Kategori arşivi: Yazılar

Amerikan Sivil Haklar Mücadelesi Tarihine Tanıklık

Geçtiğimiz yıl Ağustos ayında gösterime girdiği ABD’de büyük ilgiyle karşılanmış olan ‘Başkanların Hizmetkârı / The Butler’, tam 34 yıl ABD başkanlarına hizmet etmiş ve baş kâhya konumuna yükselmiş siyahi Eugene Allen’ın gerçek yaşamından esinlenmiş kurmaca bir hikâyeyi, ırkçılığa karşı mücadelenin tarihine tanıklık ederek anlatıyor.

Filmin siyahi yönetmeni Lee Daniels’ı 2009 yılı Oscar mevsiminde hayli ses getirmiş, kadın oyuncusu Mo’nique ile senaryosu Akademi ödülüne layık görülen ikinci uzun metrajı ‘Acı Bir Hayat Öyküsü / Precious’ ile tanımış ve sevmiştik. Bu yürek burkan şehir hikâyesinin ardından, 1969 yazında tarım işçilerinin hak arayışları ve siyahların sivil haklar mücadelesiyle çalkalanan New Orleans topraklarına uzandığı, geçtiğimiz yılın Cannes Şenliği’nin yarışmalı ana seçkisinde yer almış ‘Gazeteci Çocuk / The Paperboy’ geldi.

Daniels’ın başkan Obama’yı ağlatan film olarak da bilinen bu yeni çalışması, Beyaz Saray’ın ilk siyahi liderinin huzuruna çıkmak için bekleyen emekli kâhya Cecil Gaines’in görüntüsüyle açılıyor. Fonda yankılanan Schumann’ın La minör op.54 piyano konçertosunun ezgileri eşliğinde geçmişe dönüyor yaşlı adam ve kendi ağzından zorlu yaşam öyküsünü izlemeye başlıyoruz.

Amerikan İç Savaşı sonunda güneyli siyah ırkın kazandığı haklar kısa süre içinde geri alınmıştır. 1926 yılının Macon, Georgia’sında annesine tecavüz edilen küçük Cecil’in babası pamuk tarlasında gözleri önünde katledilir. Küçücük bir rolde Vanessa Redgrave’in canlandırdığı çiftliğin büyük hanımı tarafından ev hizmetlerinde yetiştirilir Cecil Gaines. Burada öğrenir bir ‘ev zencisi’nin nasıl davranması gerektiğini. Hizmet ederken sesi çıkmayacak, nefesi bile duyulmayacaktır.

Biraz büyüdüğünde çiftliği terk ederek kuzeye giden genç adam, Washington D. C.’nin lüks Excelsior Oteli’nde yetişir. Afrikalı Amerikalıların iki yüzü olması gerektiğini burada öğrenir ustasından. Biri kendi yüzü, diğeri beyazlara kendini güvende hissetirecek sessiz ifadesiz ikinci yüzüdür tarif edilen. Otelde sunduğu hizmet bir Beyaz Saray görevlisinin dikkatini çekince, devletin üst makamındaki uzun hizmet yılları başlar. Burada, kaynaklarda sekiz olarak geçen, ancak benim saydığım kadarıyla yedi başkana hizmet eder. Afrika kökenli Amerikalıların çoğunluğunu simgeler biçimde apolitik kalmayı tercih eder Cecil. Ancak Güney’de baskı ve zulüm sürerken büyük oğlu Louis’nin temsil ettiği genç kuşak sessiz kalmaya niyetli değildir. Martin Luther King ile başlayan, daha sonra Malcolm X ve Kara Panterler örgütüyle devam eden politik aktivist mücadelesinin ardından siyasete atılacaktır Louis.

‘Başkanların Hizmetkârı’nın kişisel bir öyküden yola çıkarak, siyah ırkın uzun ve çileli politik mücadelesine tanıklık edişi biraz yüzeysel kalmış belki. Ancak, Afrikalı Amerikalıların kuşak çatışmasını, baba ile oğulun özgürlük anlayışlarındaki farklılığın altını çizerek anlatması önemli. Cecil Gaines’in evi ile işyeri arasında bölünmüş dünyası ve farklı iki yüzünün renk düzenlemeleriyle ayrıştırılması da ilginç. Yine, Beyaz Saray’daki bir davet seremonisi ile güneyde Nashville’de siyah gençlerin ayrımcılığını protesto eden restoran eyleminin koşut kurguyla verildiği bölüm gayet başarılı.

20. yüzyıl Sivil Haklar tarihinin anılarını tazelerken gerçek belgelerden, röportajlardan da yararlanıyor Daniels. Cecil Gaines’i Amerikan sinemasının en önemli oyuncularından Forest Whitaker, karısı Gloria’yı yine ABD’nin çok tutmuş televizyon programlarıyla ünlü Oprah Winfrey canlandırıyor. Bu arada Beyaz Saray’dan geçen başkanlara küçük dokunuşlarla, aralarında Robin Williams, Liev Schreiber, Alan Rickman, John Cusack, James Marsden gibi eski ve yeni kuşaktan tanınmış oyuncular hayat veriyor. Genç kuşağın yükselen oyuncularından David Oyelowo’yu oğul Louis rolünde izlediğimiz yapımda, bir dönemin politik aktivist oyuncusu Jane Fonda, yıllar sonra Nancy Reagan kompozisyonuyla kısa süreliğine de olsa perdede gözüküyor.

(05 Haziran 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Sinema Nedir?

Cumartesi günlü (23.05.2014) Cumhuriyet Gazetesi’nde Zeynep Oral bir yazı yazmış. “Saat-ler” hakkında olduğunu sanıyorum, bir gösteri ile ilgili imiş. Evden buna gitmek isteği belirtildi, gidebilirdim. “Peki” dedim, -ama ne olduğunu doğru dürüst bilmiyorum, ben bir sergi zannediyorum. Yazının çıktığı gazeteyi de alarak belirtilen yere gittik. Bu arada yazının yer aldığı gazeteyi yitirdik. Ama yolumuz Odakule’ye vardı. Sora sora ulaştığımız yer bir sinema salonu idi… ve film oynuyordu.

Kısa sürede anladığım şu idi, gösterilen film 24 saat süren (?) bir filmdi ve gösterildiği andaki gerçek saat ile ayniyeti izleyen bir film!… Film, çeşitli filmlerden alınmış görüntülerin eklenmesi ile oluşturulmuş; görüntülerin çoğunda -hepsinde değil- çeşitli saat görüntülerinin yer aldığı bir film. Gerçek saatimiz 11:00’i gösteriyorsa, perdede yer alan filmde de saat 11:00’i gösteriyor. On dakika sonra perdede gördüğünüz saatler 11:10’u gösteriyor. Seyirci salona girip çıkıyor, seyredilen bir film değil, filmler, saat görüntülerinin yer aldığı filmler. Ama bu filmlerin ne olduğu belirtilmiyor, birbiri ile hiç ilgisi olmayan filmler. Renkli bir filmin peşinden siyah/beyaz bir film gelebiliyor. Filmlerde tarihi bir sıralama da yok, peşi peşine birbirlerini izliyorlar. Karanlık sinema salonunda saatinize bakmaya hiç gerek yok, perdede filmi izlerken saati de izleyebiliyorsunuz. Bu kâh bir duvar saati, kâh bir kol saati veya bir istasyon ve kentin meydanında yer alan bir saat olabiliyor. Asıl ilginç olan bu filmlerde bazısı bildik, bazısı biraz eski veya yeni oyuncular anlık olarak yer alıyorlar. Bazısı uzun, bazısı kısa an-larla…Kimler yok ki, Orson Welles saatsiz bir görüntü ile yer alıyorken, Robert Taylor, Karl Malden, Dustin Hoffman, Robert de Niro, Charles Chaplin, John Cassavetes, Sean Penn, Gregory Peck, Woody Allen, Clint Eastwood, Stan Lorey, Oliver Hardy, Marcello Mastroanni, Robert Redford, Paul Newman, Peter Falk, Kirk Douglas, Catherine Deneuve…

Filmi 1 saat 15 dakika süre seyrettik, sonra çıktık, devam ediyordu… Öncelikle böyle bir filmi (!) yapmak için ne kadar film seyretmek gerekiyor ve bu filmlerden saat görüntülerini belirlemek… Görüntülerin seçiminden sonra sıralanması ve gerçek zaman ile paralel gidecek şekilde kurgulanması, hem bilgi, hem sabır ve çok fazla emek isteyen bir şey.

Düşünüyorum da bizim sinemamızda böyle bir şey yapmanın olanağı ne kadardır. Film yapmayı kolay bir iş belleyenlere, sinemanın, görüntünün ne boyutlara varabileceği düşünmelerini isterim. Bu bir belgesel film mi? Saat ve zaman yönünden bakılırsa evet ama belgesel demek tek başına bir şey ifade etmez -en azından böyle bir film, bir sinema olayı için. Evet, bir sinema olayı, kimsenin başından sonuna kadar seyretmeyeceği -en azından bir oturuşta- bir sinema olayı. Ama tamamının seyredilmemesi ne gam, bir saat, iki saat… dört saat seyredebilirsiniz ama aslolan seyrederken, izlenen saatleri seyretmek değil. Bunlar önemli, filmlerde saat nerelerde, nasıl kullanılmış. Filmde saat hedef olarak kullanılmamış olsa bile, o saatleri filmler içinde seçmek ve bunları -24 saatlik günü dakika dakika izleyerek, kurgulamak, filmleştirmek… (dudakta bükebilirsiniz, saçma da bulabilirsiniz)…

İzlenilen saatlerin dışında, birbirinin peşine eklenen filmlerde tanıdık -eski tanıdık- yüzleri bulmak, asıl önemli olan bu. Benim için önemli olan bu ama benim de birçoğunu tanıyamadığım gibi, siz de bir kısmını tanımayabilirsiniz ama -sinema ile biraz ilgili iseniz, (buna, son günlerin reklâmı çok yapılan, çoğunun içi boş filmlerin peşinde koşmak durumu girmez) tanıdığınız bir aktör/aktrist-in görüntüsü geçince, -saat kaç olursa olsun, önemli değil- gülümseyeceksiniz.

Ben altındaki emeği düşündükçe heyecanlanmıyor değilim. Sinema artık bitti diyecek gibi olurken, böyle bir film -hem de dramatik yapısı olmayan bir film- bana sinema ile neler başarılabileceğini yeniden düşündürdü. Sinemanın gelişen teknolojisini böyle (veya benzeri, benzemeyeni de olabilir) konularda kullanmak… ama bu filmleri -şöyle veya böyle- seyirciye ulaştırmak gerekiyor. Onun için sinemayı kurmaca filmlerle sınırlı tutmak gibi bir dar alanda kalmamak gerektiği düşüncesi değişmez bir şekilde kafama kazınıyor.

Filmi (Sahi, adı var mı? Vardır da neydi…? Kurgulayanlar -bu bir ekip işidir, tek kişinin harcı değil- kimlerdir.) görmeyenler olabilir -tamamını görmek tek oturuşta mümkün mü?- veya kısmen görmeyenler olabilir. Bana göre kaçırdıkları (görmediğim bölümleri için -benimde kaçırdığım bölümler için- üzülmüyorum ) bölümler için üzülmemeleri gerekir ama sinemanın nelere ulaşabileceğini -kısmen de olsa- görmedikleri için üzülebilirler.

(29 Mayıs 2014)

Orhan Ünser

Sinemamız Kaynaklarında Haklarında Yanlış Bilgi Verilen Filmler ve Yanlışlar (Farklılıklar) 7

Filmleri (ben) yönetmenine göre değerlendiririm fakat unutmamak gerekir ki, filmlerde seyircinin gördüğü öncelikle oyuncudur. Seyirci -belki- filmin bile ne olduğunu bilmeden beyazperde önündeki koltuğuna oturur ama filmi görmeden -özellikle eski- filmler hakkında bilgi edinmek istediği zaman sinemamızda çok az olan kaynaklara bakmak durumundadır. Bir film hakkında öncelikle bilgi veren yer “jenerik”tir, ondan öncesi ise, “afiş”, gerçi şimdilerde sinemaya girişte afişi görmeme olasılığı çok yüksek.

Şimdi, bu şekilde -birçok kişiye önemsiz gelebilir- yanlış ve hatalı bilgiler arasında kısa bir gezinti yapacağız. Bu hatalı bilgilerin bunlarla sınırlı olmadığını belirtelim. Farkında olmadığımız daha ne hatalar (ve eksikler) var, onların bir kısmına zaman içinde ulaştığım oluyor. Şimdilik ulaşabildiklerimi (ve hatırlayabildiklerimi) aktarıyorum:

Benim için en enteresanı: Gazap Rüzgârı (Orhan Aksoy / 1982) filmidir. Bu filmin afişinde ve jeneriğinde Gülistan Güzey adı var fakat Sayın Güzey bu filmde yok. Filmi ilk seyretmemden sonra sırf Güzey’i aramak için tekrar seyrettim, yoktu… Güzey’in oynayabileceği bir rolü Şeref Çokşeker oynuyordu fakat ne afişte ne de jenerikte adına rastlamak mümkün değildi… Google’da son bir deneme yaptım, filmi buldum. Hem Güzey’in, hem Çokşeker’in adı oyuncular arasında yer alıyor fakat tüm oyuncuların filmde oynadıkları karakter adları parantez içinde yer alırken, Güzey’in karşısında her hangi bir ad (oynadığı rol) yok, Çokşeker’in karşısında ise “dadı” rolü yazılmış. Bu rol filmde Güzey’in oynayabileceği tek rol fakat bu rolde afiş ve jenerikte adı geçmeyen Çokşeker oynuyor.

Hülya Koçyiğit’in filmografisinde Gazap Rüzgârı filminde oyuncular arasında Şeref Çokşeker sayılırken (Alican Sekmeç) Özgüç’ün Türk Filmleri Sözlüğü’nde (cilt: 2) filmin oyuncuları arasında Gülistan Güzey sayılıyor.

Yavuz Yalınkılıç’ın Cesur Kabadayı (1969) filminin oyuncuları arasında Hayati Hamzaoğlu sayılmaktadır (Özgüç, cilt: 1) fakat filmde Hamzaoğlu yoktur, olması halinde -olası- rolünü, filmin yönetmeni Yavuz Yalınkılıç oynamaktadır. Filmin başrol oyuncusu İzzet Günay’ın filmografisinde ise oyuncu olarak Yalınkılıç adı geçmez iken Hamzaoğlu oyuncular arasında sayılmaktadır. (Evren)

Orhan Elmas’ın Plajda Sevişelim (1964) filmi oyuncuları arasında Hülya Koçyiğit adı verilmektedir (Özgüç: 1) fakat film Hülya Koçyiğit’in filmografisinde yer almamaktadır. Filmin afişi üzerinde yapılan araştırmada filmde oynayan Koçyiğit’in Hülya değil Nilüfer olduğu görülmüştür.

Aykut Düz’ün Otelde Cinayet (1986) filminde oynayan Yılmaz Zafer’in adı Özgüç’ün kitabında (cilt 2) Zafer Yılmaz olarak yer almaktadır. Yılmaz Zafer’in adının bu şekilde ters yüz edilmesi tek örnek değildir, bir kısım film afişlerinde de adı Zafer Yılmaz olarak yer almıştır. Sinemamızın kuruluş yıllarındaki yönetmenlerinden Muhsin Ertuğrul’un adı, eski bir geleneğe göre bazı eski metinlerde Ertuğrul Muhsin olarak yer almakta ise de, bu kullanım Yılmaz Zafer’in doğumundan çok öncesinde terk edilmişti. Yıllar sonra bazı yerlerde adın bu şekilde değiştirilmesinin hiç bir savunması olamaz.

Film isimleri:

Mehmet Dinler’in Yalancı (Çok Yalnızım) (1973) filminin çift ismi vardır, Özgüç Türk Film Yönetmenleri Sözlüğü’nde Dinler’in filmlerini verirken iki isimli bu filmi iki ayrı filmmiş gibi göstermektedir. Aynı şekilde Orhan Elmas’ın iki isimi filmi, Mahzun Gönüller’e (İçimdeki Alev) iki ayrı filmmiş gibi yer vermektedir.

Türk Filmleri Sözlüğü’nün ikinci basımı hazırlanırken (basım için yazımı yapılırken) yanlış yazıldığını fark ettiğimiz Kelepçeli Aşk (1963) filminin isminin düzeltilmesi için Özgüç’ü uyarmamız üzerine, hata (yanlışlık) düzeltilmiştir fakat kitabın film dizininde, düzeltilmesini istediğimiz hatalı hali ile (Kelepçeli Aşık) yer almış bulunmaktadır. Aynı yıl içinde yer alan Bulunmaz Uşak filminin ismi yanlış (hatalı) olarak Bulunmaz Aşk olarak yazılmıştır. Film dizininde ise filmin adı doğru şekli ile yer almaktadır.

(27 Mayıs 2014)

Orhan Ünser

Cannes’da Zafer Kış Uykusu’nun

67. Cannes Film Festivali’nde ödüller açıklandı. Tüm sinema yazarlarının birleştiği nokta bu yılki hasadın çok verimli olduğu yolunda idi. Altın Palmiye adayı yarışmalı ana bölümde gösterilen 18 film çıtayı hayli yukarılara taşıdı. Çağımızın usta yönetmenlerinin son çalışmaları büyük bir keyifle izlendi, değerlendirildi.

Yeni Zelanda’lı yönetmen Jane Campion başkanlığındaki jürinin Altın Palmiye’yi hangi filme layık göreceği son güne kadar merak konusuydu. Başından beri beklediğimiz gerçekleşti. Büyük ödülün Nuri Bilge Ceylan imzalı ‘Kış Uykusu’na verilmesi hepimizi sevindirdi. Usta yönetmenin Çehov tutkusunun izlerini taşıyan, Bergman’dan ‘Evlilik Üzerine Sahneler’den esinler taşıyan mükemmel yazılmış ve oynanmış bu son başyapıtını ülkemizde gösterime çıktığında uzun uzadıya tartışmak üzere diğer ödüllere bir göz atalım isterseniz.

Festivalin yarışmalı ana bölümünün ikincilik ödülü sayılan Büyük Jüri Ödülü bu yıl gencecik bir İtalyan yönetmenin ‘Le Meraviglie / Şaheserler’ adlı filmine gitti. Alice Rohrwacher’in Toscana kırsalında kendi çocukluğu ve ilk gençliğinin geçtiği yerleri mekan almış çalışması bir büyüme öyküsü anlatıyor, kadınlığa geçişin sancılarını duyarlıkla irdeliyor.

En iyi yönetmen ödülü, bizde en çok Philip Seymour Hoffman’a Oscar ödülü getirmiş 2005 yapımı ‘Capote’ ile tanınan Bennett Miller’a takdim edildi. Amerikalı yönetmenin ‘Foxcatcher’ı, milyarder John Du Pont ile olimpiyat madalyalı güreşçi kardeşler Mark ve Dave Schultz’un trajediyle sonuçlanmış gerçek hikâyelerine dair. Paranoid şizofren Du Pont’u dehşetengiz bir makyajla canlandıran Steve Carell, kariyerindeki yeni dönemeçte bu çok farklı kompozisyonla beklenen erkek oyuncu ödülünü alamadı ama Oscar’larda adını duyarız gibi geliyor.

Festivalin en iyi erkek oyuncu ödülü bu dalda favoriler arasında gösterilen emektar İngiliz oyuncu Timothy Spall’e verildi. Mike Leigh imzalı ‘Mr. Turner’, 1775-1781 yılları arasında yaşamış, Empresyonist akımın ve yirminci yüzyıl soyut resminin ilham perisi olarak kabul edilmiş öncü ressam Joseph Mallord William Turner’ın yaşam hikâyesini konu alan görkemli bir ‘biopic’ olarak festivale damgasını vuran filmlerden biriydi.

En iyi kadın oyuncu ödülü bir diğer Amerikalı yıldıza sunuldu. David Cronenberg’in Hollywood’un şiddet yüklü rekabetini bıçak altına yatırdığı son opus’u ‘Maps to the Stars / Yıldız Haritası’nda mükemmel bir oyun çıkartan Julianne Moore’un oldu bu ödül.

2003 yapımı ilk uzun metrajı ‘Dönüş’ten beri favori yönetmenlerimiz arasında yer alan Andrey Zvyagintsev’in ‘Leviathan’ı en iyi senaryo ödülünün sahibi oldu. Eski Ahit’in şeytanla özdeşleştirilen deniz canavarından ve Hobbes’un aynı adlı eserinden yola çıkan yönetmen, kutsal Eyüp kitabının ‘dürüstler neden acı çeker’ sorusuna odaklanmış öyküsünde, günümüz Rus toplumunun keskin bir eleştirisini yapıyor.

İki film arasında paylaştırılan Jüri Ödülleri, 67. Cannes jürisinin belki de en hınzır kararı idi. Üçüncülük olarak kabul edilen Jüri Ödülü bu yıl 1930 doğumlu efsanevi usta Jean-Luc Godard’ın kendi gelmeden festivale yolladığı son deneysel çalışması ‘Adieu au Langage / Dile Elveda’ ile 1989 doğumlu Kanadalı genç yetenek Xavier Dolan’ın ‘Mommy’si arasında paylaştırıldı. Fransız Yeni Dalga’sının 84 yaşındaki dev anıtının yenilikçi, kışkırtıcı her daim genç sinemasının Kanada’nın yaramaz çocuğunun coşkun ödipal denemesiyle birlikte değerlendirilmesi çok yerinde olmuş kuşkusuz.

Bu yıl birbirinden iyi filmlerin yarışmalı seçkide yer aldığı Cannes sahnesinde, ödül listesine giremeyen ancak bu listedekiler denli başarılı filmler de vardı kuşkusuz. Dardenne kardeşlerin toplumsal dayanışma ruhunu yücelten, muhteşem Marion Cotillard’‘Deux Jours, Une Nuit / İki Gün, Bir Gece’si, sol ideolojinin yılmaz ozanı Ken Loach’un çok sağlam dayanışma filmi ‘Jimmy’s Hall / Jimmy’nin Mekanı’ ya da Japon yönetmen Naomi Kawase’nin Doğu Çin Denizi’nde mercanlarla çevrili Amami Oshama adasının eşsiz eko sistemini mekân alan, yaşam, ölüm ve yeniden hayat bulma döngüsü üzerine muhteşem çalışması ‘Futatsume No Mado – Still the Water / Su Durgun’ ödül listesinde yer bulamayan festivalin önemli yapımları arasındaydı.

67. Cannes Film Festivali’ni noktalarken, şu karanlık günlerde Türkiye’ye 32 yıl sonra ikinci Altın Palmiye’yi getiren ülkemizin aydınlık yüzü Nuri Bilge Ceylan ve çalışma arkadaşlarına bir kez daha teşekkür ediyor, daha geniş bir değerlendirme için ‘Kış Uykusu’ ve diğer filmlerin sinemalarımızda gösterime çıkmasını bekliyoruz.

(25 Mayıs 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Sinemamız Kaynaklarında Haklarında Yanlış Bilgi Verilen Filmler ve Yanlışlar (Farklılıklar) 6: Sevimli Haydut / Gazi Kadın

“Set fotoğrafı” nedir ve niçin çekilir? “Set fotoğrafı” denilince benim aklıma bir filmin çekilişi sırasında, sette çekilen fotoğraf geliyor. Bu -öncelikle- filmin tanıtımı için olur. Filmin bir “anını” yansıtır veya filmin setindeki çalışmalarla ilgilidir ki bunlar da “filmin anları” dışında “filmin çekiliş anları veya çekilişe hazırlık anları”, yine filmin tanıtımı için görüntülenir. Sevimli Haydut, filminde yukarıdaki filmlerde verdiğimiz örnekler dışında, başka türlü bir değişiklik veya “başka türlü bir tanıtım” karşımıza çıkarılıyor.

Türkan Şoray’ın Ayhan Işık ile oynadığı bu filmde, Türkan Şoray’ın direğe bağlı ve sırtı çıplak (!) olarak kırbaçlandığı bir sahne var. Bu sahne için Şoray, -aslında annesi- zorlukla razı edilir, böyle sahnelerin filmlerde olacağı, oyuncunun da buna karşı çıkmaması söylenir. Anne Şoray kabul eder ve Şoray direğe bağlı olarak kırbaçlanır. Kırbaçlanma sahnelerinde Şoray önden görünür, görünmemesi için takma saçlar ile göğüsleri maskelenir, yandan çekilen sahnelerde ise sadece sırtının çok az bir kısmı görüntüye girer.

Şoray’ın, yıllar sonraki ifadelerinde, çekim aralarında annesinin sırtını kapatmaya çalıştığı (kapattığı), çekim öncesi çıplak sırtının ve kırbaç izlerinin filmde görünmesi gerektiğinin kendisine söylendiği belirtilmektedir. Fakat -benim yıllar önce sinemalarda da gördüğüm kadarı ile- sırtı, hele kırbaç izleri olan çıplak sırtı hiç bir zaman görünmez (gösterilmez. / Belki çekilmiş fakat kesilmiş olabilir. Kim kesmiştir? Film şirketi mi, sansür mü, bilinmez. -Filmde kesime ilişkin bir belirti yok gibidir.)

Şoray’ın kırbaçlanması sırasında, kırbaçlanmaya neden olan, “nerede olduğu söylettirilmek istenilen” efe (Ayhan Işık) üstlerine gelip, kırbaçlayan Hüseyin Baradan’ı teslim alır ve adamlarına “kızı çözmelerini” ve “esvaplarını vermelerini” söyler. Şoray’ı, Baradan’ın adamlarından Danyal Topatan çözer… Bu sahne filmde böyledir ve devam eder. Sahne bu hali ile -Şoray’ın direğe bağlı olması ve Işık’ın Baradan’ı teslim alması- fotoğraf olarak sinemamız kitaplarında -birçok yerde- yer alır. Yine sözü edilen kitaplarda yer alan bir başka fotoğrafta, Işık, elinde “çakı” türü bir bıçakla direğe bağlı Şoray’a -ellerini bağlayan iplere- yaklaştığı görülür. Bu fotoğrafta Şoray -birazdan kendisini çözecek olan Işık’a- “arzu” ve “minnettarlıkla” bakmaktadır. (?) İkinci fotoğraftaki olay filmde yoktur, sonradan -belki de önceden- sette düzenlenmiş bir mizansenin fotoğrafıdır.

Rivayet olunur ki, ilişkileri başladıktan sonra Rüçhan Adlı, bu filmin bütün kopyalarını satın almıştır. Doğrudur, değildir, bilmiyorum, fakat pek doğru olduğunu da sanmıyorum çünkü üniversite yıllarında Ankara / Dörtyol’daki bir bahçe sineması birkaç yıl, her yaz bu filmi oynatmıştı. Film Asaf Tengiz’in yönettiği üçüncü sınıf bir filmdir.

Şoray, yıllar sonra çevirdiği Gazi Kadın filminde de -bir sahnede- kırbaçlanır fakat burada soyunmaz, giyiniktir. Bu filmden hiç söz edilmez. Edilmez ama başka şekilde söz etmek gerekir. Bu film (Gazi Kadın), Vittorio De Sica’nın Sun Flower adlı filmin bir kopyasıdır (uyarlamasıdır.) Ama bu filme nasıl “uyarlama” diyelim? Filmin hazırlanışında ve ilk çıkışında adı Nene Hatun idi. Sonradan Nene Hatun’un filmde anlatılan olaylar ile ilişkisi olmadığı söylenince adı Gazi Kadın’a çevrildi. De Sica’nın filminde İkinci Dünya Savaşı öncesi İtalya’da bir çift vardır. Savaş çıkar, erkek SSCB cephesine gider ve irtibat kesilir. Erkek yaralanmış, bir Rus kadın tarafından bakılmış ve aralarında bir aşk başlamıştır, İtalya’daki sevgili ise aşkının peşinden Rusya’ya gider ve bulur da… Şimdi bu konu Şoray’a uygulanır ise tabi olay biraz daha geriye çekilerek, sevgilinin Çarlık Rusya’sına -hem de gizli görevle- gitmesi, orada bilgi toplamak için bir Rus prensesine aşık rolü yapması gerekmektedir. Şoray, bunlar üzerine gittiği Rusya’da sevgilisini bulur, göstermelik ilişkisini ciddi zanneder. (Sanırım bundan sonra -yanlış hatırlamıyorsam- Rusya’daki “mazlum” Türkleri ayaklandırmaya çalışır… ???) Burada sorulacak soru şu: Bu filmin adı Nene Hatun olabilir mi?

Sevimli Haydut için çekilen bir set fotoğrafı bir kısım kitaplarda yer alırken, üzerinden 51 – 52 yıl geçmesine rağmen, filmdeki sahnenin, Türkan Şoray hakkında, gerek kendisinin adı çıkan, gerek başkalarının hazırladığı kitaplarda, konu (direğe bağlanma) dile getirilmekte ve sinemanın sultanının sinemadaki ilk yıllarında çekilen filmi hakkında demogoji yapılmaktadır. Bu arada filmdeki fotoğraflar da (set fotoğrafı dışında) kitaplarda yer almaktadır. Her oyuncunun -özelikle kadın oyuncuların- bu tip film parçaları, oyuncunun o günkü koşulları göz ardı edilerek magazinlerde yer almakta, ortada olmayan filmler üzerinden yorumlar yapılmaktadır. Bu sinemaya da oyuncuya da yapılan bir haksızlıktır. Gerek sinemayı gerek oyuncuları, bir filmlerindeki kısa (bazen filmde dahi olmayan) bir sahne, hatta sahneye ilişkin bir fotoğraf ile değerlendirmek, değinildiği gibi haksızlıktır. Filmler ve oyuncular -olumlu ve olumsuz abartıya kaçmadan, eleştirel anlamda olsa da- gerçek değerleri (yerleri) ile ele alınmalıdır.

(19 Mayıs 2014)

Orhan Ünser

Godzilla’nın Düşündürdükleri

Hollywood’un yaş ortalaması giderek düşen hedef izleyici kitlesi için uluslararası pazara sunduğu birbirinden gösterişli yapımlar, MARVEL karakterlerini döne döne bilmem kaç parti tükettikten sonra iştahla farklı kültürlerin mitlerine dadanmaya devam ediyor. Amerikan Sinema Endüstrisi’nin gişe hasılatı açısından en bereketli mevsimi olan yaz sezonunun yeni bombası ünlü Japon kültü ‘Godzilla’.

Efsanevi Japon canavarının doğuşu tam 60 yıl öncesine dayanıyor. Godzilla ya da ada folklorundan aldığı özgün adıyla Gojira, İkinci Dünya Savaşı’ndan muazzam yıkımla çıkmış ve ardından uzun yıllar ABD işgalini ve tahakkümünü yaşamış olan Japon toplumunun, nükleer yıkıma isyan çığlığıdır. Hiroşima ve Nagazaki’ye atılmış atom bombaları ve izleyen yıllarda Pasifik’te yapılan nükleer denemeler sonucu birikmiş radyoaktif serpintiyle beslenmiş ve okyanusun derinliklerinden yeniden yeryüzüne çıkmış milyonlarca yıl öncesinin soyu tükenmiş dinozorlar takımından bu dev mahlûkat, nükleer yıkımın taze dehşetini yaşamış yerel izleyici tarafından atom bombasının ürünü olarak kabul edilerek ilgiyle izlenmiş, izleyen yıllarda otuza yakın devam filmi çekilmek suretiyle Amerikan işgalinden yeni sıyrılmış Japon Sinema Endüstrisi için bir marka haline gelmiştir. 1954 yapımı filmin gördüğü olağanüstü ilgi üzerine iki yıl sonra Amerikalı oyuncuların yer aldığı sahnelerin eklenmesiyle ‘Godzilla’ adıyla bizde de gösterilmiş bir Hollywood versiyonu piyasaya sürülmüştür.

Muazzam miktarda atomik radyasyonu soğurduğu saptanan, denizdeki gemileri yuttuktan sonra karaya çıkarak şehirleri yıkıp geçen dev yaratık 1998 yılında bir kez daha tutar Hollywood’un yolunu. Lakin dönemin gözde aksiyon yönetmeni Roland Emmerich’in filmi beklenen ilgiyi görmez.

Hollywood 16 yıl aradan sonra ‘Godzilla’ya daha garantili formüllerle yaklaşmış. Büyük yapımcı/dağıtımcı stüdyolardan Warner Bros. ile 2005 yılında başlayan işbirliği döneminde Christopher Nolan yönetmenliğindeki ‘Batman’ serisi ya da ‘Başlangıç / Inception’ gibi hem izleyici hem de eleştirmenlerce kabul görmüş hitlere imzasını atmış Legendary Pictures, özel efekt tasarımcılığından yetişmiş, yazar ve yönetmenliğin yanı sıra kamerayı bizzat kullandığı -bizde ‘İstila’ adıyla gösterilmiş- 2010 yapımı mütevazi ‘The Monsters’ ile canavarlar alemini görselleştirmede yeteneğini kabul ettirmiş yönetmen Gareth Edwards ile anlaşmış. NASA’nın dünya dışı örnekleri taşıyan uzay sondasının Meksika üzerinde parçalanması sonucu yeryüzüne yayılan yaratıkların istilasını kısıtlı imkânlarla etkileyici bir biçimde anlatmış olan genç İngiliz sinemacı, bu defa emrine sunulmuş 160 milyon dolarlık bütçeyle manevra alanını genişletmiş. İlk uyarlamanın akibetine uğramamak ve gişeyi garantiye almak adına sadece Godzilla ile yetinilmemiş, ‘Alien’ serisinden esinlenildiği çok belli MUTO adı verilmiş erkeği uçabilen iki başka yaratık öyküye dahil edilmiş. Godzilla’nın farklı türdeki diğer yaratıklarla kapışmasının ana eksenini oluşturduğu bu taze yapımın üç boyutlu hengamesi içinde insanların (ve de Juliette Binoche, Sally Hawkins gibi siz okurların da bu filmde ne işleri var diye rahatlıkla sorabileceğiniz saygın oyuncuların) figüran konumuna indiği ‘Transformers’ benzeri bir devler kapışması izlediğimiz.

Spielberg ve Lucas filmleriyle büyümüş Edwards’ın ustalarının yaratıcı düzeyine yaklaşamadığını söyleyebiliriz ilk ağızda. Ancak günümüzde stüdyo müdahalesinin doruğa çıktığı bu tür yapımlarda yönetmenliğin sınırlarını da tahmin edemediğimizden hakkını yemeyelim genç sinemacının. O şimdiden 100 milyon dolara vurmuş ilk üç günün hasılatıyla sevine dursun. Alan razı, satan razı, stüdyo devam filminin çekim anlaşmasını imzalamış bile. Beni asıl düşündüren orijinal yapımın nükleer felâket endişesi taşıyan mesajının yerinde yeller esmesi. 1954 yapımı özgün yapım, nükleer denemeleri durdurun çığlığıyla sona ermekteydi. Hollywood yapımcılarının böyle bir derdi yok. Arada Sovyetler Birliği’nin sonunu getiren facia yaşanmış, Çernobil ve çevresi hayalet şehre dönüşmüş. Reaktörlerin patlayışını, koskoca santralin çöküşünü, sonrasında radyasyon yüklü bir değil üç dev yaratığın dünyayı birbirine katışını telefondan mesaj çekerek, keyifle mısır patlatarak izleyen seyircinin de hiç umurunda değil bunlar. Soma’da korkunç ihmaller sonucu yaşanan facianın hemen ertesinde, bu felâketin sorumlularının ülkemizin başka yörelerinde nükleer santral kurmak için hazırlandıklarını düşünerek ürperdim bir süre.

(19 Mayıs 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

İki Usta, İki Gerilim: Wyler ve Kazan

Sinemanın iki büyük ustası William Wyler ve Elia Kazan, kendilerine uzak bir tür olan gerilim sinemasının içinde dolaşarak seyircileri tedirginlik içinde kıvrandırdılar. Wyler’dan “Korkunç Koleksiyoncu” ve Kazan’dan da “Ziyaretçiler” filmlerini paylaşmak istedik.

“Korkunç Koleksiyoncu…”

Sinemanın büyük ustalarından William Wyler (1902-1981), kendi filmografisinin çok dışında bir filmle sanatseverlerin karşısına çıkmıştı. Columbia’nın sunduğu 1965 yapımı renkli “The Collector-Korkunç Koleksiyoncu” filmini John Fowles’ın gerilim romanından uyarlamıştı. Senaryoyu John Kohn ve Stanley Mann ortak yazmışlar. Filmin insanı tedirginliğin ortasında bırakan müzikleri de usta Maurice Jarre bestelemiş. Filmin iki kameramanı var. Londra’daki dış mekânları Robert Krasker yaparken, iç mekânlarıysa Robert L. Surtees gerçekleştirmiş. İç mekânlar, Columbia’nın Hollywood’daki stüdyolarında kurulan setlerde çekilmiş. Buna sinemada “Kuleşov Etkisi” deniyor. Filmin büyük bölümü Tudor malikânesinin içinde geçiyor. 1600’lü yılların başında yapılmış bu malikânede çekim yapmak elbette zordu. Kral Tudor, Kraliçe I. Elizabeth’in babasıydı. Bakire Elizabeth’in annesiyse bir Boleyn kızıydı.

Mayıs başları… Tudor malikânesinin önünde uzanan çayırlar üstüne açılıyor film. Freddie Clegg (Terence Stamp), bu zümrüt yeşili çayırda kelebek avlıyor ön jenerik sürerken. Freddie’nin iç sesini duyuyor seyirci. Freddie, “Beni bu evi almaya iten, herkesten uzak yalnız kalmak istememden kaynaklandığını düşünüyorum. Bu kararımdan sonra, tüm hazırlıkları yapmış olmama ve onun gününü nerede geçireceğini bilmeme rağmen, kendime bu plândan asla vazgeçmeyeceğimi söyledim” diyor. Freddie, malikâneyi dolaşırken, seyirci de uzun süre geçireceği mekânları ilk defa görüyor. Özellikle mahzeni. Fonda, sanki zihnin içinde dolaşıyormuş gibi org sesi duyulurken, alttan da piyano tınıları usulca işitiliyor başlarda. Ardından kamera, Thames minibüsün içinden sanat okulu öğrencisi Miranda Grey’i (Samantha Eggar) dikizliyor. Okuldan çıkan sarı elbiseli Miranda’yı minibüsüyle takip eden Freddie, kızı sakin sokakta tuzağa düşürüp bayıltarak minibüsüyle malikâneye getiriyor. Miranda’yı takip sahnelerinde, çello ve nefesli çalgıların sesleri duyulurken, alttan da keman sesi işitiliyordu fonda. Minibüsle takip sahneler özeldi. Londra’nın içinden akıp giden hayatı gösteriyor. Aslında filmin derinliğinde bunlar daha bir anlamlaşıyor Miranda’yı düşününce.

Miranda’nın sarı elbisesi, sinema psikolojisinde hüznü ve ölümü çağrıştırıyor. Kızı, önceden hazırladığı mahzene yerleştiriyor Freddie. Onun ihtiyacını karşılayacak neredeyse her şey var mahzende. Uykudan uyanan Miranda ilk şoku atlattıktan sonra tuhaf kişiliği olan asosyal bir genç adamı karşısında buluyor. Yemek yemeyi reddediyor. Ama nereye kadar? Buradan kurtulması mümkün müydü? Freddie, tutsağı Miranda’ya Haziran başlarında serbest bırakacağını söylüyor, eğer yemek yerse. Ondan beklediği şeyse, kendisiyle konuşması, onun kendisini ciddiye alması. Freddie, Miranda’ya zihninde tutku beslese de önde cinsellik yok. Hayatı boyunca hiçbir kadına yaklaşamamış Freddie. İçine kapanık, utangaç insanlar, karşı cinse veya başka insanlara kolayca ulaşamadıkları için yoğun olarak başka meşguliyetlere yönelebiliyor. Ama her koleksiyon yapan da böyle değil elbette. Ama içine kapanıklık ortak şeydi. Freddie, kederli bir yalnız. Yuva gibi dişi sıcaklığını arayan bir insan belki de. Ama, gönülsüz bahçenin gülleri derilemiyordu işte.

Miranda, resim bölümünde okuyor. Kurtulacağı için de kendine takvim yapıyor ve 11 Haziran’ı bekliyor bu cehennemden çıkmak için. Resim de yapıyor orada. Mahzenin, soğukluğunu ve kasvetini Miranda gibi hissediyorsunuz. Freddie, Miranda’yı çok eskiden beri tanıyormuş. Hatta aynı lisede okumuşlar. Freddie bankada memurken, lotodan yüz binlerce paund kazandıktan sonra plânlarını hayata geçirmeye başlamış. Kelebek koleksiyoncusu Freddie’nin pek arkadaşı da yok. Mesai arkadaşları onunla hep dalga geçmişler. Filmin bir anında yönetmen geriye dönüşle bunları göstererek seyircinin nasıl bir insanla karşı karşıya olduğunu gösteriyor. Freddie, nevrotik bir tip. Takıntılı ve aşağılık kompleksi olan bir insan. Freddie, elbette iletişimsiz ve uyumsuz biri de. Wyler, Freddie’nin psikolojisini görsel anlamda da iyi yansıtıyor. O ruhun içinde kamerasıyla dolaşabiliyor büyük usta. Özellikle mahzendeki kasvet, Freddie’nin karanlık dehlizleriyle buluşuyor sanki. Evin içindeki soğukluğu da hissedebiliyorsunuz. Wyler usta, öncelikle iç mekânları Freddie’nin iç dünyasıyla, ruhuyla buluşturmuş. Mahzen daha karanlık olmasına rağmen psikolojik anlamda Freddie’yi anlamaya katkıda bulunuyor. Malikânenin içi daha aydınlık yansıyor, ama bilinmezlik ve gizemi çoğaltıyor. Banyo sahnesi de filmde gerilimi ve umutsuzluğu çoğaltıyor. Freddie, Miranda’ya banyo yapma izni veriyor. Ama sorun var. O da, banyonun evde olması. Miranda’yı dışarıda kimsenin olmadığı bir anda dışarı çıkartıp eve sokması gerekiyor Freddie’nin. Dışarı çıkan Miranda, gün ışığını ve temiz havayı içine çekiyor. Sonra da banyoda kurtulma umudunu sürdürüyor. Miranda banyodayken beklenmedik bir şey oluyor ve Freddie’nin komşularından Albay Whitcomb (Maurice Dallimore) geliyor. Freddie, Miranda’yı bağlıyor. Albay bir dedektif gibi bu yeni komşuyu sıkıştıran sorular soruyor. Küvetin suyu taşıyor ve sular banyodan dışarı akmaya başlıyor. Umutlanıyorsunuz, ama Freddie yine kazanıyor. Albay gittikten sonra her şet eskiye dönüyor. Banyodan sonra Freddie, Miranda’ya kelebek koleksiyonunu gösteriyor. Miranda ölü kelebekleri görünce dehşete düşüyor. Belki de kendi sonunu görüyor onlarda. Miranda, “Ölümü ve ölüleri seviyorsun” diyor Freddie’ye.

Freddie, mahzende Miranda’nın okuduğu J. D. Sallinger’in “The Catcher in the Rye” romanına gözü ilişiyor. Miranda’nın sevdiği bu kitabı okumak için alıyor. 11 Haziran geliyor. Miranda’yı tarif edilemez bir mutluluk kuşatıyor. Annesine, babasına, kardeşlerine kavuşacağı için. Son gün roman üstüne konuşuyorlar. Freddie, kendisiyle romandaki çocuğun çocukluğunu karşılaştırmış. Freddie, romandaki çocuğu uyumsuz ve asosyal olarak görüyor. İyi okullarda okumuş, ailesini iyi geliri olan sorunsuz biri olması gerektiğini söylüyor çocuğun. Parası olanın bu dünyada derdinin olmaması gerektiğini savunuyor ve romanı saçma buluyor peşinden. Sonra da Miranda’yla entelektüellik üstüne tartışıyorlar. Freddie, entelektüellere de öfkeli. Entelektüellik olmasaydı toplumlar zihinsel anlamda sıçrama yapabilirler miydi? Bizim toplumun çürümüşlüğü bu sıçramayı yapamamasından olabilir miydi?

Son gece baş başa yemek yiyorlar. Freddie, onun için mükellef bir masa hazırlamış ve de sürprizini de söyleyiveriyor: Evlenmek… Daha sonra Freddie, kelebek koleksiyonunu olduğu yerde bayıltıyor, sonra da onu yatağa yatırıyor. Miranda’nın yanına uzanıyor, ona dokunuyor, sarılıyor. Miranda, uyandığında aşağıda şömine yanıyor ve dişiliğini kullanarak Freddie’yi baştan çıkarmak istiyor. Freddie’nin içinde kuşku yine var. Bu içten gelen bir aşk mı, diye. Miranda’nın güzelliği karşısında direniyor Freddie. Acı çekiyor, sevişmek ve sevişmemek arasında. Evden dışarı çıkıyorlar. Dışarıda yağmur da yağıyor. Miranda eline bir kürek geçirip Freddie’yi başından yaralıyor, ama Freddie onu mahzene götürüyor, uyutuyor, Miranda’yı ıslak ıslak yatağa yatırıyor. Kendisi de minibüsüne atlayıp hastaneye gidiyor. Üç gün geçiyor. Mahzene indiğinde Miranda’nın ölüsüyle karşılaşıyor Freddie. Artık Miranda da kelebekleri gibi koleksiyona dâhil oluyor. Miranda’yı meşe ağacının altına gömdükten sonra Freddie minibüsüne atlayıp hastaneye gidiyor. Kısırdöngü insanı umutsuzluğa düşürüyor filmde. Aynı duygu, Michael Haneke’nin Avusturya’da 1997’de, Hollywood’da 2007’de tekrar çektiği “Funny Games-Ölümcül Oyunlar” filminin finalinde de yaşanıyordu. Suçlular hiçbir zaman bilinmeyecek miydi? Cinayet masalarında zeki polis dedektifleri oldukça az da olsa umut vardı. Mükemmel suç yoktu çünkü.

İngiliz yazar ve şair John Fowles’ın romanı ülkemizde ilk 1973 yılında Inkılap ve Aka yayınlarında “Korkunç Kolleksiyoncu” adıyla yayımlanmıştı. 1992’de Afa, 2001’de Ayrıntı’da “Koleksiyocu” olarak okurlarla buluştu bu roman.

“Ziyaretçiler…”

Büyük ustalardan Kayseri doğumlu Rum yönetmen Elia Kazan’ın (1909-2003) nefes kesici gerilimi 1972 yapımı renkli “The Visitors-Ziyaretçiler”, kendi filmografisi içerisinde özel ve tek film. United Artists’in sunduğu filmin senaryosunu yönetmenin oğlu Chris Kazan yazmış. Hem kameramanlığı hem kurguyu üstlenense Nicholas T. Proferes. Filmdeki hikâye, yaklaşık bir gün sürüyor.

Newton, Connecticut. Kış. Hafta sonu. Sabah. Kamera, karlar altındaki dingin doğayı yansıtıyor. Komşuların evleri birbirlerine uzaktalar. Kamera, komşunun siyah köpeğini de gösteriyor. Kamera dışarıdan eve yöneliyor. Martha (Patricia Joyce) uyanmış ve camdan dışarıya bakıyor. Hafta sonu olduğunu unutan Bill (James Woods), Martha’ya sevgiyle sarılıyor, ama Martha biraz soğuk. Bill, mutsuz ve sığıntı gibi hissediyor. Bugünün Cumartesi olduğunu bile unutmuş bir an önce buradan uzaklaşıp işine sığınmak isteyen bir insan gibi. Belki de savaş sonrası travma yaşıyordur. Kimin geçmişinde ne yaşandığı dışarıdan bakıldığı gibi olmayabilir. Martha ve Bill, evli değiller. Hal adında bebekleri doğmuş. Martha’nın babası Harry’nin (Patrick McVey) evinde kalıyorlar. Bill, buradaki helikopter fabrikasında çalışıyor. Bill, gazete almak için arabayla giderken, Martha, western romanları yazan babasına kahvaltı götürdükten sonra bir şeyler olmaya başlıyor bu sakin günde. Evin önüne bir araba yanaşıyor. Arabadan Mike Nickerson (Steve Bailsback) ve Porto Riko kökenli Tony Rodriguez (Chico Martinez) iniyor. Martha’ya, Bill’in Vietnam’dan asker arkadaşı olduklarını söylüyorlar. Mike’ın gözleri, Martha’nın dişi kıvrımları ve mini eteğin boşta bıraktığı düzgün bacaklarına takılmaya başlıyor. Martha’nın dişi sesi de alttan alta baştan çıkartıyor Mike’ı. Bunların anlamı, film derinleştikçe ortaya çıkmaya başlıyor. Bill geldiğinde onları görünce belli belirsiz tedirgin oluyor. Bill, Tony’ye dışarıda etrafı gezdirirken bazı şeyler ucundan anlaşılmaya başlıyor. Tony ve Mike, yakın zamanda askeri mahkemece şartlı tahliye olmuşlar. Reilly de itiraf etmediği için hapisteymiş. Leaverworth’dan bu taraflara yolları düşmüş. Buraya gelişleri, Bill’e gelişleri bir hesaplaşmak için miydi? Mike, sakin görüntüsüyle ihtiyar Harry’yi etkiliyor. Belki de böyle bir oğlu olmasını istemiş. Harry nedense Bill’den pek hazzetmemiş. Belki de Bill’i hep pasif görmüş. Yazdığı westernlerdeki kovboylara benzetemiyordur belki de. Mike bir kovboy muydu? Komşunun siyah köpeği, Harry’nin biricik köpeğini ağır yaralıyor. Bill köpeği tedavi etmeye çabalarken, Harry komşunun köpeğine dünya değiştirtmek istiyor. Mike, arabasının bagajından tüfeğini çıkarınca sakinlik yavaş yavaş dağılmaya başlıyor seyircilerin zihninde. Karlar üzerinde Tony köpeği öldürüyor. Köpeğin ölüsünü komşunun kapısına bırakıyorlar. Koşut kurguyla da evde Bill, Martha’ya geçmişi, Vietnam’daki o korkunç vakayı anlatıyor. Açlık ve susuzlukla bir Vietnam köyüne giren Amerikan askerleri, orada 15 yaşındaki bir kız çocuğuna Vietkonglu diye tecavüz etmişler, ardından da vahşice öldürmüşler. Tecavüz edenler arasında Mike, Tony ve Reilly de varmış. Bill’i de zorlamışlar, ama reddetmiş. Karargâha döndüklerinde Bill, onları ihbar etmiş. Mike ve Bill’in dönüşü, bir intikam dönüşü müydü? Bill, askerden döndükten sonra çok güzel bir kadınla yaşamaya başlamış, harika bir bebekleri olmuş, iyi bir işte çalışıyor ve mutluluğa biraz daha yaklaşmış. Mike, zihninde gammazcı Bill’in tüm bunları hak etmediğini düşünüyordu belki de. Gammazlık konusunda takılıp kalabiliyorsunuz. Yönetmen Elia Kazan, Senatör McCarthy’nin “cadı kazanı” için Hollywood’daki solcu sanatçıları gammazlamıştı. Kazan bir göçmendi ve elde ettiklerini kolay kurmamıştı. Dilemmaya, ikileme düşüyorsunuz. Bill’in mi, yoksa Kazan’ın mı gammazlığı ahlâkiydi, diye. Martha, onları hemen kovmasını istiyor, Bill yapamıyor. Çünkü onları çok iyi tanıyor Bill.

Martha, tüm dişiliğini ortaya çıkartan güzelliğiyle Mike’a yanaşıyor, belki de onun ruhunu anlamak istiyor. Yemekten sonra Harry sarhoş haliyle kendi evine gittikten sonra atmosfer değişmeye başlıyor. Mike ve Tony gitmeye hazırlanırken, Martha onlara kahve ikram etmek istiyor. Sonuçsa tecavüz. Sam Peckinpah ustanın 1971 yapımı “Straw Dogs-Köpekler” filminde de benzer bir an vardı. Evin kadınları, yabancı erkekler gitmeye hazırlanırken neden onlara ikram yaparlar? Kadınların kalpleri iyi olduğu için mi? Kadınlar, bu büyük ustalardan ibret alırlar mı? Bill, Bach’ın “Selections from Lute Suite” klâsik müziğini gitar tınısına dönüştürülmüş melodisini plâktan çalmaya başlıyor. Gitarı çalan maestro da William Mathews. Gitar tınısı usul usul tüm evi kuşatıyor. Martha, odada Mike’le baş başa. Gitar tınısı dans müziğine dönüşüyor ve Martha’yla Mike dans etmeye başlıyorlar. Dans müziği şarkıya dönüşüyor. O sırada Bill ve Tony salondalar. Bil bir şeylerden şüpheleniyor, salondan çıkmak isterken Tony engelliyor. Kavga çıkıyor. Bill ve Mike, gecenin içinde karlar üstünde kavga ediyorlar. Bill bayılınca, Mike içeri giriyor ve Martha’ya tecavüz ediyor. Bu anlara bakmak insanı gerçekten zorluyor ve suçluluk hissettiriyor. Kazan, bir defa daha dilemmaya düşürüyor. Martha’nın tüm dişiliğini kışkırtıcı biçimde yansıtan yönetmen, Mike’ın baktığı açıya mı çekiyordu seyirciyi? Jonathan Kaplan’ın 1988 yapımı “The Accused-Sanık” filminde de benzer bir şeyler vardı. Jodie Foster’ın canlandırdığı karakterin tüm dişiliği kışkırtıcı biçimde yansıyordu. Üstüne askılı tayt giymiş kadının göğüsleri öne fırlıyor gibiydi. Altında da güzel bacaklarını sunan mini etek vardı. Hem Kazan hem de Kaplan, seyircileri zihinsel anlamda ikilemin ortasında bıraktılar. Mike’ın işi bittikten sonra sıra Tony’ye geliyor. Vietnam’da yaşananlar gibi. Tony, Martha’ya, “Maç oynanırken kural değişmez” diyor. Bu sözün bizim topraklardan çıktığını sanıyorduk, ama doğrusunu Kazan’ın bu filmiyle bulduk. Nicholas Ray’in Humphrey Bogart’ı oynattığı 1949 yapımı siyah-beyaz “Knock on Any Door-Cinayet Mahkemesi” kara filminde, gecekondulu genç lumpen, “Hızlı yaşa, genç öl, cesedin yakışıklı olsun” diyordu. Bu sözün de bizden çıktığını sanıyorduk. Ama doğrusuna ulaşabildik. Bir gerçek varsa eninde sonunda ortaya çıkıyordu işte. Mike ve Tony gittiğinde, Bill ve Martha evde kederli bir boşluğun ortasında kalakalıyorlardı. Seyirciler gibi. Geriye kalanlarsa dilemmalardı.

(18 Mayıs 2014)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Kopyalanmış Adam

33. İstanbul Film Festivali’nde Türkiye prömiyerini yaptıktan hemen sonra sıcağı sıcağına yaygın gösterim şansı bulan ‘Düşman / Enemy’, José Saramago’nun (Emrah İmre’nin başarılı çevirisiyle Kırmızı Kedi Yayınları’ndan) bizde de yayınlanmış ‘Kopyalanmış Adam / O Homem Duplicado’ romanının uyarlaması. ‘Polytechnique’ ve ‘İçimdeki Yangın / Incendies’ gibi başarılı filmleriyle bilinen Kanadalı Denis Villeneuve’ün Amerikan sinema endüstrisinin kapısını çaldığı bu yeni çalışmasında, Nobel ödüllü Portekizli yazarın mekânı filmin dünya prömiyerinin gerçekleştiği Toronto’ya taşınmış. Jake Gyllenhaal’in beynine nüfuz etmiş, üzerinde dev bir örümceğin salındığı Toronto figürünün yer aldığı afiş çalışmasından başlayarak tedirgin atmosferini başarıyla kuran Villeneuve, Saramago’nun devasa metropolde sıkışmış bireyinin çıkmazını etkileyici bir biçimde görselleştiriyor. Keza filmde kullanılan renk paleti, tercih edilmiş soluk sarı ve yeşil renkler bu kıstırılmışlığı ifade açısından çok etkileyici.

Öykünün ana karakteri, kendi gösterişsiz hayatını ve alabildiğine monoton ilişkisini sürdüren (romandaki tuhaf isimli tarih öğretmeni Tertuliano Maximo Afonso’nun yerine) Adam Bell, yardımcı doçent olarak fakültedeki dersinde -halen içinde yaşadığımız iklimi işaret edercesine- baskıcı rejimlerin eğitimi ve kültürel faaliyetleri kısma, bilgi akışı ve bireysel ifade kanallarını sansürleme yoluyla kontrol mekanizmaları oluşturduklarını anlatırken, kendi özel yaşamının kontrolü beklenmedik bir gelişmeyle ellerinden kayıp gider. Bir akademisyen meslekdaşının önerisiyle izlediği ‘İstenirse Mutlaka Bir Yol Bulunur’ isimli B sınıfı yapım ilgisini çekmez önceleri. Lakin filmin bir sahnesinde gözüken otel görevlisinin kendisinin tıpatıp aynısı olduğunu fark etmesiyle tüm düzeni bozulur. Türlü çabalar sonucu filmde gördüğü üçüncü sınıf oyuncunun izini bulduğunda artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.

Kimlik değiştirme, bir başkasının yerine geçme gerek edebiyatın gerekse Antonioni, Bunuel, Hitchcock gibi ustalar ya da bizden Tayfun Pirselimoğlu gibi birçok sinemacının gözde temalarındandır. Başka bir hayata nüfuz etmenin cazibesi Saramago’nun metninin de çekici özelliklerinden biri. Villeneuve’ün yorumu biraz daha farklı. Kanadalı yönetmen, başta sözünü ettiğimiz afiş tasarımından, Nicolas Bolduc’un kasvetli görüntü çalışmasından, Danny Bensi / Saunder Jurriaans ikilisinin atonal müzik çalışmasından da destek almak suretiyle korkunun ve filmde bir leitmotiv olarak yer alan örümcek figürünün öne çıktığı final sekansıyla fantastiğin alanına dalmış. Villeneuve’ün yorumunu bir düş ya da ‘Dr. Jeykll ve Mr. Hyde’ benzeri düşman kişiliklerin aynı bedende çatışması olarak da okuyabiliriz.

(15 Mayıs 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

67. Cannes Film Festivali Başlıyor

14 – 25 Mayıs 2014 tarihleri arasında düzenlenen 67. Cannes Film Şenliği, geleneksel kırmızı halı seremonisinin ardından, Türkiye saatiyle 20:15’te açılış töreni ile başlıyor. 18 filmin yer aldığı Altın Palmiye ödüllü ana yarışmanın büyük jürisine, 1993 Cannes Altın Palmiye ödüllü unutulmaz ’Piano’nun Yeni Zelandalı yaratıcısı Jane Campion başkanlık ediyor bu yıl. Jürinin diğer yönetmen üyeleri, geçtiğimiz yılın en başarılı yapımlarından ‘Bir Tutam Günah’ın yaratıcısı Çinli yönetmen Jia Zhangke, ‘Driver’ ile Cannes’dan en iyi yönetmen ödüllü Danimarkalı Nicholas Winding Refn ve Francis Ford Coppola’nın kendisi kadar ünlü yönetmen, senaryo yazarı ve yapımcı kızı Sofia Coppola. Büyük Jüri, dünya sinemasının altı saygın oyuncusuyla tamamlanıyor. Bunlar sırasıyla, Fransa’dan yılların oyuncusu Carole Bouquet, ‘Bir Ayrılık’tan hatırladığımız İranlı Leila Hatami, ‘Secret Sunshine’ ile 2007 Cannes en iyi kadın oyuncu ödüllü Jeon Do-yeon, Amerikalı tanınmış oyuncu Willem Dafoe ve Meksikalı oyuncu, yönetmen, yapımcı Gael Garcia Bernal.

Televizyondan naklen yayınlanacak törenin ardından, açılış filmi olarak davetlilere sunulacak olan ‘Grace of Monaco’ Fransızların popüler ismi Olivier Dahan’ın imzasını taşıyor. Bizde ‘Kaldırım Serçesi’ adıyla gösterilmiş ‘La Vie en Rose’da Edith Piaf’ın trajik yaşam öyküsüyle ünlenmiş olan Dahan bir kez daha popüler bir biyografiye el atmış, dünyaca ünlü bir film yıldızı iken oyunculuk kariyerini sonlandırarak Monaco prensesi olmayı seçmiş efsanevi Grace Kelly’nin dramatik yaşam hikâyesini beyazperdeye aktarmış bu kez. Açılış gecesi ilk gösterimi yapılacak olan film merakla bekleniyor. Dahan’ın filminin Monaco sarayından kabul görmediği ve saray erkanının gösterime katılmayacakları biliniyor. Grace Kelly’yi Nicole Kidman’ın canlandırdığı, Prens Rainier’de Tim Roth’un yer aldığı yarışma dışı olarak gösterilecek olan bu biyografik çalışmanın festival sona ermeden 23 Mayıs Cuma gününden itibaren bizde de gösterime girmesi bekleniyor. Filmle ilgili yorumlarımızı bir diğer yazıda aktarmak üzere festivalin Altın Palmiye için yarışan filmlerine geçelim dilerseniz.

Bu yılki festivalin bizler için birincil derecedeki önemi ülkemizden bir yapımın bir kez daha yarışmalı ana bölüme seçilmiş olması kuşkusuz. Nuri Bilge Ceylan ‘Kış Uykusu’ adlı son çalışmasıyla altıncı kez yer alıyor Cannes’da bu yıl. Üç saati aşkın süresiyle seçkinin en uzun filmi bu. 16 Mayıs Cuma günü tek gösterim olarak programa alınmış olan filmimiz şimdilik bir kapalı kutu. Haluk Bilginer’in canlandırdığı yorgun entellektüelin Kapadokya’nın kış görüntüleri fonundaki iç hesaplaşmasının, en iyi yönetmen (Üç Maymun) ve iki değerli Büyük Jüri ödülünün (Uzak ve Bir Zamanlar Anadolu’da) ardından Ceylan’ı büyük ödül Altın Palmiye’ye taşıması en büyük dileğimiz.

Yarışmalı ana bölüm Mike Leigh imzalı ‘Mr. Turner’ın gösterimi ile başlıyor. Daha önce ‘Sırlar ve Yalanlar’ ile Altın Palmiye kazanmış olan saygın İngiliz yönetmen iki buçuk saat uzunluğundaki bu son çalışmasında, 1775 – 1851 yılları arasında yaşamış, Victoria döneminin çizgi dışı romantik ressamlarından Joseph Mallord William’ın yaşam öyküsüne odaklanmış. Empresyonist akımın, hatta yirminci yüzyılın soyut resminin ilham perisi olarak kabul edilmiş öncü ressamı tanınmış İngiliz oyuncu Timothy Spall canlandırıyor. Yarışma seçkisinde yer alan bir diğer kıdemli İngiliz yönetmen Ken Loach’un yine bir biyografik öyküden yola çıkan ‘Jimmy’s Hall’ü ise 22 Mayıs Perşembe gününe programlanmış. Sol hareketin ve emekçi dayanışmasının yılmaz sözcüsünün bu son çalışması, 1930’ların komünist avı sürecinde İrlanda’dan sınır dışı edilmiş politik aktivist Jimmy Gralton’ın hikâyesi üzerine.

Altın Palmiye yarışında yer alan filmler bu yıl da Fransız ya da Fransızca konuşan sinemalar ağırlıklı. Olivier Assayas’ın ‘Sils Maria’nın Bulutları’nda Juliette Binoche ve Kristen Stewart başrolde. Bertrand Bonello yılın bir diğer biyografik çalışması ‘Saint Laurent’ ile öncü modacının yaşamını bir kez daha beyazperdeye taşıyor. Fransız doğumlu Michel Hazanavicius kendisine uluslararası başarı getiren ‘Artist’in ardından yine Bérénice Bejo ve Annette Bening’e yer verdiği ‘Arayış’ ile boy gösterecek bu sene. İki Altın Palmiye ödüllü –‘Rosetta’ (1999) ve ‘Çocuk’ (2005)- Belçikalı Dardenne kardeşler, Marion Cotillard’a başrolü verdikleri ‘İki Gün, Bir Gece’ ile yarışmaya dahil oluyor. Yeni Dalga’nın efsane ismi Jean-Luc Godard, yıllara meydan okuyan son çalışması ‘Söze Elveda’ ile sinema dili üzerine yeni arayışlarını sürdüreceğe benzer. Montreal, Kanada doğumlu genç oyuncu, yazar, yönetmen Xavier Dolan ‘Mommy’ ile ilk kez yarışmada bu yıl. Ana seçkiyi şenlendirecek Kanadalı diğer iki tanınmış isimden David Cronenberg’in Julianne Moore‘u şaşırtıcı bir kompozisyonda izleyeceğimiz ‘Yıldızlara Kılavuzlar’ı Hollywood ünlülerinin yaşamına odaklanmış. Atom Egoyan’ın ’Tutsaklar’ı ise çağımızın kanayan yarası kaçırılan çocuklar üzerine. Yarışmadaki diğer iki Amerikan yapımından ilki Tommy Lee Jones imzalı ‘The Homesman’. Bu çağdaş western’de Hilary Swank ile başrolü paylaşmış tanınmış yazar yönetmen. Bennett Miller imzalı ‘Foxcatcher’ ise yine gerçek bir hikâyeye, paranoid şizofrenik milyarder katil John du Pont ile olimpiyat madalyalı güreşçi kardeşler Mark ve Dave Schultz’un trajik rastlantılarına dair.

Alice Rohrwacher imzalı ‘Mucizeler’ bu yıl İtalyan sinemasının yarışmadaki tek temsilcisi olurken, tanınmış Japon yönetmen Naomi Kawase’nin Doğu Çin denizinde mercanlarla çevrili Amami Oshama adasının eşsiz eko sisteminde geçen son filmi ‘Sakin Deniz’ yaşam, ölüm ve yeniden hayat bulma döngüsünü romantik bir ilişki ekseninde ele almış. Festivalin gediklilerinden Rus yönetmen Andrey Zvyagintsev’in ‘Leviathan’ı Yahudi İncil’inden kutsal Eyüp kitabının ‘Dürüstler neden acı çeker’ sorusuna odaklanmış modern bir öykü anlatmış bu defa. Altın Palmiye adayları film listemiz Arjantinli yönetmen Damian Szifron’un ‘Vahşi Hikâyeler’i ve Moritanyalı Abderrahmane Sissako’dan festivalin ilk gününde gösterilecek olan ‘Timbuktu’ ile tamamlanıyor.

(13 Mayıs 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Eskisi Gibi Olmayacak: Hitchcock

Sinemanın gerilim ustası Alfred Hitchcock’un 1960’larda yaptığı “Sapık” ve “Kuşlar” korku-gerilimleri, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını fark ettiren önemli filmlerdendi. Ustaya, bu iki önemli filmiyle saygı sunmak istedik.

İngiliz doğan, Amerikalı ölen yönetmen Alfred Hitchcock, 13 Ağustos 1899’da Londra’da doğdu, 29 Nisan 1980’de Los Angeles’ta öldü. Sessiz dönemde sinemaya girdi. Onun sineması, İngiltere ve Amerika dönemi diye ikiye ayrılıyor. İngiltere döneminde çektiği 1929’daki “Blackmail-Şantaj” ve 1935’deki “The Thirty-Nine Steps-39 Basamak” akla hemen geliyor. 1940’ta “Rebecca” filmiyle Hollywood’a taşındı. 1948 yapımı “The Robe-Ölüm Kararı”, onun ilk renkli filmiydi. Hitchcock’un bu filmdeki en büyük hayaliyse hiç kesme yapmadan olayları yansıtmaktı. O dönemde negatifler en fazla on dakika olduğundan zorunlu olarak her on dakikada bir kesme yapmak zorunda kaldı. 1950’lerde çektiği filmler de önceki filmleri gibi sinemanın mücevherleriydi. 1950’ler, iki siyah-beyaz gerilimi “Stage Fright-Sahne Korkusu” ve “Starnger on a Train-Trendeki Yabancı” filmleriyle başladı. 1953’te siyah-beyaz “I Confess-İtiraf Ediyorum”, 1954’teki renkli “Dial M for Murder-Cinayet Var”, yine aynı yıl “Rear Window-Arka Pencere”, 1955’te renkli “To Catch a Thief-Kelepçeli Âşık”, 1956’da renkli “The Men Who Knew Too Much-Tehlikeli Adam”, yine aynı yıl siyah-beyaz “The Wrong Man-Lekeli Adam”, 1958’de renkli “Vertigo-Ölüm Korkusu”, 1959’da “North By Northwest-Gizli Teşkilat” unutulmazdı. Onun filmleri, germeyi ve korkutmayı sonsuza kadar sürdürecekler. 1960’larda “Marnie-Hırsız Kız”, 1966’da “Torn Curtain-Esrar Perdesi”, 1969’da “Topaz” filmlerini yaptı. 1972’de “Frenzy-Cinnet” ve 1976’da “Family Plot-Aile Oyunu” filmlerini yaptıktan sonra sinemaya son noktayı koydu.

“Sapık…”

Alfred Hitchcock’un 1960 yapımı siyah-beyaz korku-gerilimi “Psycho-Sapık”, hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını söylüyordu. Paramount’un sunduğu film Robert Bloch’un romanından uyarlanmış. Senaryoyu da Joseph Stefano yazmış. İnsanın sürekli diken üstünde tutan çığlıklı müzikleri, Hitchcock’un kadim bestecisi Bernard Herrmann yaratmış. Kamerayı filmin virtüözü yapansa usta kameraman Joseph L. Russell. Filmde kararma-açılma ve zincirlemeli geçişler kullanılırken, çarpıcı kaydırmalı çekimler de öne çıkıyor. Özellikle vince takılı kamerayla yapılan çekimler. Biliyorsunuz, “crane” kelimesi İngilizcede “vinç” anlamına geliyor.

Film, özel ön jeneriğiyle başlıyor. Hermann’ın çığlığa dönüşen gerilimli müziği duyulurken, çizgiler ve yazılar bıçağı hissettirerek yansıyor perdede önce. Sonra bir şehir üstünde açılıyor. Phoenix, Arizona. Cuma günü. Öğleden sonra. Saat ikiyi 43 geçiyor. Aralık ayı… Şehri panoramik olarak yansıtan kamera, onca binanın içinde bulduğu otelin penceresinden içeri girip az önce sevişmiş Marion Crane (Janet Leigh) ve sevgilisi Sam’in (John Gavin) konuşmalarına tanıklık ettiriyor. Fritz Lang usta, 1931 yapımı siyah-beyaz “M-Bir Şehir Katilini Arıyor” kara filminde de kamerayı durmadan öne kaydırıyor ve küçük pencereden kamerayı hiç kesme yapmadan içeri sokarak toplantı halindeki gangsterleri yansıtıyordu. Marion ve Sam, parasızlıktan evlenemiyorlar. Can sıkıcı böcek ilâcı satan dükkânda çalışan Sam’in borçları var. Üstelik Sam başka şehirde oturuyor. Marion, öğle tatilinden sonra çalıştığı emlâk ofisine gelince her şey değişmeye başlıyor. Patronu Lowely’yle Tom ofise geliyorlar o sırada. 40 bin dolarlık bir satış yapılmış. Parayı Marion’a teslim etmeden önce kart horoz Tom, şöyle bir kur yapıyor çekici Marion’a. Tom, para daha fazla mutlu olmanı sağlamıyor diyor önce genç kadına, sonra da daha mutsuz olmanı önlüyor diye de ekliyor. Marion da parayı alıyor.

Parayı bankaya yatırma yerine evine götüren Marion, valizlerini dolduruyor ve arabasıyla şehri terk ediyor. Bu anda duyulan sakin ama kışkırtıcı müzik insanın zihninde dolaşıyormuş gibi hissediliyor. Yaylılar huzurlu gelirken, nefesliler daha kışkırtıcıydı Marion evinde valizlerini hazırlarken. Trafikte patronuyla bile göz göze geliyor Marion. Patronunun ve Tom’un neler konuşacağını da zihninde yaşıyor Marion. Aslında o, birçok defa buna benzer kâbusu çağrıştıran dış sesleri zihninde yaşıyor. Seyirci dış ses olarak duyuyor bu konuşmaları. Anayolda arabasını kenara çekmiş uyuyan Marion’ı kuşkucu devriye polisi uyandırıyor ve ardından da tedirgin etmeye başlıyor. Bu anlar gerçekten insana sıkıntıyı hissettiriyor. Marion’ın yaşadıklarını. Polisi atlattığını düşünen Marion, başka bir şehre geliyor. İkinci el araba satan bir yerde Arizona plakalı arabasını Kaliforniya plâkalı olanıyla değiştiriyor. Bu anlardaki gerilimin usul usul yükselişi, insanı gerçekten kasvetin içine çekiyor. Marion’ın lavabodaki anları da sinematografik olarak çarpıcıydı. Dar mekânda kamera yukarıdan bakarken, Marion ikiye bölünmüş gibi algılanıyor aynaya yansıyan görüntüsüyle. Bunun anlamıysa, Marion’ın duşundan hemen önce zihinlerde karşılığını buluyor. Çarpıcı kamera açıları ve kurgu filme estetik açıdan zenginlik sunarken sinemaya da çok şey katıyordu. Gerilime de. Arabayı değiştiren Marion telâşla oradan giderken, şüpheci polis de mekâna geliyor. Sonra da Marion’a takip ediyormuş gibi ana yola çıkıyor arabasıyla polis.

Polisin yarattığı gerilimi savuşturan Marion, yağmur altında gecenin derinliğinde ışıklı tabelanın olduğu yere doğru direksiyonunu kırıyor. Fonda yaylılar sesi yükseliyor, alttan da piyona tınıları duyulmaya başlıyor. Kadınla erkeği çağrıştırıyor sanki bu iki tını. Bates Motel, yeni anayolun dışında kalmış izbe bir yer. Motel, gotik bir atmosferin içinden çıkmış kasvetli bir mekân. Tepede de bir karanlık malikâne var burada. Resepsiyona girdiğinde hiç kimseyi bulamıyor. Ortaya birden Norman Bates (Anthony Perkins) çıkıveriyor. Islanmış Marion bir an önce oda tutmak istiyor. Yiyecek bir şey de umut ediyor. Hiç müşterisi olmayan motelin defterine Marie Samuels adıyla kayıt yaptıran Marion, lobide tuhaf Norman’la diyalog bile kuruyor. Norman, ölü kuşları doldurmaktan hoşlanan asosyal bir insan. Annesinden başka kimsesinin olmadığını söylüyor. Odasına çekilen Marion, gazeteye sardığı bir deste parayı yatağın başucundaki komidinin üstüne bırakıp trajedisine, banyoya giriyor. Bu banyo sekansı, sinemanın da en özel anlarındandı. Hitchcock usta bu stilize duş sahnesini bir haftayı aşkın sürede çekmiş. Marion soyunuyor, duşu açıyor, duşun yüzgecinden sular yağmur gibi Marion’ın yüzüne doğru akarken, içeri bir kadın giriyor, elindeki bıçağı Marion’a saplıyor. Marion çığlıklar altında aşağı doğru kayarken, banyonun perdesi de kopuyor, sulara karışmış kan da küvetin deliğine doğru akıyor. Kamera, Marion’ın gözlerinden geriye doğru yavaşça kayıyor, banyodan dışarı çıkıyor, hızla komidinin üstünde arasında para olan gazeteyi gösteriyor. Kısa bir zaman sonra Norman geliyor. Korku içinde Marion’ın kanlar içindeki cesedine baktıktan sonra sakince Marion’ı duş perdesine sarıp banyoyu da temizliyor. Marion’ı ve eşyalarını, gazeteye sarılı gazeteyi de arabaya koyup, arabayı yakınlardaki bataklığa sürüyor. Arabayla içindeki Marion yavaşça bataklıkta çökerken, film bambaşka yöne giderek psikolojik suça dönüşüyor görüntü kararırken. Filmin finalinde psikiyatrın söyledikleriyle, Norman bir şizofren. Kişiliği ikiye bölünmüş. Ölmüş annenin ruhu yavaş yavaş Norman’ı ele geçiriyor. Norman hayatında ilk defa bir kadına, Marion’a ilgi duyuyor. Kişiliğin yarısı kıskanç anne, Norman’a suçlar işletiyor. “Oedipus Kompleksi” gibi. Freud’a da ihtiyaç var. Annesinin sesiyle de konuşan Norman, travesti gibi kadın kıyafetleri giyiyor ve elindeki bıçakla suçlar işliyor. Parayı da Marion’la beraber bataklığa gömen Norman’ın para değil, tutku suçu işlediğini söylüyor doktor Fred (Simon Oakland). Diplerde kalmış bazı gerçeklerse final bölümünde dışarı çıkıyor.

Marion’ın kız kardeşi Lila (Vera Miles), bir haftadır haber alamadığı için Sam’in çalıştığı dükkâna gidiyor. Peşinden özel dedektif Arbogast (Martin Balsam) geliyor. İkisi de Marion’ı arıyor. Gecenin içinde moteli bulan Arbogast, Norman’ı sıkıştıran sorular sormaya başlıyor. Kayıt defterindeki Marie Samuels isminden Marion’ın motele geldiğini fark eden Arbogast, yol üstündeki telefon kulübesinden Lila’yı aradıktan sonra yine motele, trajedisine dönüyor. Fonda da çello tınıları duyulmaya başlıyor. Norman ortalarda görünmüyor. Lobide gözü doldurulmuş kuşlara takılıyor. Sonra da tepedeki eve doğru yürüyor Arbogast. Kapıyı açıyor, usulca içeri giriyor. Merdivenlere yöneliyor. Kadın elbiseleri giyinmiş Norman, elinde bıçağıyla Arbogast’a saldırıyor. Vince takılı kamera, merdivenlerde geriye doğru acıyla giden Arbogast’ı öne doğru kayarak izliyor. Hitchcock bu filminde öğretici stilize çekimleriyle kaydırmalı çekimlerin nasıl olacağını kameramanlığı hayal edenlere ders gibi gösteriyor. Bu sahnedeki ışık düzenlemeleri de insanı kasvetin içinde bırakıyor. Duyulan müzik de acı hissini veriyor. Elbette Arbogast’ın yeri de bataklık oluyor. Hitchcock, Arbogast’ı arabayla bataklığa atılışını göstermiyor, zihinde yaşatıyor. Ardından Lila ve Sam, Fairvale kasabasının şerifine gidiyorlar. On yıl önceki bazı şeyleri öğreniyorlar. Şerif Al (John McIntire), Norman’ın babası öldükten sonra annesinin bir erkekle evlendiğini, motelin de üvey babanın fikri olduğunu söylüyor. Anne, adamın başka bir kadınla evlendiğini öğrendikten sonra adamı zehirlemiş ve ardından da intihar etmiş. Sonra karanlık eve taşınıyor kamera. Norman, annesinin sesiyle konuşuyor. Vince takılı kamera dalgın dalgın öne doğru kayarken, Norman, annesini kucaklamış merdivenlerden aşağı indiriyor. Ertesi gün pazar. Lila, Sam, şerif ve karısı kiliseden dışarı çıkıyorlar. Ardından Lila ve Sam motele gidiyorlar. Motele kayıt yaptırdıktan sonra araştırmaya başlıyorlar. Sam Norman’ı oylarken, Lila tepedeki eve doğru gidiyor ve gerçekler ortaya çıkıyor. Lila’nın eve doğru giderken, kamera öne ve geriye doğru kayıyor. Gerilim yükseliyor. Lila evin içinde yürürken, Hitchcock bu anları koşut kurguyla yansıtıyor. Lila, temiz ve düzenli yatak odasına giriyor. Oda bomboş. Evin içinde dolaşan Lila, bir odaya giriyor ve Norman’ın annesinin mumyalanmış haliyle karşılaşıyor. Bu filmde kullanılan müzikler, kamera hareketleri ve ışık düzenlemeleri de her şeyi bütünlüyor. Bu film, ocak 1965’te ülkemizde vizyona çıkmıştı.

Bizleri, estetik anlamda kederlere sürükleyen Yeşilçam’ın yeni yönetmenleri, “Sapık”tan bir şeyler keşfetmeli ve sinemaya yaklaşmalılar artık. Televizyon dizisi estetiğinde filmler çeken Yeşilçam’ın yeni yönetmenleri, sinemadan, Hitchcock’tan, Welles’ten, Godard’dan, Kubrick’ten, Antonioni’den, Tarkovski’den, Kieslowski’den, Haneke’den, Yılmaz Güney’den bize ne, ille de televizyon estetiğinde filmler çekmeye devam ederiz diyorlarsa onlara naçizane bir önerimiz var. Hollywood’un büyük stüdyolarından 20th Century Fox’un dizi kanalı FX’te Kanada yapımı “Endgame” adında bir dizi yayımlanıyor. Senaryosu, kamera kullanımı ve kurgusu yaratıcı, sinemanın kıyılarında dolaşıyor. D-Smart’ın Dizismart Premium kanalında da Kanada dizisi “ReGenesis” yayımlanıyor. Bu dizinin de senaryosu, kamera kullanımı ve kurgusu çarpıcı. Yine de bunlardan bize ne diyorlarsa, estetik ötesi berbat yerli dizileri izlemeye devam etsinler ve bizim zamanımızı da almasınlar. İlk mağlup edilmesi gereken kibir değil miydi?

“Kuşlar…”

Alfred Hitchcock’un 1963 yılında “technicolor” renklerle çektiği “The Birds-Kuşlar”, korku-gerilim sinemasına o vakitler yeni fırsatlar sunmuştu. Şimdi bile öyle. Hollywood bile günümüzde bu seviyeye ulaşmıyor. Universal’ın sunduğu Daphne du Maurier’in romanından uyarlanan filmin senaryosunu Evan Hunter yazmış. Çarpıcı, korkutucu ve gerilim yüklü fotoğraflarsa kameraman Robert Burks’ten. Filmin hikâyesi, San Fransisko ve Pasifik kıyılarında geçiyor. Etkileyici ve büyüleyici doğanın içinden çıkan kuşların terörü insanı gerçekten ürpertiyor. Kargaların ve martıların masum olmadığına ikna oluyorsunuz. Film baştan sona gri bir gökyüzünün altında kasvetli bir atmosfer yaratıyor. İç mekânlar çoğu anda güven hissi vermese de, özellikle dış mekânlar daha tedirgin edici bu filmde. Kasvetin içine düşmüş gibi hissediyorsunuz.

San Fransisko şehrinin içinde sarışın ve güzel Melanie Daniels’ı (Tippi Hendrin) takip eden kamera, şehrin etkileyici caddelerinden anlar da yansıtıyor. Melanie, evcil kuş satan dükkâna giriyor ve yolunu aşkla buluşturacak avukat Mitch Brenner’la (Rod Taylor) karşılaşıyor. Mitch, 11 yaşındaki kız kardeşine doğum günü için muhabbetkuşu satın almaya gelmiş. Mitch gittikten sonra başka bir yerden muhabbetkuşları alan Melanie, dedektif gibi araştırma yaparak Mitch’in nerede yaşadığını öğreniyor. Bodega Bay’e giden Maleanie, Mitch’in kız kardeşinin adını postaneden öğrenemiyor ama, postacı onu ilkokul öğretmeni Annie Hayworth’a (Suzanne Pleshette) gönderiyor. Bu iki güzel genç kadın kısa da olsa dostluklarını geliştiriyorlar. Arkadaş edinme konusunda kadınlar ilham verici. Mitch’in kız kardeşinin adının Cathy (Veronica Cartwright) olduğunu öğrenen Melanie, kiraladığı tekneyle Mitch’in evine yaklaşıyor, kafesteki kuşları eve bırakıyor, tekneyle giderken Mitch onu fark ediyor. Peşinden kasabaya gidiyor. Kıyıya yaklaşan Melanie’ye bir martı saldırıyor. Bu da filmin bildik aşk hikâyesinin olmadığını hatırlatıyor. Annie’nin evinde bir gece misafir kaldığında, Mitch’le Annie’nin dört yıl önce büyük yaşadıklarını da öğreniyor Melanie. Mitch’in annesi Lydia (Jessica Tandy), Mitch’in âşık olduğu kızlar gibi Annie’ye de karşı çıkmış. Annie, Lydia’nın kendisini neden sevmediğini tam bilemese de, ortada “Oedipus Kompleksi” olduğuna da inanmıyor. Lydia, filmin derinliğinde istemeden korkusunu Lydia’ya anlatıyor. Kocası öldükten sonra yalnızlık korkusuna düşen Lydia, oğlunun hoşlandığı kızlara soğukluk göstermiş hep. Mitch’in, kendisini ihmal edeceği kuruntusuna düşmüş. Belki de en büyük korkusu, Mitch’e veremediği sevgisini o kızların vermesi. Lydia, bunları anlatırken, belki de Melanie’ye karşı sıcaklık hissetmeye başlıyordu. Melanie’nin babası, yüksek satışlı bir gazetenin ortağı ve bu yüzden de sosyete sayfalarının müdavimi olmuş bir güzel. Roma’daki vukuatı da hâlâ dillerdeymiş.

Evin bahçesinde Cathy’nin doğum günü sürerken, martılar çocuklara saldırıyor önce. Sonra da evin içini serçeler kuşatıyor. Lydia, sabah olunca alışveriş yaptıkları çiftliğe Ford kamyonetiyle gidiyor. Çiftlik sahibi Don Fawcett’ın kuşlar tarafından katledildiğini görüyor ve dehşete düşüyor. Melanie ve Mitch arasında aşk da başlıyor ilk öpücükle beraber. Elbette kuşlar da yavaş yavaş toplanmaya başlıyor. Kargalar ve martılar adeta müttefik olmuşlar. Okula giden Melanie, bahçede kuşların yavaşça toplandığını görüyor. Sınıfta derste olan Annie’yi uyarıyor. Telâşa kapılmadan çocukları götürmeye çalışsalar da akıllı kuşlar harekete geçiyor. Daha sonra kasabaya arabasıyla dönen Melanie babasından yardım istiyor. Kasabadaki Deke’in (Lonny Chapman) restoranı da müdavimleri olan bir mekân. Burada kuşbilimci Bayan Bundy (Ethel Griffies), kuşlar hakkında derin bilgiler sunuyor önce. Sonra da kuşlar, özellikle kargalar ve martılar harekete geçiyorlar. Kasabayı savaş alanına çeviriyorlar. Hareket eden her şeye saldırmaya başlıyorlar. Hatta benzin istasyonu bile infilak ediyor. Mitch, Melanie’yi alıp eve götürüyor ve tüm pencerelere tahtalar çakıyor. Bunlar kuşlarla savaş için yeterli miydi? Kuşlar, zeki ve üstelik ölümcül gagaları var. Gece korku içinde geçiyor. Kuşlar, boşluk buldukları her yerden gagalarını uzatıyorlar. Sabaha doğru her şeyin sakinleştiğini düşünen Melanie, aile uykudayken tavan arasına gittiğinde onu dehşet bekliyor. Filmdeki en gerilimli an, belki de final bölümüydü. Arabaya ulaşmak için dışarı çıkan Mitch’in yaşadıklarını seyrederken yaşıyorsunuz. Mitch’in, kuşların arasından attığı her adım kalp atışlarınızı çoğaltıyor. Herkes arabaya bindiğinde film bitse de sonucun ne olduğunu bilmiyorsunuz. Kuşlar daha ne yapacak, diye tedirginlik içinde kalıyorsunuz. Hitchcock, kuşların tüm saldırı sahnelerinde seyircilerin korkularını dışarıya çıkartmayı başarabilmiş. Bir kâbusun ortasında kalmış gibi. Bir şey daha yapıyor ve fonda müzik kullanmamış. Kuş sesleri, birer müzik gibi tüm perdeyi kaplıyor. Tarif edilemez bir tedirginlik yaşatıyor bu sesler. Filmdeki diyalogların da iyi yazılmış olduğunu belirtmeliyiz. Darısı Yeşilçam’ın başına diyelim. “Kuşlar”, Aralık 1965’te ülkemizde vizyona çıkmıştı.

(11 Mayıs 2014)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Kayıp Evladın İzinde

33.İstanbul Film Festivali’nin açılış filmi olan ‘Umudun Peşinde’ ya da özgün adıyla ‘Philomena’, bu haftadan itibaren sinemalarda. Philomena Lee’nin gerçek hikâyesinden yola çıkmış, deyim yerindeyse yürek dağlatan türden ancak ustalıklı bir senaryonun marifetiyle yaşamın talihsiz cilvelerine hoş rastlantıları da katabilmiş bu ilgiye değer film, deneyimli İngiliz yönetmen Stephen Frears’ın son çalışması.

Yetmişlerinde emekli hemşire Philomena. Henüz gencecik bir kızken, evlilik dışı bir ilişki sonucu hamile kaldığında babası tarafından evlâtlıktan reddedilmiş ve bir manastıra bırakılmış. Burada doğurduğu ve üç yaşına kadar baktığı oğlu başka bir aileye evlâtlık verilmiş ve küçük Anthony’den bir daha hiç haber alınamamış. Tek evliliğinden olma yetişkin kızının girişimi sonucu, hasret dolu elli yılın ardından bir gazeteciyle yollara düşerek evlâdının izini sürmeye başlıyor İrlandalı yaşlı kadın. BBC deneyiminin ardından bulaştığı siyasetin dikenli yollarında saf dışı kalmış, Rus tarihi üzerine kitaplar yazmayı düşleyen (ki bu arzusunu gerçekleştirmiş daha sonra) kibirli gazeteci Martin Sixsmith önceleri küçümser Philomena’nın öyküsünü. Katolik manastırında dönmüş dolapları keşfettiği vakit yaşlı kadının arayışını sahiplenir. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından yenik düşmüş eski kıtanın insanları hayatta kalma mücadelesi verirken, gayrimeşru yoksul çocukların, aralarında dönemin ünlü Hollywood yıldızı Jane Russell’ın da bulunduğu zengin Amerikalılara yüklü bedeller karşılığı satıldığını öğreniriz hep birlikte. İkilinin kayıp evladın izinde İngiltere’de başlayan inatçı iz sürüşü daha sonra Amerikan topraklarına kadar uzanacaktır.

İrlandalı halk kadını ile kibirli entellektüelin mizah yüklü çatışmasını sarsıcı hikâyesinin içine ustalıkla yerleştiren, Martin Sixsmith’in 2009 yılında kaleme almış olduğu ‘Philomena’nın Kayıp Çocuğu’ adlı kitabından uyarlanmış Venedik ve Bafta ödüllü parlak senaryonun usta Frears’ın ellerine teslim edilmesi iyi olmuş. Seksenli yıllardan, ‘Benim Küçük Çamaşırhanem / My Beautiful Laundrette’den beri takipçilerinin ilgisini boşa çıkarmayan bir dolu düzeyli filme imza atmış olan İngiliz yönetmen, Philomena’nın hikâyesinden alnının akıyla çıkmış. Sağlam oyuncuları en büyük destekçisi olmuş kuşkusuz. Dame Judi Dench çok başarılı ve çok renkli kompozisyonuyla harikalar yaratıyor. Senaryonun ortaklarından deneyimli oyuncu Steve Coogan (diğer ortak Jeff Pope) gazeteci Sixsmith’de ustasına mükemmel eşlik ediyor. Alexandre Desplat’nın filmi sarıp sarmalayan Oscar adayı olmuş incelikli müzik çalışmasını da anmadan geçmeyelim.

[‘Umudun Peşinde’, ‘Başka Sinema’ projesi kapsamında İstanbul, Beyoğlu Beyoğlu; Etiler Akmerkez Cinema Pink; Haramidere Cinetech Toruim; Kadıköy Rexx; Altunizade Capitol Spectrum; Ankara, Kızılay Büyülüfener; Eskişehir, Kanatlı Cinema Pink; Bursa, Cinetech Korupark; (16.05.2014) tarihinden itibaren Cinetech Mall of İstanbul Sinemaları’nda dönüşümlü seanslarda gösterilmektedir.]

(09 Mayıs 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Gerçek Bir Psikoterapi Öyküsü

Arnauld Desplechin’in bizde ‘Düş ve Gerçek’ adıyla vizyon gören giren son çalışmasından ilk kez geçtiğimiz yıl ‘Cannes’da Psikoterapi’ başlıklı yazımda söz etmiştim. Fransız yönetmenin gerçek bir hikâyeden yola çıkan son çalışması biraz gecikmeyle de olsa, ‘Başka Sinema’ programı çerçevesinde ülkemizde gösterime girmiş bulunuyor. Özgün adıyla ‘Jimmy P.: Kuzey Amerikalı Bir Yerlinin Hikayesi / Jimmy P.: Psychotherapy Of A Plains Indian’, Fransız psikiyatrist ve antropolog Georges Devereux ile Kızılderili kökenli Amerikalı hastası Jimmy Picard’ın doktor-hasta ilişkisiyle başlayıp dostluğa dönüşen hikâyesi üzerine kurulmuş.

Filme adını veren Jimmy P., İkinci Dünya Savaşı dönüşü rahatsızlıkları nedeniyle Kansas, Topeka’da konuşlanmış ‘Winter Ordu Hastanesi’nde müşahade altına alınmış. Derdi çok fazla. Şiddetli baş ağrısı çekiyor, geçici görme bozukluğu ve işitme kaybından şikayetçi. Karabasanlar uykusunu bölüyor. Sorunlarına fizyolojik bir neden bulunamayınca, doktorlar şizofreni teşhisinde karar kılıyor. Bu sırada, Amerikalı yerli kültürlerine ilişkin çalışmaları bulunan etnolog ve psikanaliz uzmanı Devereux ile irtibat kuruluyor.

Fransızların anlı şanlı IDHEC (yeni adıyla La Fémis) sinema okulundan mezun isimlerinden Desplechin, Cannes Şenliği seçicilerinin sevdiği yönetmenlerden. Mumyalanmış kesik bir başın gizemli hikâyesi çerçevesinde gelişen 1992 yapımı ilk uzun metrajı ‘La Sentinelle / Nöbetçi’den başlayarak filmleri tam beş kez Cannes Şenliği’nin yarışmalı bölümüne seçilmiş. Bunlardan 2008 yapımı ‘Bir Noel Masalı / Un Conte de Noel’ ile 2004’te Venedik’te yarışan ‘Krallar ve Kraliçe / Rois et Reine’, İstanbul Film Festivali’nin programlarında yer alarak ülkemiz izleyicisiyle de buluşmuştu. Desplechin’in bizde ilk vizyon gören filmi ‘Düş ve Gerçek’in ilham kaynağı, Devereux’nün filme konu olan psikoterapi sürecini belgeleyen, ilk kez 1951 yılında yayınlanmış kitabı ‘Reality and Dream’. Filmin Türkçe adına ilham olmasının yanı sıra, antropoloji ve psikanalizi buluşturan, bu yönüyle ‘etnopsikiyatri’nin yolunu açan bu kaynak eser, tüm psikanaliz sürecinin seans atlamadan bütün detaylarıyla kaleme alındığı türünde benzersiz bir yapıt. 1920’lerde yerleştiği Paris’te Marie Curie’nin yanında bilimsel araştırmalarına başlayan Devereux, Romen asıllı bir Yahudi. Savaş ve soykırım onu Amerika’ya sürüklemiş. Amazon bölgesindeki yerlilerle çalışan çağdaşı Claude Lévi-Strauss’tan farklı olarak, araştırmalarını kıtanın Kuzey bölgelerinde sürdürmüş. Mojave yerlileri arasında yaşamış ve ölümünden sonra külleri isteği üzerine Parker, Colorado’daki Mojave Kızılderili rezervasyon bölgesinde toprakla buluşmuş.

Desplechin, biri Avrupa’da diğeri Amerika’da soykırım travması yaşamış iki kayıp ruhu bir araya getiren incelikli psikanaliz seanslarını, Jimmy Picard’ın acı içindeki zihni ve ruhuna deva olacak tedavi sürecini Hollywood sinemasının psikolojiye yaklaşımındaki klişelere yüz vermeyen soğukkanlı bir tavırla anlatıyor. İzleyiciyle mesafeli sineması her zamanki gibi diyalog ağırlıklı. Savaş gazilerinin psikolojik tedavisi için Amerika’daki ilk askeri hastanelerden biri olan Winter Hospital’in çekimler için döneme uygun olarak yeniden düzenlenmesi ve rüya sekansları başarılı. Devereux’yü canlandıran yönetmenin fetiş oyuncusu ve alter ego’su Mathieu Amalric ve özellikle kafası karışık Karaayak kabilesi kökenli Jimmy’de Benicio Del Toro’nun duyarlıklı performansı takdire değer.

[‘Düş ve Gerçek’, ‘Başka Sinema’ projesi kapsamında İstanbul, Beyoğlu Pera; Levent Metro City Cinema Pink; Kadıköy Moda Sahnesi (eski Moda Sineması); Ankara, Kızılay Büyülüfener; Eskişehir, Kanatlı Cinema Pink; (09.05.2014’den itibaren) Bursa, Cinetech Korupark Sinemaları’nda dönüşümlü seanslarda gösterilmektedir.]

(04 Mayıs 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Sinemanın Kuzey Işığı: Ingrid Bergman

Sinemanın büyük oyuncularından İsveçli Ingrid Bergman’a, 1940’larda tarif edilemez güzelliğini sunduğu “Kazablanka”, “Öldüren Hatıralar” ve “Aşktan da Üstün” filmleriyle saygı sunmak istedik.

“Kazablanka…”

Michael Curtiz’in 1942’de yönettiği siyah-beyaz “Casablanca-Kazablanka”, sinemanın da özel filmlerinden. Warner Bros’un sunduğu Murray Burnett-Joan Alison’ın oyunundan uyarlanan film, tam anlamıyla günlük senaryo yazımlarıyla tamamlandı. Öyle ki, ne yönetmen ne de oyuncular bir sonraki sahnede ne olacağını bilmiyorlardı. Oyuncuların yüzündeki şaşkınlığı belki fark edersiniz. Senaryoyu Julius J. Epstein ve Philip G. Epstein ortak yazmışlar. Müzikleri Max Steiner bestelemiş. Belleklere yerleşen fotoğraflarıysa büyük kameramanlardan Arthur Edeson yansıtmış. Film, Warner Bros’un Hollywood’daki stüdyolarında kurulan setlerde çekildi elbette. Film çekilirken İkinci Dünya Savaşı sürüyordu ve senaryo da ona göre geliştiriliyordu. “Kazablanca”, sinemada gördüğünüz en içtenlikli kırılganlık ve fedakârlık üstüne bir film. Aşkın, acı verse de fedakârlık gerektirdiğini de hatırlatıyor. Filmin hikâyesi yaklaşık iki günü anlatıyor. Filmde İngilizce, Almanca ve Fransızca kelimeler duyuluyor. Bu filmi 1994’te İzmir Film Festivali’nde sinema perdesinde görmüştük. Hem de bir balkon sinema olan Alsancak İzmir Sineması’nda.

Kuzey Afrika haritası üzerine ön jenerik yazıları düştükten sonra, Avrupa’da savaştan kaçan insanların Fransız sömürgesi Fas’ın Kazablanka şehrine gelen mültecileri gösteriyor. Parası olanlar kolayca vize alıp Lizbon üzerinden Amerika’ya uçuyorlar. Amerikalı gizemli Richard Blaine’in “Rick’s Café Américain” kahvehanesi gözde buluşma yeri. Burası kahvehane gibi görünse de, bar ve kumarhane aslında. Şehrin polis amiri Yüzbaşı Louis Renault (Claude Rains) göz yumuyor bazı şeylere. Renault, kadınlar konusunda liberalmiş. Renault, bilinen yollarla kadınlara ulaşamayan biri gibi görünüyor. Bu yüzden zorda kalmış veya onun yardımına muhtaç kadınlardan faydalanan biri. Bulgaristan’dan gelmiş parasız genç çifte vize ayarlamak için genç kadını yatmaya zorlamış. Vize parasını Rick’in kahvehanesinde kumarda kazanmayı hayal eden genç koca da umutsuzca kumarda kaybediyor. Genç kadın, Rick’ten yardım isteyince aşk kırgınlığı olsa da sıcaklığını gösteriyor filmin derinliğinde. Renault, bir fırsatı daha kaçırdığına hayıflanıyor.

Kahvehanede siyahî piyanist Sam de (Dooley Wilson) burada piyano çalıp şarkı söylüyor. Elbette orkestra da var. New Yorklu Rick (Humphrey Bogart) yüzünü gösteriyor ve hikâye de derinlik kazanıyor filmde. Çekoslovak entelektüel ve Nazilere karşı direnişçi Victor Laszlo (Paul Henreid) gelmeden önce gerilim de çoğalmaya başlıyor. Öncesinde Nazi subayı Binbaşı Strasser, kahvehaneye geliyor Renault’yla. Rick, zorunlu olarak Nazi subayıyla tanışırken, seyirci için Rick’in gizemi daha da çoğalıyor. Rick, bir suçlu mu? Amerika’dan kaçarak Avrupa’ya sığınmış bir gangster mi? Para karşılığı mültecilere yüksek parayla vize ayarlayan Ugarte (Peter Lorre), elindeki çok özel mektubu saklaması için veriyor. Jandarma, Ugarte’yi tutuklamak için kahvehaneye geliyor. Ugarte cinayet işlemiş. Karakola götürülen Ugarte’den ses çıkmıyor sonra. Renault temizlik işi de yapıyor Kazablanka’da çünkü. Laslo ve karısı Ilsa Lund kahvehaneye geliyorlar. Hemen Ugarte’yi bulup vize yerine geçen önemli mektubu alıp hemen buradan gitmek. Elbette her şey bu kadar kolay değil. Oslolu Ilsa (Ingrid Bergman), piyano başındaki Sam’in yanına gidiyor ve bir aşkın hatıraları da deşiliyor. Ilsa, “Bir daha çal Sam” diyor, o şarkıyı, “As Time Goes By” (Zaman Geçtikçe) şarkısını söylemesi için. Tedirginlik yaşayan Sam o şarkıyı piyanosunda çalarak söylüyor, Ilsa’ya ve seyirciye. Şarkının ilk bölümünde, “Bunu unutmamalısın / Bir öpücük, yalnızca bir öpücüktür / Bir iç çekiş, yalnızca iç çekiştir / Anlamını bulur her şey / Zaman geçtikçe / Ve âşıklar kur yaparken / Hep, seni seviyorum derler / Sakın inanmamazlık etme / Gelecek ne getirirmiş hiç fark etmez / Zaman geçtikçe…” Şarkıyı duyan Rick, öfkeyle Sam’in yanına geldiğinde onu, Ilsa’yla göz göze geliyor. Aşkın sıcaklığı kırılganlıkları kapatabilir miydi? Ugarte’yi bulamayan Laszlo, “Mavi Papağan” barının sinekliğini elinden düşürmeyen fesli sahibi Ferrari’ye (Sydney Greenstreet) başvuruyor vize için. Ferrari de sadece bir vize verebiliyor. En az Rick kadar Ilsa’ya âşık Laszlo, aşkın fedakârlığını da unutmuyor.

Film, o ayrılığa dönüyor Rick’in kahvehanedeki sığınağında. Derine gömülmüş aşk dışarı çıkıyor. Paris’te büyük aşk yaşayan Rick ve Ilsa, gizemlerle dolu mutlu anlar yaşarken, Naziler Paris’i işgal etmek için yola çıkmışlar. Paris’te de “As Time Goes By” şarkısının ikinci bölümü duyuluyor. Filmde, bu şarkının tınıları fonda sıkça duyuyorsunuz sonra. Trenle önce Marsilya’ya gitmeyi düşünen Rick, tren garında Ilsa’yı beklerken Sam’in getirdiği mektupla hüzne düşüyor. Mektubu okurken düşen yağmur damlaları Ilsa’nın kelimelerinin üstüne düşerken melodram kuşatıyor Rick’i ve perdeyi. Ilsa’yla evlenmek istemi Rick. Ama şimdi Ilsa’dan gerçeği öğreniyor. Belki de bu Ilsa’ya saygısını çoğaltıyor Rick’in. Sonunda aşkın fedakârlığı kazanıyor ve Rick, büyük aşkını uçakla Amerika’ya yolluyor. Ilsa, Rick’le gideceğini düşünürken, Rick, sisler altındaki havaalanında yanında Yüzbaşı Renault olmasına rağmen Ilsa’yı ikna ederek Laszlo ve Ilsa’yı uçağa bindirmeyi başarıyor. Binbaşı Strasser, Laszlo’nun havaalanında olduğunun ihbarını alsa da aşka ve Rick’e yeniliyor cehennem trajedisine düşerken. Cinayeti görmezden gelen Renault’yla Rick arasında da sağlam bir dostluk da başlıyor başka yerlere gitme plânları yaparken. Bu havaalanındaki final bölümü, gerçekten sinemanın özel anlarından biriydi. Melodramın da üst noktasıydı. “Kazablanka”, Akademi’den film, yönetmen ve senaryo dallarında Oscar kazandı. Film 1946’da vizyona çıkmıştı.

“Öldüren Hatıralar…”

Alfred Hitchcok’un 1945 yapımı siyah-beyaz kara filmi “Spellbound-Öldüren Hatıralar”, psikanalize derinden ve görsel bakan sinemanın önemli filmlerinden. Selznick’in sunduğu film, Francis Beeding’in “The House of Dr. Edwardes” romanından beyazperdeye uyarlanmış. Senaryoyu Angus MacPhail ve Ben Hecht yazmışlar. Gerilim yüklü müzikleri Miklos Rozsa bestelemiş. Sinemanın görsel anlamda zenginleşmesine büyük katkıları olmuş fotoğraflar da George Barnes’ın. Rüya sahnelerindeki dekor ve çizimler ünlü gerçeküstücü ressam Salvador Dali tasarlamış. Sinemanın en muhteşem anları yaratılmış bu sahnelerde. Bu film ilham vericiydi ve ilham vermeyi hep sürdürdü. Psikanaliz ve Freud üstüne derin düşündürten bir film ayrıca bu yapıt.

Film, sonbaharda yapraklarını döken ağacın üzerine düşen ön jenerik yazılarıyla açılıyor. Sonra perdeye Shakespeare’in, “Suç yıldızlarımızda değil, bizdedir” sözüyle başlıyor ve ardından, doğayla iç içe Green Manors Akıl Hastanesi’nin kapısı yansıyor üzerine yazı düşerken. Yazıda, “Hikâyenin, modern bilimin akli dengesi yerinde olan insanları tedavi etmekte kullandığı psikanaliz üzerine” olduğu belirtiliyor. Gerisini de filmde görüyorsunuz. Gerilim yüklü bu filme dokunurken, gerçekten nazik olmak ve merak duygusunu azaltmamak gerekiyor. Bu film, her devirde gerekli olabilir insana. Hastanenin yirmi yıllık başkanı Dr. Murchison (Leo G. Caroll) emekli oluyor. Yerine de Dr. Edwardes geliyor. Çok geçmeden Edwardes hastaneye geliyor. Analist Dr. Constance Petersen (Ingrid Bergman) onunla yakınlaşıyor çok geçmeden. Kendine Edwardes diyen genç ve yakışıklı adam (Gregory Peck), ilk belirtisini kahvaltıda hissettiriyor Dr. Petersen ve seyirciye. Dr. Petersen, beyaz masa örtüsüne hastanenin havuzunu şeklini çatalla masaya çizince genç adamın yüzünde dehşetli korku ifadesi oluşuyor. Garmes vakası, genç adamın ilgisisni çekiyor hastaneyi dolaşırken. Garmes (Norman Lloyd), suçluluk kompleksi yaşayan bir amnezi hastası. İşlemediği suçu işlemiş gibi suçluluk yaşayan ve ruhunda acı duyan bir insan. Kendini Edwardes sanan genç adam da mı aynı durumdaydı? Hitchcock seyirciyi, Dr. Petersen’ın algılarıyla bütünleştirmiş. Doktor ne algılamaya başlıyorsa seyirci de yavaş yavaş anlamaya başlıyor. Gece uyku tutmayan Dr. Petersen odasından çıkıp kütüphaneden Dr. Edwardes’ın kitabını alıyor. Orada el yazısı görüyor. İmzalar birbirine benzemiyor. Kuşkusu çoğalıyor. Dr. Petersen, ışığı yanan genç adamın odasına gittiğinde gerçeğe biraz daha yaklaşıyor. Aşka da. Genç adam, ertelediği başka şeyleri de ona hatırlatıyor. Çünkü aşk ertelemeye gelmiyor şairin dediği gibi. Aşk bir iş değil ve plân yapılamıyor. Her şey birdenbire oluyor ve dudaklar birleşiveriyor. Gerçek Dr. Edwardes’in sekreteri hastaneye geldiğinde genç adam New York’a bir otele doğru yola çıkıyor. Genç adamın Dr. Edwardes olmadığı ortaya çıkıyor. Bunu daha önceden biri daha biliyordu hastaneden. Amnezi teşhisi konan genç adamın şizofren olduğu görüşü ortaya çıkıyor. Gerilim de yavaş yavaş yükselmeye başlıyor.

Adını ve geçmişini hatırlayamayan, belleğinde karanlık bölgeler olan ve suçluluk kompleksi cehenneminde yanan genç adamın cebinde üzerinde JB yazan sigara tabakası çıkıyor. Acaba adı ve soyadı JB harfleri miydi genç adamın? Adı bilinmeyen genç adam JB’nin notunu okuyan Dr. Petersen, trenle New York’a gidiyor. Otelin lobisinde Pittsburghlu çapkını aile dedektifinin yardımıyla uzaklaştıran Dr. Petersen, dedektifin yardımıyla JB’nin 3033 numaralı odasını öğreniyor. Bu numara simgesel ve metafor yüklü. Otel odasında, Dr. Petersen hem doktor hem de bir âşık. Dudaklar birleşiyor. Ama Dr. Petersen, JB’nin belleğinin karanlık dehlizinde ışık yakmak istiyor önce. Gazetelerde fotoğrafları çıkınca JB ve Dr. Petersen tren garına gidiyorlar. Gardaki gerilim anları çok çarpıcıydı. Bu anların atmosferinde kayboluyorsunuz gerilim yükselirken. JB ve Dr. Petersen, trenle Rochester’a gidiyorlar. Dr. Petersen’ın hocası Alex Brulov’un (Michael Chekhov) evine gidiyorlar. Orada da polis dedektifleri bekliyorlar. Bu anda da gerilim yükseliyor. Sonra Dr. Alex eve geliyor. Dr. Petersen evli olduklarını söylüyorlar Dr. Alex’e. Gecenin derinliğinde tıraş olmak isteyen JB, beyaz köpüğü görünce yine kriz geçiriyor ve elindeki usturayla odadan çıkıyor, Dr. Alex’in yanına gidiyor. Dr. Alex ona uyku haplı sütü içiriyor önce. JB, bardağı ağzına götürürken, uyku haplı sütü sanki seyirci içiyormuş gibiydi. Bu çekim çarpıcı ve stilizeydi.

Sabah olunca, Dr. Petersen ve Dr. Alex’e gördüğü tuhaf rüyayı anlatıyor JB. Rüyada tuhaf mekânlar yansıyor. JB, bu mekânda Dr. Edwardes’la boş kâğıtlarla kumar oynuyor. Bu mekânda maskeli insanlar da var. Sahnedeki perdedeki gözleri makasla kesiliyor. Sonra karlı dış mekânda JB ve Dr. Edwardes kayak yapıyorlar. Dr. Edwardes uçurumdan aşağı düşüyor. Bu rüya gerçekliğe ulaştırabilir miydi? JB’nin belleğinin derinliğindeki bir şeyin de ortaya çıkması gerekiyor. Onu suçluluk kompleksinin cehennemine düşüren şey neydi? Gabriel (Cebrail) Vadisi’ndeki kayak anlarıyla o karanlık dehlizde yanan ışık yansıyor Dr. Petersen’a doğru. JB küçükken erkek kardeşinin ölümünden kendini mesul tutmuş ve suçluluk duygusunu arttırmış bu kaza. Yine de açığa çıkmamış sorular var. Dr. Edwardes’la JB nasıl tanışmışlardı? JB kimdi ve geçmişi nasıldı? Kayak sahnesinde duyulan müzikler insanın zihninde dolaşıyordu sanki. Altta yaylılar birden yükseliyordu çığlık atar gibi. Dr. Petersen analiz yaparak gerçekliğe ulaşıyor. Dr. Edwardes’ın katiline de. Hastanede, Dr. Petersen’ın katille yüz yüze konuşma anları, sinema anlamında gerçekten unutulmazdı. Katilin suç aleti tabanca kamerayla beraber Dr. Petersen’ı takip ediyor, Dr. Petersen odadan çıkınca tabanca kameraya çevriliyor ve seyirciyi vuruyor. Hitchcock, seyircilere önce uyku haplı sütü içiriyor, sonra da tabancayla onları vuruyor. Hak ediyorlar. İşte derin psikanaliz bir durum. Film bitiyor düşünmek bitmiyor. Film, “En İyi Müzik” dalında Oscar almıştı.

“Aşktan da Üstün…”

Alfred Hitchcock’un 1946 yapımı siyah-beyaz “Notorious-Aşktan da Üstün”, sinemanın özel kara filmlerinden. Casusluk üstüne de. RKO’nun sunduğu film, John Taintor Foote’un “The Song of the Dragon” romanından uyarlanmış. Filmin senaryosunu Ben Hecht yazmış. Gerilimli müzikleri Roy Webb bestelemiş. Sinema tarihine geçen stilize fotoğrafları da Ted Tetzlaff yaratmış. Bu kameraya âşık olma ihtimaliniz hayli yüksek.

Film, John Huberman’ın Florida’da Nazilikle ve vatan hainliğiyle yargılanması üzerine açılıyor. Huberman yirmi yıl hapse mahkûm oluyor. Kamera, HUberman’ı arkadan yansıtırken yüzünü hiç göstermiyor. Huberman’ın kızı Alicia Huberman (Ingrid Bergman), bu kararla yıkılıyor. Zaman geçiyor. Alicia, kederler içinde evinde verdiği partide bir yabancıyla karşılaşıyor. Arkadan yansıyan bu yabancı adam gölgelerin içinden çıkarak Alicia’yla iletişimini geliştiriyor ve sarhoş olmuş Alicia’yla üstü açık arabayla geziye çıkıyor. Motosikletli trafik polisi onları durdurduklarında gizemli adamın, T. R. Devlin’in (Cary Grant) gizli ajan olduğu ortaya çıkıyor. Eve dönüyorlar. Alicia, uyuduğu yatakta uyanıveriyor. Kamera da onun bakışından yansıtmaya başlıyor her şeyi. Odanın kapısında ayakta duran Devlin, kameranın yatay açısıyla düşecekmiş gibi görünüyor. Alicia doğrulmaya başladığında kamera da dönüyor ve her şeyi düzgün göstermeye başlıyor. Hitchcock’un bu stilize öznel kamerası, Nicholas Ray’e de ilham vermişti 1955 yapımı renkli ve sinemaskop “Rebel Without a Cause-Asi Gençlik” filminde. Hitchcock’un filminde, komidinin üstündeki bir bardak süt de fark ediliyordu. Derinlikte de yataktaki Alicia. Bunun anlamı filmin derinliğinde daha da anlamlaşıyordu.

Devlin, Alicia’yı etkileyerek onu Brezilya’nın Rio şehrine doğru yolculuğa ikna ediyor önce. Aşk da küçük öpücüklerle çoğalmaya başlıyor sonra. Babasının ölümünün ardından düştüğü boşluğunu, yalnızlığını ve kederini içkiyle doldurduğunu sanan Alicia, karşısına çıkan bu yakışıklı adama bırakıveriyor kendini. İnsanların aşka, sevgiye ve birilerine ihtiyacı sonsuza kadar olacak çünkü. Uçaktan yansıyan Rio manzarası büyülüyor önce. Sonsuz gibi uzanan Cobacabana plajı, tepedeki İsa heykeli. Devlin’in amiri Yüzbaşı Paul Prescott (Louise Calhern) burada olmalarının nedenini açıklıyor. Naziler, Alex Sebastian’ın (Claude Rains) malikânesinde gizlice toplanıyorlar. Bu toplantılardan istihbarat alınması gerekiyor. Alicia, Alex’i tanıyor. Önce at gezintisiyle Alex’e kendilerini gösteriyorlar. Alex’in içine gömdüğü aşk, Alicia’nın güzelliği karşısında yeniden dışarı çıkıyor. İki erkeğin aşkı arasındaki Alicia, Alex’in evlenme teklifini “görev” yüzünden kabul etmek zorunda kalıyor. Geride Devlin’in kırık kalbini bırakarak. Ama görev her şeyden önceydi. Alex’in annesi Anna (Leopoldine Konstantin), kuşkucu, kuralcı ve sert bir kadın. Balayı dönüşünde malikânenin bütün odalarını görmek isteyen Alicia, bir odanı hep kilitli kaldığını öğreniyor. Bu odaysa gizemlerle dolu bir odaydı. Alex, annesinden anahtarlığı alıp Alicia’ya veriyor. Kapısı sürekli kapalı bu oda içki mahzeniydi. Devlin, Alicia’ya parti verdirtiyor kendisini de davet ettiriyor. Ama öncesinde, içki mahzeninin “Unica” anahtarını anahtarlıktan almak gerekiyor Alicia’nın. Gerilim, bu anla yükselmeye başlıyor. Kocası banyodayken, Alicia anahtarı aldıktan sonra seyircinin de nefesi kesiliyor. Ama gerilim devam ediyor. Alicia’nın partide anahtarı gizlice Devlin’e verirken de nefes almayı unutabilirsiniz. Bu uzun sekansta,her şey usul usul gelişiyor, üstünüze bir sıkıntı çöküyor, koltuğunuzda kıpırdanmaya başlıyorsunuz. Gerilim çizgisi hafifçe düşerken, Devlin ve Alicia mahzene gittiklerinde yine yükselmeye başlıyor. Gerilirken, gizemler de birazcık olsun aralanıyor. İçki mahzenine uşak Joseph’le gelen Alex, dışarıda Devlin’le Alicia’nın öpüşmelerine tanıklık ediyor. Bu andan sonra film, Alex’in hayal kırıklığı ve korkusu üstünden bambaşka taraflara gidiyor. Toplantıdaki başkanları Eric Mathis (Ivan Triesault), acımasız bir dava adamı.

Her şey değişmeye başlıyor. Alex’in annesi, Alicia’nın içeceklerine zehir koyarak Alicia’yı zehirlemeye başlıyor. Yavaş ölüm. Bilgi için buluşmalarında Alicia’nın her daim sarhoş olduğunu düşünen Devlin, Alicia bir gün gelmeyince kuşkulanmaya başlıyor. Gecenin bir yerinde malikâneye giden Devlin, Alicia’nın ölüme adım adım gittiğini anlıyor. Başka bir oda da Naziler toplanmış. Devlin, sakince Alicia’yı alıyor, merdivenlerden indirirken Alex ve annesi de Alicia’yı götürmemesini çabalasa da adım adım dışarıya yöneliyorlar. Alicia’yı arabaya bindiren Devlin, Alex’i kendi çaresizliğiyle baş başa bırakıyor. Ardından da görüntü kararıyor.

(28 Nisan 2014)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Onur Ünlü’ye ve İnsanlık Onuruna Teşekkürler

Onur Ünlü sinemamızın en yaratıcı isimlerinden. Üstelik üretken bir sinemacı. Geçtiğimiz yılın İstanbul Film Festivali’ne damgasını vurmuş varoluşçu ‘Sen Aydınlatırsın Geceyi’ hâlâ gündemdeyken, ilk kez 33. festivalde gösterilen son çalışması sinemalarda gösterime çıktı bile. Festivalin bu yılki ‘Ulusal Yarışma’ seçkisinin (Tayfun Pirselimoğlu’nun vizyon sırası bekleyen ‘Ben O Değilim’i ile birlikte) öne çıkan iki filminden biriydi ‘İtirazım Var’. İzleyici ve eleştirmenlerin haklı beğenisi kapanış töreninde iki değerli ödül getirdi filme. Onur Ünlü festivalden ilk kez en iyi yönetmen ödülünü alırken, Serkan Keskin harikalar yarattığı sinemadaki ilk başrolünde herkesin beklediği en iyi erkek oyuncu ödülüne kavuştu.

Yönetmenin ‘Polis’ (2007) ve ‘Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi’ni (2011) takip eden on filmlik polisiye serüveninin şimdilik üçüncü halkası ‘İtirazım Var’. Kendine özgü absürd güldürü tarzını koruyan Ünlü, -filmde küçük bir rolü de bulunan- Sırrı Süreyya Önder ile birlikte kaleme aldığı hikâyesiyle bu kez daha politik. Hikâye dört yıl önce yazılmış olmasına rağmen, ülkenin son bir yıl içinde yaşadıklarıyla şaşırtıcı bir biçimde örtüşen dönemin ruhunu yakalamış bir çalışma bu.

Filmin başkişisi çok çarpıcı bir imam tiplemesi. Camisinde işlenen cinayeti çözmeye soyunan Selman Bulut dürüst, cesur, aydın bir din adamı. Varoluş sorunları üzerine kafa yormuş, tek Tanrı’ya inanış sorunsalını didiklemek üzere antropoloji okumuş (lâkin Hegel gibi sorularına yanıt bulamamış), satranç oynayan, bağlamasıyla Alevi deyişlerini seslendiren, eski boksör, nev-i şahsına münhasır bir karakter. Ünlü’nün bu benzersiz aykırı dedektifi, tefecilerin, dolandırıcıların, pedofillerin cirit attığı karanlık bir dünyaya dalar, itiraz ettiği bozuk düzenle hesaplaşmaya girişir.

Onur Ünlü’nün son derece zekice yazılmış senaryosu, zengin dini, felsefi referanslarıyla dikkat çekiyor. Bir İstanbul filmi bu aynı zamanda. Daracık sokaklar, izbe kuytular, yoksul mahallelerde cinayetin izini süren Selman Bulut’la birlikte büyük şehir düzeninin karanlık yüzüne, çarpık ekonomik düzenin sürekli kazananlar lehine işlediğine şahit oluyoruz. Acı gerçekler mizahla sarmalanıyor. Gülüyoruz ağlanacak halimize. İstanbul’un kozmopolitik yapısı içinde, ezan sesleri kilise çanlarına, filme adını veren arabesk müziğin belki de en has şarkısının nağmeleri ile (besteci Rıfat Şallıel ve söz yazarı İlhan Behlül Bektaş’a ve eseri ölümsüzleştiren rahmetli Müslüm Gürses’e buradan bir selâm gönderelim) Mozart Requiem’in ölümsüz ezgileri birbirine karışıyor. Okan Kaya, Taner Yücel ve Ahmet Kenan Bilgiç’in mükemmel müzik çalışmaları bu soluk soluğa izlenen filmi bir tül gibi sarıp sarmalıyor. Ve başta da söylediğimiz gibi, Semaver Kumpanya’da çok başarılı performanslarına şahit olduğumuz Serkan Keskin, Selman Bulut yorumuyla alıp götürüyor bizleri. Bu parlak kompozisyonuyla önümüzdeki festivaller ve diğer değerlendirmelerde daha çok ödül kazanacağını düşündüğüm Keskin’in geçtiğimiz Cumartesi akşamı ilk ödülünü alırken yaptığı konuşmasından alıntıyla bu güzel film için ‘Onur Ünlü’ye ve insanlık onuruna teşekkür ederek’ sözü noktalayalım.

(22 Nisan 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Festivalin En Güzel Sürprizi

Festivalde aradığımızı bulduk sonunda. Ta 1998 yılından beri film yapan Lav Diaz’dan ‘Tarihin Sonu / Norte, Hangganan Ng Kasaysayan’, bu yılki programın en güzel sürprizi idi. Filipinli usta sinemacının sadece bizde değil, tüm dünyada keşfedilmesi biraz vakit aldı. Bunun başta gelen nedeni filmlerinin standartların çok ötesinde uzunlukta olması herhalde. Festivalde izlenen dört saati aşkın süreli son çalışması, Diaz’ın öncekilere filmlerine kıyasla kısa bile sayılabilir. Filmografisinde yer alan kimi filmlerin altı, ikisinin dokuz, ‘Melancholia’ başlıklı olanın sekiz saat uzunluğunda olduğu biliniyor.

Konvansiyonel sinemayla işi yok Diaz’ın. Zaman algısı farklı. Klişelerden arınmış sineması uzun plânlar eşliğinde ülkesini anlatıyor. 300 yılı aşkın İspanyol sömürge yılları, ardından Amerikan vesayeti, İkinci Dünya savaşıyla birlikte Japon işgali, 1965’ten başlayarak 20 yıllık Marcos diktası ve takibeden iç savaşla lânetlenmiş, ruhunu arayan ülkesinin makus kaderinin izini sürüyor filmlerinde. Gözde yazarı Dostoyevski’nin etkisi tüm fimografisine sızmış. 1998 yapımı ilk filmi (The Criminal of Barrio Concepcion) ‘Suç ve Ceza’dan bir alıntıyla başlıyor. ‘Tarihin Sonu’ da bu ölümsüz romanın başlangıç olay örgüsünü kullanmakla birlikte birebir bir uyarlama söz konusu değil. Ahlâki ve sosyal çöküş karşısında şiddet uygulamayı seçen nihilist entellektüel Fabian ile ailesini geçindirmeye çalışan köylü Joaquin’in kesişen hikâyesini, ülkenin yoksulların yaşadığı (filme adını veren) kuzey bölgesinden insan manzaraları eşliğinde anlatıyor. Visconti’nin ‘Lanetliler’de yaptığı gibi, bir ulusun ahlâki çöküşünü, bir ailenin benzer düşüşüyle paralel vermeyi deniyor. Tanrıyı, gerçeği, ahlâkı, günahı, adaleti, ulus olma bilincini, tarihi tartışmaya açıyor. Bunları yaparken zamanı tamamen kontrol altına alıyor. Benzersiz mizansenleri, uzun plânları, ışık ve (11 yıl aradan sonra ilk kez kullandığı) renkler aracılığıyla kendi dünyasını kuruyor. Bu geniş zaman sürecinde karakterleri tüm hal ve tavırlarıyla yakından inceleme fırsatı buluyoruz. Lânetli topraklarda geçen hikâyelerinde hırsızlık, cinayet, tecavüz var kuşkusuz. Ancak bunları sahne dışına itiyor, sansasyonel görüntülerden kaçınıyor Diaz.

‘Tarihin Sonu’ festivalin son günü 20 Nisan 21:30 seansında Beyoğlu Sineması’nda son kez gösterilecek. Sinefiller kaçırmasın.

(18 Nisan 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com