreçte birlikte hareket etmek gerektiğine inanıyorum. Yönetmenin senaryo yazılırken içinde olması lâzım. Bu senaryo bitmişti ve benim onu nasıl göreceğime dair de hayallerim vardı o yüzden kendim resmetmek istedim. Yoksa güveneceğim insanlar mutlaka vardı ama dediğim gibi sürecin oluşumunda bazen şöyle şeyler yaşıyorum. Aynı yerden baktığınızı zannediyorsunuz sonra başka şeyler çıkıyor. Onun bakış açısını bittiğinde görüyorsunuz ama çok geç oluyor. Dolayısıyla biraz daha kontrolümde olsun istedim.

Kısa bir dönem de olsa oyunculukta yapmışsınız, senaryo yazıyorsunuz, film çekiyorsunuz. Sinema nasıl girdi hayatınıza?

Ben hayalerle yaşayan ve senaryo üreten bir adamım. Sinema da zaten hayal satmak. Kurduğum hayaller boşa gitmesin dedim. Onları satmaya karar verdim.

O zaman biraz daha geriye gidelim. Ne zaman başladınız hayal kurmaya?

Hep öyle derler ama çocukluğumdan beri. Benim içimde zaten hep hayallerin hikâyeye dönüşmesine dair. Oyunlarım bile öyleydi çocukken. Ana okulundan itibaren sürekli sahne önünde, sahne arkasında birşeyler yazarak, birşeyler sahneyelerek var oldum. Benim hobimdi. Hayatımın bir parçası.

Oyunculuk da yapmışsınız neden oyunculuğa devam etmedinizde arka plânda kalmayı seçtiniz?

Ben oyunculuk yaparken oyunculuk tarafını görmek için yaptım. Oyuncu yönetimini öğrenmek, senaryo yazarken dialog yazımında onların psikolojisini bilerek yazmak içindi. Senaryoların sette veya sahne üzerinde nasıl hayata geçtiğini görmek için daha çok oyunculuk yapmak istedim. Onun için oyunculuk benim hevesim değil, çok başka bir alan ama şimdi bakıyorum senarist arkadaşlar oyunculuk yapıyorlar. Çünkü bu bir döngü.

Eğitimiz ne üzerine peki?

Ben turizim okudum. Aynı zamanda iletişimde de okudum. İkisini de bitirdim. İkisinden de mezunum. Bazı internet sayfalarında farklı şeyler var ama Kıbrıs Uluslararası Amerikan Üniversitesi’nde iletişim okudum, turizm eğitimimi de Marmara Üniversitesi’nde yaptım. Ama bu süreç içinde ben zaten 1986’dan beri, 27 senedir piyasada aktif olarak çalışıyorum. Profesyonel olarak çalışmam 1989’da başladı. 1986’da ben ilk olarak Ferhan Şensoy ile oyunculuğa başladım. Aynı dönemde, Yılmaz Erdoğan da vardı. 1987’de beraberdik orada. Beraber tiyatroya başladık. Ferhan abi bizi aynı zamanda yazarlığa da sevk etmişti o dönem. İşte usta-çırak ilişkisi. Sonra Umur Bugay ile ben uzun süre çalıştım. Umur Bugay benim ustamdır. Aynı zamanda Zeki Ökten. İlk sinema filmimi Zeki Ökten ile yaptım, senaryosunu yazdım. O benim ustamdı. Benim asıl okulum onlardır. Yani ben Yeşilçam’a da bir tarafından değdiğim için Tunç Başaran’la, Atıf Yılmaz’la, Kartal Tibet’le, Şerif Gören’le çalıştım. Çok fazla yönetmenle bir araya geldim, konuştum, proje hazırladım. Onlarla birlikte çalıştım. Ben duvara çarpa çarpa öğrendim. Yani hatalar yaparak, neden olmadığını görerek, yanlışları görerek öğrendim hâlâ öğreniyorum, öğrendiğimi de söyleyemem. Çünkü insanlar değiştikçe, hayat değiştikçe ürettiğiniz eserler ve insanların bakış açısı da değişiyor. Dolayısıyla hemhal olarak birlikte devam ediyoruz. Ben kendimi bu kadar yıldır varım, bu sektörün içindeyim ama belki ufak tefek yapımdan olsa gerek kendimi hâlâ öğrenci olarak görüyorum. Yeni başlamış gibi hissediyorum kendimi. Hem yaşam biçimim öyle, insanlarla ilişkim öyle. Hem de sektörde hep kendimi yeni ve taze olarak görüyorum.

Yani tiyatroyla başladınız ve buralara kadar geldiniz…

Dramayı bir bütün olarak görüyorum. Tiyatro, televizyon, sinema… Bunların çok iç içe geçmiş olduğunu düşünüyorum. Tabii ki son kertede sinemanın kalıcılığı hiçbirinde yok. Tiyatro er meydanı derler, efendim televizyon eğlencedir ve para kazanma alanıdır derler ama hepsi bir kenara, sinemanın kalıcılığı, sinemaya verilen değer, bakış açısı olarak insanların, benim de keza aynı şekilde, sinema başka bir yerde tabii.

Peki bu kadar ünlü isimlerle çalışmışsınız onların dışında beğendiğiniz, etkilendiğiniz ünlü isimler var mı?

Muhakkak var. Ben o anlamda klâsiktir ama gerçekten çok meraklı ve açığım. Herşeyi izleyip herşeyi takip etmeye çalışıyorum. Bu anlamda da tutucu değilim. Hangi albümü dinlersin, kimi takip edersin? Böyle seçiciliklerim yok. Herşeyi izliyorum. Tabii ki yolundan gitmek istediğim gerçekten üretkenliğine hayran olduğum dünyada da, Türkiye’de de yönetmenler var. Meselâ ilerlemiş yaşına rağmen, her sene ciddi anlamda işler üreten ve sürekli kendini geliştiren Woody Allen’ı çok beğeniyorum. Bir de her türde film üretebiliyor. Avrupa sinemasını da içine alıyor. Avrupalı seyirciye de hitap ediyor. Dünya sinemasına, Amerikalı seyirciye hitap ediyor. Bu anlamda çok başarılı buluyorum ve bir usta olarak görüyorum.

Yeni projeleriniz var mı? Senaryo, dizi veya film olarak…

Çok var.

Pazarlama tekniğiniz ne olacak bu filminizde?

Açıkçası ben bu filmde biraz köy ilkokulu öğretmeni gibi çalıştım. Onlar hem okulun hizmetlisidir, müdürüdür, öğretmenidir, her şeyidir. Tek başına bir insandır. Burada çok fazla insanla beraber olduk ama her aşamasında ben içinde oldum, hep bana kaldı bir parça idaresi. Pazarlamayı da çok stratejik olarak açıkçası plânlamadık. Seyirciye güveniyorum ama bu tip şeyleri konuşmanın da doğru olduğunu düşünmüyorum. Bu anlamda bize Pinema ve Avşar Film destek verdi. Filme inandılar. Mars grubundan da Bülent bey filmi izledi daha kurgu aşamasında. Onların inanması beni daha da heyecanlandırdı. Ne kadar pazarlarsanız pazarlayın son kararı seyirci veriyor. Seyirci eğer filmden mutlu çıkarsa en iyi pazarlama da odur diye düşünüyorum. İstediğiniz kadar her yeri afişlerle donatın, arabaların otobüslerin üstünü kaplatın, mutlu bir seyirci varsa hepsinin üstündedir…

(04 Aralık 2013)

Serpil Boydak

Açlığı Bırak, Oyuna Bak

Metropolis’in naif finalinden günümüze, köprünün üzerinden çok uzun zaman geçti. İyimser olmak için neden bulmanın hayli güç olduğu dönemlerden geçiyoruz artık. 60’ların hüzünlü ya da iyimser, karşı kültürün çok sesliliğiyle harmanlanmış yapımlarının tarihe karıştığı bir noktada, neredeyse her bilim kurgunun arka plânında “karanlık bir gelecek” vurgusuyla karşılaşmamız biraz da bundan değil mi?

Doğrusu Açlık Oyunları serisini benzer türden distopik yapımlar arasına (tam olarak) yerleştirmek ne derece sağlıklı, bilemiyorum. Alacakaranlık filmlerini vampir külliyatına, Göçebe’yi ise uzaylı temalı filmler arasına dahil edip, tür sineması esaslarına göre ele almak gibi birşey bu. Belli ve benzer bir “formüle” dayanan ve genç izleyiciyi hedef alan bu yapımlar arasında -hiç değilse ilk film ile- Collins uyarlaması bir adım öne çıkıyor gibiydi ama devam filmi beklentileri boşa çıkarma (ya da daha doğru bir deyişle sözü edilen iki filme eklemlenme) görevini başarıyla tamamladı.

Kökleri çok daha gerilere gitmekle birlikte, Huxley’nin “Cesur Yeni Dünya”sıyla önemli bir çıkış yakalayan ve 2. Savaş’ın sona ermesiyle birlikte totaliter rejimlere duyulan korkunun etkili bir dışavurum alanına dönüşen distopyalar, (tıpkı Açlık Oyunları’na da esin kaynağı olduğu gibi) önemli bir teşhir alanıydı. Türe adını veren Orwell’ın 1984 adlı eserinde olduğu gibi, umutsuzluğun direnme gücüyle kolkola yürüdüğü bu eserler, bir taraftan gidişatın nereye varacağına işaret ederken, diğer taraftan da çözümün “özgür insan”da olduğunu fısıldıyordu.

İkinci Açlık Oyunları, öncülünde vurgulanan kaotik atmosferin devamına soyunarak işe girişiyor; ancak “tutan” proje, türe özgü konturları bir kenara bırakarak, tıpkı vampir serisinde olduğu gibi bir aşk üçgenine eğilmeyi tercih ediyor. Filmin başlangıcında sistemi kurgulayanların (gerekçelerini tam olarak anlayamasak da, olasılıkla halkın yeni sevgilisi olabileceği düşüncesiyle) Katniss’i bir tehdit olarak algıladıklarını anlıyoruz. Kahramanımız ise kendi sorunları ile insanlarının acıları arasında kalıyor, geleceğine ilişkin kararlar almada zorluk yaşıyor. Post-modern çağların yeni afyonu olan medyanın uyuşturduğu kitlelere yeni oyunlar vadeden sistem ise, 75. oyunlarda en iyiler karşılaşmasını organize ederek toplumda varolan huzursuzlukları ortadan kaldırmayı hedefliyor.

Yozlaşmanın daha çok karton figürler ekseninde ve medya boyutuyla gözler önüne serildiği, direnişin gerekçelerine dair somut veriler barındırmayan ikinci filmde, muhalefetin taleplerinden çok simgesel itirazlara odaklanıldığını görüyoruz. Taşra ve metropol merkezli yarılmayı imalarla geçiştiren ve bölgelerde yaşanan huzursuzlukları teğet geçen ikinci Açlık Oyunları, giderek karmaşıklaşan aşk ilişkileriyle romantizmi, yeni bir ölüm-kalım savaşıyla ise aksiyonu çözümlemeye odaklanıyor. Bu da iç içe giren türler eşliğinde hedef kitlenin farklı taleplerine (küçük de olsa) yanıt verme imkânı suruyor.

Distopya örnekleri dışında, Gladyatör’den Truman Show’a kimi filmleri akla getiren serinin, ilk filmin de gerisine düştüğünü ve bilinçli bir tutumla temel meselenin daha da uzağına yerleştiğini söylemek mümkün. Bu, üçlemenin son ayağı hakkında da çeşitli ipuçları barındırıyor ve “açlıkla değil oyunla ilgili” senaryonun iyice açığa çıkmasına neden oluyor.

O halde ilk Açlık Oyunları’nın ardından yaptığımız yoruma daha da sıkı sarılmanın zamanıdır: “…Filmi, ütopyalarını çoktan bir kenara bırakmış insanoğlunun distopyasına bile sahip çıkmaktaki kararsızlığı ya da karamsarlığını pazarlanabilir kılmadaki becerisi olarak okumak da olası. Başka bir deyişle, yeni çağın / yeni okur ve sinema izleyicisinin kâbusları da bir yere kadar! Ticari manada adından söz ettireceğini ve devam filmleri ile yeni kitleler edineceğini öngörebildiğimiz Açlık Oyunları’nın izinden gittiği eser ve yapımlar arasında seçkin bir yer edineceğini iddia etmek, çok da olanaklı görünmüyor. Böyle bir derdi olup olmadığı noktasında ise ironik başlığımız bir kere daha devreye giriyor.”

“İtirazın” sokakla ve geniş yığınlarla buluşmasına yeterince tanık olmuş bu topraklarda, yeterince karanlık ol(a)mayan bu oyunun hedefine ulaşıp ulaşmadığı sizce de ortada değil mi?

(03 Aralık 2013)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü

Sinemamız Kaynaklarında Haklarında Yanlış Bilgi Verilen Filmler ve Yanlışlar (Farklılıklar) 1: Anadolu Çocuğu

Sinemamızda “kaynak” niteliği taşıyan, başvuru için hazırlanmış çok az kitap vardır. Bunlarda yer alan bazı yanlış bilgiler, hiçbir değerlendirmeye tutulmadan, aynı şekilde alınarak, başka yerlerde de kullanılarak, yanlışın devamlılığı sağlanmaktadır. Tabii bu, yanlışlığın farkındalığına varılarak yapılmamaktadır, doğruluğu kabul edilerek yapılmaktadır. Bazen yeri geldiğinde, bazen de sırf yanlışı düzeltmek için bu sitede yazılar yazacağım.

Uzun zamandır beni rahatsız eden bir yanlıştan başlamak istiyorum. 1964 yapımı (Kemal Film) Anadolu Çocuğu (Osman F. Seden) hemen her yerde Frank Capra’nın “Mr. Deeds Goes to Town” (1936) filminin uyarlaması olarak anılır. Oysa bu film (Anadolu Çocuğu) Capra’nın filminin uyarlaması değildir; Capra’nın filminin uyarlaması, aynı yıl (1964) yapılan Memduh Ün’ün Halk Çocuğu filmidir ki, Özgüç, Türk Filmleri Sözlüğü’nde her iki film için de aynı filmden uyarlama olduğu bilgisini vermektedir. (s. 226 ve 234).

Anadolu Çocuğu filminin ilk adı Dört Paşalılar’dır. Film de Mr. Deeds Goes to Town filminden değil, birçok kez sinemaya uyarlanan Alexandre Dumas Peré’in Les Trois Mousquetaires (Üç Silahşörler) romanından uyarlanmıştır. “Romanından” diyoruz, çünkü ilk kaynak budur, daha sonra -çeşitli tarihlerde ve ülkelerde- birçok kez sinemaya uyarlanmıştır.

Seden, filmine roman veya bu filmlerden bazılarını kaynak noktası olarak alır. Dediğimiz gibi filmin ilk adı Dört Paşalılar’dır. Bunlar biri Kasımpaşa-lı, biri Davutpaşa-lı, biri de Kocamustapaşa-lı üç kabadayıya sonradan -dışardan gelerek- katılan Eşrefpaşa-lı (İzmir) ile tamamlanırlar. Tıpkı romandaki (ve filmlerdeki) gibi, orada da Athos, Portos, Aremis’e sonradan D’Artgnan’ın katılması ile oluşan dörtlü gibi.

Şimdi Anadolu Çocuğu bu şekilde Üç Silahşörler uygulamasıdır da, bundan sonra Halit Refiğ, Üç Korkusuz Arkadaş’ta (1966), Yılmaz Duru, Dört Kurşun’da (1966), Süha Doğan, Halime’den Mektup Var’da (1964) Üç Silahşörler’in değişik uyarlamalarını yaparlar. Bunlar olayların filmin çekildiği güne taşınması şeklinde olur. Çetin İnanç ise 1972’de romanı geçtiği dönemde filme çeker: Üç Silahşörler / Üç Silahşörlerin İntikamı… (Bazı ülkelerde yapıldığı gibi filmi iki devre olarak yapar. Kostüme bir film yapar. Üç Silahşörler’e ne kadar bağlıdır, romanı okuyanlara ve filmi izleyenlere bırakıyorum.)

Halime’den Mektup Var’da eski asker arkadaşları ayrılırken birbirlerine söz vermişlerdir, “başları sıkıntıda olursa, birbirlerine yardım edeceklerdir.” Başı sıkıntıda olan biri, diğer arkadaşlarına haber verir. Yıllar geçmiş, hepsi yaşlanmışlardır. Üç tanesi kendileri yerine oğullarını yollarlar, dördüncü ise oğlu olmadığı için kızını (erkek kılığında -Halime-) yollar. D’Artgnan (değişikliğe dikkat!) bu şekilde diğer üçlünün arasına girer…

F. Capra’nın Mr. Deeds Goes to Town’u, M. Ün’ün Halk Çocuğu’ndan (1964) sonra, 1983 yılında bu kez Kartal Tibet tarafından Çarıklı Milyoner adı ve Kemal Sunal’ın oyunu ile tekrar çekilir. Film bu uyarlamasında Sunal-laştırılır, orijinalinde (Gary Cooper oynuyordu) ve ilk (Ün’ün) uyarlamasında -Cooper gibi- “tuba” çalan Ayhan Işık’ın rolünü, “davul” çalan Kemal Sunal almıştır?

(01 Aralık 2013)

Orhan Ünser

Sovyet Bürokratların Filmlerini Ucube Olarak Tanımladığı Paradjanov’un Hayatı Oscar Aday Adayı

“Hayırsızada” adlı kısa filmiyle Cannes Film Festivali’ni fetheden Serge Avedikian iki yönetmeninden biri ve baş rol oyuncusu olduğu “Paradjanov” adlı yeni filminde, 20. yüzyılın en çok tartışılan yaratıcı yönetmenlerinden biri olan, sıradışı filmlerinde Andrey Tarkovski, Michelangelo Antonioni, Federico Fellini, Ken Russell, Metin Erksan gibi kendine özgü bir dünya yaratan Ermeni asıllı Sergei Paradjanov’u (1924-1990) anlattı. Filmin senaryo yazarı ve diğer yönetmeniyse Olena Fetisova…

Paradjanov’un hayatı Amerikalı yazar James Chapman’ın “Stet” (2006) adlı romanına da konu olmuştu.

Doksanbeş dakika uzunluğunda, Rusça konuşulan ve Ukrayna’nın 86. Oscar ödüllerindeki yabancı film dalında Oscar aday adayı olan “Paradjanov” da Sergei Avedikian Paradjanov’u, Paradjanov’un ikinci eşi Svetlana’yıysa Yuliya Peresild canlandırdı.

Amerika Birleşik Devletleri’nin kültür, eğlence ve finans alanlarında etkili olan Ermeni asıllı Amerikalıların bu Ukrayna filminin Oscar ödülü kampanyasına destek vereceği de “Paradjanov” adlı filmle ilgili gelen haberler arasında bulunuyor.

4 Temmuz’da Çek Cumhuriyeti’ndeki Karlovy Vary Festivali’nde gün ışığına çıkan ve 4 Ekim’de Hamburg Festivali’nde gösterilen “Paradjanov” 1 milyon 980 bin Euroya maloldu.

Yönetmen Federico Fellini, Bernardo Bertolucci, Francesco Rosi, fotoğraf sanatçısı Ara Güler, oyuncu Marcello Mastroianni, Giuletta Masina (Fellini’nin eşi), yazar Alberto Moravia ve Tonino Guerra’nın yakın dostu olduğu Paradjanov, Gürcistan’ın Sovyet işgali altında olduğu dönemde bu ülkede yapıtlarını gerçekleştirmişti. Paradjanov’un yapıtları Sovyet devletinin kültür konusunda yetkili bürokratlarının tüylerini diken diken etmiş ve bu filmler Sovyet makamlar tarafından birer ucube olarak tanımlanmıştı… Bir süre cezaevine de atılan Paradjanov bu dönemde Sovyet makamlarınca eşcinsel ilişkiler kurmak ve tecavüz etmekle de suçlanmıştı…

İki kez evlenen Sergei Paradjanov’un çocuğunun adı Suren… Filmlerine hayranlık duyduğu yönetmen ise Pier Paolo Pasolini,,,

“Hayırsızada”nın Yönetmeni Sergei Avedikian

Serge Avedikian’ın senaryo yazarı ve yönetmeni olduğu “Barking Island / Chienne d’Histoire / Hundeelend / Hayırsızada”, 63. Cannes Film Festivali’nde En İyi Kısa Film dalında Altın Palmiye ödülünü kazanmıştı.

15 dakika uzunluğundaki renkli animasyon “Hayırsızada”, 47. Antalya Film Festivali’nde de gösterilmişti. “Hayırsızada” Avustralya’daki Melbourne ve Fransa’daki Clermont-Ferrand Film Festivalleri’nin programlarında da yer aldı.

Antalya Film Festivali’nde “Hayırsızada”nın yönetmeni ve senaryo yazarı Serge Avedikian (1 Aralık 1955 Erivan, Ermenistan doğumlu) Kısa Film Atölyesi de gerçekleştirmişti, bu atölyede yönetmenle bir söyleşi de yapılmıştı. Serge Avedikian aynı zamanda Antalya Film Festivali Kısa Film Ödüllleri Seçici Kurulu’nda yer almıştı.

“Hayırsızada” 1910 yazında İstanbullara karşılıksız olarak bekçilik ve çöpçülük hizmeti veren 80 bin kadar sahipsiz köpeğin İstanbul ve çevresinden toplanarak Hayırsızada / Sivriada’ya atılarak öldürülmesini konu almaktaydı.

(30 Kasım 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Bir Vampir Hikayesi

İrlanda asıllı deneyimli sinemacı Neil Jordan’ın son çalışması ‘Byzantium’. Yine İrlandalı Moira Buffini’nin ‘Bir Vampir Hikayesi’ adlı oyunundan uyarlanmış olan film, bizde ilk kez görücüye çıktığı 32. İstanbul Film Festivali programında, oyunun özgün adıyla yer almıştı. Feminist çizgiler taşıyan bu ilginç metnin yazarı Buffini, ülkemiz tiyatro izleyicilerinin hiç yabancısı değil. Birkaç mevsim önce ‘Dinner’ (2002) adlı oyunu, ‘Şölen’ adıyla Ahmet Levendoğlu yönetiminde sahnelenmişti. Zuhal Olcay’ın parlak oyunculuğuyla gündeme gelmiş bu oyunun ardından geçtiğimiz yıl İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun repertuarına giren ‘Sessizlik / Silence’ (1999) yılın en iyi oyunları arasında sayılmış ve saygın ödüller kazanmıştı. Gencecik bir oyuncuyu, Funda Eryiğit’i sahnelerimize kazandıran bu parlak oyun, erkek egemen toplumda kadın olma ve iktidar savaşımını ince bir mizahla ele alır.

Buffini uyarlaması ‘Byzantium’ yine bir kadın hikâyesi. Bu defa 18. yüzyılın erkek egemen dünyasından kaçıp gelmiş bir ana kızın öyküsü anlatılan. Clara ile Eleanor’un benzerlerinden farkı, kadın olmanın ötesinde, erkek egemen iklimlerde 200 yıldır doğalarını gizleyerek yaşamak zorunda kalmış iki vampir olmaları. Kimlikleri açığa çıkınca, vahşi bir cinayete mekan olmuş izbe daireyi yakarak ücra bir sahil kasabasına sığınırlar. Beş paraları yoktur. İki kaçak, Clara’nın dünyanın en eski mesleğini icra ederken tanıştığı Noel’e annesinden miras kırık dökük otele yerleşir. Muhtemelen egzotik çağrışımları nedeniyle filme adını vermiş Byzantium, işte bu kırık dökük pansiyondan bozma otelin adı. Uzun ömürlü iki kahramanımız Bizans dönemine yetişememiş, ancak finalde kafa uçurma silâhı olarak devreye giren Haçlı seferlerinden kalma kılıç Bizans işi.

Clara’nın Byzantium’u bir randevu evine dönüştürme plânlarına karşılık, ebediyen 16 yaşında kalmış içe dönük Eleanor, sığınacak her yeni yer bulduğunda yaptığı gibi kendi gizemli hikâyelerini kağıda dökmeye başlar. Tesadüfen tanıştığı romantik Frank ile devam ettikleri toplu terapi seminerlerinde öyküsünü paylaşır. Eğitmenlerin, ‘sanki Edgar Allan Poe ile Mary Shelley’nin çocukları yazmış’ şeklinde şaşkınlıklarına neden olan gotik anlatısıyla gündeme gelir. Bundan sonrası, huzurlu sakin suların bir kez daha bulanması, ana kızın izlerini süren eril vampir tarikatı üyeleriyle ölüm kalım mücadelesi üzerinedir.

Robert Pattinson’ın ergen gençlerin idolü haline geldiği Twilight (Alacakaranlık) serüvenleri ve onu takiben ‘True Blood’ ya da ‘The Vampire Diaries’ (Vampir Günlükleri) gibi televizyon dizileriyle gündeme yerleşen fantastik öyküler yönetmen Jordan için yeni bir alan değil kuşkusuz. Kariyerinin hemen başında çektiği 1984 yapımı ‘The Company of Wolves (Kurtlar Takımı)’, ‘Kırmızı Başlıklı Kız’ masalı ile ‘Kurt Adam’ efsanesini harmanlayan uçuk bir denemedir. Keza 1988 yapımı ‘High Spirits’ perili bir İrlanda şatosunda geçen matrak bir korku fantezisidir. Mona Lisa (1986), özgün senaryosuyla Oscar’a uzandığı ‘The Crying Game / Ağlatan Oyun’ (1992), Venedik Altın Aslan ödüllü ‘Michael Collins’ (1996) gibi klâsikleşmiş işleriyle adını ustalar arasına yazdırmış bulunan Jordan’a fantastik dünyada asıl ününü sağlayan film ise 1995 yapımı stüdyo filmi ‘Interview with the Vampire / Vampirle Görüşme’ olmuştur. Çok satan roman serisinden Anne Rice’ın senaryosunu bizzat kaleme almış olduğu bu kültleşmiş yapım, yazarın ünlü vampiri Lestat’ı canlandıran Tom Cruise ile birlikte Brad Pitt, Antonio Banderas gibi dönemin üç yakışıklısını aynı serüvende bir araya getirmiştir. Yine bu filmde canlandırdığı kimsesiz küçük vampir kız, günümüzün star oyuncularından Kirsten Dunst’ın sinemadaki ilk önemli rolüdür. Türe yeni bir soluk getiren, vahşi ve hüzünlü ötekilerin karanlık dünyasını başarıyla tasvir eden bir çalışmadır Jordan’ın filmi.

Vampir hikâyelerinin yeniden gözde olduğu günümüzde, yaklaşık 20 yıl sonra aynı sulara dönmek istemiş Jordan. Film içinde yer alan 1966 yapımı ‘Dracula: Prince of Darkness’ (Drakula Karanlıklar Prensi) klibiyle klâsik Christopher Lee filmlerine saygı duruşunda bulunmayı da ihmal etmemiş. Ancak, küçük Dunst’ın yerini bu kez yükselen genç oyunculardan Saoirse Ronan’ın aldığı ve bizzat Buffini’nin senaryosunu kaleme almış olduğu ‘Byzantium’, Anne Rice’ın hacimli serisi kadar renkli bir malzeme içermiyor. Jordan ise Twilight seyircisinin ana akım beklentileriyle, bağımsız sinemanın ‘Let the Right One In / Gir Kanıma’ (2008) gibi örneklerinin hüznü arasında kararsız kalmış. Genç izleyicinin beklentileri karşılamaya yönelik sert açılış sekansı ve bol kanlı final arasında, iki kadının 200 yıl öncesinin Napoleon savaşları döneminde başlayan hüzünlü geçmişlerini güncel hikâyeye paralel biçimde aktarma yolunu seçmiş. Bu tercihle bir tempo sorunu yaşadığı söylenebilir filmin. Ötekileştirilmiş kahramanlarının günışığında yaşamlarını sürdürebilmeleri, ‘Byzantium’un klâsik vampir hikâyelerinden farklı bir diğer özelliği.

(‘Byzantium’, ‘Başka Sinema’ projesi kapsamında İstanbul’da Beyoğlu Beyoğlu; Kadıköy Rexx; Altunizade Capitol Spectrum; Ankara’da Kızılay Büyülüfener Sinemaları’nda dönüşümlü seanslarda gösterilmektedir.)

(28 Kasım 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Sen Aydınlatırsın Geceyi

Sinemamızda ilk renkli görüntüler 1948’de çekilen Çıldıran Kadın (Baha Gelenbevi) filminde yer alır: Kız Kulesi görüntüsü “renkli”dir. Sonradan hâlâ ilk renkli film kabul edilen Halıcı Kız (Muhsin Ertuğrul / 1953) gelir ama aslında bundan önce çekilmiş olan Ali İpar’ın Salgın filmi var. Fakat Halıcı Kız, Salgın’ın geciken teknik işlemleri nedeni ile daha önce gösterime çıkarıldığı için “ilk renkli film olma özelliğini” taşır görülüyor.

Bu filmlerden sonra uzun süre filmlerimiz siyah/beyaz olarak çekilmiştir. Zamanla renk gereksinimi duyulmuş ve önceleri kısmen renkli filmler çekilmeye başlanılmıştır. (!) Bu renkli kısımlar ya filmin final bölümü veya film içinde yer alan bir rüya sahnesi olarak görülür. Bu durum bir süre devam etmiş ve Çanakkale Arslanları (T. Demirağ – N. Eraslan) ve Hıçkırık (O. Aksoy) -bir re-make- renkli olarak çekilmiş ve renkli film sayısı yer yıl giderek artmış ve sonunda tüm filmler renkli çekilir olmuştur. (Öyle yönetmenlerimiz vardır ki, siyah/beyaz filmi yoktur.)

Onur Ünlü, Sen Aydınlatırsın Geceyi filmini bu ortamda siyah/beyaz çekmiştir. (Yalnız belirtmek gerekir ki, filmlerin tümü renklendikten sonra zaman zaman, bazı yönetmenler, çeşitli nedenlerle filmlerini siyah/beyaz çekmişlerdir ama Ünlü filmini özellikle siyah/beyaz çekmiştir. Bu kendi bileceği bir iştir ve buna hiç birimizin söyleyecek bir sözü yoktur, olmamalıdır da…)

Sungu Çapan’ın (Cumhuriyet / 8.11.2013) dediği gibi “Ünlü’nün canının dilediği gibi çektiği” bir film, Sen Aydınlatırsın Geceyi… Buna bir diyeceğimiz olamazmış gibi geliyor, ama bir yönetmen tabiidir ki canının istediği gibi film yapacaktır (tabii yapabilirse, yaptırırlarsa…) ama bu “canının istediği gibi film yapmak” bana da o filmi eleştirmek hakkını veriyor. Tabi canımın istediği gibi değil, filme bağlı kalarak…

Onur Ünlü (Çapan’ın deyişi ile “demirbaş oyuncusu”) Ali Atay’ı nasıl oynatmış? Atay, bir oyuncu; yönetmenin -hele istediği gibi film yaptığı ileri sürülen bir yönetmenin- istediklerini yapacak, yani O’nun yönlendirmesi ile oynayacak… Ama bana bu oyunculuk hiç de doğru gibi gelmedi. Oynanış açısından demiyorum, oynatış açısından diyorum (ve doğru oynatılmış olduğunu da düşünmüyorum: Hiç bir yere bakmayan bakışlarla uzun uzun bakmak. Bu arada kendisine söylenen sözleri duymamış gibi yapmak -duymadığını zannetmiyorum) ve -filmdeki diğer kahramanların da üstün özellikleri olduğu gibi- Cemal (Ali Atay) kapı kullanmadan duvarlardan geçme özelliğine sahip -de, bu filmde iki (yoksa üç mü?) kere kullanılmaktan başka ne özellik taşıyor? (sinema hileleri sağ olsun).

Cemal daha sonraları kapı kullanarak giriyor, dışında bulunduğu mekânlardan içeri… ama sözü edilmeyen bir özelliği daha var Cemal’in. İstediği zaman duvarların arkasını görüyor, işi olduğu için kendisi kabul etmeyen, patronu sekreterini sıkıştırırken görüyor (sadece görüyor…). Bir de ilgi duyduğu kızın (Yasemin) kapısını kapattığı odada soyunmasını ve gidip klozete oturmasını seyrediyor… Sadece seyrediyor, hiç bir şey yapmamaya devam ediyor. Finalde, kendisini terk eden karısının uçağını, kollarını kestiği kızın parmaklarını birleştirerek durdurup -ki sadece uçağı değil hayatı durdurmuştur!?!- karısını indirmek mi. Yoksa hap yutarak yanına mı gitmek isteyince, ne kesilmiş kolların parmaklarının tekrar birleştirilmesi sonuç doğuracaktır, ne de uçmak için yutulan (bir kısmı da yere dökülen) haplar…

Sen Aydınlatırsın Geceyi filmdeki sırayı izleyerek eleştirmek bir yöntemdir ama ben kişilerin özel yetenekleri açısından olaya bakmak istiyorum. Cemal’in motosikleti ile gazoz içmeye götürdüğü Yasemin (Demet Evgar) ile birlikte -Cemal’in doktorunca verilmiş ama o an’a kadar içmeyi aklına getirmediği hapları içerek- havalanarak kentin üzerinde uçmaları sonrasında aynı parka düşmeleri -nasıl geri döndüler?- bir yana, Yasemin’in eli ile cisimleri yönlendirdiği, traktör (dü değil mi?) peşinden motosikleti ile gelen Cemal’i sağa sola savurarak devirmesi, yeteneğini? Bir daha kullanmaması başka bir soru?

Tüfeği ile karısını hamile bıraktığı için vurduğu -öldürdüğünü düşündüğü- iş adamı Dündar’ın (Serkan Keskin) bir süre sonra vurulduğu arabasından inerek, sigara da yakarak, kendisini vuran Cemal’e ölümsüz olduğunu, bir türlü ölemediğini, bunun dayanılmaz bir şey olduğunu, sekreterini (Ezgi Mola / Yasemin’in arkadaşı) sıkıştırmasını, bunu karısına da (Yasemin’e de) yapmış olabileceğini itiraf etmesi… Dündar tüm bunları anlatırken Cemal’in hareketsiz (donmuş gibi) sadece dinlemesini… anlamak?

Cemal’i -güya- tedavi eden ruh doktorunun (Ercan Kesal) burnunun bittiği bir yerlerde, her fırsatta kanayan yeri neresidir ve neden kanamaktadır. Bu,Ünlü’nün dilediği sinemanın bir göstergesi herhalde….

Sokağa serdiği kitapları satan, bu işi geceyarıları da yapan kız (Defne / Damla Sönmez) parmaklarını birbirine değdirerek yaşamı durdurur. Bunu ilk yaptığında Cemal’i de durdurur. İkinci kez parmaklar birbirine değdiğinde yaşam kaldığı noktadan -kesintisiz olarak- devam eder de, ikinci kez yaptığında Defne gibi Cemal de yaşamın duran kısmı dışında kalır ve zaman onlar için devam eder… Peki… kaçan karısına yetişmek için, bir palanın bilediğini gördüğü dükkâna kapısı kapalı iken girip, oradan palayı alıp, yere serdiği kitapların başında uyuklayan Defne’nin yanına gidip, arkasına sakladığı pala ile dirseklerinden kollarını kesip yanına aldıktan sonra, kolların parmaklarını birbirine değdirip yaşamı -karısının içinde olduğu uçağı da havada- durdurup, O’na ulaşmak isterken, yuttuğu haplarla havalanamayan ve parmakları birbirine kenetlese de yaşamı tekrar canlandıramayan… Film bu durumda bitiyor, eğer yanlış görmedi isem… Soru: Defne’nin yeteneği parmaklarında mıdır, yoksa kafasın da mı? Kesilmiş kollarla hayat durdurulurken, hadi yutulan haplarla artık uçamamayı anladım -yeniden neden geri dönüş olmaz, hayat canlanmaz ve- Defne de öldü ya… -Cemal dışında- O da havalanmak için olduğu yerde tepinip durur -hareket eden hiç bir şey yoktur, uçak bile- içinde hareket edemeyen yolcuları ile havada…

Başka neler yok ki…? Önce sadece ses olarak var olan öğretmen sonradan görünür olur, -ölmüş müydü!- ölmüş ise nasıl oldu da vurularak “tekrar” öldü…

Ava gidip ateş etmeden, çapraz astığı tüfeğini bile çıkarmadan, arkadaşının eli ile (elinde silâh olmadan) ateş ederek, önce avları, sonra -yan hakeme şike teklif eden adamı, öğretmeni- öldüren arkadaşı…

Cemal’in yan hakemliği neyin göstergesi, yan hakeme maçın sonucunu değiştirecek kararlar vermesini (bayrak kaldırarak) orta hakemi etkilemesinin istenmesini…

Cemal’in, babasının dükkânının olduğu çarşıdaki dev büyüklüğündeki esnafı…

Ve, kitapçı kız Defne’den -ne olduğu bilinmeden beğenilip sonra tavsiye üzerine- alınan Shakespeare’den, seçilerek Yasemin’e okunan “sen aydınlatırsın geceyi” finalli sonnet’yi, (sonnet’in okunduğu kadının tepkisi: -herhalde midesi bulanıyor ki, kusuyor) içeren ve hediye edilen -bir kadına (sevgiliye) hediye edilebilecek en orijinal şey- kitabın (daha sonra sevgiliye verilmiş olmalı) kafaya (Cemal’in kafasına) fırlatılmasını…

Ve siyah/beyaz filmin, film adının ve jeneriğin renkli (hem de kırmızı) olmasını…

Sorularım bunlar. Yönetmen filmi dilediği gibi yapar. Bunda mutabıkız ama benim de bazı sorularım olabilir…

Bitirdikten sonra: Onur Ünlü’den daha önce iki film izlemiştim, biri Polis diğeri Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi…

(24 Kasım 2013)

Orhan Ünser

Küflenmiş Toplum Düzeni, Yıpranmış Birliktelikler

‘Başka Sinema’ programında yer alan ‘Hayatboyu’ ile tek kopyayla gösterim şansı bulan ‘Küf’, ülkemiz sinemasının bu yılki hasadı içinde öne çıkan, desteklenmesi gereken iki değerli çalışma. Her iki yapım da, ana akım örneklerin gişe garantili duygu sömürüsüne itibar etmeyen, ele aldıkları yakıcı öykülere mesafeli duruşlarıyla cesur ve önemliler öncelikle.

32. İstanbul Film Festivali’nde En İyi Yönetmen ödülünü kazanan ‘Hayatboyu’, Aslı Özge’nin ikinci uzun metrajı. İstanbul, Ankara ve Adana Film Festivalleri’nde En İyi Film seçilen ‘Köprüdekiler’ (2009) ile İstanbul varoşlarında yaşayan, şehrin merkezinde varolma savaşı veren gençlerin belgesel tadındaki otobiyografik hikâyelerini bir ilk filmden beklenmeyen ustalıkla anlatan Özge, bu defa çok daha yakından tanıdığı yaşamlara çevirmiş kamerasını. Plâstik sanatların saygın ismi Ela ile başarılı mimar Can’ın uzun süreli evliliklerinin, dışarıdan bakıldığında mükemmel görünen, içerden ise yıpranmış, mesafeli birlikteliklerinin hikâyesi bu. Şehrin en seçkin semtlerinden birinde, mimar eşin tasarımı lüks konutu paylaşmakta olan çiftimiz, mutsuzluklarına rağmen değişime, yeniliğe, bilinmeyene yelken açmaya cesaret edemiyor. İlk filmini, maddi imkânsızlık ve eğitimsizlik gibi nedenlerle bulundukları yere sıkışmış insanların çıkışsızlığı üzerine inşa ettiğini ifade eden Özge, bu defa kontrollü yaşamlarında birbirlerine ve yaşadıkları topluma yabancılaşmış bireylerin iletişimsizliği üzerine yoğunlaşmış. Soğuk renklerin öne çıktığı görsel tasarımı, Emre Erkmen’in yine İstanbul Film Festivali’nde ödüllendirilmiş mükemmel görüntü çalışması ve kuşkusuz öykünün büyük bölümünün içinde geçtiği ev mekânı, Özge’nin anlatımına katkı sağlayan en belirgin unsurlar. Taş ve metâlden dört katlı, daracık merdivenleri ve klostrofobik yapısıyla yabancılaşma hissini aktarmada harika bir seçim olmuş söz konusu bu ev. İletişimsizliğin sinemacısı Antonioni’nin eserinden açık esinler taşıyor ‘Hayatboyu’. (Galeride sisler arasındaki açılışın ‘Bir Kadının Tanımlanması / Identificazione Di Una Donna’nın ünlü sis sekansıyla, ya da sondaki uzun plânın ‘Yolcu / Professione: Reporter’ın yedi buçuk dakika uzunluğundaki unutulmaz final sekansıyla akrabalığı gibi). Ve, sinemada ilk kez hacimli bir rol üstlenen deneyimli tiyatro oyuncusu Defne Halman’ın kusursuz performansından ustaca yararlanıyor.

Haftanın ilgiye değer ikinci filmi ‘Küf’, yönetmen Ali Aydın imzalı. İlk kez görücüye çıktığı geçtiğimiz yılın Venedik Şenliği’nde ‘Geleceğin Aslanı’, Selânik Şenliği’nde ‘Gümüş İskender’ ödüllerini kazanmış bu sıra dışı ilk film, daha sonra 32. İstanbul Film Festivali’nin FACE ödülü kapsamında ‘Sinemada İnsan Hakları Yarışması’ bölümünde izleyiciye sunulmuştu. Aydın’ın filmi gözaltında kaybolmuş evlâdı bekleyiş üzerine. İlk bakışta ‘Cumartesi Anneleri’nin simgeleşmiş direnişini akla getiren bu sarsıcı çalışma, başrole babayı yerleştirmiş bu kez. Demiryollarında yol bekçisi olarak çalışan Basri’nin 18 yıl önce üniversite öğrencisiyken gözaltına alınmış tek oğlundan aradan geçen uzun yıllar boyunca tek bir haber alınamamıştır. Oğlu kaybolduktan altı yıl sonra karısını da yitiren Basri yavaş yavaş toplumdan soyutlanmış, devlet erkanına yazdığı dilekçelerle umudunu ayakta tutmaya çalışmaktadır. Defalarca başvurduğu makamlardan herhangi bir yanıt alamadığı gibi hakarete uğrar, işkence görür. Buna rağmen bekleyişini inatla sürdürmeye devam eder. Yönetmen Aydın, yürek parçalayıcı hikâyesinin bir propaganda filmine, bir duygu seline dönüşmesini istememiş. Bu da bu filmin en büyük erdemi kanımca. Kendi deyimiyle ‘acının pornografisini’ yapmak istememiş Aydın. Bir saati aşkın çekilmiş materyali bu amaç doğrultusunda kesip atmış. Çürümüş, kokuşmuş bürokrasi ve adalet düzeninin suskunluğuna ve kayıtsızlığına inat bu arayış hikâyesini, ana motif olan bekleme temasından hareketle, seyirciyi usandırma pahasına uzun plânlar kullanarak anlatmayı yeğlemiş. Dünyanın tüm acılarını bir sandığın içine topladığı o sadeliği ölçüsünde vurucu final sahnesiyle belleklere kazınan çok güçlü bir film ortaya koymuş. Önümüzdeki ay ‘Yozgat Blues’ adlı güzelim filmle bir kez daha karşımıza çıkacak olan Ercan Kesal’ın unutulmaz performansı ve Murat Tuncel’in 35 mm görüntü çalışmasından büyük destek alan yılın en önemli çalışmalarından biri ‘Küf’.

Her iki filmi de kaçırmamaya çalışın.

(‘Küf’, Kadıköy Moda Sahnesi’nde -eski Moda Sineması-; ‘Hayatboyu’, Başka Sinema programı çerçevesinde İstanbul’da Beyoğlu Beyoğlu / Kadıköy Rexx / Altunizade Capitol Spectrum / Ankara’da Kızılay Büyülüfener Sinemaları’nda dönüşümlü seanslarda gösterilmektedir.)

(24 Kasım 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Su, Ateş, Melodram ve Kadın

“Melodram kadınların kaderine katılmanın, onların kaderlerini paylaşmanın belli bir tarzını da temsil eder; bu tarz, estetik vampirizme kadar uzanır, ama gerçekliğe yönelik bir öfke de içerir. Kadının kaderini, psikolojik, trajik, ahlâksal, metafiziksel vb. çeşitli yollardan yansıtabiliriz, hatta yorumlayabiliriz; bu yollardan ya da tarzlardan biri de melodramın anlatım tarzıdır. Başka türlü söylemek istersek; melodramın anlatım biçimi estetik bir fiyasko anlamına gelir ama melodram tanımlamasını, bu yapıtları kaba edebiyat alanına yollamamız gerekir mi, bu düşünülür.”

Özcan Deniz’in son filmini seyrederken, melodram ve kadın ilişkisini özetleyen, Veysel Atayman tarafından derlenmiş bu satırları anımsamamak olanaksızdı; zira filmde öne çıkan iki kadın kompozisyonu da bu tespite karşı cepheden somut örnekler içeriyordu.

Evet, Türkiye’de melodram algısının Yeşilçam geleneğinden süzülerek geldiği noktayı özetlemesi bakımından önemli bir film “Su ve Ateş”. Serüvenin öncülünü bir başka ve çok daha kapsamlı yazıya bırakarak filme dönelim: Öncelikle benzer bir formüle dayanan ve “tutan” bir film yapma tarzını inatla ortaya koyduğu ve bundan sonuç alabildiği için (en azından ticari nedenlerle!) tebrik edilmeli Deniz (İlk hafta gişe sonuları, filmin 200 bin barajını aştığını gösteriyor). Gerçekten de bu sinemanın toplumsal dinamikleri mevcut; hatta olasılıkla kadınlar cephesinde karşılığı tahmin edilenin de ötesinde… Kuşkusuz bunda yıllardan bu yana diziler veya “reality” showlar aracılığıyla körüklenen ve “edilgin özne” haline dönüştürülen kadın seyircinin / izleme kültürünün de payı büyük; ama bunca sözün ulaştığı nokta, tek cümlede özetleniyor işte: Kadının kaderi hiçbir koşulda değişmiyor. Dil eğitimi için “yaban ellere” gönderilen özgürlük tutkunu için de, törelerin gölgesinde ayakta kalmaya çalışan cephesinde de manzara aynı. Esas oğlanımız ciğerlerini özgüven atmosferinde dilediğince şişiredursun, öznenin etrafında dönen “kadersizlerin” payına, aşkın girdabına kapılıp suların dibini boylamak düşüyor. Erkek, “paylaşılamayan adam” olmanın hazzını, sonu trajik bir serüvende de olsa doya doya yaşama hakkını elde ederken, kadınlar cephesinde durum, erkek egemen dünyanın kendisinden hiç de farklı değil.

İlk filmindeki “mesafeli” tutumunu bir kenara bırakan yönetmen, son yapıtında hızını arttırıyor, karakteri hakkında pek ipucu barındırmayan “erkek” figürüne -duygularını açık etmede başarılı olamadığını iddia etmesi bir yana-, en içli aşk cümlelerini ardı ardına sıralatıyor. Sayesinde aşkı keşfeden kadın(cık)lar ise yaşamlarını heba etme pahasına onu beklemeyi yaşamlarının temel gayesi haline getiriyorlar. Böylelikle Özcan Deniz, gişede belli bir çıtanın üstüne çıkma mutluluğu yaşarken, psikolojik doyumunu da gerçekleştiriyor; kurmaca gerçekle buluşuyor ve bu mutlu evlilikten hem ekonomik hem de sosyal sonuçlar doğuyor!

Kadın cephesinde yeni bir şey olmamakla birlikte, madalyonun erkek temsilinde ise gözyaşartıcı farklılıklar mevcut. Geleneksel Yeşilçam’ın esas oğlanları; giyim ve kuşamları, hayata bakışları ve aşkı kavrayışlarıyla geçmişe fark atıyorlar. İnşaatlarda şöhrete kavuşma hayaliyle yanıp tutuşan ve İstanbul’dan alacağı intikamı iple çeken adamlar, 90’lardan itibaren yok artık! Sınıfın üçer-beşer basamak atlandığı bu sosyal ortam bir yana, aradaki “lahmacun” esprisi ise düne postmodern bir selâm yollamanın ötesinde işlev üstlenmiyor.

Sözün özü, “bu pilâv daha çok su kaldırır!”. Yolun açık olsun yeni binyılın melodramı!…

(23 Kasım 2013)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü

Yerçekimi, 2013’ün En Çok Beğenilen Filmleri Arasında Başı Çekiyor

Yapımcılığını David Heyman (“Harry Potter” serisi) ile Alfonso Cuaron’un üstlendiği, seçkin yönetmenler James Cameron ile Wes Anderson ve ayda yürümesiyle ünlü astronot Buzz Aldrin’in de övgülerini kazanan Üç Boyutlu “Yerçekimi-Gravity” şimdiden “2001: A Space Odyssey” (1968), “Right Stuff” (1983), “Apollo 13” (1995) gibi klâsikleşmiş uzay filmleriyle kıyaslanıyor ve bu yılın tüm seçkin ödüllerinden payını alması bekleniyor.

Venedik ve Toronto Festivalleri’nde gün ışığına çıkan, 100 milyon dolarlık mütevazi bir bütçeyle çekilen “Yerçekimi”nin her geçen gün artan övgülerle ulaştığı 516 milyon dolarlık hasılatın da birkaç ay içinde bir milyar dolara dayanacağı tahmin ediliyor.

“Kör Nokta-The Blind Side” adlı filmle Oscar ödüllü Sandra Bullock ile “Syriana” ve “Argo”yla iki Oscarlı George Clooney, Meksika’dan çıkarak Hollywood’un A sınıfı yönetmenleri arasına giren üç yönetmenden (diğerleri Guillermo del Toro ve Alejandro Gonzales Inarritu) biri olan Alfonso Cuaron’un (1961 doğumlu) “Yerçekimi”nde çalışabilmek için ücretlerinde indirime gitmişti.

Cuaron’un Kariyeri:

Alfonso Cuaron “Y tu mama tambien-Annemi Karıştırma” ve “Children of Men-Son Umut”la iki kez senaryo yazarı dalında, “Son Umut”laysa kurgu dalında toplam üç kez Oscar’a aday gösterildi.

Alfonso Cuaron “Y tu mama tambien-Annemi Karıştırma” ve “Children of Men-Son Umut”la Venedik Film Festivali büyük ödülü Altın Aslan için yarışmıştı. “Annemi Karıştırma” Venedik’ten senaryo, “Son Umut” Laterna Magica Ödülü’yle dönmüştü.

Alfonso Cuaron üç numaralı “Harry Potter” filmi “Harry Potter ve Azkaban Tutsağı”nın da yönetmenliğini üstlenmişti. 130 milyon dolar bütçeli bu filmin dünya sinema hasılatı 796 milyon dolara ulaşmıştı.

Alfonso Cuaron del Toro’nun üç Oscar kazanan “Pan’ın Labirenti”nde de yapımcılardan biriydi.

Bullock ve Clooney’nin Ücretleri

Bullock “Speed”den 500 bin, “The Net”ten 250 bin dolar, “Kör Nokta”dan 20, “Murder by Numbers-Adım Adım Cinayet”ten 15, “The Heat-Ateşli Aynasızlar”dan 10 milyon dolar kazanmıştı.

Clooney ise “Ocean’s Eleven”dan 20, “Intolerable Cruelty-Dayanılmaz Zulüm” ile “Ocean’s Thirteen”den onbeşer milyon dolar elde etmiş, senaryosunu çok beğendiği “Syriana”da 350 bin dolara, “Good Night, and Good Luck-İyi Geceler, İyi Şanslar”daysa sadece 1 dolara çalışmıştı.

Cuaron Hanedanı: Alfonso, Carlos, Jonas

“Yerçekimi”nin uzun süre raflarda tozlanmaya terk edilen senaryosunu Alfonso Cuaron ve 1981 doğumlu oğlu Jonas Cuaron birlikte yazdı. Jonas Cuaron “Year of the Nail” adlı filmiyle 2007 Selanik Festivali’nde Altın İskender Ödülü için yarışmış ve buradan özel bir ödülle dönmüştü.

Alfonso Cuaron “Annemi Karıştırma”nın Oscar’a aday gösterilen senaryosunu ise 1966 doğumlu kardeşi Carlos Cuaron ile birlikte yazmıştı.

“Yerçekimi”nin Harika Görüntü Yönetmeni: Emmanuel Lubezki

“The Tree of Life-Hayat Ağacı”, “Son Umut”, “The New World-Yeni Dünya: Amerika’nın Keşfi”, “Sleepy Hollow-Hayalet Süvari” ve “A Little Princess” adlı filmlerdeki çalışmalarıyla beş kez Oscar ödülüne aday gösterilen Meksikalı Emmanuel Lubezki (1964 doğumlu) “Yerçekimi”nin en büyük kozlarından biri…

“Yerçekimi”nin Konusu:

Amerikan Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi NASA’ya ait ISS (International Space Station) uzmanlarının çekimlerinde teknik danışmanlık yaptığı “Yerçekimi”nde Bullock ilk uzay görevine çıkan tıp mühendisi Ryan Stone’u, George Clooney ise son görevine çıkan tecrübeli astronot Matt Kowalsky’i canlandırıyor. Önceleri son derece sıradışı görünen görevde felâketin başgöstermesiyle uzay gemisi harap olmuş, Stone ve Kowalsky tamamen çaresiz kalmışlardır. Birbirlerinden başka hiç bir dayanakları kalmayan ikili uzayın uçsuz bucaksız derinliklerinde kaybolmuşlardır. Derin sessizlik onlara Dünya ile bütün ilişkilerinin kesildiğini ve kurtulma şanslarının kalmadığını söylerken, her nefesleri de çok az kalan oksijenlerini tüketmektedir.

(23 Kasım 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Altın Palmiye Ödüllü Hayırsızada Üzerine / İkinci Bölüm

Uzay boşluğunda yaşayan, bilinen, en tehlikeli canlının insan olduğuna kuşku yok… İnsanlar kendini Tanrı yerine koyarak, dünya gezegeni üzerindeki çeşitli canlı türlerini yok ediyor, çeşitli canlı türlerini de yok olmanın eşiğine getiriyor… İnsanlar kendi türlerine karşı da kıyıcılıkta sınır tanımıyor. Tarihe bakıldığında canlı insanları süngü taliminde kullanarak kitleler halinde öldüren işgâl orduları var. Günümüzde insanlar, denizleri de her türlü atık maddeyle kirletiyor, deniz canlılarını zehirliyor, bununla yetinmiyor ve onlara toplu katliam yapıyor. Üstelik, “Moby Dick”, “Flipper” ve “Jaws” gibi popüler kültür ürünleriyle toplu katliamlar, esir almalar teşvik ediliyor ve bunlara mazeret yaratılmaya çalışılıyor. Minareyi çalan, kılıfını da uydurmayı deniyor.

Her yıl 4 Ekim’de işlevsiz bir koruma günü tahsis ettiğimiz hayvan türleriyse kalan, azalan ve her geçen gün alanı gerileyen bitki çeşitleriyle birlikte, en gaddar, en acımasız, en yok edici insan terörüne karşı bir avuç vicdan sahibi insandan yardım alarak var olmaya çalışıyor.

İnsanları İnsanlığından Utandıran Film: The Cove-Koy

Her yıl on binlerce Yunus’un eti için öldürüldüğü ya da havuz sirklerine (ne yazık ki Türkiye’de de bunlar faaliyet gösteriyor) satılmak için esaret altına alındığı Japon sahil kasabası Taiji’deki katliamı gizlice görüntüleyen ve insanların dünyanın hemen her köşesinde işledikleri suçlardan küçük bir kesiti bize sunan Oscar ödüllü belgesel “The Cove-Koy”da yapay kayalara yerleştirilen gizli mikrofonlar ve kameraların da içinde bulunduğu en son teknolojiden yararlanan film ekibi, bu küçük deniz kasabasının dünya çapında işlenen ekolojik suçların korkunç mikrokozmosu olarak nasıl işlediğini ortaya çıkarıyor.

Tam 100 Yıl Önce Hayvan Dostlarımızı Gözümüzü Kırpmadan Ölüme Göndermiştik

23 Mayıs 2010’da sona eren 63. Cannes Film Festivali’nde de 1910’da katledilen İstanbul’lu köpekler anılmıştı. Catherine Pinguet’in, 2009 yılında Yapı Kredi Yayınları tarafından basılan “İstanbul’un Köpekleri” adlı kitabından uyarlanan “Chienne d’histoire / Barking Island – Tarihin Köpeği / Hayırsızada”, 1910’da İstanbul’da yüzbine yakın köpeğin Sivriada / Hayırsızada’ya sürülerek açlıktan öldürülmesini konu alıyor… Üstelik, 15 dakikalık Fransız yapımı bu animasyon filmi “Chienne d’histoire / Barking Island – Tarihin Köpeği / Hayırsızada” (yönetmen ve senaryo yazarı: Serge Avedikian), 63. Cannes Film Festivali’nde en iyi kısa film seçildi. “Chienne d’histoire / Barking Island – Tarihin Köpeği / Hayırsızada”, “Ayı – L’ours”, “Microcosmos”, “Tanrı’nın Bağışı Orman”, “İmdat ile Zarife” ve “Two Brothers – İki Kardeş” gibi, dünya üzerinde diğer canlıların da yaşama hakkına saygı duyan insanların elinden çıkmış bir film. “Chienne d’histoire / Barking Island – Tarihin Köpeği / Hayırsızada”nın yapımcılarından biri de Osman Kavala…

Atın Canına Kıyılan Film: “Yol”

Amerikan Western filmlerinin ve Oscar ödüllü Sovyet Rusya filmi “Savaş ve Barış”ın çekimleri esnasında bu filmlerde kullanılan atların pek çoğunun hayatını kaybettiği biliniyor… Türk sinemasında da hayvanlara istemeyerek ya da kasten zarar verilen pek çok film, ne yazık ki, var. Bunlardan biri de Cannes Film Festivali’nde büyük ödül Altın Palmiye’yi Costa Gavras’ın “Missing – Kayıp” adlı filmiyle paylaşan “Yol”… Yılmaz Güney’in senaryosunu yazdığı ve Şerif Gören’in yönettiği Türk sinema klâsiği “Yol”un bir sahnesi için güzeller güzeli, zavallı, gariban bir atın canına kıyılmıştı. Hatta başlangıçta bunu (atı öldürmeyi) Tarık Akan’ın yapması istendi. Vicdanlı bir insan olan Tarık Akan son anda ata gerçek kurşunları sıkmaktan vazgeçti. Onun yerine setteki başka bir insan (!) masum, çaresiz, biçare atı acımasızca öldürdü.

Yılmaz Güney’in yazdığı senaryonun sözünü ettiğim sahnesi şöyledir: Seyit karakteri (Tarık Akan) donmak üzeredir; donmamak için önce atının kafasına kurşun sıkar, sonra da ölen atın henüz sıcacık durumdaki karnını yararak ellerini ve ayaklarını onun içine sokar.

Tarık Akan, Can Yayınları tarafından 2002 yılında basılan ve gelirleri yazarı tarafından Nazım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı’na bağışlanan “Anne Kafamda Bit Var” adlı anılarında bu olayı şöyle anlatır:

“Başçavuştan alacağımız silâhla filmdeki atımı öldürecektim. (…) Çekim boyunca atla aramda inanılmaz bir bağ kurulmuştu… Ömrümün sonuna kadar unutamayacağım çok farklı bir arkadaşlık yaşamıştık. Bana duyduğu sevgi ve bağlılığı atın gözlerinden okuyordum. Kar fırtınasında yanıma gelip kafasını paltomun içine sokuyor, gözlerini gözlerime dikiyordu… Çekim sırasında üstünden düştüğümde burnuyla beni itiyor, kokluyor, sanki canımın yandığını anlamış gibi üzülüyordu, bir de beni avutmaya çalışıyordu. Onu hiç yularından tutup çekmem gerekmemişti. İş (çekim) bittiği zaman arkama takılıp bir köpek gibi beni izliyordu. Filme başlamadan önce ‘Yol’un yönetmeni Şerif Gören’e ‘Meraklanma, bu sahnede atı öldürebilirim. O kadar cesareti bulabilirim, yapabilirim,’ dediğimi anımsıyorum. Atı vuracağım sahne çekilirken hayvancığa uyuşturucu iğne yapıldı. At yere yığıldı. Yakın plânların hepsi çekildi: Donmuş bir el, ısıtılmaya çalışılan bir el, ateş edemeyen bir el ve atın yakın plânları aradan çıktı. Sıra öldürme plânının çekimine gelmişti. Kamera uzağa gitti, genel bir plân çekilecekti. Silâh elimdeydi ve içinde tek bir kurşun vardı. Başçavuş bir kurşundan fazla vermiyordu. Şerif Gören, ‘Kamera!’ diyecekti ve ben kısa bir süre sonra atın kafasına bir kurşun sıkacaktım. Karların ortasında ben ve yerde yatan atım trajik bir şekilde yerlerimizi almıştık. Kamera uzakta hazırlanırken at gözlerini açıp bana yalvarır gibi baktı. Kafasını kaldırmak istedi. Sanki bana doğru gelmek istiyormuş gibime gelmişti. Bu arada Yönetmen Şerif Gören ‘Kamera!’ diye bağırdı… Bekledi. Burada tabancamı çekmeli ve kurşunu atın kafasına sıkmalıydım. Ama yapamıyordum işte. ‘Ateş etsene! Ateş et!’ diye bağırdı Şerif Gören. ‘Yapamayacağım Şerif, stop!’ diye seslendim. Atın başından ayrıldım. ‘Ben bu atı öldüremem,’ dedim ve sözlerimi sürdürdüm: ‘Yakın plân başkasının elini çek. Kusura bakma, ben yapamayacağım,’ dedim. Yılmaz Güney’in yeğeni araya girdi: ‘Ben yaparım. Atı öldürürüm,’ dedi. Paltomu kendisine verdim. Kamera hazırlandı. Yılmaz Güney’in yeğeninin el plânı çekildi. Derken bir silâh sesi… ‘At öldü, gel Tarık,’ dediler. Koşarak gittim. Paltomu giydim, daha sonraki plânlara geçmek üzere çalışmaya başladık. Kamera hazırlanıyorken at gene kafasını kaldırıp bana baktı. Ayağa kalkmaya yelteniyordu. Ölmemişti. Başçavuşa gittim: ‘Mermi ver, at ölmemiş,’ dedim. Başçavuş, kendini tiksinti verici bir şekilde naza çekiyordu. Yalvarta yalvarta bir kurşun daha verdi. ‘Başçavuşum, ver birkaç tane daha, bak at can çekişiyor,’ dememe karşın onu bir tek kurşundan fazlasına razı edememiştim. Yılmaz Güney’in yeğeni o tek kurşunu da atın kafasına sıktı. Sonra ben tekrar sahne aldım. Tam çekime geçilecekken, at gene gözünü açtı, bakışlarıyla beni arıyordu. Bayılacak gibi olmuştum, çıldıracaktım… Bir kez daha başçavuşun yanına gittim: ‘Mermi ver!’ dedim. Başçavuş, ‘Mermi yok!’ dedi. O anda yakasına yapıştım: ‘Senin de, merminin de,’ dedim. Küfrettim. Yöre halkı başçavuştan yalvara yakara üç mermi daha almıştı. Yılmaz Güney’in yeğeni kurşunları boşalttı, at bu kez gerçekten öldü. Paltomu giydim, bir sonraki sahneye geçtik.

Senaryoya göre donmak üzereydim; atın karnını kesecektim, ellerimi, ayaklarımı atın karnına sokup donma tehlikesini bir süre geciktirecektim. Ne yazık ki bu sahneyi kötü bir zamanda, hava kararmak üzereyken çekmiştik. Ertesi güne bırakamıyorduk çünkü gece boyunca kurtların atın ölüsünü parçalayacağını biliyorduk. Sonuçta akşam üstü çekilen sahnede renkler çok koyu çıktığı için Yılmaz Güney kurguda bu bölümü çıkarmak zorunda kalacak, bu da onu hem üzecek, hem de sinirlendirecekti.”

İyi Örnek: “Anayurt Oteli”

12 Mayıs 2005’te erken yaşta vefat eden Ömer Kavur’un yönettiği Yusuf Atılgan uyarlaması “Anayurt Oteli”nde başkarakter Zebercet’in (Macit Koper canlandırıyor) bir kediyi öldürdüğü bir sahne vardır. Bu sahnede tam bir hayvansever olan ve bir köpeği bulunan Ömer Kavur kafasına tavayla vurulan kedi için içi samanla dolu peluş bir maket kullandı. Bu da Türk sinemasındaki az sayıdaki hayvan dostu eylemden biridir. Kısaca söylemek gerekirse, “Anayurt Oteli”nin çekimleri esnasında hayvanlara zarar verilmemiştir.

Yararlı Yazılar:

Hayvan haklarına duyarlı, vicdan sahibi sinemaseverler şu yazıları da mutlaka okumalı:

* Sinemanın Dünyaya Ettiği Kötülük: Jaws / 9 Haziran 2009 / Ali Ulvi Uyanık/ e-kolay.net
* Yunuslarla Ağladık / 13 Nisan 2010 / Ömür Gedik / Hürriyet Gazetesi
* Flipper’ın Eğitmeni Günah Çıkarıyor / 5 Haziran 2010 / Ömür Gedik / Hürriyet Keyif Eki
* Koy’u Lütfen İzleyin, İzletin / 8 Haziran 2010 / Ömür Gedik / Hürriyet Gazetesi

Sonuç:

“WALL-E” ve “Artificial Intelligence: AI – Yapay Zeka” gibi filmlerde insan eliyle dünyamız ölü bir gezegene dönüşüyordu. Bilim insanları, intihar eylemcisi gibi davranan insan topluluklarının bu bilim kurgu filmlerini çok yakın gelecekte gerçeğe dönüştüreceğini öngörüyor.

Koy / The Cove’un Aldığı Bazı Ödüller:

2010 Oscar: En iyi Belgesel
2010 Amerika Senaristler Birliği: En İyi Belgesel Senaryosu
2009 Amsterdam İzleyici Ödülü
2009 Los Angeles Film Eleştirmenleri Birliği: En İyi Belgesel
2009 Sundance İzleyici Ödüllü
2009 Sydney İzleyici Ödülü

Yönetmen: Louie Psihoyos
Senaryo: Mark Monroe
Yapımcı: Paula DuPré Pesmen ve Fisher Stevens
Oyuncular: Simon Hutchins, Mandy-Rae Cruikshank, Kirk Krack
Süre: 92 dakika.
Yapım: ABD, 2009
Yaş sınırı: 13 yaş ve üzeri

(18 Kasım 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Tarlabaşı ve Savaş Ay ve Aziz Ayşe

Siz hiç çöplerden yiyecek artıkları toplayıp karnınızı doyurdunuz mu?

Hiç çorba parasına adamların altına yattınız mı?

Sokaklarda aç kalıp dilendiniz mi?

Renginizden, cinsel yöneliminizden, ayrıksı dış görünüşünüzden dolayı şiddete uğradınız mı?

Gece ayazda hayatınızı riske atıp yol kenarlarında fuhuş yaptınız mı?

Hiç karakollarda copların tadına baktınız mı?

Bakmayın, gazete köşelerinde keyif çatan yazarların insan hakları vurgularına… Bir davet, gala, konser çıkışı yanlarına sokak çocukları yanaştığında oradan hızla uzaklaşırlar. Toplumun en dibine itilmiş ve sadece yaşamaya devam edebilmek için çırpınan, sokaklarda sürünüp bir umut ışığı arayan insanlara, gazetecilerimizin / sanatçılarımızın ilgisi hep sınırlı kalmıştır.

Tüm eksikliklerine karşın iyi ki bir “Ağır Roman” sinema filmi olarak çekildi… 9 Kasım’da yitirdiğimiz Savaş Ay, 1990’lara “A Takımı” ile iyi ki damga vurdu. Ve iyi ki, Elfe Uluç (her ikisi de aramızdan ayrılmış olan, Türkiye’nin en iyi birkaç öykü yazarlarından Sevim Burak ile ressam Ömer Uluç’un kızları) “Aziz Ayşe”yi çekti… Çünkü alt sınıfların nefes alıp verdikleri son yer olan Tarlabaşı, parça parça yok ediliyor. Yerine ‘her türden’ kapitalistin para basacağı yapıların olduğu bir ruhsuz bölge oluşturuluyor.

Tarlabaşı’na dair görsel hafızamıza katkı niteliğinde belgeler daha fazla olmalıydı kuşkusuz. Fakat bunun için orada yaşamaya çalışan insanların içine sızan, onlardan biri gibi davranan, onlar gibi kokan gazeteciler ve sanatçılar pek çıkmadı. ‘Savaş Abi’, 90’larda, gece-gündüz o sokaklarda rastladığımız ve keşlerin, eşcinsellerin, seks işçilerinin, ayyaşların, trans kadınların, hayranı olduğu Çingenelerin de çok zengin öykülere sahip olduğunu gündeme getiren tek televizyon programcısıydı. ‘Korkunç sansür organizasyonu’ RTÜK’ün olmadığı dönemde stüdyosunu onlara açmış, dramatik hikâyelerini ekranlarda paylaşmalarını sağlamıştı. Hiç kimse bu insanlara onun gibi yaklaşamamıştı; Savaş Ay’ın yaydığı güven benzersizdi.

Elfe Uluç ise, ‘doku drama’ olarak çektiği “Aziz Ayşe”de, besin zincirinin en altında yer alan ve gençlik yıllarını geride bırakmış, travestimsi bir çöp toplayıcısının insani özüne ulaşmaya çalışmış. Bunu yaklaşık 5 yıllık bir zamanda ve Tarlabaşı’nın ara sokaklarını belgeleyerek gerçekleştirmiş. Asıl adı Melikşah Yardımcı olan Aziz Ayşe’nin belgeselini çekmek için onunla birlikte bu ‘çöp dünyanın’ içine giren genç kadın Elif’i ise, karakterinin tekâmülündeki yükselişine seyirciyi inandıran Feride Çetin oynamış (mükemmel seçim).

Peki, “Aziz Ayşe”, biz ikiyüzlülere ne söylüyor: “İlk Taşı en günahsızımızın atmasını mı?”… İnsan suretinde hırs ve açgözlülükle dolaşmanın kolay, ancak gerçekte insan olmanın / hissetmenin zor olduğunu mu? Çöplerden beslenmenin, harabede yaşamanın, kötü görünmenin, sınırları çizilmiş ahlâk normlarının dışında davranmanın, evet, bunların hiç birinin iyi bir yüreğe sahip olmaya engel olmadığını mı, olamadığını mı? Kendisi muhtaç durumdayken eline geçen paraları yardım için harcamanın asıl erdem olduğunu mu?

“Aziz Ayşe”, yukarıdaki soruların hepsine dair bir film: Bazı teknik yetersizlikleri olabilir ama insan kalbine dokunma anlamında, çoğu kibirli filmi ezer geçer. Bu Tarlabaşı’nın ruhu üzerine de bir film. Metin Kaçan’ların; kötü lokantaların masalarında, berbat barların kuytu köşelerinde ruhu üşümüşlerin; Savaş Ay’ların; ispirto içip kafa bulmaya çalışanların; Dolapdere tamirhanelerindeki bıyıkları yeni terleyen çırakların; sidik kokulu sokaklarda ‘koli kesen’ lubunyaların…

Yürekli bir sinemacı Elfe Uluç’a bravo.

Huzur içinde yat Savaş Ay.

Not: Elfe Uluç’un şu görüşlerine de yer vermek istiyorum: “Ben bu proje üzerinde 2005’ten beri uğraşırken, Tarlabaşı ve Ayşe’nin, Fellini’nin ‘Ginger ve Fred’ filminde yaşlanan figüran oyuncuları gibi yavaş yavaş çöküşlerine ve silinişlerine şahit oldum. Ayşe ilk gördüğümde ve filmini çekmek istediğimde 52 yaşındaydı ama Tarlabaşı’nda bir yıl, 3 yıl gibi yaşanıyor. Filmi bitirene dek genç bir insan yaşlı bir insana dönüştü. Tarlabaşı da yıkıldı, evi de yıkıldı. Bu bir hayatta kalma savaşının hikâyesi oldu. Filmin kendi prodüksiyon macerası da öyle.”

(10 Kasım 2013)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

Benim Dünyam mı, ya da Bizde Helen Keller’ler Var mı?

Helen (Adams) Keller (1880 -1968), Kör ve sağır kişilerin eğitimlerinde önemli bir örnek olarak tanınan ABD’li yazar ve eğitimci. Ağır bir hastalık nedeni ile 19 aylık iken “kör ve sağır” oldu. … Bir süre sonra konuşma yetisini yitirdi. … 1904’de Cambridge’deki Raddcliffe College’i üstün başarı ile bitirdi. Bu eğitiminde (ve başarısında) katkısı olan öğretmeni Anne Mansfield Sullivan’da önceleri kör iken, gördüğü tedavi sonucu kısmen iyileşmiştir. (Ana Britannica Ansiklopedisi, 18. cilt 343. sayfa)

ABD’de, hep yapıldığı üzere Keller’in (mücadeleli ve mucizeli) yaşamı tiyatro sahnesine taşınmış ve Broadway’de çok tutulmuş bir oyunu oluşturmuştur. Oyun, “melodrama kayması çok kolay ve olası bir gerçek yaşam öyküsünden, duygusallığı son derece denetlenmiş bir yaşam dilimi” (Dorsay – 100 Yılın 100 Yönetmeni, s. 415 – 418) olarak -televizyon kökenli- Arthur Penn tarafından Miracle Worker (1962) adı ile sinemaya uyarlanır. (Filmdeki eğitimci kadın öğretmen rolü ile Anne Bancroft, Oscar ödülü alır, Helen Keller’in küçüklüğündeki oyunu ile de Patty Duke başarı kazanır. (Film bizde Karanlığın İçinden adı ile gösterilmiştir. -Ben TV gösterisini hatırlıyorum, sinemalara çıktı mı???-)

Bu yaşamı, oyunu ve Penn’in filmini belirttikten sonra bizim, Benim Dünyam’a gelirsek, öncelikle şunu söyleyelim ki, gerek filmin afişlerinde (ve yazılı basın tanıtımlarında) ve jeneriğinde Sangay Leela Bhansali’nin Black’inden (2005) esinlenildiği (“uyarlandığı” diyebiliriz) belirtiliyor. Garip olan Bhansali’nin -senaryoyu da yazmıştır- filminin (filminin öyküsünün) özgünlüğünden söz edilmesidir. Gerçi, Black’i bilmiyorum ama bizim Benim Dünyam, bir Miracle Worker uyarlaması değildir. Hem jeneriğine bile Black uyarlaması olduğu yazıldıktan sonra, filme -bu nedenle- her hangi bir şey söylemek mümkün değildir. Filmi beğenir veya beğenmezsiniz, “ağlatma” özelliğini öne çıkarıp eleştirirsiniz. O zaman Yeşilçam’ın tarihine bir göz atın derim. Ayrıca bu (ağlatma) özelliği de -özellikle- vurgulanmış değildir, -Elâ’nın durumunun hiç de normal olmadığı için- konunun gereğidir.

Bir “sinema filmi” niçin ve nasıl yapılır? Ansiklopedik bilgiye göre Keller’in öğretmeni bir kadındır, Miracle Worker’da da bu öğretmen kadındır (Anne Bancroft), Benim Dünyam’da ise erkek (Uğur Yücel). Bhansali’nin Black’inde de böyle mi, yani değişikliği Bhansali mi yaptı, yoksa bizim değiştirmemiz mi? (Black’i seyretmemiş olmak herhalde ayıp değil.) Biz de Helen Keller var mı? Olup olmaması önemli mi, -başka fakülteleri bilmem ama ben okurken Hukuk Fakültesi’nde (hatta bizim sınıfta) kör öğrenciler vardı, şimdi İstanbul Barosu’na kayıtlı kaç kör avukat var. Bunlar sayılacak şeyler değildir- bana göre önemli de değil.

Uğur Yücel bir film yapmaya karar vermiş -belki bunda başkaları etken olmuş olabilir- ve yapmış, Beren Saat, zor bir rolün altına girmiş, başarmış da. (Bu arada küçük Elâ’da Melis Mutluç’u da unutmayalım.) Filme giden seyirci ister Saat için gitsin, ister Yücel için, isterse “ağlamak” için… Yücel’in Benim Dünyam öncesinde yaptığı, dış festivallerde boy göstermiş filmi Soğuk, gösterim için Aralık ayını beklerken, Benim Dünyam sinemada (pardon sinemalarda) boy gösteriyor… Filmin uyarlama olması kimseden saklanmıyor, sonra -yine bir bakın bakalım- Yeşilçam tarihinde ne uyarlamalar yapılmış. Film, Yeşilçam sineması özellikleri taşıyormuş. Burada bir yanlışlık var, Yeşilçam düzeni bir üretim biçimi idi, değişen odur, yoksa Yeşilçam tarzı film yapmak (ne demekse?!) bir eleştiri konusu olamaz.

Ben hiçbir film için “gidin” veya “gitmeyin” demem, burada Benim Dünyam filmi hakkında da bir şey söylediğimi zannetmiyorum. Film hakkında -bence bilinmesi gerekli- ön bilgiler verdim. Bunların seyirciyi olumsuz etkilemesini de istemem. Yine de gidip gitmeme kararı seyircinindir ama film -ne de olsa- bir Uğur Yücel filmi.

(09 Kasım 2013)

Orhan Ünser