Kategori arşivi: Yazılar

Merhametli Yüce Tanrı’nın Sessizliği

Andrey Zvyagintsev’in Sovyet sonrası düzenle hesaplaşması devam ediyor. Bu hafta gösterime giren ‘Leviathan’ yönetmenin semboller ve metaforlarla yüklü sinemasının son görkemli örneği. Dönüş / Sürgün / Elena üçlemesi ile sinemaseverlerin gözdesi haline gelen Rus sinemacının ‘Yeni Rusya’ üzerine daha öfkeli bir politik söylem tutturduğu yeni çalışması, mikro bir olaydan yola çıkarak Putin yönetiminin yozlaşmış kurumları üzerine çarpıcı bir tanıklığa dönüşüyor.

Ülkenin en kuzeyindeki balıkçı kasabasında yaşananlar günümüz Rusya’sının çürümüş otokratik düzenine ışık tutacak cinsten. Dalgalar kıyıyı döverken fondan yükselen Philip Glass’ın ‘Akhnaten’ operasının görkemli prelüdüyle büyük bir fırtınayı haberler gibidir yönetmen. Aile yadigarı toprağı elinden alınmak istenen kasabanın yerlisinin bürokrasi ile mücadelesini izlemeye başlarız daha sonra. Kolya’nın sahildeki değerli arazisinde gözü vardır belediye başkanının. Dededen kalma mülk değerinin altında istimlâk edilecek, yaklaşan seçimler öncesinde kamunun ortaklığında karlı bir yatırımın temelleri atılacaktır. Moskova barosundan avukat arkadaşın okkalı bir yolsuzluk dosyasıyla çıkagelmiş olması dahi durdurmaz rant peşinde gözü dönmüş belediye erkanını. Bölge mahkemesinin temyiz talebininin reddine ilaveten devreye sokulan mafyatik yöntemlerle Kolya’nın haklı itirazı susturulur. Devir tüm yolsuzluklarına rağmen üstlerinin çıkarlarına hizmet eden bürokratların devridir ne de olsa. Afili kilisesinde boy gösteren bölge papazı da muktedirin destekçisi olmayı seçmiştir. Tüm olanların Tanrı’nın izniyle gerçekleştiğinin altını basa basa ifade etmek suretiyle.

Eyüp Peygamber’in ‘dürüst insanlar neden acı çeker’ sorusundan yola çıkarak günümüz Rusya’sında ahlaki yozlaşmayı cesurca irdeleyen ve Kremlin’le polemiğe girmeyi göze alan Zvygagintsev’in metaforları filminin adından başlıyor. Tevrat ve İncil’deki kötülüğü temsil eden deniz canavarının ismi olan ‘Leviathan’, İngiliz felsefecisi Thomas Hobbes’un 17. yüzyılda kaleme aldığı aynı adlı ünlü eserinde mutlak güç ve yetkilere haiz Devlet’i ifade eder. Egemenliğin gökteki Tanrı’dan alınarak yeryüzündeki insani unsurlara dayandırılması üzerine kuruludur Hobbes’un metni.

Devlet, din ve vatandaş üçlüsü arasındaki erk mücadelesine ışık tutan Zvyagintsev, önceki filmlerinde daha kapalı biçimde değindiği kilise ile hesaplaşmasını bu kez ön plana çıkarmış. Devlet bürokrasisi ile kilise’nin çıkar ortaklığını tüm ayrıntılarıyla sergilemiş. Bir sahnede umutsuzca ‘merhametli yüce Tanrı’n nerede?’ diye soruyor Kolya. Talihsiz bir aşk üçgeniyle iyice dağılmış adamı, karısı ve avukat arkadaşıyla birlikte denizde batmış üç kayıkla betimlerken, büyümüş ve çürümüş Devlet’i öykünün geçtiği kuzey kıyılarına vurmuş dev balina iskeleti aracılığıyla görselleştiriyor, hafızalarımıza kazıyor yönetmen.

Devletin otoritesini kullanarak bireyler üzerinde tahakküm kurması, menfaat tiranlıkları oluşturması, yaşama ve mülkiyet hakkını gasp etmesi ise günümüzde yalnızca Rusya’nın sorunu değil kuşkusuz. Andrey Zvyagintsev’in yoz bir bürokratın arazisini ele geçirmeye uğraştığı otomobil tamircisinin başına gelenlerle işaret ettikleri, ülkemizde yaşanmakta olan ahlâki ve hukuki çöküntüyle paralellik kurduracak cinsten. Bu karanlık dönemden gün ışığına çıkabilmek için bizlerin de Hazreti Eyüp gibi uzun yıllar sabretmesi gerekmeyecektir umarım.

(16 Ocak 2015)

Ferhan Baran

[email protected]

Hollywood Ateşinde Yanmak

David Cronenberg’in bizde de vizyona giren son filmi adını Hollywood ünlülerinin ikametgahlarının yer aldığı rehber broşürlerden alıyor. ‘Yıldız Haritası / Maps to the Stars’ tam da Kanadalı sinemacıdan beklenebilecek cürette bir Hollywood taşlaması. Hatta taşlamadan da öte son derece sert bir düzen eleştirisi.

Beden deformasyonu üzerine kafa yormuş olduğu bir dizi ilginç çalışmasıyla tanıyıp sevdiğimiz Cronenberg 2000’li yıllarda Amerika’da (History of Violence / 2005) ve Kıt’a Avrupası’nda (Eastern Promises / 2009) insan kaynaklı şiddetin kökenlerini kurcalamış, bir önceki Don DeLillo uyarlaması ‘Cosmopolis / 2010’de çağdaş kapitalizminin ürünü genç borsa milyarderinin hipnotik yolculuğu boyunca yeni yüzyılın teknoloji destekli güç ve iktidar tutkusunu mercek altına yatırmıştır. Bu serüvende Cronenberg’in yolunun çağdaş kapitalizmin en gösterişli vitrinine, bugün artık dev medya imparatorluklarının çarpıştığı eğlence endüstrisinin tapınağı Hollywood diyarına düşmesi kaçınılmazdı. Hele bu konuda tam teşekküllü bir yazar dosta sahipse.

‘Yıldız Haritası’ Hollywood’un içinde büyümüş Amerikalı yazar, oyuncu, yapımcı ve yönetmen Bruce Alan Wagner’ın özgün senaryosundan yola çıkmış. Hollywood ünlülerine limuzin şöförlüğü de yapmış olan Wagner bir dizi romanıyla bu yıldızlar beldesinden detaylı portreler çizer. Kimi eleştirmenlerin deyimiyle bir ‘Hollywood Satyricon’unu resmeder. Wagner’in sarkastik olduğu denli acımasız ve öfke dolu metni Cronenberg gibi aşırı uçlara açılmaktan çekinmeyen bir sinemacının elinde adresini bulmuş gibi görünüyor.

Bir Amerikan rüyasıyla açılan ‘Yıldız Haritası’ aşama aşama bir kabusa dönüşüyor. Florida’dan ünlülerin dünyasına sızmak için gelen Agatha’nın sır dolu geçmişini öğreniyoruz film ilerledikçe. Küçük yaşta kazandığı şöhretle dengesini kaybetmiş Justin Biebervari çocuk yıldız Benjie ve oğullarının sırtından büyük paralar kazanan ailesi, genç yaşta ölmüş oyuncu annesiyle hesaplaşması bitmemiş yaşlanmakta olan bir başka yıldız oyuncu ve onu sakinleştirmeye çalışan terapisti/gurusu, yapımcılar, yönetmenler, menajerler bu bildik düzenin aktörleri olarak resmi tamamlıyor.

Başta Robert Altman’ın ‘Oyuncu / The Player’ı (1992) olmak üzere bu eğlence imparatorluğu üzerine yapılmış birçok taşlamanın ötesinde çok yargılayıcı ve öfkeli bir bakışla sunuluyor Hollywood. Şeytani krallığın aktörlerini en iğrenç, en komik, en rezil, en bencil halleriyle göstermekten imtina etmiyor yazar ve yönetmen. Tüm bunlar bu kukla bebeklerin aslında birer kurban olduğu gerçeğini görmemizi engellemiyor yine de. Acımasız sistemin çarkına kapılarak ışığa koşan pervaneler gibi yanmaktan kurtulamıyor sonuçta hepsi. Havana’nın annesi bir yangında ölüyor. Benjie’nin annesi cehennem ateşinde kavruluyor. Tipik bir Cronenberg figürü olan Agatha’nın vücudu yanık izleriyle dolu. Paul Eluard’ın İkinci Dünya Savaşı’nda Fransız direnişçilerine destek olmuş ‘Liberté / Özgürlük’ şiirinden başka sığınılacak bir şey kalmıyor bu kabus yüklü evrende.

(11 Ocak 2015)

Ferhan Baran

[email protected]

Doğa Verir, Doğa Alır

‘Mısır Adası / Simindis Kundzuli – Corn Island’ yaşam döngüsü üzerine harikulade bir şiir. Yönetmen George Ovashvili’yi bir önceki filminden mimlemiştik zaten. Gürcü yönetmenin anavatanına adamış olduğu 2009 yapımı bol ödüllü ilk uzun metrajı ‘Öbür Kıyı / Gagma Napiri – The Other Bank’ Sovyet sonrası Güney Kafkasya’da yaşanan insanlık dramını 12 yaşında bir erkek çocuğun gözünden anlatır. Komşu Gürcü ve Abhaz halkları arasında 1992’de patlayan kanlı çatışmalarla yerinden yurdundan olmuş kimsesiz çocukların simgesidir küçük Tedo. Tarkovski’nin İvan’ı gibi acı çeker, etnik savaş cehenneminde babasının izini sürer.

Ovashvili’nin dört yıllık bir finansman arayışı sonucunda Eurimages desteğinin yanı sıra geniş katılımlı bir ortak yapım olarak (Gürcistan / Almanya / Fransa / Çek Cumhuriyeti / Kazakistan / Macaristan) çektiği bu ikinci uzun metrajı güncel askeri ve politik çatışmaların süregeldiği bir iklimde insan / doğa ilişkisini öne çıkarıyor. Gürcistan ile Abhazya arasındaki bin yıllık
doğal sınır teşkil eden Inguri nehri üzerinde oluşmuş, taşan nehrin dağlık araziden kopup getirdiği alüvyon adacıklardan birinde geçiyor hikâye. Abhaz yaşlı köylü doğanın hediyesi bu bereketli toprakları yaz ayları boyunca işleyerek kışlık mısırını yetiştirmek için kullanır. Çatışma halindeki komşu toprakların ortasında tarafsız bir bölgedir bu ada. Yaşlı adam keşfe çıktığı küçük toprak parçası üzerine keresteden kulübesini kondurur, sazla kaplı damın altında genç kızlığa yeni adımını atan torunuyla birlikte mevsimlik üretimine koyulur.

‘Mısır Adası’ anaakım sinemayla farklı bir kulvarda yol alan atraksiyondan uzak sade bir yapım. Günlük çatışmaların ötesinde insan / doğa ilişkisini sorgulayan duru bir sinema örneği. Doğa hem bereketli, hem de acımasız. Nehir verdiği gibi yok edebiliyor da. Gürcü yönetmen bu ezeli ebedi mücadeleyi aktarırken çok az diyalog ve müzik kullanıyor. Filmin benzersiz ritmi insan / doğa ilişkisinin bazen sakin bazen gerilimli ilişkisinden oluşuyor. Deneyimli Macar görüntü ustası Elemer Ragalyi’nin ellerine teslim
edilmiş sinematografi ise kusursuz. Başroldeki usta oyuncumuz İlyas Salman’ın etkileyici yorumundan da büyük destek alan bu çok uluslu yapımın genç oyuncusu Mariam Buturishvili beş bin küsur aday arasından seçilmiş. Malum finansman zorlukları dışında filmin çekim aşamasında da güçlükler yaşanmış. Nehrin oluşturduğu sahipsiz toprak alanda çekim yapmanın zorlukları ve Ragalyi’nin benzersiz kamera hareketlerine imkan vermesi açısından suni bir gölde insan eliyle yaratılmış filme mekân olan küçük ada. Üç mevsim boyunca büyüyen ve olgunlaşan farklı uzunluktaki mısır ekinleri kıyıdan adaya taşınarak yerleştirilmiş.

Harcanan emek karşılığını bulmuş ama. Karlovy Vary Film Festivali büyük ödülü Kristal Küre’nin ardından şimdi de yabancı film kategorisinde Oscar aday adayı dokuz film arasına girmeyi başardı ‘Mısır Adası’. İnsan / Doğa ilişkisinin bu şiirsel tasvirini kaçırmamaya çalışın.

(06 Ocak 2015)

Ferhan Baran

[email protected]

2013 ve 2014 Yılı Film Festivalleri Değerlendirmesi

Türkiye’de 2013 ve 2014 yıllarında yapılan film festivalleri veya yarışmalar çerçevesinde belgesel, kısa film ve animasyon yarışmalarında 2013 ve 2014 yapımı filmlerin aldığı ödüller hakkındaki rapor aşağıdaki linkte ilginize sunulmaktadır.

http://www.kameraarkasi.org/festivaller/makaleler/2013-2014_yili_festival_degerlendirmesi.pdf

Nasıl Kullanılabilir?

Diyelim ki birisi size “Bu yıl en iyi belgesel, kurmaca, deneysel, animasyon filmleri hangileri” diye sordu. Deneysel film çekmek isteyen bir kısa filmci, ülkemizde çekilen ödüllü deneysel filmleri öğrenmek ve seyretmek istedi. Bir öğretim üyesi dersinde güncel ve ödüllü filmleri örnek vermek istedi. Bir televizyon kanalı veya programı ödüllü filmlerden bir seçki göstermek veya bir sinema programında göstermek istedi.

Bugüne kadar hiç bir kamu kurumu, dernek veya kuruluşun hazırlayamadığı işte bu liste size referans olacaktır. İlk defa film çekecekler için örnek olarak gösterebileceğiniz bir film listesi. Festivallerin veya sinema kulüplerinin gösterim seçkileri için iyi bir referans. Okuldaki veya kişisel film arşiviniz için seçki listesi. Televizyon programlarına konuk olacak yönetmen ve film tercihlerinde yardımcı olabilecek bir araştırma.

Jüri üyeleri için acaba seçimimde ne kadar başarılıyım, yılın en iyi filmlerine ben ne oy vermişim sorusunun cevabı. Festival yöneticileri için jüri üyeleri ne kadar başarılıydı cevabı. En fazla jüri üyeliği yapan tecrübeli jüri üyelerinin listesi.

Kısacası ülkemiz sineması için dönüp arkamıza bakabilecek verilerin olduğu, bu yıl biz ne yaptık sorusuna cevap olabilecek bir kaynak.

Bu araştırma Hayri Çölaşan tarafından oluşturulan ve kameraarkasi.org sitesinde yer alan veri tabanı çalışmasından çıkan sonuçtur.

(06 Ocak 2015)

Hayri Çölaşan
http://www.hayricolasan.com
[email protected]

Kamera Arkası
http://www.kameraarkasi.org
[email protected]

80. Yıl Anısına: Halit Refiğ’i Hatırlamak…

44. Altın Portakal henüz sona ermişti. Yollarını aşındırmaktan yorulduğum AKM’de (Antalya Kültür Merkezi) düzenlenen yeni bir proje için, gönülsüzce de olsa mekânın yolunu tuttum: Güzel Sanatlar Lisesi Müzik Bölümü öğrencileri, “Ahmet Adnan Saygun’u Anma ve Anlama” konulu bir konferansa katılacaklar ve sanatçı hakkında bilgiler edineceklerdi. Saygun’u, başta Yunus Emre Oratoryosu olmak üzere çeşitli çalışmalarından tanımakla birlikte, bu etkinlik için neden bir Müzik eğitimcisinin görevlendirilmediğini düşünürken, etkinlikte konuşma yapacaklar arasında Halit Refiğ’in de bulunduğunu öğrendim. Daha on gün öncesinde, onu Altın Portakal’da göremediğim için yakınırken, fırsat ayağıma gelmişti!

O tarihte, üçüncü sayısını henüz çıkardığımız Modern Zamanlar’ın ilk sayılarıyla birlikte, konferansı sonuna kadar izleyip, soluğu ustanın yanında aldım. Tanışmamızın ardından, beni büyük bir ilgiyle dinlediğini, İstanbul dışındaki bir kentte, -özellikle de Antalya’da- sinema yayıncılığı adına birşeyler yapıldığını işitmekten büyük bir memnuniyet duyduğunu ifade ettiğini hatırlıyorum. Bunlar samimi düşünceleriydi: Dergileri uzun uzadıya inceleyip, o dönemde “Yumurta” ile Altın Portakal kazanan Semih Kaplanoğlu ve genel olarak “minimalist” sinema ile ilgili düşüncelerimi sormuştu.

İlk sayımız için kaleme aldığım manifestonun girişi “Onat Kutlar’a…” notuyla başlıyordu. Sonuna kadar okuduğu bu metni gayet başarılı bulduğunu söylemiş ve doğal olarak, yaşamımın bir dönemine damgasını vuran tartışmaların odağında olan Kutlar’la ilgili bir yorumda bulunmamıştı. Üçüncü sayıda yer alan ve küçük bir fotoğrafının da yer aldığı “Festival Tarihi” değerlendirmemizin onu mutlu ettiğini de sözlerime ekleyebilirim. Yıllar sonra, notlarıma baktığımda, -ilk sayılarımızın temasını oluşturan- Chaplin veya Antonioni gibi yönetmenlerin sinemaları hakkında binlerce makalenin yazıldığı; bizim sinemamız söz konusu olduğunda, yapılan araştırmaların halen çok yetersiz kaldığı tespitini yaptığını görmüştüm. Başlıca ilgi alanımızın Türk Sineması olması gerektiğine işaret ediyordu Refiğ Usta.

Yaklaşık bir saate sığdırmak zorunda olduğumuz ilk sohbetin ardından görüşmelerimizi çoğu zaman telefonla ve e-posta aracılığıyla sürdürdük. Ülke gündemine damgasını vuran konular hakkında söylemek istediği çok şey vardı. Sinemadan kopmak durumunda kaldığını, yapımcı döneminin sona ermesinin, yeni projelerini hayata geçirmesine olanak tanımadığını söylüyor, “yeni” sinemayı anlamaktan uzak olduğunu belirtiyordu. 2008 Güz’ünde, yedinci Modern Zamanlar’da bir bölümüne yer verdiğimiz söyleşi, ilginç ayrıntılarla doluydu. Uluslararası festivallerde yeni yeni keşfedilmeye başlayan sinemamıza şu yorumu getirmişti usta yönetmen:

“Bugüne kadar dünyada sinema ticaretine hakim ülke Amerika’dır. Amerika ile yalnız dünya pazarlarında değil, kendi ülkesinde de rekabet edemeyen Fransızlar alternatif bir yol açmışlardır. Sinemanın yalnızca bir endüstriyel eğlence ticareti olmadığını, ayrıca bireysel bir sanat eseri de olabileceğini savunurlar. Onlara göre, yönetmenin en kısıtlı imkânlarla kendi iç dünyasını yansıtabildikleri, seyredeni kendi iç sıkıntılarına ortak edebildikleri filmler, sanat filmleri, ‘auteur’ sineması örnekleridir. Fransa Kültür Bakanlığı himayesinde Cannes Film Festivali Fransızların bu düşüncesinin bir ödüllendirilme alanıdır. Avrupa’da Amerikan ticari sinemasıyla rekabet edemeyen birçok ülke, Fransızların bu görüşünü paylaşmakta, onlar da bireysel film yapımlarını tercih edip, bunların ödüllendirilmesi için Cannes Festivali benzeri şenlikler düzenlemektedirler. Bu filmlerde esas olan, yapıldıkları ülkelerin temel gerçekleri değil, filmin yönetmeninin yaşama bireysel bakışıdır. Bu yaklaşımın halkla buluşması, çok seyirci toplaması aranan bir şart değildir. Bu tarzın Türkiye’de de adından çok sözedilen temsilcilerinin olduğu malumdur.”

70’lere damgasını vuran tartışmalarla 2000’lerin sinemasal ortamı arasında paralellik kuran Halit Refiğ, sinemamızda son dönemlerde kayda değer gelişmelerin yaşandığına hak verirken, bir özeleştiriyi de beraberinde getiriyordu:

“Uzunca bir zamandır kendimi sinemadan kopmuş hissediyorum. Her halde yaşımın ilerlemesi ve film seyretmeye karşı oluşan doygunluk, hatta bıkkınlık duygusundan ötürü. Bu sebeple artık uzak olduğum bir alan hakkında çok fazla fikir yürütebilecek durumda değilim.”

Film yaptığı 1960’lı, 70’li yılları (kendi deyişiyle televizyon öncesi Türk sineması / Yeşilçam), dağıtımcı ve işletmeciler yoluyla seyirciden gelen talepleri karşılayabilecek filmler dönemi olarak ele alan Refiğ, günümüzde film yapmaya girişen her yönetmenin kendi şartlarını kendisinin yaratmak zorunda olduğu gerçeğinin de altını çiziyordu:

“Sermaye sağlanmasından, bütçe hesaplarından, yapım şartlarından, pazarlama ve dağıtıma kadar bütün işlemler, yapımcı / yönetmenin kendi gayreti ve becerisine bağlı artık…”

İlk tespitlerinden ve kaleme aldığı ünlü “Ulusal Sinema Kavgası” adlı eserinin üzerinden geçen uzun yılların ardından, kuramına nasıl baktığını sorduğumda ise, yine bir durum tespiti ile söze giriyor ve umutsuz bir sonuca ulaşıyordu:

“Bugün için ulusalcılık revaçta olan bir düşünce ve davranış değil. Resmi kurumlarımıza ve toplumun seçkin kesimlerine hakim olan düşünce tarzı keskin bir ‘Batıcılık’. Avrupa Birliği’ne üye olmak Türkiye için temel amaç haline getirilmiş durumda. Bu duruma karşı koyan ve ulusalcı davranış gösterenler cezalandırılma yoluna gidiliyor. Böyle bir ortamda ‘Ulusal’ bir sinemanın varolması mümkün mü?”

Yine de “Ulusal Sinema” tezlerinin izlerini, o dönemde gişede yıldızı parlayan (Cem Yılmaz, Recep İvedik vb.) komedileri kendi sinema anlayışının temsilcisi olmadıklarını vurgulamasına rağmen, “…adı geçen filmlerin Türkiye’de Amerikan filmlerinden çok daha fazla seyirci toplamalarını çok büyük bir takdirle karşılıyorum” ifadelerinde yakalamak mümkündü.

Bu bakış, sinemadan koptuğunu iddia etmesine karşın, son dönemde izlediği yapımlar arasında öne çıktığını düşündüğü film ya da filmleri sorduğumuzda da kendisini gösteriyordu:

“Artık pek az film seyrediyorum ve sağlıklı bir genel değerlendirme yapabilmem mümkün değil. Ama gördüğüm filmler arasında ‘Kurtlar Vadisi Irak’ı çok beğendim. Toplumsal bir sinema olayı olarak, yalnız Türk sinemasının değil, dünya sinema tarihinin de en çarpıcı filmlerinden biri. Amerikan filmlerinden başka bir ülke sinemasında, bu kadar mülevves, namussuz, alçak Amerikalı tipler gösteren bir film hatırlamıyorum. Bu film 2003 yılında Kuzey Irak’ta Türk askerlerinin başına çuval geçiren Amerikalılara karşı Türk toplumunun ortak tepkisinin bir ifadesi. Bütün kamuoyu araştırmaları dünyada Amerika nefretinin, % 90’lara varan bir ölçüde, en yüksek Türkiye’de olduğunu gösteriyor.”

Polat Alemdar’ın maceralarına getirdiği yorum bizleri çok şaşırtsa da, konu dergi sayfalarında kapanmış görünüyordu. Ne var ki, bir yıl kadar sonra, büyük gazetelerden birine verdiği röportajın manşeti hazırdı tabii… Modern Zamanlar okurlarının çok daha önceden öğrendiği konu, geniş kamuoyunun da ilgisini çekmiş ve nedenleri üzerine bir süre kafa yorulmuştu yanlış hatırlamıyorsam.

Aynı zamanda ülkenin ilk film eleştirmenleri arasında sayılan Halit Refiğ, 21 Temmuz 1956 tarihinde, dönemin ünlü Akis Dergisi’nde “Türk filmciliğinin kurtulmasını, Türk seyircisinin daha iyi filmler görmesini istiyorsak bu konuda film tenkitçileri ve sinema yazarlarına ağır görevler düşmektedir. Artık Türk sinemasının hayrı için birleşilmeli, birlikte savaşılmalıdır.” ifadelerini kullanmıştı. Yönetmenlik serüveni başladığında ise -ilk dönemler dışında- sinema yazarlarıyla yıldızının barışmadığı bilinmekteydi. Ülkedeki sinema eleştirisine dair gözlemlerini sorduğumuzda verdiği yanıt hayli manidardı:

“Dünden bugüne eleştiri anlayışında da büyük bir değişim olduğunu söyleyebiliriz. Benim sadece ilk filmim ‘Yasak Aşk’ genelde çok olumlu eleştiriler almıştı. Ondan sonra, Giovanni Scognamillo’nun bazı yazıları dışında, benim filmlerim hakkında olumlu birşey yazıldığı çok enderdi. Öbür meslektaşlarım için de durum pek farklı değildi. Bugün yapılan filmler hakkında yazılanlara baktığımda, olumsuz bir yaklaşıma rastladığımı pek hatırlamıyorum. Genelde çok iyi şeyler yazılıyor. Demek ki günümüz sinemacıları bizim yetersizliklerimizi çok aşmışlar. Ne iyi. Ülkemiz için ne kadar sevindirici bir durum.”

Refiğ, bir sinemacı olmanın dışında, bir düşünce insanı olarak da Türkiye’nin kültür birikimine önemli izler düşürmüştü. Görüşleri kimi zaman büyük fırtınalar koparsa da, entelektüel düzlemde yankı yaratmayı başarmıştı. Peki günümüz Türkiye’sine nasıl bakıyordu ve genç sinemacılara neler söylemek isterdi:

“Dünyanın geleceği oldukça karanlık görünüyor. Bu çerçeve içinde bir umut varsa o da bana göre Türkiye. Bunun nedenini, niçinini ‘Tek Umut Türkiye’ adlı kitabımda anlatmaya çalıştım. Bir kitap konusunu benim için bir soru karşılığına sığdırmam mümkün değil. Ama şunu söyleyebilirim ki, genelde bütün sanatlarımız, özelde sinemamız, ülkemizin gerçeklerinden kaynaklandıklarında, çok özgün ve ilginç sonuçlara varabilirler. Genç kuşak kardeşlerime özellikle Batı’ya takılıp kalmamalarını, kendi ülkelerinin gerçeklerini kavramaya çalışmalarını öneririm.”

2007’nin sonbaharında başlayan dostluğumuz, vefatına kadar devam etti. Çoğunlukla kültürel ve siyasal gelişmeleri masaya yatırdığımız uzun telefon sohbetlerini -ki Refiğ Hoca, sık sık “bizi şu anda dinleyen arkadaşlarımız da unutmasınlar ki…” türünden cümleler sıkıştırırdı araya- aklımdan hiç çıkarmadım. Edindiğim genel izlenim, söyleyecek sözlerinin tükenmediği ve daha da önemlisi çok iyi bir dinleyici olduğu yönündeydi. Bu arada öğrencilerimden birinin yaptığı portre desenini çok beğendiğini söylediğini ve genç ressam Yasemin’e selamlarını ilettiğini anımsıyorum.

Özellikle Sinematek Dönemi’ne ilişkin yaşanan tartışmalar ve karşılıklı suçlamalara ilişkin bakış açımı çeşitli dönemlerde kaleme almış, bu kapsamda yapılan geniş bir incelemenin de editörlüğünü üstlenmiştim. Tek üzüntüm, görüşlerinin önemli bir bölümüne katılamadığım Halit Refiğ’le o dönemi derinlemesine tartışamamaktı. Sanatçı da, “Ulusal Sinema Kavgası”nın dışında, nehir söyleşiler ve çeşitli yayınlarda o yıllara yeniden bakmaya pek hevesli görünmemişti. Buna karşın, kültürel ikliminin giderek kirlendiğine inandığım 2000’ler Türkiye’sinde hayata, yedinci sanata ve düşünsel birikimimize sağladığı katkılardan dolayı ona minnet duyuyor, anısı önünde saygıyla eğiliyorum.

(03 Ocak 2015)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü

Varoluşa Kafa Yoran Güvercinin Gözünden

‘İnsanları Seyreden Güvercin / En Duva Satt Pa En Gren Och Funderade Pa Tillvaron’ Roy Andersson’un ‘Yaşayanlar’ üçlemesinin yedi yıldır beklenen son ayağı. 2000 yılında ‘İkinci Kattan Şarkılar’ ile başlayan macera İsveçli üstadın yaşam ve ölüm üzerine benzersiz zenginlikte yeni denemesiyle devam ediyor.

Andersson insanları kuşlara benzetiyor. Filmin özgün adının ilham kaynağı olan ‘bir dala konmuş varoluş üzerine düşüncelere dalan güvercin’ İsveçli üstadın ta kendisi. İnsan denen varlık kuşlar gibi kırılgan ve savunmasız. Öleceğini bilmesi en büyük trajedisi. Dolayısıyla ölüm korkusu Andersson’un bu son opus’unun da ana teması. Nitekim film boyunca farklı karakterler telefonla konuşurken ‘iyi olduğuna sevindim’ cümlesini kuruyor sürekli. Eşi bulunmaz yaratıcı yönetmenimiz varoluşun temelinde yatan bu hüznü, insanoğluna özgü bu melankoliyi absürd bir mizah ve şakaya bulayarak anlatıyor yine.

Andersson’un kamerası yine sabit. Birbirini takip eden soluk renkli tablolardan oluşan kendine özgü mizanseni yine çok etkileyici. Ölümle üç buluşma adını verdiği bölümle başlıyor bu kez. Bir numaralı tabloda, dışarıda lapa lapa kar yağarken özenle
hazırlanmış yemek masası önünde inatçı şarap tıpasıyla boğuşurken kalp krizi geçiren adamın ölümünü, ikincisinde ölüm döşeğindeki yaşlı kadının tüm takıları ve birikmiş parası bulunan çantasıyla cennete gitme inadını, bir diğerinde yere yığılmış yaşlı adamın ölmeden önce sipariş verdiği ve parasını ödediği yemeği kimin yiyeceği hakkındaki trajikomik tartışmaya tanık oluyoruz.

Bir söyleşisinde ‘hakkında şaka yapabilirseniz ölüm korkutucu bir şey olmaktan çıkar’ diyen Andersson filmlerini izleyenlerin eğlenirken rahatsız olmalarını da istiyor. Tedirgin kuşlar göründüğü kadar masum değiller çünkü. Bir maymuna reva görülenler gözlemci yönetmenin objektifinden kaçmıyor. Vücuduna elektrik verilmek suretiyle deneye tabi tutulan ‘homo sapiens’ atasının çığlıklarına aldırmadan telefon sohbetini sürdürüyor laboratuvar çalışanı.
İsveçli sinemacının ülkesinin sömürgeci tarihiyle hesaplaştığı bölüm ise çok daha etkileyici ve yaralayıcı. Bu rüya sahnesinde Afrikalı kölelerin demirden dev silindir içinde ateşe verilmesi Nazi soykırımına rahmet okutacak cinsten. Yüksek burjuvaziden davetlilerin kadeh tokuşturarak üzerinde İsveç’in ünlü madencilik şirketi ‘Boliden’in amblemi bulunan ölüm çarkının dönüşünü izlediği sahne, çalan müzikle daha da absürdleşen bir zalimlik gösterisi. ‘Tarihin suçlarıyla bağımızın kopmadığını, hâlâ suçluluk duymamız gerektiğini’ vurgulamak istedim diyor Andersson.

Geçmiş ile günümüz iç içe geçiyor zaman zaman. 18. yüzyıl başlarının mağrur kralı XII. Karl’ın Rus korkusunu, Poltava savaşı bozgunu sonrasındaki perişanlığını gösteriyor bize yönetmen. (Hikâyenin bundan sonrası bizim tarihimizi de ilgilendiriyor, bu
parantez içinde biraz bilgi verelim: Ruslara yenildikten sonra güneye kaçarak Osmanlıya sığınan İsveç kralı beş yıl boyunca ülkesini dışardan yönetmek zorunda kalmış, bu uzun sürmüş misafirliğinden ötürü Yeniçeriler tarafından ‘Demirbaş Karl’ olarak anılmış. Etkin bir Rus karşıtı propagandayla Osmanlının Ruslara duyduğu nefreti bileyen Karl’ın Baltacı Mehmet Paşa’nın Deli Petro’ya yenildiği Prut savaşının tetikleyicisi olduğu da söylenir).

İsveçli sinemacı büyük bölümünü Stockholm’deki stüdyosunda çektiği bu son çalışmasında, bisikletçi dükkânı önünde birikmiş insancıkların sıkıntısını resmederken absürd tiyatronun başyapıtlarından Beckett’in ünlü oyunu ‘Godot’yu Beklerken’e selam göndermeyi de ihmâl etmemiş.

(28 Aralık 2014)

Ferhan Baran

[email protected]

Yeni Gerçekçilik Ustaları: De Sica ve Visconti

İtalyan sinemasının iki büyük ustası Vittorio de Sica ve Luchino Visconti’nin filmlerini paylaşmak istedik. De Sica’nın “Bisiklet Hırsızları” ve Visconti’nin “Düşman Kardeşler” filmleri ikinci savaş sonrasındaki İtalya’ya gerçekçi bir bakış sunuyor.

“Bisiklet Hırsızları…”

Vittorio de Sica’nın (1901-1974), İkinci Dünya savaşı sonrasında Roma’da geçen 1948 yapımı siyah-beyaz “Ladri di Biciclette-Bisiklet Hırsızları”, yıkıntılar içindeki bir ülkedeki, İtalya’daki yoksulluğa ve açlığa derin bakışlı bir film. Filmin senaryosunu yönetmenle beraber Cesare Zavattini, Suso Cecchi d’Amico, Oreste Biancoli, Adolfo Franci ve Gerardo Guerrieri ortak yazmışlar. Film, Luigi Bartolini’nin romanından uyarlanmış. Çarpıcı ve öğretici fotoğrafları da kameraman Carlo Montuori çekmiş. Filmde zincirlemeli geçişle ve kaydırmalı çekimler de yapmış yönetmen. Hüzünlü müzikleri de Alessandro Cicognini bestelemiş. Fonda duyulan bu hüzünlü müzikler, yoksulların içindeki kederleri yansıtıyor sanki. Filmin hikâyesi üç gün kadar sürüyor. Bir de bu filmin oyuncuları amatörler. Film ülkemizde 1958’de vizyona çıktı.

Bu film, iki yıldır işsiz Antonio Ricci’nin (Lamberto Maggiorani) ve ailesinin hikâyesi. Karısı Maria (Lianella Carell), ilkokul öğrencisi oğulları Bruno (Enzo Staiola) ve yeni doğmuş bebekleriyle yoksul evlerinde yarı tok, yarı aç yaşamaya çabalıyor Antonio. Aslında birçok ailenin hikâyesiydi bu. Hatta bisikleti çalan genç Alfredo’nun (Vittorio Antonucci) ve ailesinin de. Tramvaylara, belediye otobüslerine tıkış tıkış binmiş insanların da. Bu filmde gördüğünüz her şey gerçeklik içinde. Bir ara bütün bunların İtalya’dan değil de şimdiki ülkemizden yansımalar olduğunu sanıyorsunuz. Yoksulluğu, açlığı ve işsizliği düşünüyorsunuz.

Antonio, duvarlara afiş yapıştırma işi buluyor. Ama bu işi alabilmesi için bir bisikleti olması gerekiyor. Parası olmayan Antonio bisiklete nasıl sahip olacaktı? Umutsuzca eve doğru giderken, sokaktaki çeşmeden su dolduran karısı Maria’ya umutsuz durumu anlatıyor. Kadınlar güçlü ve umutsuz anlarda hayata anlam katabiliyorlar. Kullanılmış ve kullanılmamış yatak çarşaflarını eskiciye satıp zar eski bir zar zor eski 1935 model Fides bisiklete sahip oluyorlar. Bu bisiklet maaşın yanında fazla mesai ve pirimler de kazandıracak
aileye. Kazan kaynayacak ve çocukları güvenle büyüyecekler. Karısı, geleceği gördüğü söylenen “Kutsal Kadın”a (Ida Arms) uğruyor önce Antonio’nun. Yeni iş üniformasını gururla giyen Antonio, sabahın ilk zamanlarında oğlu Bruno’yla Roma’nın içine dalıyorlar. Küçük Bruno bir benzincide çırak olarak çalışıyor bu yaz aylarında. İşi öğrenmeye çalışan Antonio, güzel günleri hayal ederken, genç biri bisikletini çalıyor. Peşinden koşsa da hırsızın izini kaybediyor. Önce polise başvuruyor. Ama umutsuzluk karakol manzarasından yansıyor görüntüye. Partiden arkadaşı Baiocco’dan (Gino Saltamerenda) yardım istiyor. Baiocco, partide tiyatroda bir oyunda oynuyor.

Pazar günü. Antonio, Bruno, Baiocco ve partiden yoldaşlar çalınan bisikletlerin parçalanıp satıldığı Vittorio Meydanı’ndaki pazaryerine gidiyorlar. Bissiklet ekip çalışmasıyla aranıyor. Parçalara bölündüğünü düşünen Baiocco, parça parça aratıyor. Ama bulunamıyor. Burada orta yaşlı bir adam, yalnız sandığı küçük Bruno’ya asılıyor. Ortada açlık dolaşıyor. Baiocco, Antonio’yu oğluyla başka bir pazaryerine yolluyor kamyonetle. Yağmur başlıyor. Roma ıslakken kadınlar kadar güzel görünüyor. Porta Portese’deki pazaryerinde de bisikletler satılıyor. Antonio, bisikleti çalan genci gördüğünü düşünüyor. Yaşlı adamla konuşan genç kaçıyor. Antonio, Roma’nın dar sokaklarında onu kaybediyor, ama
oğluyla yaşlı adamın peşine takılıyor. Yaşlı dam kiliseye gidiyor. Pazar günleri kilisede yoksul insanlara yemek veriliyor ayin sonrasında. Yaşlı adamı sıkıştırsa da kargaşadan faydalanan yaşlı adam ortadan kayboluyor. Ortada kalan Antonio ve oğlu, ırmak kenarında birbirlerini kaybetseler de mutlu son uzakta değil. Köprüde oğlunu bulan Antonio, baba-oğul buradan çıktıktan sonra umutsuzca Roma sokaklarında dolaşıp duruyorlar. Önlerinden arabaların içine tıkış tıkış binmiş Modena taraftarlarının stada doğru gidişlerine bakıyorlar. Modena, sarı-kırmızılı ünlü Roma’yla maç yapacak. Sonra bir lokantaya giriyorlar. Burası zenginlerin takıldığı müzikli bir restorandı. Burjuvalar tıkınırken, yemek yemeye çabalayan Antonio, oğlu “Kutsal Kadın”ın mekânına gidiyor umutla. Kadın, âşık bir gence “çirkin”
diye, tohumunu başka tarlalara serp diyor. Umutsuzlukla oradan ayrılan Antonio, oğluyla sokaklarda dolaşırken o genci görüyor. Genç bir geneleve atıyor kendini. Küçük Bruno da hayatında ilk defa bir geneleve girmiş oluyor. Sonra genci evine sürüklüyor. Adı Alfredo olan gencin hayatı da yoksulluklar içinde. Açlıkla savaşıyorlar. Fakir annesi ne bulurlarsa onu kaynatıyor tencerelerinde. Mahallelilerle kargaşa yaşanırken, Bruno polisi getiriyor oraya. Gelen polis, umutsuzca evi arıyor. Umut vermeden gidiyor sonra. Baba-oğul, stadın yakınlarında kaldırıma yorgunlukla çökerken, Antonio’nun gözü duvara yaslanmış bisiklete takılıyor. Onu çalma girişimi de boşa çıkıyor. Bisikletin sahibi onu affediyor. Akşam çöküyor. Antonio ve oğlu kalabalıkların içinde kaybolurken, sonra ne olacaktı? Filmin Türkçe dublajı da iyiydi.

“Düşman Kardeşler…”

Büyük İtalyan usta Luchino Visconti’nin (1906-1976) “Yeni Gerçekçilik” içindeki 1960 yapımı “Rocco ei suoi Fratelli-Düşman Kardeşler”, savaş sonrasında güneyden kuzeye iç göçü anlatıyor.
Visconti, “önsöz” ve “sonsöz”ün arasına beş kardeşin öne çıkaran bölümleriyle filmini kurgulamış. Titanus ve Les Films Marceau’nun ortak sundukları film, Giovanni Testori’nin “Il Ponte della Ghiosolfa” romanından uyarlanmıştı. Filmin senaryosunu da yönetmenle beraber Suso Cecchi d’Amico yazmıştı. Öğretici fotoğraflar da kameraman Giuseppe Rotunno’dandı. Visconti bu filminde kaydırmalı çekimler de yapmıştı. Etkileyici müzikleri de büyük besteci Nino Rota yapmıştı bu filmde.

Film, bir opera şarkısıyla başlıyor ön jenerikte. Görüntü, Milano’nun tren garı üstüne açılıyor. Bu prolog, yani önsöz iç göçün ağıtı gibi. Güneydeki Lucania’dan buraya göç etmiş Parondi ailesinin annesi Rosaria (Katina Paksinu) ve dört oğlu kompartımandan iniyorlar. Daha önce bu şehre gelmiş büyük oğul Vincenzo’nun (Spiros Focas) yanına yerleşmek için. Kış ayları…

Vincenzo… Genç adam, Milano’da âşık olmuş ve bu akşam Ginetta’yla (Claudia Cardinale) Ginetta’nın ailesinin düzenlediği törenle nişanlanıyor. Rosaria, Rocco (Alain Delon), Simone (Renato Salvatori), Ciro (Max Cartier) ve en küçükleri Luca (Rocco Vidolazzi) nişanın tam üstüne düşüyorlar. Ginetta’nın ailesi bu kalabalıktan korkuyor. Beraber yaşama tedirginliği. Kamera, karanlıklar içinde sağa doğru kayarak inşaat işçilerinin kaldığı barakaları gösteriyor. İnşaat işçisi Vincenzo, kaldığı barakada yaşlı
adamdan akıl istiyor burada. Yaşlı adam ona yeni yapılan apartmanları söylüyor. İtalya’da kentsel dönüşümün kurbanlarından Milano, her yere dikilen apartmanlarıyla konut sorununu çözse de ruhunu kaybetmiş şehirlerden. İstanbul gibi. Daireye yerleşince bir ay kira ödenmeyince devlet konut yardımı
yapıyormuş kiracılara. Ucuz olarak. Parondi ailesi bir apartmanın bodrum katına yerleşiyorlar. Oğulların da hemen çalışması gerekiyor. Şimdi sadece kar küreme işleri var onlar için. Çok geçmeden başka işlerde çalışmaya başlıyorlar. Serseri ruhlu olan Simone boks antrenmanlarına takılıyor. Rocco bir kuru temizlemecide iş buluyor. Tek okuma-yazması olan Ciro da gece kurslarına katılarak bir meslek sahibi olmak istiyor. Hayalleri de uzakta değil. Annesinin evlenmesine karşı çıktığı Vincenzo, nişanlısıyla arasını düzeltmeye çabalıyor güneyli kültürüyle. Daha fark edememiş kadınla erkeğin eşitliğini. Sonra yolu aynı apartmanda oturan Nadia’yla (Annie Girardot) yolu kesişiyor. Babası kötü yolda olduğu için çok öfkeli Nadia’ya karşı. Vincenzo,Nadia’yı bodrum katlarına götürüyor. Bu götürüş kaderleri de etkiliyor sonra. Boks salonuna takılan 21 yaşındaki ağzından sigara düşmeyen Simone, fark ediliyor. Rocco da onunla takılıyor. Karanlık menajer Morini (Roger Hanin) ona boks maçları ayarlıyor. “Aurore Milano” formasıyla maçlara da çıkıyor. İlk maçını nakavtla kazanıyor Simone. Ailesi de maçını izliyor tribünden.

Simone… Ringlerde dövüşen Simone, fahişelik yapan Nadia’yla beraberliği derinleşiyor. Nadia, lüks yaşamı hayal ediyor. Simone’nin kazandıkları onun bu hayallerine yeter miydi? Paskalya sürerken, bir gezide lüks otelin önünde zengin kadınlara bakan Nadia, burada olmayı istediğini söylüyor Simone’ye. Nadia, doymayan, verdikçe hep isteyen bir insan. Hayat da devam ediyor. İlkokul diploması olan Ciro, meslek sahibi olmak için akşam kurslarına katılıyor. Simone gibi okuma-yazma bilmeyen Rocco da
kuru temizlemecide çalışıyor. İşyerinde güzel kızlar var. Spor salonuna da takılan Rocco, çok yakışıklı olduğu için kızlar kendilerini ona fark ettirmek istiyorlar. Rocco, güven duyulan prensip sahibi bir genç. Kuru temizlemeciye Simone düşüyor. Kızlara asılıyor. Elbiselerini ütületiyor. Bir temiz gömlek de çalıveriyor. Gece kuru temizlemeciye gelen Simone, patron Luisa’yı (Suzy Delair) görüyor. Kadının kocası ölmüş ve bir erkeğin sıcaklığından uzak kalmış yıllarca. Bundan yaralanan Simone kadına asılıyor, ardından broşunu çalıyor. Parondi ailesinin evine polis geliyor Simone için. Rocco, onu aramaya çıktığında Nadia’yı görüyor. Arabası da olan Nadia, ona broşu veriyor. Ardından Rocco’yu fark ediyor. Simone’ye hiç benzemiyor. Broşu patronuna veren Rocco işi bırakıyor. O, onurlu bir insan.

Rocco… Genç Rocco askerde şimdi. 14 ay olmuş. Ailesi yeni bir daireye de taşınmış. Artık bodrum katında oturmuyorlar. Rocco, hapisten yeni çıkmış Nadia’yla karşılaşıyor. Kafede onunla köydeki hayatlarından konuşuyor. Çorak topraklar, yoksulluk ve açlık. Belki Milano’ya göç etmeselerdi açlıktan ölebilirlerdi. İtalyan diktatörü “Duce” Mussolini, iktidara geldikten sonra güneyi yoksulluğa ve açlığa terk etti. Onlardan öç aldı. Her şeyi, sanayiyi kuzeye yığdı. Kuzeyi zenginleştirdi. Güneyin kaderi, Mussolini gittikten sonra biraz değisse de yine yoksuldu. Kuzeyli faşistler, hâlâ dışlıyorlar. Köyün özleyen Rocco, Nadia’ya “İnandıktan sonra herkes başarabilir” diyor. Ama, korkmamalı. İnsanların, bu filme ve Rocco gibi bir insana ihtiyacı var. Umut için belki de. Eve dönüyor Rocco. Vincenzo, Ginetta’yla evlenmiş ve bebekleri Antonio’nun vaftiz töreni oluyor. Rocco mutlulukla kiliseye koşuyor. Rocco sonra spor
salonuna takılmaya başlıyor. Hayatı çöküntüye giden Simone’den sıkılan menajer Cerri (Paolo Stoppa), Rocco’yu yeni boksörü olarak seçiyor. Simone daha da dibe vurmaya başlıyor çok geçmeden. Nadia, Rocco’ya yakınlaşmaya başlıyor. Nadia, onun saf duygularını mı sömürüyordu, yoksa gerçekten Rocco gibi iyi ve uzlaşmacı birine mi ihtiyaç duyuyordu? Barda, Rocco’yla Nadia’nın çıktığını öğrenen Simone öfkeyle doluyor. Garın yanındaki Ghiosolfa Köprüsü’nde buluşuyorlarmış. Yanında serseri arkadaşlarıyla oraya giden Simone, Rocco’yla dövüşüyor, Nadia’ya tecavüz ediyor ve birçok şeyin kaderini değiştiriyor. Simone’nin aşkına ve tutkusuna saygı duyan Rocco, köprüde Nadia’yla vedalaşıyor. Rocco, artık abisi Vincenzo’nun evinde kalıyor bu olaydan sonra. Nadia fahişeliğe dönüyor. Kumar oynanan mekânda Simone onu görüyor. Nadia onu hayatına bir katmak istemiyor. Rocco da ringlerde başarıdan başarıya koşuyor. Rocco başardıkça Simone de daha da batağa düşüyor.

Ciro… Genç Ciro da, Alfa Romeo araba fabrikasına girerek hayatı anlamlaşıyor âşık olarak. Onun da hayatında güzel Franca (Alessandra Panaro) var şimdi. Simone, eski menajerini Morini’nin evine gidiyor, biraz para alabilmek için. Boks hayatı neredeyse bitmiş Simone için. Bu anda parçalı ışık düzenlemeleri yapmış Visconti. Daha kasvetli ve gerilimli bir atmosfer yaratılıyor. Morini, Lombardo’dan ilk geldiğinde Apollon’u gördüğünü söylüyor Simone’ye. Sonra yine iki polis Simone’yi arıyor. Ciro karakola gidiyor. Her şey kısırdöngü gibiydi sanki. Simone, Nadia’yı eve
getirmiş. Rosaria onun varlığından mutsuz. Nadia evi terk ediyor. Nadia, Simone’ye nefret dolu. Rocco’yla mutluluğunu engellediği için. Ya Simone’nin tutkusu? Onu da anlamak gerekiyor mu? Belki de Nadia’nın Rocco’nun hayatından çıkması Rocco için daha mı iyi olmuştu? Kader kendi planını mı yaşatıyordu trajediler sahnelerken? Ciro da Simone’den nefret ediyor ve ailesinden biri olarak görmüyor onu. Simone’nin Morini’ye 400 bin liret borcu varmış. Rocco bu borcu ödemeyi kabul ediyor geleceğini ipotek altına alarak. Simone barda serserilerden Nadia’nın kanal taraflarında fahişelik yaptığını öğrendiğinde trajediler de çoğalıyor.

Luca… Evin en küçüğüydü o. Simone dışında herkes Rocco’nun zaferini yemekle kutluyor. Rocco, köyünü özlüyor. Luca’nın köye geri döneceğini düşlüyor. Memleketlerinde, birisinin evi yapılırken, oradan geçen biri taş atarmış evin sağlam olması için. Bir kurban gerektiğine inanıldığı için. Ya şehirde? Sonra kapı zili çalıyor ve Simone her şeyi itiraf ediyor Rocco’ya. Ciro, Simone’yi ihbar ediyor, hayatlarından tümden çıkması için. Aile eskisi gibi güçlü olabilecek miydi? Hayat devam ediyordu.

Epilog, yani son sözde Luca’nın kederi sürüyor, Franca’yla mutluluğu yaşayan abisi Ciro’ya bakarken. İşçi sınıfının mutlu temsilcisi Ciro, Franca’yla gelecek için planlar yapabilirdi. Simone ne olacaktı? Hayat devam edecekti. Fabrikada, Ciro’nun yanından ayrılan Luca önünde apaçık duran yolda yürüyor. Abisi Rocco’nun duvardaki asılı afşini okşuyor.Belki de ileride köylerine dönecekti Luca. Sistemle uyumlu Ciro da Franca’yla mutlu ve yarından umutlu işine doğru yürürken. Bu film Venedik Film Festivali’nde “Gümüş Aslan” kazanmıştı. Aynı festivalde FIPRESCI Ödülü’nü de almıştı film.

Filmin Türkçe dublajı da muazzamdı. Alain Delon’un seslendirmesi bir an kulağınıza tuhaf gibi geliyor ama kısa bir zaman sonra kulağınız sese alışıyor. Bizde, önemli filmlere dublajlarda gerçekten önem veriliyor. Onlar da geleceğe kalmak istiyor.

(27 Aralık 2014)

Ali Erden

[email protected]

Mücadele ve Mutluluk

Mücadele vermeden mutluluğa ulaşılmıyor. Ağır bir depresyon yüzünden ara vermek zorunda kaldığı çalışma hayatına geri döneceği sırada işten çıkarılma tehdidiyle karşı karşıya kalan Sandra için de geçerli bu. Küçük bir işletmenin personeli olan genç kadının yokluğu sırasında aynı işin bir bir eleman eksiğiyle yapılabileceğini keşfeden işvereni işçisini gözden çıkarmıştır. Üstelik bunu sorumluluğu üzerine almadan diğer çalışanları bir seçimle başbaşa bırakmak suretiyle yapmayı düşünür. Buna göre panel üreticisi küçük şirketin diğer çalışanları 1.000 Avro’luk ikramiyeleri ile Sandra’nın işini sürdürebilmesi arasında bir tercih yapmak zorundadır.

Jean Pierre ve Luc Dardenne kardeşlerin son çalışması ‘İki Gün ve Bir Gece / Deux Jours, Une Nuit’, işveren ve ustabaşı tarafından hayata geçirilmiş sinsi plana karşı Sandra’nın mücadelesi üzerine kurulu. İpotekli evlerinin kredi borcunu ödeyebilmek işe ihtiyacı vardır Sandra’nın. İş arkadaşlarının ihtiyaçları da benzer niteliktedir. Büyük kızın üniversite masrafları, iki yıldır ödenmemiş elektrik ve gaz faturaları, yeni evin giderleri vs. için bir can simidi gibi görülmektedir bu ikramiye birçoğu için. Kimisi evini döndürebilmek için haftasonu ek işlerde çalışan iş arkadaşlarını alacakları yıllık primden vazgeçmeye ikna etmek kolay olmayacaktır.

Kariyerleri boyunca orta ve alt sınıfların yaşam mücadelesi üzerine saygın örnekler vermiş olan Belçikalı usta sinemacıların son işi gerilimi giderek yükselen soluk soluğa bir hikâye. Küçük işletme çalışanı Sandra’nın mücadelesi çalınan iş aracını bir gün boyunca umutsuzca arayan De Sica’nın ‘Bisiklet Hırsızı’nın çabasını anımsatıyor. Savaşın yıkıntılarında varolmaya çalışan küçük insanların dünyasından altmış küsur yıl sonra çağdaş kapitalizmin refah Avrupa ülkesinde çalışanların içine düşmüş olduğu çıkmaz ibret verici bu açıdan. Sandra’nın mücadelesini izlerken iki gün boyunca orta alt sınıf mahallelerdeki yaşamları gözlemleme fırsatı buluyor, global ekonomik krizin ve acımasız kapitalist rekabetin benzer dertler ve sorunlarla boğuşan çalışanları nasıl birbirine düşürdüğüne, işçi sınıfı bilincinin yerinde yeller estiğine tanıklık ediyoruz. Sandra’nın işçi arkadaşlarının vicdanlarına ne ölçüde dokunabildiği veya işine geri dönüp dönemediği çok da önemli değil, filmi izleyenler bunun yanıtını öğrenecekler zaten. Önemli olan bu iki günlük savaşım sonunda Sandra’nın sınıf bilincine kavuşması, günümüzde yok olmaya yüz tutmuş gözüken işçi sınıfı dayanışmasının mutluluğuna erişebilmiş olmasıdır.

‘İki Gün ve Bir Gece’ usta yönetmenlerin önceki işleri gibi sade ve gösterişsiz, melodrama ve aşırı duygusallığa prim vermeyen çok başarılı bir çalışma. Daha önceki filmlerinde amatör ya da çok tanınmayan oyuncuları tercih etmiş olan Dardenne kardeşler ilk kez önemli bir yıldız oyuncuyla çalışmış, çok da doğru bir seçim yapmışlar. Keza Marion Cotillard tüm profesyonelliği ve başlangıçtan son plana kadar nefes kesen yorumuyla bizleri bir kez daha hayran bırakıyor kendisine. Cotillard’ın adını yaklaşan ödül mevsimi seçimlerinde sık sık duyarız gibi geliyor.

(26 Aralık 2014)

Ferhan Baran

[email protected]

Oyuncunun Korkularına Dair

‘Sils Maria: Ve Perde’ bir sahne sanatçısının korkularıyla yüzleşmesi üzerine çok boyutlu bir hikâye. Deneyimli Fransız yönetmen Olivier Assayas’ın filmi sahne insanının kırılganlığı, şöhretin sürdürülebilirliği ve özellikle kadın oyuncular için çok daha acımasız bir hızla geçen yılların biriktirdiği unutulma korkusu üzerine bir bakış sunuyor öncelikle. Giderek Sils Maria’nın Nietzsche’yi de etkisi altına almış hipnotik bulutları gibi katman katman açılıyor öykümüz iki saat boyunca.

Keşfedeni, akıl hocası yazar yönetmen Wilhelm Melchior adına verilecek onur ödülünü kabul etmeye hazırlanan tiyatro dünyasının divası Maria Enders çalkantılı bir dönemden geçmektedir. Kocasından ayrılmak üzeredir, son dönemin popüler bilim kurgu filmlerine kaymış olan kariyeri beklemededir. Alplerdeki tünelleri katetmekte olan trenin sarsıntısı tedirgin ruh halini betimlemektedir kırklı yaşlarındaki deneyimli sahne canavarının. Beklenmedik bir biçimde hayatına son veren yaşlı ustasının 20 yıl önce kendisini yıldız yapan ‘Maloja Yılanı’ oyununun yeni versiyonunda kendisine teklif edilen rol kafasını karıştırır. Kariyerini başlatan genç asistan rolü yerine çekici Sigrid’in oyuncağı haline gelmiş orta yaşlı iş kadınını oynaması önerilmiştir ona. Sigrid karakteriyle ve onun özgürlük anlayışıyla özdeşleşmiş olan Maria, genç sekreteri uğruna ailesini ve sosyal hayatını ziyan eden Helena karakterini canlandırmak istemez. Hem Helena’nın kırılgan tutkusunu kabullenmeye hazır değildir, hem de yıllar önce aynı karakteri canlandırmış oyuncunun oyunun sahnelenişinden bir yıl sonra trafik kazasında hayatını kaybetmesinden huzursuzdur.

Filmin ikinci bölümü Maria’nın eli ayağı genç asistanı Valentine ile birlikte hayatını ve kariyerini sorgulaması üzerinedir. Akıl defteri, bazen annesi kimi zaman terapisti, her daim prova partneri Val ile gelgitli birlikteliğini sürdürür Maria. Nietzsche’nin evrenin ve zamanın sonsuz bir döngü süreci içinde olduğunu ve yaşanan her şeyin sonsuza kadar tekrar tekrar yaşanacağını savunan ünlü ‘ebedi tekerrür’ kavramına ilham vermiş İsviçre Alplerinin Sils Maria bulutları altında efendi-köle ilişkisinin durmadan değiştiği bir hesaplaşma yaşanır ikili arasında. Güncel hayattan soyutlanmış Maria’yı bulutların üzerinden indirmeye kararlıdır Val.

Prestijli ‘Cahiers du Cinéma’ yazarlığından gelme Assayas çok katmanlı hikâyesini sinema tarihinden referanslarla süslerken Alman yönetmen Arnold Fanck’in 1924 yapımı kısa belgeseli ‘Maloja Bulut Fenomeni’ninden bir bölümü izletiyor bizlere. Bununla kalmayıp, Kuzey İtalya’dan İsviçre Alplerine uzanan bulutların meteorolojik bir mucizeyle tam Sils Maria üzerindeki vadide bir yılan gibi kıvrılma olayını bu kez kendisi görüntülüyor. İki kadının ilişkisi sinemanın bir dizi başyapıtlarından esinler taşıyor. Joseph Mankiewicz’in 1950 yapımı klâsiği ‘All About Eve / Perde Açılıyor’daki (yabancı film ithalatçılarımız sahne sanatçıları söz konusu olduğunda filmin Türkçe adına ‘Perde’ kelimesini ilave etmeyi eskiden beri severler) benzer diva ile yeni yetme yardımcısı arasındaki iktidar mücadelesi ya da Ingmar Bergman’ın ünlü ‘Persona’sında tiyatro oyuncusu Elisabet Wogler ile bakıcısı Alma’nın kadınlık ve kimlik üzerine yakıcı tartışmaları belleğimizde canlanıyor. Filme konu olan oyunun Fassbinder’in ünlü klâsiği ‘Petra Von Kant’ın Acı Gözyaşları’na benzerliğini fark ediyoruz. Assayas’ın Juliette Binoche’u yıldız yapan André Téchiné filmi ‘Randevu’nun senaryo ortağı olması ya da ‘Alacakaranlık’ serisinin meşhur ettiği Kristen Stewart’ın kibirli Maria’yı popüler gençlik filmleri ve onların izleyici kitlesini kendi kariyeri açısından dikkate alması gerektiği konusunda uyardığı bölümler bu oyun içinde oyuna sinemasever açısından ayrı bir lezzet katıyor. İki yıl önce İstanbul’da Thomas Ostermeier yönetimindeki Schaubühne Berlin topluluğunun Hamlet yorumunda alkışladığımız müthiş oyuncu Lars Eidinger’in bu kadınlar filminde tiyatro yönetmenini canlandırdığı kısa kompozisyonu kendisini sahnede izlemiş olanların anılarını tazeliyor.

(24 Aralık 2014)

Ferhan Baran

[email protected]

Buda’nın Ölümü

Kim Ki-duk’un son filmi ‘Bire Bir / Il-dae-il’in ‘Başka Sinema’ programındaki gösterimleri devam ediyor. Uzakdoğunun verimli sinemacısı son dönem çalışmalarına damgasını vurmuş yoğun karamsarlığının doruğunda bu kez.

2008 yapımı ‘Rüya / Bi-mong’un asılma sahnesinde baş kadın oyuncusunun ölümün eşiğinden dönüşünün yarattığı travmayla sarsılmış olan Güney Koreli yönetmen, yaşamın ve film yapmanın anlamını sorguladığı uzun inziva döneminde vicdanıyla hesaplaşmış ve bu süreç adını bir halk türküsünden alan ‘Arirang’ belgeselinde karşımıza gelmişti.

Kim Ki-duk’un dönüşü öncesine kıyasla çok daha karanlık ve şiddet yüklü hikâyelerle yol almaya devam ediyor. ‘Acı / Pieta’ (2011) sinemacının para ve kapitalist ekonomi ile hesaplaşmasıdır. Ana oğulun şiddetten şefkate evrilen ilişkisi çerçevesinde iyilik ile kötülüğün, günah ile kefaretin, intikam ile acıma duygularının ezeli çatışması sergilenir. Bir önceki diyalogdan arınmış çalışması ‘Moebius’ (2013) ise cinsellik sorunsalı üzerinden çekirdek aile içi iktidar mücadelesi üzerinedir.

Yedi adet suçluya karşı yedi intikamcıdan adını alan ‘Bire Bir’ umutsuz bir ülke resmi çiziyor. Çağdaş kapitalizmin son mucizevi örneği olarak gösterilen Güney Kore’den akıllara seza vahşi tablolar eşlik ediyor Kim Ki-duk’un anlatısına. Gece karanlığında kuytuya sıkıştırılmış küçük kızın yüzü bantlanarak boğulmasını gösteren açılış sekansını takiben, bu vahşetin intikamını almak için yola çıkmış şebekenin şiddet yüklü hikâyesini izliyoruz. Kısasa kısas bu intikam gösterisi birbirinden korkunç işkence seansları içeriyor. Bu bölümlerin seyrinin kolay olmadığı konusunda izleyiciyi şimdiden uyaralım.

Kendilerine özel harekâtçı süsü vermiş intikam timi, küçük kızın katledilmesi olayına karışmış üst düzey yönetici, bürokrat ve ordu mensubundan işkenceyle itirafnameler alıyor. Zenginin daha zengin olduğu, yoksulun daha yoksullaştığı kapitalist düzene nefretini dile getiriyor yönetmen. Arirang’lı yıllarında yaşadığı kulübe misali derme çatma mizansen anlayışında eskinin ruhani havası giderek kayboluyor. Depresiflik hali şiddetleniyor, iyilik, acıma ve kefaret adına her şey siliniyor ve Buda’yı öldürüyor Kim Ki-duk. Son jeneriğe eşlik eden Bach’ın kederli viyolonsel ezgisi bir ağıt misali yükseliyor perdeden.

(20 Aralık 2014)

Ferhan Baran

[email protected]

Esnafı Adalet Savaşçısına Dönüştürmek

Sinema tarihinde adaleti kendi yöntemleriyle sağlamaya çalışan ilk esnaf kimdir, bilemiyorum ama söz konusu olan, sorunlara “kişisel” olarak neşter vurulması ise, 100 yılı aşkın gelenek bizlere oldukça zengin bir miras bırakmıştır.

Griffith ve Sternberg’ün sessiz dönemde taşlarını döşediği yolda yürümeye başlayan ilk adamlar birer esnaf sayılırdı. Özellikle Büyük Bunalım sonrası ortaya çıkan boşluğu “bileklerinin ve namlularının gücü sayesinde” doldurmayı başaran bu parlak ticari zihniyetin / mafyanın sinemasal yorumu, o yılların ahlâk duvarlarına -ve HAYS Yasası’na- çarpıp dönse de, parlak bir başlangıç sayılabilirdi. En hakiki dokunuşlara 60’ların ikinci yarısından sonra sahip olacak bu sinema, kara filmlere doğru evrildiğinde, temsiliyeti sağlamak özel dedektiflere nasip oldu. İlginçtir; sözü edilen filmlerde kanun adamlarının asayişi yeterince tesis edememesinin yarattığı atmosfer, modern sinemanın da temel tezleri arasına katılacaktı. Yozlaşmış polislerin, hukuk ve siyaset adamlarının cirit attığı bir ortamda, etrafı femme fatale ile çevrilmiş; içe dönük, kendisine ve topluma güvensiz birey, çoğu zaman “yoldan çıkma eğilimi” gösterse de, bazen de polis veya hakim rolüne soyunabiliyordu.

“Bullitt” ile “sağa sinyal veren” ve erken 70’lerin habercisi sayılan bir anlayış, perdeye “Dirty Harry” ve “The French Connection”ı emanet ederken, adalet ve kanunlara bakış açısı çoğu zaman ikircikliydi: İlk bakışa göre polisler geri dönmüşlerdi! Aykırı da olsalar, “sokakları pislikten temizlemek için” görev aşkıyla yanıp tutuşuyorlardı. Madalyonun öteki tarafında ise masumiyetlerini pekiştirecek bir yan vardı: Adalet mekanizması öylesine kirlenmişti ki, kahramanlarımıza oyunu kendi kurallarıyla oynamaktan başka yol kalmıyordu. Hırsızlar, katiller ve tecavüzcülerin elini kolunu sallayarak gezindiği metropolleri kâbustan kurtarmanın yolu, sorunları “kişiselleştirmekten” çekinmeyen “bireyci” kanun adamlarının namlularından geçiyordu. Bir başka deyişe bu filmler düzeni sağlamak adına o düzeni eleştirerek muhafazakâr bir muhalefetin de temsilcisi oldular; ancak tehlikeli bir sürece yeşil ışık yakmaları anlamında yeni bir yönelime de şimşek çaktılar.

Böylelikle 70’lerin ikinci yarısına kadar geçen süreçte, ortaya ilginç bir hesaplaşma manzarası çıktı: Suçluyu, onun yaratan toplumsal koşullardan ve devletten soyutlamayan, 30’ların ahlâki ve hukuki normlarıyla oynama pahasına daha gerçekçi bir dil yakalamaya çabalayan liberal yönelimler ve yukarıda sözünü ettiğimiz bakışın ürünü olan filmler. İbrenin orta noktaya işaret ettiği duraklardan birinde sahneye çıkan “esnaf” Travis Bickle (Taxi Driver, 1975), bu kafa karıştırıcı dönemden en çok nasibini alan kahramanların başında yer alıyordu. Ruhsal bir bunalımın pençesinde kıvranıyordu, kafasında Vietnam’ı öldürememişti, ama sisteme uyum sağlamak için çabalıyor; bu anlamda, söz gelimi Rambo’dan çok daha anlamlı bir yönelime işaret ediyordu. Onun başarısızlığı ve intikama yönelmesi bir “düzen sorunu” idi. Aldığı tepkilerden şaşkına dönen Scorsese, hedefinin toplumu teşhir etmek olduğunu iddia etse de, Bickle’ın aynada aksine silah doğrultan görüntüsüyle özdeşleşen yığınlar nerede duruyordu?

Polise iade-i itibar kazandırma eğiliminin bir sonuç değil başlangıç olduğu, 80’lerde iyice açığa çıkacaktı. Sokaktaki adam ya da masum metropol insanı olsun farketmez; kişisel trajedilerden ölümcül sonuçlar doğuracak intikamcılar kapıda belirmiş; yani “gerektiğinde asayişi tesis eden polis, gerektiğinde de adaleti sağlayan hakimlerin” zamanı gelmişti işte! Paul Kersey’nin (“Death Wish”, 1974) -sıradan insanın ilkel içgüdülerini harekete geçirmeyi başaran senaryo sayesinde- soğukkanlılıkla suçluları öldürdüğü yeni dünyanın asil kahramanları aile babalarının, mimarların ve esnafların arasından çıkıyordu!

Şimdi koltuğunuza yaslanın ve “First Blood”ın, “The Equalizer”ın, “John Wick”in adalet savaşçılarını, intikamcılarını hatırlayın. Süper kahraman filmlerinin en gereksiz figürleri olan polislerin; Spider’ın, Superman veya Batman’in işini ne kadar zorlaştırdığını gözünüzün önüne getirin. Şiddetin kaçınılmazlığını acı deneyimler sonucu kavrayan Lewis, Ed, Drew ve Bobby’nin (“Deliverance”, 1972), David’in (“Straw Dogs”, 1971), Clyde’ın (“Law Abiding Citizen”, 2009) trajedilerini gözünüzün önüne getirin: Göreceksiniz ki, bir adalet savaşçısı, kanun adamı veya yargıç olmanızın önünde çok da engel yok. Ana akım sinemanın kimi örneklerini ve devlet adamlarının “hassas” uyarılarını rehber kılacaksak eğer; silahları kuşanmanın, bıçakları bilemenin ve hatta palaları kuşanmanın zamanı geldi de geçiyor demektir!

Gazamız mübarek olsun!

(18 Aralık 2014)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü

Özgürlük Ateşi Sönmeyecek

Sosyalist düşüncenin yılmaz sözcüsü Ken Loach 77 yaşında çektiği son filmi ‘Özgürlük Dansı / Jimmy’s Hall’ ile İrlanda topraklarına dönüş yapıyor. İngiliz yönetmenin bizde ‘Özgürlük Rüzgarı’ adıyla gösterilmiş 2006 yapımı Cannes Film Festivali Altın Palmiye ödüllü çalışması ‘The Wind That Shakes The Barley’ 1919-1921 yılları arasında İrlanda’nın Britanya Krallığı’na karşı bağımsızlık savaşını ve bunu takibeden iç savaşı öyküler. Birleşik Krallık tarafından desteklenen ve İngilizlerin egemenliğini kabul edenlerin galip geldiği bu kardeşin kardeşi kırdığı savaş sonrasında Amerika’ya iltica etmiş bir direnişçinin, Jimmy Gralton’ın gerçek yaşam öyküsünden esinlenmiş olan ve bir kez daha Loach’un değişmez senaryo yazarı ve sinema serüveninde yol arkadaşı Paul Laverty’nin kaleme aldığı ‘Özgürlük Dansı’, bu bağımsızlık mücadelesinin bir sonraki adımı üzerine.

Aradan 10 yıl geçmiştir. Daha barışçı bir gelecek vadeden de Valera hükümeti döneminde Gralton tekrar ülkesine, doğup büyüdüğü Leitrim kasabasına döner. Açgözlü kapitalizm balonunun fena halde patladığı Büyük Ekonomik Bunalımın New York ayağından siyah beyaz arşiv filmlerin işaret ettiği zor yıllardır bunlar. Doğduğu toprakları, annesiyle sakin bir hayatı özlemiştir mücadele yorgunu Gralton. 10 yıl öncesinde gönüllü işçiler tarafından inşa edilmiş kırık dökük kültür evini yeniden açması için israr eder çevresindeki genç insanlar. Dilden dile bir efsane haline gelmiş olan bu eskinin çok amaçlı toplanma yeri büyük bir eksikliği giderecektir. Çevre gençlerinin bu kıraç yörede uğraşacak hiçbir şeyleri yoktur çünkü. Göçmenlik kurallarının sıkılaşmasıyla Amerika’ya kaçma hayallerinin de önü kesilmiştir. Sanat, edebiyat, resim derslerinin yer alacağı, dans edebilecekleri, marangozluk öğrenebilecekleri ya da boks antrenmanı yapabilecekleri çok amaçlı bir kültür evi bu unutulmuş bölgeye tıkılıp kalmış insanlara yeniden hayaller kurduracak, geleceğe umutla bakmalarını sağlayacaktır. Ancak büyük toprak sahipleri ve onların işbirlikçisi olan din adamları bu çabanın önünü tıkamaya kararlıdır. Kolluk kuvvetlerinin denetlemediği, rahibin değneğiyle dürtmediği sıcak bir mekanda dansedip eğlenmek ve yeni dünyanın müziğiyle, edebiyatla, resimle uğraşmak türlü yollarla engellenir. Yeats’in şiirine, Karl Marx’ın Kapital’ine karşı cadı avı başlatılır. Gralton’ın sözcülüğünü yaptığı sosyalist oluşumun toprak reformu girişimleri dinsiz komünistlerin saldırısı olarak nitelendirilir. Ancak sadece karın tokluğu için değil, yaşamak ve eğlenmek için de çalışmak, şarkı söylemek, özgürce dansetmek isteyen insanlar için sadece bir bina değil, ruhlarının, bağımsızlıklıklarının sembolüdür bu derme çatma mekân. Yalanlar söyleyen, nefreti kışkırtan ve silahlı kuvvetleri cesaretlendirerek masum hayatları tehdit eden riyakar muktedirlere karşı topyekün bir başkaldırı söz konusudur Leitrim’de ve dünyanın her bir köşesinde. Caz müziğinden, siyahi kadının sesinden korkanlar, kalbi sevgiden çok nefretle dolu olanlar mağlup olmaya mahkumdur. Salon yok edilse bile, Gezi Parkı kapatılsa bile orada öğrenilenler kafalarının içinde genç insanlara rehberlik etmeye devam edecektir çünkü.

‘Özgürlük Dansı’ 1930’lu yıllar İrlanda’sını günümüze, üzerinde gri bulutlar dolaşan ülkemize, geçtiğimiz günlerde polis baskınıyla kapatılan Caferağa Mahalle Evi’ne bağlayan çok güçlü, güncel ve evrensel bir hikâye, çağdaş sinemanın yorulmaz ustası Ken Loach’un son şaheseri. Mutlaka izlenmeli.

(14 Aralık 2014)

Ferhan Baran

[email protected]

Kadınlar, Her Zaman: Monica Vitti

İtalyan sinemasının büyük kadın oyuncularından Monica Vitti’ye, Antonioni ustanın “Macera”, “Gece” ve “Batan Güneş” üçlemesiyle saygı gönderiyoruz. Antonioni’nin kadını olan Vitti, büyüleyen güzelliğini sinema perdesine armağan etti.

Gerçek adı Maria Luisa Ceciarelli olan Monica Vitti, 3 Kasım 1931’de Roma’da doğdu. Vitti, dokunduğumuz bu üçleme dışında da Antonioni’nin ilk renkli filmi 1964 yapımı “Il Desorto Rosso-Kızıl Çöl” filminde de oynamıştı. Fransız filmlerinde de göründü. Vitti’nin, oynadığı filmler az da olsa ülkemizde gösterime girmişti. Roger Vadim’in 1963 yapımı renkli ve sinemaskop “Château en Suéde-İsveç’teki Şato” filminde de oynadı. Karşısında da Jean-Claude Brialy ve Curd Jurgens vardı. 1967’de Mauro Bolognini, Luigi Comencini, Dino Rossi ve Franco Rossi’nin ortak yönettikleri siyah-beyaz “Le Bambole-Sarışın Melekler” salon komedisinde de göründü. Büyük yönetmenlerden Amerikalı Joseph Losey’in komedi-macerası 1968 yapımı renkli “Modesty Blaise-Dişi Ceyms Bond” filminde dişi casus oldu. Francesco Maselli’nin 1967 yapımı renkli “Fai in Fretella Uccidemi-Çabuk Öldür, Üşüyorum” komedisi, Mario Monicelli’nin 1968 yapımı renkli “La Ragazza con la Pistola-Tabancalı Yosma”, 1969’da Jean Valere’in renkli “La Femme Ecarlate-Kadın ve Gurur-Sevgilimi Öldürmeyin” komedisi, André Cayatte’ın 1978 yapımı renkli ve sinemaskop “La Raison d’Etat-Devletin Gücü” politik geriliminde de oynadı.

“Macera…”

Büyük İtalyan usta Michelangelo Antonioni’nin 1960 yapımı siyah-beyaz “L’Avventura-Macera” filmi, bir kaybın ve doğan bir aşkın filmi. Cino Del Duca’nın sunduğu filmin senaryosunu yönetmenle beraber Elio Bartolini ve Tonino Guerra yazmışlar. Filmin müziklerini Giovanni Fusco bestelemiş. Görüntülerse Aldo Scavarda’dan. Antonioni, nadiren zincirlemeli geçişler yapıyor bu filminde. Kısa zaman aralıkları için. Daha sonraki filmlerine geçişli anlatımlardan çoğunlukla uzak durdu usta. Mekân ve zaman değişmelerini “kesme”lerle yapan Antonioni, seyircilerin zihninde kaos yarattı ve yabancılaşma yaşattı.

Şehir dışındaki lüks villadan çıkan Anna’yı (Lea Massari) kayarak takip eden kamera, onun kederli ve mutsuz halini de yansıtıyor. Eski diplomat aristokrat babasıyla (Renzo Ricci) konuştuktan sonra yakın arkadaşı sarışın Claudia’yla (Monica Vitti) uzun zamandır görmediği nişanlısı Sandro’yla (Gabriele Ferzetti) buluşmaya gidiyor Anna. Kendisiyle evlenmek isteyen Sandro’nun teklifine cevap vermeyen Anna’nın bu mutsuzluğunun anlamı neydi? Mimar Sandro’yla seviştikten sonra, ortak arkadaşlarıyla beraber Sicilya açıklarında kendi yatıyla geziye çıkıyor Anna. Bu gezi, tuhaf ve trajikti.

Aeolian Adaları’nın açıklarında demirleyen yat, eğlencelerle ve yüzmelerle vakit geçiriyorlar. Bazı adalar, gökdelenler gibi göğe uzanıyor sanki. Buralar volkanmış. Anna, suya atladıktan sonra Sandro da peşinden onu takip ediyor. Zengin profesör-mimar Ettore’yle (Cucco) evli Patrizia (Esmeralda Ruspoli), Raimondo’nun (Lelio Luttazzi) özel ilgisine kadınsı oyunları da katarak oyununu sürdürüyor. Denizden yata çıkan Anna, köpekbalığı gördüğünü söylüyor herkese. Buralarda köpekbalığı olur muydu? Anna’nın hüzün yüklü bunalımlı zihninde belki de bunun bir anlamı vardı. Kamarada kurulanırken kendi elbisesini üzerinde deneyen Claudia’ya elbiseyi armağan ediveriyor Anna. Bu çok önemli bir simge ve filmin derinliğinde daha bir anlamlaşıyor. Belki bu metafor (mecazi) gibi gelebiliyor. Antonioni usta, filmlerinde metaforlar oluşturmuyor. Ustanın yaptığı, sanat estetiğindeki “düzdeğişmece” (metonymy) sadece. Antonioni, bir şeyi bir şeyle benzetme amacı taşımıyor. Simgesellik olsa da metafor yok onun anlam yaratmalarında. Metaforla düzdeğişmece birbirlerine uzak akraba gibiler. Tıpkı dışavurumcu ve gerçeküstücü estetikler gibi. Bu iki estetiğin zihinsel olarak karıştırılma ihtimali yüksek. Metaforda “benzeştirme”, düzdeğişmecedeyse “koşutluk” (paralellik) önde. Bu yüzden zihinsel karışıklık olabiliyor. Sanat böyle karışık bir şeydi. Bu yüzden herkese sanatçı denmiyordu.

Lisca Bianca adındaki küçük bir adaya çıkıyorlar ve her şey değişmeye başlıyor. Sandro ve Anna ilişkileri üstüne konuşurken, herkes kendi dünyasında bu anların keyfini çıkartıyor. Matteo’nun arkadaşı orta yaşlı Corrado (James Addams), genç Giulia’yla (Dominique Blanchar) evli. Giulia da biraz mutsuz. Çünkü ilgi ve şefkat istiyor Corrado’dan. Her şey böyle geçip giderken beklenmeyen bir şey oluyor ve Anna ortadan kayboluyor. Azıcık kestiren Sandro, az önce yanındaki Anna’nın nereye gittiğini anlayamıyor. Arıyorlar ama ondan en küçük bir ize bile rastlayamıyorlar. Adada sadece taştan tek odalı bir evcik var. Yatla diğerleri polise ve sahil güvenliğe haber vermek için ayrılıyorlar. Adada Claudia, Sandro ve Corrado kalıyor. Hava bozuyor. Gri bulutlar gökyüzünü kaplıyor. Rüzgâr çıkıyor. Dalgalar kayaları dövüyor. Eve girmeyi başarabiliyorlar. Can sıkıntısı. Zaman da geçmek bilmiyor. Acaba Anna’ya ne olmuştu? Ayağı kayıp kayalıklardan denize mi düşmüştü? Yoksa intihar mı etmişti? Kafasına esip ortadan mı kaybolmuştu yoksa? Fırtına ve yağmur her yeri kuşatıyor. Sabah olduğunda evin sahibi yaşlı balıkçı (Jack O’Connell) geliyor. Anna’yı balıkçı teknesiyle bu yaşlı balıkçı mı Sicilya’ya götürdü, diye kuşku düşüyor. Antonioni, hiçbir ipucu vermiyor seyirciye Anna’nın ortadan kaybolması hakkında. Aristo bakışına da karşıt bir durumdu bu. Antonioni’nin filmlerinde elbette konular, hikâyeler önemli, ama her şeyden daha önemli olansa karakterler ve mekânlardı. Konulardan bile daha önemliydi bu iki şey. O karakterler, bir hikâyenin ve mekânların içinden geçip giderler. Geriyeyse, karakterlerin durumları ve yaşadıkları kalıyor. Bu yüzden onun filmlerinde karakterlerle özdeşleşmek zorlu bir yolculuk. Seyirciler, yabancılaşmalar yaşayıp duruyor hep. Anna’nın kaybolduktan sonra derinliklerde aklınıza Antonioni’nin 1975 yapımı “The Passenger-Yolcu” filmi geliyor. Antonioni, “Macera” filmiyle “Yolcu” filmi için ilham bulmuştur yıllar sonra belki. Filmler kendinin.

Anna’nın elbisesin giyinmiş ve yakınlarında dolaşan Claudia’ya yakınlaşan Sandro, Anna’nın kaybıyla vicdan azabı yaşıyor muydu? Yoksa Anna’nın elbisesini giyinmiş Claudia’nın ışık saçan güzelliğini mi keşfetmiştir? Sandro yatta Claudia’yı öperek aşkını somutlaştırmak istiyor. Claudia, yakın arkadaşı Anna’nın boş bıraktığı yeri hemen dolduran kadınlardan olmak istemiyor, tepki gösteriyor. Adaya jandarma ve sahil arama geliyor ve Anna’nın hiçbir izine rastlanmıyor. Yattakiler, Palermo’da buluşmak üzere ayrılıyorlar. Sandro, dilemmalar, ikilemler yaşıyor zihninde. Bir yanda ortadan kaybolmuş Anna, öte taraftaysa hayatının kadını Claudia. Belki suçluluktan, belki de Claudia’ya kendini iyice fark ettirmekten Anna’nın izini sürmeye karar veriyor kendince. Sandro, Milazzo’daki karakolda yakalanmış üç balıkçı kaçakçının ifadelerini izliyor. Jandarma, Anna’yla ilgili onlardan şüpheleniyor. Sandro, bir gazeteci Zuria’nın (Renato Pinciroli) Anna’nın kaybı üzerine yazısından haberdar oluyor. Karakolda bir çavuştan Claudia’nın tren garında olduğunu öğrenen Sandro, hemen gara gidiyor ve Claudia’yı buluyor. Montaldo’ya trenle gidecek Claudia’nın kompartımanına binen Sandro onu etkilemeye çabalıyor. Belki de etkiliyor. Başka bir kompartımanda iki gencin flörtün de dikizliyorlar. Genç, kelimeleriyle genç kızı etkiliyor. Ama Sandro hâlâ Claudia’ya ulaşacak kelimeleri arıyor zihninde. Trenden inen Sandro, Palermo’ya gazeteciyi bulmaya gidiyor. Palermo’ya genç yazar ve oyuncu güzel Gloria Perkins (Dorothy de Poliolo) gelmiş. Magazin basını da hepten oraya toplanmış. Zuria, bir eczacıdan söz ediyor. Sandro, karısı mutsuz eczacıyı buluyor. Montaldo’da Corrado’nun villasında hayatsa kendi doğallığında geçip gidiyor. Anna’yı unutmuşlar sanki. Claudia orada hayal kırıklığı yaşıyor. Claudia, burada Giulia’nın mutsuzluğuyla genç prens ressam Goffredo’nun (Giovanni Petrucci) kollarına atılışına da tanıklık ediyor. Giulia’nın istediği kocasının ilgisin çekmek, onun şefkatini hissetmek. Villadan ayrılan Claudia, eczanede Sandro’yla buluşuyor. Eczacı, Anna’nın otobsle gittiğini söylüyor.

Sandro ve Claudia, Sandro’nun üstü açık arabasıyla Sicilya’da dolaşmaya başlıyorlar. Bir köye geliyorlar. Sanki terk edimiş bir yer burası. Sandro ve Claudia, arabaya bindikten sonra kamera, sokakta sola doğru kayıyor ve araba görüntüden çıktıktan sonra bir süre öylece kalıyor. Cannes Film Festivali’nde seyircilerin, “Kes! Kes!” tepkileri de bu birazcık uzun sahneyeydi. Antonioni’nin bu ve diğer filmlerinde kurgu hep akıcıydı ve bir an zamanı da unutup gidiyorsunuz. Çekimlerin uzunluğu ve kısalığı atmosferin ruhu ne kadar istiyorsa o kadar ustanın filmlerinde. Sonra kamera onları doğanın ortasında sevişmenin, öpüşmelerin içinde buluyor. Claudia, Sandro’nun aşkına yeniliyor. Belki de en başından yenilmişti. Suçluluk duygusundan bu aşkı itiyordu. Yine Anna’nın peşinde başka bir yere, kasabaya geliyorlar. Sandro onun yanından bir süreliğine ayrıldıktan sonra sokakta erkeklerin şehvetli bakışları altında kalıyor Claudia. Kilisenin çatısında çanlar ikisine de mutluluk veriyor. Claudia burada Sandro’nun mutsuzluğunu da keşfediyor. Sonra sabah otel odasında Claudia’nın sevişmenin verdiği mutlu dansıyla mutluluk saçışı da unutulmaz bir andı. Güzel bacaklarına geçirdiği incecik çorapları geçirişi akıl bırakmıyordu bir anda. Claudia’nın coşkusu perdeden taşıyordu.

Oteldeki balo… Ettore ve eşi Patrizia, zengin cenaha balo veriyorlar. Claudia ve Sandro da gidiyor partiye. Sanat müziği bile çalan küçük bir orkestra bile var burada. Otel odasında giyindikten sonra Sandro baloya katılırken, Claudia da uykuya dalıyor yorgunlukla. Sandro baloda Gloria’yı görüyor. Bir zaman geçtikten sonra uyanan Claudia, Sandro’nun ceketini sarıyor, kokluyor. Büyük bir aşk mı doğuyordu? Herkes dağılmış. Aşağı inen Claudia, Sandro’yu arıyor. Otelin lobisinde Gloria’yla sevişirken buluyor onu. Gloria, fahişe-yazar gibi, çünkü ücreti var. Claudia dışarı çıkıyor. Tek başına yürüyor. Kilisenin avlusuna geliyor. Sandro peşinden geliyor. Banka oturan Sandro’nun suçlulukla gözlerinden yaşlar akıyor. Claudia, elini Sandro’nun başına uzatıyor arkadan. Bir an duruyor. Sonra eliyle Sandro’nun saçlarını okşuyor şefkatle. Erkeklerin, kadınların şefkatli limanlarına sığınmaya gereksinimleri oluyor hep. Ya Anna? Her şey muallâkta kalıyor ve muamma da sonsuza kadar sürüyor. Bu film ülkemizde “Serüven” adıyla da anılıyor, belirtelim.

“Gece…”

Michel Angelo Antonioni’nin 1961 yapımı siyah-beyaz “La Notte-Gece”, kadınlara, erkeklere, kapitalizme, yabancılaşmaya, iletişimsizliğe, can sıkıntısına ve hayata dair bir film. United Artists’in dünya dağıtımını üstlendiği bu filmin senaryosunu Antonioni, Ennio Flaiano ve Tonino Guerra ortak yazmışlar. Hikâye de Antonioi’ye ait. Müzikleri Giorgio Gaslini bestelemiş. Filmde çoğunlukla caz tınıları duyuluyordu. Fotoğraf sanatına saygı gönderen ilham verici görüntülerse Gianni di Venanzo’dan. Bu film, 1961 yılında Berlinale’de “Altın Ayı” ödülünü de kazandı. Filmin hikâyesi bir gün bile sürmüyor.

Kamera ön jenerikte, Pirelli gökdeleninde aşağıya doğru iniyor. Kamera, cam silicilerin iskele-asansörüne konuşlanmış. Gökdelenin pencere camlarından derinlikte Milano şehri yansıyor. Kamera açı değiştiriyor sonra. Yine iskele-asansördeki kameranın sağ tarafında tren garı fark ediliyor. Derinlikte de yine Milano şehri. Hastane odasında yazar Tommao Garani (Bernhard Wicki), umutsuz kanser tedavisi görüyor. Başını çeviren Tammaso’nun gözü kiliseye takılıyor. Bu ana kadarki görüntülerden simgesel anlamlar yaratılabiliyor. Bakış açınız ve entelektüel birikiminize göre değişebiliyor bu. Pirelli, kilise ve hastane birer ikon. Anlamları da derin. Pirelli gökdeleni tıpkı katedral gibi ve kapitalizmin mabedi. Gökdelen, kilisenin yerini almış. Bu kapitalizmse şimdi hastanede kanser tedavisi görüyor. Bunları Tammaso’yu unutarak düşündüğünüzde daha bir anlamlaşabiliyor. Antonioni bu sekansta metafor yapmıyor. Düzdeğişmece yapıyor. Çünkü “koşutluk” ilişkisi kuruluyor. Ülkemize nasıl uyarlanabilirdi bu? Önce bir AVM, sonra bir cami, ardından da bir hastane yansırdı herhalde. Antonioni filmlerinde seyirciler bir de karakterlerle özdeşleşemiyorlar. Bu da yabancılaşmanın bir parçasıydı.

Filmin derinliğindeki partide sanayici Gherardini (Vincenzo Corbella), son kitabıyla büyük başarı kazanmış yazar Giovanni Pontano’ya (Marcello Mastroianni) yeni zenginleri şikâyet ediyordu. Gherardini, yeni sanayicilerin yaptıkları işe sanatçı gibi yaklaşmadıklarını söylüyordu. Burjuvalar birdenbire gelip aristokratların yerini alıyordu şimdi. Yine partide yaşlı bir sanayici Giovanni’ye Amerikalı yazar Ernest Hemingway’le tanıştığını söylüyor gururla. Milyonlarca doları olan yazara Küba’daki evini ziyarete geleceğini söylemiş. Hemingway de “Seni tüfeğimle vururum” demiş ona. Antonioni usta bu filminde belirgin olarak fotoğraf sanatına da, özellikle 1930’ların, 1940’ların fotoğraf sanatına saygı göndermiş camdan yansımalarla. Partide de muhteşem bir yansıma vardı. Giovanni’nin oyun oynayan kısa siyah saçlı Valentina’yla (Monica Vitti) karşılaştığı sahnede, hem camdan yansıma hem de yanılsama vardı. Çok özel bir andı bu sinemada. Öncelikle sinema perdesinde çok çarpıcı görünüyordu bu an.

Öğleye doğru. İnce puro içmeyi seven Giovanni, karısı Lidia’yla (Jeanne Moreau) arabayla Tommmaso’yu ziyarete geliyorlar hastaneye. Araba sokakta göründüğünde bir vinç kepçesi bir binayı yıkarak kentsel dönüşüm yapıyordu. Milano da İstanbul gibi bu dönüşüme kurban gitmiş bir şehir gibi görünüyor. Giovanni ve Lidia, Tommaso’nun odasına giderken, koridorda kendilerinden telefon için yardım isteyen bir genç hasta kadınla karşılaşıyorlar. Sorunu geçiştirdikten sonra kadim dostlarının odasına ulaşıyor Giovanni ve Lidia. Hasta Tommasso, Lidia’yı görünce hüzünleri dağılıveriyor bir an olsa da. Onun elini tutuyor. Sonra Tommaso’nun annesi de geliyor. Şampanya bile içiliyor odada, Tommaso’ya veda gibi. Sıkılan Lidia odadan çıkıyor. Hastanenin dışında kederler içindeki Lidia ağlıyor. Giovanni de odadan çıkıyor, koridorda o genç hasta kadınla karşılaşıyor. Kadın onu odasına çekiyor, okşama ve şefkat dileniyor adeta. Givanni de kayıtsız kalamıyor buna. Çapkınlıktan daha çok sevişmeye hasretlik onunki sanki. Dışarıda Lidia’yla karşılaşıyor Giovanni. İletişimleri azalmış, neredeyse birbirlerine yabancılaşmışlar gibi. Lidia, Giovanni’yle arabaya binip kitap tanıtım kokteyline gidiyor.

Ortamdan yabancılaşan Lidia sıkılıyor ve kendini Milano sokaklarına atıyor. Doğal seslerin daha çok duyulduğu bu anlarda, bazen kalabalık, bazen tenha sokaklarda amaçsızca tek başına dolaşıp duran Lidia’nın üstüne erkek bakışları da düşüyor. Kapitalizmin ve modernliğin kalesi bir şehir de olsa tek başına bir kadın sokaklarda dolaşınca ne gözle bakılırdı? Lidia, sokaktaki kaldırımda yürürken, genelde kaldırım kenarlarında olan ve “baba” olarak da anılan döküm delinatörleri de fark ediliyor. Fallikle bir koşutluk kuruluyor sanki. Lidia’nın ayakları onu, Milano’nun dışındaki kenar mahalleye götürüyor bu aylak dolaşmalarla. Dövüşen iki genci görüyor. Onlara müdahale etmek istiyor şiddeti önlemek için. Dövüş bitiyor. Dövüşen gençlerden biri bundan anlam çıkartıyor ve onun peşine takılıyor sevişme umuduyla. Oradan kaçan Lidia, eski tarlada roket uçuran gençleri izliyor. Roket de fallik gibi. Giovanni de kokteylden sonra apartman ormanındaki dairesine dönüyor. Lidia ortalarda yok. Antonioni bu uzun sekansta, modern insanın can sıkıntısını görsel olarak yansıtabilmiş. Lidia’dan telefon geliyor. Lidia, eskiden oturdukları yere gitmiş Giovanni şöhretli yazar olmadan önce. Artık oraya tren de çalışmıyor. Raylar çürümeye bırakılmış.

Gece çökmek üzereyken ne yapacaklardı şimdi? Sanayici Gherardini’nin ev partisine gitmekten başka ne yapılabilirdi? Lidia sıkılıyor ve Giovanni’yi gece kulübüne sürüklüyor. Gece kulübünde striptiz yapan biri erkek diğeri kadın iki siyahî dansçının gösterisini izliyorlar can sıkıntısıyla. Giovanni, kadın dansçıyı daha çapkın bakışlarla takip ediyor. Kaç zamandır sevişmiyorlardı Lidia’yla? Sonra yolları Gherardini’nin partisine uzanıyor. Giovanni orada ilgiyle karşılanırken, Lidia da can sıkıntısıyla avare avare oradan oraya gidip geliyor. Gherardini, Giovanni’den fabrikası ve işçileri için bir broşür hazırlamasını istiyor. Hatta onun yanında çalışmasını. İşadamları, aydınları yanına çekerek itibar kazanabiliyor çünkü. Giovanni, “Uykuda Gezenler” tuhaf romanı okuyanı merak ederken, Lidia’yı partiye gelen genç bir adamın gözleri izliyor. Giovanni, merakı çoğalmadan o romanı okuyan kızla, Valentina’yla karşılaşıyor birden. Valentina, can sıkıntısından tek başına yerdeki kareler üstünde oyun oynayıp duruyor. Givanni de ona katılıyor. İletişim kurmaya çabalıyor Giovanni. Bu kız, Valentina öyle güzel ki insanın başı dönüyor. Birden yağmur bastırıyor, elektrikler sönüyor ve zenginler bir ara ne yapacaklarını şaşırıyorlar. Burjuvalar için her şey eğlenceye dönüşebiliyor ama. Lidia da, kendini izleyen genç adamın arabasına biniyor ve yağmur altında gezintiye çıkıyorlar. Bu anlardaki fotoğraflar kara filmlerdeki atmosferi yeniden yaratıyor adeta. Yağan yağmurlar, karanlığı öne çıkartan dramatik ışıklar ve kasvet duygusu. Araba sokakta durunca, öne doğru kayan kamera arabaya yaklaşıyor ve onları konuşurken gösteriyor. Konuşmaları duyulmasa da, adam sevişmeyi bekliyor Lidia’yla. Sonra geri dönüyorlar partiye. Giovanni de sevişmeyi umut ediyor Valentina’yla. Kız da bunun farkında. Onu uzaklaştırmaya çabalıyor. Giovanni’ye makaralı teybe kaydettiği sesli metni dinletiyor. Sonra da Giovanni’yle sevişmeye hazır hissederken elektrikler geliveriyor.

Şafak sökmeye başlıyor. Dışarıdaki piyano saksofon orkestrasından caz tınıları etrafa huzur saçıyor. Lidia ve Giovanni, malikâneden uzaklaşıp kaç zamandır yapamadıkları iç dökmelerini yapıyorlar. Daha çok Lidia. Tommaso’nun öldüğünü söylüyor Giovanni’ye önce. Sonra da Tommaso’yla daha öncesinden birlikte olduğunu anlatıyor. Lidia, Tommaso’yla sevişmişler miydi hiç? Lidia’nın anlatımıyla sevişmeden daha öteymiş ilişkiler. Ardından bir mektup-metin okuyor Giovanni’ye. O satırları Giovanni mi, yoksa Tommaso mu yazmıştı? Bunun önemi var mıydı? Giovanni birden Lidia’ya sarılıyor, öpüyor. Lidia karşı koysa da birçok sorunu çözecek sevişme doğanın içinde yaşanırken, kamera sola çevrinerek (pan yaparak) doğayı sunuyor seyircilere. Sevişmek, varoluşsal bir şeydi. Karmaşık, gerilimli, heyecanlı ve tarif edilemez mutluluk yüklüydü. Karşı cins adrenali yükseltecek hep.

1980’li ve 90’lı yıllarda sinema estetiği ve kuramları üstüne bir dolu kitap okudum. Adını unuttuğum bir kitapta Antonioni’nin bu filmindeki giriş bölümün anlatıyordu. “Gece” filmiyle 2001’deki 20. İstanbul Film Festivali’nde karşılaştım. Aklımda hep bu filmin girişi vardı ve anlamları anlamaya çabaladım. Beyoğlu Emek Sineması’nda gördüğüm bu filmin giriş bölümünde Pirelli binasını ve kiliseyi aradım hep. Bulamamıştım. Film arşive girince keşfedebildim ancak. Tam da kitapta bahsedildiği gibiydi her şey. Göstergebilimsel bakış insana görünenin ardındakinin anlamlarını da ortaya çıkartabiliyor işte. Bir de sinema okulu vardı tabii.

Antonioni’nin bu filmi, TRT Radyo 1’de “Radyo Tiyatrosu” olarak da yayımlanmıştı. Hem de eski kayıtla. Eski kayıtları, bir de yabancı oyunlar olunca dinlemeye doyamıyor insan, belirtelim.

“Batan Güneş…”

Michelangelo Antonioni’nin 1962 yapımı siyah-beyaz “L’Eclisse-Batan Güneş”, kapitalizmle kadın ve erkek ilişkilerini tam içeriden gösteren bir başyapıt. Cineriz’in sunduğu filmin senaryosunu yönetmenle beraber Tonino Guerra, Elio Bartolini ve Ottiero Ottieri ortak yazmışlar. Müzikleri Giovanni Fusco bestelemiş. Çarpıcı fotoğrafları da kameraman Giovanni di Venanzo çekmiş. Filmin ön jeneriği de çarpıcıydı. Görüntünün solunda bir çizgi beliriyor. Tıpkı bir grafik gibiydi. Çizginin sağında da tanıtım yazıları beliriyordu. Fonda da Mina’nın söylediği “Il Twist” şarkısı duyuluyordu. Şarkının bitimindeyse birdenbire gerilimli müzik patlıyordu. Bu gerilimli müzik, filmin derinliğinde zaman zaman kendini hatırlatıyordu. Filmin hikâyesi de birkaç ay içinde geçiyor.

Gündoğumu… Şafak söküyor. Yazın sıcaklığı hissediliyor. Salonda vantilatörler çalıyor sürekli. Edebiyat çevirmenliği yapan Vittoria (Monica Vitti), nişanlısı Riccardo’yla (Francisco Rabal), onun dairesinde ilişkilerini sorguluyor. Bu sorgulama uzun gece boyunca sürmüş. Vittoria evlenmeye hazır mıydı? Vittoria, pencereden dışarı bakarken, görüntüye bir kule yansıyor. Bir mantarı, hatta falliği andırıyor bu beyaz kule. Antonioni dişiliğiyse, Vittoria’nın ve Piero’nun doğup büyüdükleri evlerle “koşutluk” kurarak yansıtmış. Kadınlar da bu evler gibi gizemli. İçeri girince keşfediyorsunuz.

Vittoria ve Riccardo’nun, modern soyut resmin önde ayrılığı yaşanıyor. Oradan ayrılan Vittoria, kendi dairesine yürürken, peşinden Riccardo da geliyor umutsuca. İlişkileri sonlanıyor ikisinin de. Vittoria’nın dairesi de uzakta değil. Apartmana geliyor. Kamea sola kayarak onu izliyor. Dairesine çıkıyor. Buralarıysa, Roma’nın dışındaki yerleşim yerleriydi. Ekonomik durumları yerinde olanlar daha çok sakinleriydi. Vittoria, aynı gün Roma Borsası’na, annesinin (Lilla Brignone) yanına gidiyor. Annesi borsada oynayan kapitalizme uyum sağlamış eski topraklardan. Orada Piero’yla karşılaşıyor Vittoria. Genç “broker” Piero (Alain Delon), annesine de çok para kazandırıyor. Borsada, bu sabah vefat etmiş yatırımcılardan biri için de saygı duruşu yapılıyor. Antonioni bu saygı duruşunu gerçekten de bir dakika sürdürmüş, ama tek bir çekimle yansıtmamış, sürekli kamera açısını değiştirmiş. Borsadaki anlar bir belgesel gibi. Oradaki hisse alım-satımı savaşları gerçekten savaş gibi. Her şey ve tüm stratejiler değişebiliyor. Antonioni bu atmosferi gerçek mekânlarında yaratabilmiş. Piero, 1980’lerde Amerika’da Ronald Reagan’ın başkan olduğu dönemlerde borsada ortaya çıkmış “yuppy”lerin öncüsü adeta. “Yuppy” (Young Urban Person-Person Young), yani “Genç Şehirli Kişi-Kişi Şehirli” anlamına geliyor. Bu “broker”lar, hızlı yükselip aynı hızla düşen borsanın yeniyetmeleriydi. Yirmili yaşlarından, ama otuzlu yaşlarının ortalarını göremeyen, “hızlı yaşa, çok kazan ve hızla yok ol” tayfalarıydı.

Aynı günün gecesinde Vittoria dairesinde. Ağaç üstüne oyulmuş ağaç resmini duvara asmak için çekiçle çivi çakarken komşusu Anita (Rosanna Rory) dairesinin kapısını çalıyor. Sabah uçağı Verona’ya teslim edecek kocası Giorgio uykudan uyanmış. Karşı apartmandan Anita’nın tanıdığı Marta (Mirella Ricciardi) onları dairesine çağırıyor. Marta aslında Afrika’da yaşayan bir kadın, evli ve çocuğu da var. Dairesinin içinde Afrika’ya dair birçok eşya ve fotoğraf var. Vittoria, tenini siyaha boyayarak Kenyalı kadına dönüşüyor, onlar gibi dans yapıyor. Ertesi sabah, Giorgio uçağı Verona’ya götürüyor. Uçakta Anita ve Vittoria da var. Roma’nın yukarıdan yansıyışı, uçağın bulutların içinden geçişi büyüleyiciydi. Boş araziye uçaklar inip kalkarken, kafeteryanın önünde iki siyahî göçmen de yansıyor. Fonda da caz tınıları duyuluyor.

Vittoria, yine borsada. Kayıplar, düşüşler yaşanıyor. Vittoria’nın annesi de on milyon liret kaybediyor. Piero, elli milyon liret kaybetmiş bir adamı gösteriyor Vittoria’ya. Genç kadın, yıkılmak üzere olan adamı takip ediyor. Adam, kafeteryaya oturuyor, kâğıda bir şey yazıyor ve kalkıp gidiyor. Vittoria o not yazılmış kâğıdı alıyor. Sonra da Piero’yla annesinin evine gidiyor. Çocukluğunun ve genç kızlığının geçtiği şimdi toz içindeki kendi odasını hüzünle bakıyor. Vittoria, babasını küçükken kaybetmiş. Anneleri erken ölmüş oğlan çocuklar gibi, babaları erken ölmüş kız çocukları da büyüdükten sonra karşı cinse karşı bir güven bulanımı yaşayabiliyorlar. Terk edilme kaygısından olabiliyor bu. Belki de Vittoria bu yüzden evlenmekten kaçıyor. Terk edilmeden terk ediyor. Freudyen durum.

Geceleyin… Piero onunla buluşmaya geliyor. Bir sarhoş adam, tüm kederleriyle penceredeki Vittoria’yla konuşmaya çabalıyor, sonra da Piero’nun üstü açık Alfa Romeo spor arabasını çalıyor. Ertesi gün araba sudan çıkartılıyor. Sarhoş adam göle uçmuş ve ölmüş. Piero, arabasının motorunun ve kaportasının sağlam olmasından keyifli. Vittoria, şaşkın ve kapitalizmi anlayamıyor. Piero’nun gözü, yanında yürüyen Vittoria’nın elbisesinin içinde öne atılmış “twist” yapan göğüslerine takılıyor, ona ulaşmayı hayal ediyor. Kamera da yanlarında kayarak onlara eşlik ediyor sanki.

Buluşmalar başlıyor. Arabasını satmış Piero, şimdi bir BMW almış. Sitelerin olduğu bu yer buluşmaları için bir “leit motif” gibi sanki. Zaman geçiyor ve hep burada buluşuyorlar. Borsada kaybetmiş adamın notunu da hâlâ taşıyor Vittoria. Notu, içinde su olan varile bırakıyor. Çevredeki yaşamlarda yansıyor. Sonra Piero’nun doğduğu büyük eve gidiyorlar. Ev, küçük heykeller ve resim tablolarıyla dolu. Piero onunla sevişmek için çabalıyor. Vittoria, sonra Piero’nun anne-babasının yatak odasına giriyor. Ardından Piero geliyor. Yatak bu kadar yakınken nereye kadar kaçabilecekti Vittoria? Doğa kaideleri araya giriyor, sevişiyorlar. Başka zamanda yine buluşuyorlar. Piero onunla evlenmek istiyor. Ama bu o kadar kolay değil. Piero, “Seni gerçekten anlamıyorum” diyor. “Eski nişanlınla sen birbirinizi anlıyor muydunuz” diye soruyor ardından. Vittoria, “Birbirimize âşık olduğumuz sürece anladığımız tek şey, anlaşılması gereken bir şey olmadığıydı” diye cevap veriyor.

Güneş tutulması… Piero’nun ofisinde pazar günü. Güzün başları. Çocuklar gibi eğleniyorlar. Vittoria, perdeyi açıyor, sokakta iki rahibe yürüyor. Piero onunla başka günler de buluşmak istiyor umutsuzca. Evlilik kelimesinin geçtiği yerde Vittoria durabilir miydi? Dışarı çıkan Vittoria, boş sokağa ve artık yapraklarını dökmeye hazırlanan ağaçlara bakıyor. Gökyüzünde de anlam veremediği bir tuhaflık var. Sonra kamera, Vittoria’nın yaşadığı sitelerin oraya taşınıyor. Anlar peş peşe gelirken güneş de yavaş yavaş tutulmaya başlıyor. Bir adam belediye otobüsünden iniyor, elindeki gazetede nükleer savaş felaketi üzerine başlığı okuyor. Bir genç kız havadaki değişime mutlulukla bakıyor. İşçi, çimleri sulayan fıskiyeleri kapatıyor. Taşan sular sokakta başıboş akıp gidiyor. Karanlık çöküyor. Sokak lambaları yanıyor. Evlerin pencerelerinden ışıklar yansımaya başlıyor. Filmin büyük bölümünde vantilatörler yansıyordu. Sadece havanın sıcaklığını hissettirmek için değildi bu. Vittoria’yla koşutluk kurmak içindi. Öyle ki, Antonioni usta metafor kıyılarına epeyce yaklaşıyordu bu kısırdöngüyü vurgulamak için. Vittoria, nişanlısı Riccardo’yla ayrıldıktan sonra başka biriyle, Piero’yla beraber oluyordu. Vittoria için, sondaki güneş tutulması kısırdöngünün sona ermesi miydi? Piero’yla yeni hayata mı başlayacaktı? Her şey boşlukta kalıyor yine de.

Vittoria’nın yaşadığı yere Espesizione Universale di Roma (EUR) deniyor. Expo Roma 42 de deniliyor. Roma’nın güneyinde bir yerleşim ve ticaret bölgesiydi burası. 307 Via dell’Umanesimo banliyösünün içinde. Duce Mussolini yaptırmış Dünya Fuarı için vakti zamanında.

(13 Aralık 2014)

Ali Erden

[email protected]

Sürüngenin Gece Yolculuğu

Bizde yakıştırılmış ‘Gece Vurgunu’ ismi soygun filmi bekleyenleri yanıltmasın. Özgün adından hareketle başıboş bir gece sürüngeninin hikâyesini anlatıyor ve muazzam bir sistem eleştirisi getiriyor ‘Nightcrawler’.

Los Angeles gecesinin kopkoyu karanlığında düzenin çarkında öğütülmemek için mücadele veren Lou Bloom’un öyküsü nakledilen. Küçük çaplı hırsızlıklarla yolunu bulmaya çalışan genç adam varoşlardan indiği Melekler Şehri’nin göbeğinde kariyer peşindedir. Tescilli bir eğitimi yoktur ama internetten temel bilgileri edinmiştir. Hırslıdır, atılgandır. Tekinsiz gecenin karanlığında kurda kuşa yem olmamak için tetikteki sürüngen misali fırsat kollar. Otoyolda şahit olduğu kaza Bloom için dönüm noktasıdır. Yanan arabanın içindeki yaralıya aldırış etmeden vasıtanın içinden en çarpıcı görüntüyü almak için koşuşturan foto muhabirlerini şaşkınlık ve hayranlıkla izler. Çekilen materyalin haber kanallarına pazarlandığını, görüntülerin içerdiği kanla orantılı biçimde değer kazandığını öğrenir kaza ve felaket takipçilerinden. İzini sürdüğü kariyer fırsatına dört elle sarılır Bloom. Önce ucuz bir kamera edinir ve gecenin karanlığında av peşine düşer. Gece yolculuğu boyunca Bloom’un değişimi başdöndürücüdür. Reyting savaşından pay alabilmek için daha kanlı, daha yaralı görüntülere prim veren haber merkezlerinin gözbebeği olur kısa zamanda. Ahlak, vicdan, iş etiği gibi kavramları çoktan rafa kaldırmış medya yöneticilerinin emrinde giderek vahşi bir hayvana dönüşen gece sürüngeni, kurumsallaşma aşamasında yeni adımlar atmak üzeredir artık.

Senaryo yazarı Dan Gilroy’un bu ilk yönetmenlik denemesi şaşırtıcı bir olgunluğa ve tazeliğe sahip. Yetmişli yılların karanlık polisiyelerinin, Lumet, Pollack, Pakula gibi ustaların klasiklerinin izinde, kapitalizmin kırk küsur yıl sonra geldiği son aşamayı, kural tanımazlığın vardığı boyutları sergilemesi açısından son derece çarpıcı. Paul Thomas Anderson filmlerinin ve unutulmaz ‘Kan Dökülecek / There Will Be Blood’ın (2007) Oscar’lı usta görüntü yönetmeni Robert Elswit’in sinematografisi ve fondaki tedirgin soundtrack müthiş yakışmış bu kara öyküye. Ve kuşkusuz Lou Bloom’u canlandıran Jake Gyllenhaal’ün benzersiz yorumu filmi özel kılan bir diğer neden. Bu yıl içinde ilki sinemalarımızda gösterime girme şansını bulmuş iki Denis Villeneuve filmiyle (Düşman / Enemy ve Tutsaklar / Prisoners) karşımıza çıkmış olan genç oyuncu, çelimsiz bir fırsatçının özgüveni pompalanmış felaket avcısına dönüşümünde harikalar yarattığı performansıyla yaklaşmakta olan Akademi Ödülleri’nin favori isimlerinden biri olmayı hak ediyor.

(08 Aralık 2014)

Ferhan Baran

[email protected]

Bir Yaz Dönümü Gecesi İtirafları

İsveçli yazar August Strindberg’in yirminci yüzyılın arifesinde kaleme aldığı ‘Matmazel Julie’ kapanmakta olan bir çağın amansız tasviridir. Aristokrat bir kadınla uşağının tek mekânda geçen bir gecelik fırtınalı ilişkisi üzerinedir oyun.

Babası soylu kontun mağrur kızı Julie’nin yaz dönümü şenlikleri ve alkolün de etkisiyle bedenini ve duygularını kâhyası Jean’a açtığı gecenin hikâyesi sınıf, toplumsal cinsiyet ve cinsellik üzerine baş döndürücü bir beyin fırtınası niteliğindedir. Bir düşüşün öyküsüdür bu. Arzu ve tiksinmenin iç içe geçtiği bir tahakküm oyunudur sergilenen. Rüyalarında düşmekten korkan Julie, malikânenin en alt katında tüm sırlarını paylaşır uşağıyla. Kâhya Jean ise ulu ağacın tepesindeki altın yumurtalara ulaşabilmek için bir fırsat olarak kullanmak ister genç kadını. Lâkin toplumsal kurallar, ahlâk ve dinin buyurdukları buna izin verecek midir. Matmazel Julie ayaklar altına aldığı onurunu kurtarmak için nasıl bir yol izleyecektir.

‘Matmazel Julie’ yazıldığı dönemde içeriği nedeniyle İsveç’te tartışmalara yol açmış ve oyunun prömiyeri Danimarka’da yapılabilmiş. Ancak bu oyunun gerek dili gerekse biçemiyle modern tiyatronun öncü yapıtlarından birisi olmasını engelleyememiş. Bu nedenledir ki bir ‘Fröken Julie’ uyarlamasının
sözü bile heyecanlandırır bizleri. Oyunun en bilinen uyarlaması yazarının memleketlisi Alf Sjöberg imzasını taşır. 1951 yapımı, Cannes Film Festivali büyük ödüllü bu versiyonda teatral yapıyı kırma adına dış mekânlara ağırlık verilmiştir. Düşler ve anılar görsel olarak beyazperdeye yansır. Sjöberg buna ilâve olarak, Julie’nin annesinin hikâyesini metnin dışına taşarak detaylandırmış ve filmin finali ateşli bir feminist manifestoya dönüşmüştür.

Yüz küsur yıllık serüveni boyunca tüm dünyada defalarca sahnelenmiş olan oyunun bizde ‘Aşk ve Tutku’ adıyla gösterime giren en taze uyarlamasını beyazperdenin gerçek divalarından Liv Ullmann yazıp yönetmiş. Ingmar Bergman’ın unutulmaz esin perisi eserin metnini olduğu gibi korumuş, yeni diyaloglar ekleyerek süreyi uzatmış. Andrey Zvyagintsev’in filmleriyle tanıdığımız usta görüntü yönetmeni Mikhail Krichman’ın büyüleyici objektifinden küçük Julie’nin öksüz ve yalnız çocukluğunu resmeden prolog ile genç kadının ormandaki kaderine yürüyüşünü içeren epilog bölümleri son derece etkileyici. Bunun dışında Strindberg’in tek mekân ve üç oyuncudan oluşan sahne düzenine büyük ölçüde riayet etmiş Ullmann. Ortak yapım koşulları ve ticari kaygılar nedeniyle filmi Anglosakson oyuncularla İngilizce çekmesinin dışında. Bu tercihe bağlı olarak öykü de 19. yüzyıl sonları İrlanda’sına taşınıveriyor.

Sjöberg’in çok beğenilmiş ikilisini (Anita Björk ile Ulf Palme) arasa da gözlerimiz, Jessica Chastain ve Colin Farrell’in yorumları hiç yabana atılır gibi değil. Son versiyonun en büyük sürprizi ise İngiliz oyuncu Samantha Morton’ın aşçı kadın kompozisyonu. Ullmann’ın ek diyaloglarla zenginleştirdiği tutucu ahlâkın ve din kurumunun bekçisi Kathleen (Kristin) karakterinde harikalar yaratmış Morton. Müzik seçimine gelince barok ve romantik dönem tercih edilmiş, Schubert’in enfes piyanolu üçlüsünün (Op. 100 mi majör D. 929) çok bilinen ikinci bölümünün hüzünlü ezgilerine ağırlık verilmiş ki bu da metnin çatışma yüklü sert ve avangard niteliğiyle çok da uyumlu değil.

(03 Aralık 2014)

Ferhan Baran

[email protected]