Kategori arşivi: Yazılar

Tramvay’ın Yolcuları Biziz…

Olgun Arun’un ilk filmi Tramvay, 2000’li yılların Türkiyesi üzerine trajikomik bir anlatı sunuyor. Görüyoruz ki aslında, “Dağ başını duman almış” marşı ile “Ceddin deden neslin baban” mehteran marşı ortasında kalan halk, yani biz, şiddetin göbeğinde yapayalnızız.

Töre cinayetleri, çocuklara yönelik tacizler, trafikte birbirini döven sürücüler, sokaklarda patlayan silâhlar, bir Tramvay’ın içinde temsil ediliyor. Başörtülüsü, lâiki, gayrimüslimi, mafya babası, kiralık katili, sanatçısı, normal vatandaşıyla 2000’li yılların Türkiye’si, aslında kimsesiz. Onlara sahip çıkan ne bir politikacı ne de bir politika var. Ortaya çıkan tablo şu ki, hepimiz herhangi bir şekilde herhangi bir yerde şiddetle karşı karşıya kalıyoruz.

İzzeddin Çalışlar’ın öyküsünden yola çıkılarak, yine İzzeddin Çalışlar, Olgun Arun ve Nazlı Çetinok Arun’un senaryolaştırdığı film, her yönüyle izlenmeye değer. Oyunculuk seçimi, karakterizasyon, replikleri ile film, toplumsal bir eleştiri yapıyor. Filmdeki tek sorun sanırım zaman zaman duymakta zorlandığımız replikler, yani ses sorunu. Şiddetin yoğun gösterildiği sahnelerle mizahi sahneleri arasındaki sağlanan akord, filmde akıcılığı belirleyen ana etmenlerden biri.

Bir akşamüstü Taksim girişindeki tramvaya farklı kültürlerden insanlar biner. Bir süre sonra da, babasından sinemadan çalınan bir koltuktan dolayı dayak diyen Hamit (Fırat Tanış) ve arkadaşı Mahmut (Itri Koşar) da tramvayın yolcuları olurlar. Babasından haksız yere şiddet gören, dövülen, hakaret edilen, kovulan, arkadaşının yanında küçük düşürülen ve sonra da sahipsiz bir şekilde sokağa atılan Hamit, bir süre arkadaşıyla birlikte Beyoğlu’nda yürüdükten sonra bindiği tramvayda içindeki tüm kini tramvayın diğer yolcularına kusar. Onu tetikleyen ise yolculardan birinden yükselen bir sözdür. Tramvay, sürücüsüz Taksim’in bir başından diğer başına kadar sahipsiz olarak gider gelir. Ama sahipsiz olan sadece bir tramvay mıdır?

Ne elinde silâhı olan bir kiralık katil, ne parası olan, ne mafya babası, ne toplumsal değerlendirmeler yapan bir sosyal bilimci kurtarabilmiştir tramvaydaki rehineleri Hamit’in elinden. Onları kurtaran, ona samimice yaklaşan Pelin’dir (Emel Çölgeçen). Hamit’in içindeki öfkenin zararsızca ortaya çıkmasını sağlar ve tramvaydakiler kurtulur.

Athena grubunun solisti Gökhan’ın rol aldığı bu film, hipnoz türüyle sanırım Türk Sineması’nda ilke de imza atıyor. Olgun Arun’un bu ilk filmini, Tramvay’ın içinde bulunan bizlerin mutlaka birkaç defa izleyip, kişisel ve toplumsal eleştiriler yapmamız gerektiğini düşünüyorum.

(28 Temmuz 2006)

Asya Çağlar

Gelin / Düğün / Diyet

Bir yönetmenin “tema” birliği içeren filmler ile bir grup film yapması hallerinden biri, o grubu oluşturan film sayısı nedeni ile üçleme (trioloji) olarak anılır. Ülkemizde bu tarz çalışmalar fazla görülmez, ama bu yok demek de değildir.

Yönetmenlerimiz üzerine yapılmış araştırma / inceleme fazla değildir ve yapılanlarda belirli sayıda yönetmenle sınırlı kalır. Bu yönetmenlerden Lütfi Ömer Akad üzerine, Âlim Şerif Onaran “Lütfi Ömer Akad’ın Sineması” isimli kitabı yazmaktan başka “Lütfi Ö. Akad” ismi ile de yaptığı uzun söyleşiyi yayınlamıştır. Bir kolektif çalışma da “Sadeliğin Derinliğinde Bir Usta: Lütfi Akad”dır. (Ayla Kambur, Necla Algan, S. Ruken Öztürk, Şükran Kuyucak Esen, M. Zeynep Dabak, Burçak Evren)

Onaran, “Lütfi Ömer Akad’ın Sineması” isimli kitabında ustanın filmlerini tek tek ele alarak inceler. Onaran, Akad’ın kimi filmlerini, sonradan yapacağı üçleme’ye (Gelin / Düğün / Diyet) benzeterek üçlemeler şeklinde gruplar halinde ayırır.

1 – Anadolu Üçlemesi dediği Hudutların Kanunu, Ana, Kızılırmak / Karakoyun farklı Anadolu kırsalında geçen farklı temaları ve tarihsel dilimleri olan filmlerdir.

Hudutların Kanunu (1967 – Dadaş Film), Güney Doğu Anadolu’daki kaçakçılık olgusunu ele alan, öykü olarak da sinema olarak da başarılı bir filmdir. Film, çevrildiği yıllarda geçebilecek olayları ele alan güncel bir konuyu inceler, çevrenin ekonomik geri kalmışlığının yol açtığı, tehlikeli ama kısa sürede kazanılabilen parası ile kaçakçılık; yoksul kişilere hem töresel (ağa olgusu) hem ekonomik nedenlerle kolayca yaptırılabilen bir eylemdir. Film alternatiflerini de (öğretmen – eğitim, jandarma komutanı – devlet düzeni) koyarak, olayları kahramanları açısından ele alır.

Ana (1967 – Şahinler Film) sinemamızın bir çok kez ele aldığı, türlü biçimlerde işledi kan davası üzerine bir filmdir. Kan davasından kaçarak kurtulacağını sanan bir kadın, kanlıları bulunan kocasını ve biri kız diğeri erkek çocuklarını alarak devamlı kaçmayı dener, ama yollar bir yerlerde bitmekte, kanlıları ile kesişmektedir. Bu kez de kesişecektir. Ana’da (1967 – Şahinler Film) günümüzde geçen bir hikâye anlatır.

Kızılırmak / Karakoyun (1967 – Dadaş Film), Anadolu efsanelerinden yola çıkılarak Nazım Hikmet’in Ercüment Er adı ile yazdığı senaryodan Muhsin Ertuğrul’un çektiği filmden (1946) sonra Akad’ın yazıp yönettiği film olarak, gününde geçen efsaneyi tarihi içinde çağdaş (güncel) yorumlarla zenginleştirerek ele alır. Konu üçüncü kez Şahin Gök tarafından çekilmiştir. (1969 – Sen.: Tuncer Cücenoğlu – Şahin Gök)

Görülüyorki, yer ve tarih olarak Anadolu’da geçen öykülerin bir üçleme oluşturacak yeterli bağlantıları yoktur, ama çokça ele alınmış konularına rağmen her üçü de -özellikle Hudutların Kanunu- aynı konuları işleyen filmlerden ayrılırlar.

2 – Kent Üçlemesi başlığı altında ise Vesikalı Yârim, Kader Böyle İstedi ve Seninle Ölmek İstiyorum filmlerini toplar, bu filmlerde ortaklığı sağlayan geçmiş oldukları mekândır, İstanbul kentinin özel bir kullanımı yok ise de, filmlerin ortak mekânı içinde çok farklı yapıları, kişileri barındıran bu metropol kenttir.

Vesikalı Yârim (1968 – Şeref Film) ilginç bir öykü içerir, hem film içeriği olarak, hem de filmin serüveni olarak. Kaynaklarda filmin Sait Faik’in öyküsü Menekşeli Vadi’den alındığı belirtiliyor, senaryoyu yazan Safa Önal öykünün kalkış noktası olduğunu söylüyor ki, film öyküye göre hayli farklılık gösterir. Ayrıca, Sait Faik’in öyküsünden filme daha yakın olarak, film çekildiği yıllarda yayınlanan Burhan Arpad’ın Alnımdaki Bıçak Yarası isimli romanı da vardır. Bütün bunlardan sonra Vesikalı Yarim film olarak daha önce örneği pek çok kez yapılmış bir öyküyü daha farklı bir biçimde aktarır. (Bak.: Çok Tuhaf Çok Tanıdık) Evli bir manav bir gün arkadaşları ile gittiği bir Saz’da bir kadına tutulur ve evine dönmez, çok sıradan insanların sıra dışı aşkı anlatılır, sonuç ile yaşamın gerçeklerinin galebe çalmasıdır. Vesikalı Yarim, daha sonraki yıllarda Gizli Aşk (N. Okçugil) ve Sarmaşdolaş (Ü. Efekan) filmleri ile tekrarlanır, Menekşeli Vadi ismi ile -öyküye bağlı kalınarak- TV filmi yapılır, Sait Faik üzerine Havada Bulut ismi ile yapılan bir kolaj filminde, tekrar farklı öykülere paralel olarak ele alınacaktır. Ekonomik yapıları farklılık göstermeyen, ama birarada olmaları da -yine toplum tarafından- benimsenemeyen kişilerin, yaşamdan çalabildikleri trajik bir aşkı anlatır.

Kader Böyle İstedi (1968 – Şeref Film), bir dolmuş şoförü ile bir burjuva kızının, daha sert tepkiler alan, acı sonlu aşkını anlatır. (Bu filmdeki, sözsüz, fakat insan dramını anlatan “nişan sahnesini” ile Akad’ın sinemasal özelliklerinin altını çizmek isterim.)

Seninle Ölmek İstiyorum’da (1969 – Şeref Film), kökenleri farklılık göstermeyen kadın, zengin bir erkek ile evlidir ama mutluluğun uzağındadır. Erkek okuyarak mühendis olmuş, çalışma alanı nedeni ile karşılaşmışlardır. Bir mutsuz, bir yalnız insan, birbirlerine itilirler, kadının yaşamını bağladığı oğlunu yitirmesi işin katalizörü olur.

Kent üçlemesini oluşturan filmlerde kentin farklı dokularından, birer aşk öyküsü anlatılır. Kent mekânı ortak noktaları oluşturur, üç filmde oynayan İzzet Günay’a iki filmde Türkân Şoray eşlik eder, filmler -magazinsel olarak- bu açılardanda birbirine bağlanır.

3 – Şarkıcı üçlemesi :

Anneler ve Kızları (1971 – Erman Film)
Rüya Gibi (1971 – Er Film)
Bir Teselli Ver (1971 – Saltuk Film)

Öncelikle görüldüğü gibi, Anadolu Üçlemesi’ndeki iki film aynı yapımevine, Kent Üçlemesi’ndeki üç film de aynı yapımevine ait olmakla birlikte Şarkıcı Üçlemesi’ndeki üç film de farklı yapımevlerine aittir. Filmlerin Şarkıcı Üçlemesi oluşturmasına oyuncularından birinin, sırası ile Neşe Karaböcek, Zeki Müren ve Orhan Gencebay olması neden olmaktadır. Ayrıca ilk film olan Anneler ve Kızları, 1934’de John Stahl, 1959’da Douglas Sirk tarafından çekilen Imitation of Life filmlerinin (özellikle ülkemizde Zehirli Hayat adı ile gösterilen ikincisinin) bir uyarlamasıdır. (Yalnız şunu belirtmek gerekir ki Sirk’in filminde anne ile kız arasındaki dramın nedeni zencilik olmasına rağmen, konunun ülkemize uyarlanmasında köylülük / kentlilik, zenginlik / fakirlik olmuştur.)

Üç film de, filmler çekmelerine rağmen asıl uğraş alanları müzik olan oyuncuların başrol oynadığı filmlerdir. (O. Gencebay’ın ilk filmidir.) Ve filmdeki olaylar arasına sıkıştırılmış şarkılarla gelişen bu üç yapımcı filmi Akad’ın genel sinema tavrı içinde fazla ön plâna çıkmazlar. Ortak özellikleri, kahramanlarının şarkıcı olmasından ibarettir.

*****

Bu girişten sonra, Akad’ın tematik birliktelik içermesi bakımından gerçek anlamda bir üçlemesi olan Gelin / Düğün / Diyet’i ele almadan belirtilmesi gereken önemli bir konu, filmlerin her ne kadar bir üçleme oluştursalar da, aynı zaman da süreçsel bir gelişim de göstermelerini ve sosyo – kronolojik bir sıra izlemelerine rağmen bu sıraya bağlı olarak çekilmedikleridir. Filmler, Gelin / Düğün / Diyet sırası ile çekilmiş olsalar da, gerçekte Düğün / Gelin / Diyet şeklinde sıralanmaları gerekmektedir.

Bu nedenle, filmlerin içerik bakımından gösterdiği sıralama, çekiliş sırasına göre daha öncelik taşımakta olduğu için, çekiliş sırası ile değil, anlattıkları süreç öne alınarak Düğün / Gelin / Diyet sırası ile incelenecektir.

Tema birliği içeren bu üç filmin bir başka ortak noktası da, ağırlık noktalarını kadın kahramanların taşımasıdır. Akad, anlatılarına kahraman olarak kadın kişiliğini seçmekten başka, filmlerde tamamen farklı yapıdaki bu kahramanlarının üçünü de Hülya Koçyiğit’e oynatır. Koçyiğit, bu nedenle filmler arasında bir dış bağlantı sağlamış olur.

Gelin, için Akad yazmadığı romanların filmini yapıyor ibaresi kullanılmıştı, üç film arasında en çok Gelin’e uyan bu benzetme, diğer iki film içinde söylenebilir.

Düğün (1973), Akad’ın yazarak yönettiği, Gani Turanlı’nın görüntülediği, Metin Bükey’in müziklediği, Hülya Koçyiğit’in Zelha’yı, Kâmuran Usluer’in Halil’i, Turgut Boralı’nın Bekir’i, Ahmet Mekin’in Ferhat’ı, Erol Günaydın’ın İbrahim’i, Altan Günbay’ın Cabbar’ı, Hülya Şengül’ün Cemile’yi, İlknur Yağız’ın Habibe’yi, Sırrı Elitaş’ın Reşit’i, Günay Güner’in Zeki’yi oynadığı, bir Erman Film (Hürrem Erman) yapımı olarak, 1974 / 11. Antalya Film Festivali’nde, En İyi Film ve En İyi Yönetmen; Sinematek Derneğinin, Mevsimin En Başarılı Filmleri (1974) seçiminde birinci seçilmiştir.

İkinci sırada çekilmiş olmasına rağmen, tematik olarak önce gelen Düğün; Urfa’da geçim koşulların daralması ve amcaları Bekir’in önerisi ile Halil ve kardeşleri’nin (Zelha, İbrahim, Cemile, Habibe ve Yusuf), İstanbul’a göçmesi ile başlar. Olaylar, taşrada kısıtlı ekonomik olanaklar nedeni ile eskiden beri sürdürdükleri çalışmaları da verimli olmamaya başlayınca, taşı toprağı altın olan İstanbul’a gelinir. Habibe ve Cemile fabrikaya işçi olarak girerler, (sanayileşme – “emek”in paraya çevrilmesi), evi çekip çeviren Zelha yine kısıtlı bir alanda (kıyı semtindeki evin tahta perde ile çevrili avlusundaki fırında) kıymalı pide ve lâhmacun yapar, İbrahim bunları satar (metropolde ticarete adım atış), küçük Yusuf tüm bu ortam içinde okumak gibi bir lükse sahip olur. Zelha’nın hem abla, hem (doğurmamış olmasına rağmen) ana olması yanında Halil beyni oluşturur. Akşamları günlük hesapların görülmesi sırasında, elde çok az para kaldığı, “Harran’ın dikeni gibi kök salmaya geldikleri buradan” geri dönüş olmaması kararı ile, işi büyütme kararı alınır. Borç harç bir üç tekerlekli bir araba alınır, bu arada Cemile’yi isteyen kebapçının ödediği ‘başlık’ da bu paraya katılır, bu alış veriş Zelha’nin içine sinmez. Araba alınarak genişletilen ticari faaliyetlere başlanılır, İbrahim’e Yusuf da yardımcı olmaktadır. Bu arada Zelha’nın sırf ailesi için ayrıldığı sözlüsü Ferhat da İstanbul’da kamyon şoförlüğü yapmakta olduğundan, -kaçınılmaz şekilde- karşılaşacaklardır. Cemile’nin kocası, karısını evlere temizliğe gönderir -ödediği başlık parasını çıkartmalıdır-. Zelha geri almak isterse de, Cemile gelmez. Habibe’yi ise mahalle kasabının kardeşi Zeki sevmektedir, Habibe de karşılık verir, ama Halil ve Bekir’e ticaret yapmayı öneren Cabbar da Habibe ile evlenmek ister, Zelha karşı çıkar, Zeki de ısrarcıdır. Araba ile lahmacun, sucuk ekmek satışı sırasında aynı işi yapan başka kişiler ile çıkan kavgada İbrahim birini öldürür, suçu Yusuf üzerine alır. Kavga sırasında araba elden gider, Habibe Cabbar’a verilir. Ferhat Zelha’ya kendisi ile gelmesini, evlenmelerini söyler. Zelha işlerinin daha bitmediğini söyleyerek düğün yerine gider. Ağabeyi Halil ve amcasına çok ağır konuşur, Habibe’yi alıp gitmek ister. Cabbar çektiği bıçak ile mani olmak ister, İbrahim araya girer. Bu arada Zelha yaralanır, ama İbrahim ile beraber Habibe’yi alıp düğün’ü terk ederler. İbrahim polise her şeyi anlatıp Yusuf’u kurtaracağını söyler, Zeki ise kapıda Zeliha ve Habibe’yi beklemektedir.

Akad, aile kişileri arasındaki gelişmelerle dramını oluştururken, ekonomik çıkmazları nedeni ile İstanbul’a gelen aileyi, önce aile içi çalışma ile seyyar satıcılıkla ufaktan ticarete başlatarak, giderek genişlemeye -genişleme çabalarına- (satılan malların çeşitlenmesi, gündüz ve gece ayrı ayrı çalışma) yönlendiriyor. Bu gelişmeler olurken aile kıyısından köşesinden dağılmaya, çeşitli bedeller ödemeye başlıyor. Finalde dramatik yapı tamamlanır gibi görünüyor. -ama- Zelha Habibe’yi Cabbar’a vermemekle -belki- Cabbar ile daha devamlı ticaret ilişkisine girecek, Halil’den kopacak, Habibe’yi esnaf (kasap) çocuğu olan Zeki’ye vererek bir başka ticaret ehli ile ilişkisini sağlayacaktır. Belki bu ilişkide kendisi de vardır veya yoktur. Habibe’nin fabrika işçiliği deneyimi olduğunu da unutmamak lâzım. Şimdilik seyyar satıcılık işi kaybolmuş gibi görünmektedir. Akad, Yusuf’un başına gelenleri, daha önce Yusuf’un okuduğu Hz. Yusuf’un kardeşleri nedeni ile başına gelenlerle paralelleştirerek, dramatik yapıda vurgu yaparken, işçiliğe girmiş kızların, bir meta gibi başlık karşılığı, hemen pazarlık konusu olması ile de, Yusuf olayına paralel geliştirdiği olaylarla da, toplumuzun halen genel geçer feodal bir kısım yapılarına değinmekle beraber, Yeşilçam’ın tipik olay örgüsüne de yaklaşıyor.

Akad, üçlemesi yaptığı son dönem filmlerinde, eski filmlerinden geliştirerek getirdiği, giderek durgunlaşan, nerede ise kamera hareketinin terk edildiği, ama derinliğin önem kazandığı görüntülemesi ile, hareketin hemen hemen yalnızca çerçeve içinde belli bir oyuncu trafiği ile olup bittiği, sinema diline Düğün’de de yeni bir halka ekliyor.

Aslında Düğün’den daha önce çevrilen Gelin’de dizi / trioloji devam etmektedir. Sıralamayı sürece göre alırsak, ailenin göçünü ve yerleşme / tutunma çabalarını ele alan Düğün’den sonra Gelin, ailenin memlekette (bu kez Yozgat) kalan son kısmının da İstanbul’a gelmesi ile başlıyor. Ailenin (baba dahil) bir kısmı önceden gelmiş ve bir kenar mahallede bakkal dükkânı açmış ve kök salmaya niyetlenmiştir; amaç artık metropol’ün merkezine yürümek, bakkallığın alternatifi olmaktan çok karşıtı olan marketciliğe geçmektir. Büyümek değil değişmek istemektedirler ve değişim, bedelini ödetecektir

Gelin, yine Akad’ın yazarak yönettiği, Gani Turanlı’nın görüntülediği, Yalçın Tura’nın müziklendirdiği, Hülya Koçyiğit’tin Meryem’i, Kerem Yılmazer’in Veli’yi, Kahraman Kral’ın Osman’ı, Ali Şen’in Hacı İlyas’ı, Aliye Rona’nın Ana’yı, Kâmuran Usluer’in Hıdır’ı, Nazan Adalı’nın Naciye’yi, Seden Kızıltunç’un Güler’i oynadığı 1973 yılı yapımı bir Erman Film (Hürrem Erman) yapımı, 1973 5. Adana Altın Koza Film Festivalinde En Başarılı Film, Kâmuran Usluer En Başarılı Yardımcı Erkek Oyuncu, Nazan Adalı En Başarılı Yardımcı Kadın Oyuncu ödüllerini almışlar, ayrıca Sinematek Derneği’nin sinema yazarları arasında yaptığı Mevsimin En İyi 10 Filmi soruşturmasında birinci seçilmiştir.

Gelin, ailenin son partisinin de memleketten İstanbul’a gelmesi ile başlar, yerleşik bir bakkal dükkânı mahalle arasında aileyi sırtlamış, aile de, avlu içindeki ev de Yozgat’taki düzende yaşamıştır. Artık şehir merkezine doğru hareket zamanıdır, yeni bir dükkân tutulmuş, iş büyütülmeye çalışılmaktadır. Yeni gelenler de düzene dahil olurlar, ama Meryem’in oğlunun rahatsızlığı ortaya çıkar. Çocuğunu Hacı İlyas okuyarak iyi etmeye çalışır, ama Meryem memleketlisi ve fabrikada işçisi bir arkadaşı ile gittiği doktorda durumun ciddi olduğunu öğrenir fakat yeni dükkân için para lâzımdır. Büyük gelin takılarını verir, Meryem takılarını çocuğu için harcamak istemektedir, ailenin kararına boyun eğmek durumunda kalır, fakat kurban bayramından önce çocuğunun ameliyatı için kayınpederinden söz alır, ama çocuk bayramı çıkaramaz, kalbinden olan rahatsızlığı tutar ve bayram sabahı ailenin kurbanı olarak ölür. Meryem de avludaki kurbanlık koçu azat eder ve evi terk eder, işçi arkadaşının yardımı ile fabrikaya girer, aile meclisi (baba) namus temizleme güdüsünü harekete geçirir. Eline silâh verilen kocası (Veli) Meryem’i öldürmeye gittiğinde, -cebinde silâhı- “fabrikada kendine de iş olup olmadığını” sorar. Emeğin -bedeli karşılığında- üretime yöneltilmesi ile finale ulaşan filmde, aile ticaret çarkında ulaşabileceği son basamak olan daha büyük bir dükkânda / markette ticaret aşamasına geçecektir. Sanayileşme şimdilik ufuklarında bulunmamaktadır, beri yandan aile fertlerinden ikisi emeklerini değerlendirme ortamına yönelmişlerdir. Düğün’de aile içi üretimle yürütülen ticaretin karşılaştığı metropol kâbusu artık aşılmıştır, dükkân düzeyinde önce kenar mahallede sonra kent merkezine yönelik yürüyüş tamamlanmıştır. Sermayenin büyümesi, holdingleşmesi, söz konusu olmayacaktır. Alternatif olarak mekanizmanın bir de öbür yüzü bulunmaktadır, Akad bu noktadan Diyet’e geçecektir. Akad Gelin’de Düğün’de de sürdürdüğü sinema dilini daha olgun bir biçimde; son dönem filmlerinde ağırlıklı olarak kullandığı gibi, durgun, izleyici bir biçimde sürdürüyor. Onaran’ın belirttiği gibi sinemanın bir çok teknik olanağını kullanmamaya kararlı bir dil kullanıyor, üçlemeyi oluşturan filmlerinde bunu en başarılı olarak Gelin’de yapıyor. Gelin sinemasal bakımdan üçlemenin en oturmuş filmi olurken, iç dinamiği bakımından da oturmuşluk gösteriyor. Bu oturmuşluk, ailenin çevresinden soyutlanmış bir durum içinde ele alınması sonucunu doğursa da, filmin bütünleşmesini sağlıyor. Onaran, filmin gerçek sonunun Osman’ın ölümü olduğunu, bu ölümle yapılan “kurban” allegorisi olduğunu belirtiyor. Çocuğunu “kurban etmeye” kalkan Hz. İbrahim’e koyun gönderilerek, çocuğun yaşamı kurtarılıyorsa da, ailenin bir, belki de iki basamak üstteki bir basamağa taşınması -ekonomik olarak, sınıfsal olarak değil- uğruna Osman’ın kurban edilmesine göz yumuluyor. Düzenin çarkının bu şekilde işlemesi ile filmin bitirilmesi, Meryem’in bağlarını koparma davranışını belki es geçecekti ama Akad, emeğin değerlendirilme ortamına geçişini de önleyecekti.

Diyet üçlemenin sonuncu filmi olarak 1974 yılında Akad tarafından yazılarak, yöneltilir. Özgüç’ün Türk Filmleri Sözlüğü Cilt 2’de belirttiği gibi film Ömer Seyfettin’in Diyet isimli öyküsünün uyarlaması değildir. Gerçi Akad’ın TRT’ye yaptığı Eski Kahramanlar üst başlığını taşıyan Ömer Seyfettin’in dört öyküsünden (Topuz / Ferman / Pembe İncili Kaftan / Diyet) oluşan TV filminde, sonuncu öyküyü oluşturan Diyet, Özgüç’ün kastettiği Ömer Seyfettin öyküsüdür ama, üçlemenin finalini oluşturan Diyet’in öykü ile ilişkisi yoktur.

Gani Turanlı’nın görüntülediği filmde; Hülya Koçyiğit “Hacer”i, Hakan Balamir “Hasan”ı, Erol Taş “Bilâl Usta”yı, Erol Günaydın “Mevlût”u, Güner Sümer “Salim Bey”i, Atıf Kaptan “Fabrika sahibi”ni, Turgut Savaş “Yunus”u, Günay Güner “Mustafa”yı, Yaşar Şener “Muhsin Usta”yı, Murat Tok “İmam”ı, Osman Alyanak “Börekçi”yi, Uğur Kıvılcım “Şerife”yi oynar, bir Erman Film (Hürrem Erman) yapımıdır.

Salim Bey’in babası adına yönettiği fabrikada bir makine işçilerin yaralanıp sakat kalmalarına neden olur, en son Mustafa bu makinede bacaklarından olmuştur. Bilâl Usta İstanbul’a yeni gelen Hasan’ı Mustafa’nın yerine aldırır, bu arada fabrika da sendikacılar faaliyet gösterirler ama bir kısım işçi sendikaya henüz girmemiştir. Fabrikada çalışan kocası kendisini terk edip gitmiş iki çocuklu Hacer’de çalışmaktadır, sendikacılar Hacer’i de yanlarına çekmek isterler. Bir nedenle Hacer’i gören Hasan, Bilâl Usta’dan Hacer ile aralarını yapmasını ister. Bilâl Usta sendikaya karşıdır, sendikacıların isteklerini fabrika sahibi kabûl etmez. Bu arada Hasan fabrikada işe başlar ve Hacer’le evlenir. Salim Bey işçileri sendikalı – sendikasız diye ayırır. Hacer sendikalılar arasında, kocası Hasan sendikasızlar arasında yer alır. Hasan bu nedenle Hacer’e kızar. Bu arada kızı Hacer’e yardım etmek için balon satan babası Yunus bir gün parkta otururken ölür, sendikacılarda Mustafa’ya bir tekerlekli sandalye alırlar. Mustafa’nın makinesinde çalışan Hasan, Bilâl Usta ile karısının tutumu yüzünden tartışırken kolunu makineye kaptırır ve kolu kopar. Olay yerine gelen Hacer, “alın diyetinizi” diye kocasının kolunu Salim Bey ve İbrahim Usta’ya fırlatır. Ve bir balyoz ile makineye vurmaya başlar.

“Al diyetini” diye kol fırlatma sahnesi, Akad’ın Ömer Seyfettin’den uyarladığı Diyet’te de vardır. Demirci ustası olan Koca Ali, işlemediği bir suç ile suçlanır ve suçsuzluğunu ispat edemez. Kol kesilmesi cezasına hüküm giyer, bir kasap diyet’ini ödeyerek kolunun kesilmesini önler ama yanında çalışmasını ister. Yanında çalışırken de ezer ve aşağılar, diyetini ödediğini belirtir hep, sonunda dayanamayan Koca Ali (Kadir Savun) kolunu keserek ve “al diyetini” diyerek kasabın yüzüne fırlatır.

Diyet’te yeteri kadar güvenli olmayan bir fabrika makinesinin, çalışanlara zarar vermesi ve sendikanın isteklerine rağmen önlemlerin alınmaması sonucunda yeni bir kazada yine bir işçinin zarar görmesi, kolunun kopması / diyetin ödenmesi ile, Ömer Seyfettin’in “diyet”i, farklı ortamların yapısal farklılık taşıyan farklı olgularıdır.

Gelin ve Düğün, taşradan metropole gelen aileleri, kendi içinde dayanışmalı ve şehirde yerleşik şekilde tutunmaya yönelik çalışma uğraşı içinde gösterir. Bunu aile içi üretimin seyyar olarak, araba ile satılması aşamasından geçerek, mahalle içi bakkal dükkânı ve giderek kentin daha merkezinde market açmaya varan uğraşları olarak göstererek, yan öykülerle de destekler. Fakat hep ticaret alanının ağırlık kazandığı gelişmeler içinde veren ve Gelin’de fabrika kapısında biten akış Diyet’de kapının iç tarafının durumunu, işçi – işveren ilişkisini ve yine Anadolu’nun çeşitli yerlerinden gelmiş bu kez emeğini satan kişilere ağırlık veriyor.

Akad bunu, tavrını işçiden yana koyarak yaparken, sorunu sınıfsal değil, insanilik açısından ele alıyor. Bunu yaparken “ne servet düşmanlığı, ne işçiyi işverene karşı tahrik, ne de ütopik patronsuz fabrika fikrini savunuyor.” Akad’ın olaya “duygusal, ilerici ve bilinçlendirici” bir biçimde, yaklaşımının eleştirisi de yapılıyor.

Düğün’de Hz. Yusuf çağrışımı yaparak kullanılan din motifi, Gelin’de kurban ile ağırlık kazanır, Diyet’de ise “iki bir’den, üç iki’den, dört üç’ten, beş dört’ten iyi değil midir”, hadisi ile örgütlenmenin (sendikalaşmanın) günümüzdeki gerekliliğini, toplumumuzun moral değerleri ile de destekliyor. Kırsaldan gelerek metropolün varoşlarına yerleşip, bir süre sonra, girdikleri çalışma yaşamında, yerlerini belirleme aşamasına geliyorlar. Doğal olarak henüz sınıf bilinci yerleşmemiş olması nedeni ile, sendikal hakların biçimlendiricileri başkaları … bu konudaki öykü, roman, oyun ve de filmlerde düşülen bir genel yanılma, Diyet’de de karşımıza çıkıyor. Bütün suç daha önce başkalarını da sakat bırakan, sonra da Hasan’ın kolunu koparan makine üzerinde kalıyor. Evet makine bir simge ama…

Diyet, hem sıra bakımından hem aşamanın halkalanması bakımından “üçlemenin” son filmi olarak diğerlerine nazaran biraz zayıf kalıyor. Koçyiğit’de Düğün’de de ulaşamadığı Gelin düzeyine, burada da ulaşamıyor, bunda senaryodan kaynaklanan, karakterin yeterince boyutlu olmaması da etken.

Anadolu’nun farklı bölgelerinden İstanbul’a farklı birikim ve amaçlarla, değişik sosyo – ekonomik yapılardan gelen farklı kişilerin, ticaretin ilk adımlarından başlayan metropol yaşamına katılma uğraşı, bu farklı kişilere rağmen bir zincirin halkalarını oluşturacak şekilde, değişik karakterdeki kişiler ile toplumumuzun temel ve moral değerleri de ele alınarak birbirine bağlanıyor. Ticaretin ağır bastığı ilk iki öykü fabrika kapısında sonuçlanınca, kulvar değiştirerek bir başka çalışma alanına geçiyor, çalışanlarında taraflardan birisi olması gerektiği, tarafların kozlarının bilincinde olarak anlaşmaya yönelmelerini bekliyor. (Evet bir makine ama kırılmalı mı, kırılması gerekirken kırılmamalı mı?)

Farklı sosyo – ekonomik yapıların yanında farklı kültürleri de barındıran ülkemizde, doğu – batı farklılaşmasının doruk noktası, İstanbul’a 50’li yıllardan sonra giderek yoğunlaşan göç olgusu sinemamızda bir çok filme konu olmuştur. Bu filmler olaya farklı yaklaşımlar getirerek, bazen yüzeysel, bazen nedenini ve sonucunu dar alanlarda ele alarak, belki bir neden üzerinde derinleşmişler fakat olayı tüm boyutları ile aktaramamışlardır. Büyük kente göçü, burada olduğu gibi ekonomik nedenlere dayandırıp farklı sonuçlara ulaşması yanında, intikam, kan davası için kaçma ve izleme nedeni ile de göçün gerçekleştiğini görmekteyiz. Böyle göçler sosyolojik anlamda göç’de değildirler ve çoğunlukla bitirilmesi gerekli bir işe yönelik ve genellikle tek başına yapılan yolculuklardır. Hacıağaların para yemek için İstanbul’a gelmeleri de bir dönem komedi filmlerinde geçici göçü -genellikle bir gecelik- konu alan filmlerdi. Yukarıda anlatılan Akad öykülerinde, hele Gelin ve Düğün’de göç eden bir ailedir. Diyet’de ise farklı kökenli, bir fabrika çevresine toplanmış gurbetçilerdir.

Yeşilçam günlerinin en ilgi gören konularından biri olan göç, farklı bir yapılanmaya giren sinemamızda da yine zaman zaman ele alınan konulardan biri olacaktır. Teknolojik gelişmesinin yanında yapısal bir değişmede geçiren sinemamızda konuya daha farklı yaklaşımların ele alınması değişimin doğal sonucu olacaktır. Ama Akad ustanın üçlemesi, sinemamız tarihinde önemli bir yer alacaktır.

(25 Haziran 2006)

Orhan Ünser

*****

Yararlanılan Kaynaklar:
Alim Şerif Onaran: Lütfi Ömer Akad’ın Sineması (Ege Üniversitesi Yayını)
Alim Şerif Onaran: Lütfi Ö. Akad (Afa Yayınları)

Başparmak: Korkularımıza ve Bilinçaltımıza Dair Bir Film…

Başparmak (Thumbsucker) daha önce birçok kısa film, reklâm filmi, müzik klibi ve belgesel kısa film çeken Mike Mills’in ilk uzun metraj filmi. Walter Kirn’in romanıyla aynı adı taşıyan ve Mike Mills’in senaryosunu yazıp yönettiği Başparmak, yönetmen Mike Mills’in deyimiyle, tamamen bağımsız ve yaratıcı bir film. Filmde, 17 yaşında başparmağını emme alışkanlığı olan Justin Cobb’un bu alışkanlığının ailesi ve çevresiyle olan ilişkilerine yansıması anlatılıyor.

Filmin oyuncuları arasında özellikle Narnia Günlükleri (2005) ve Adaptation (2002) filmlerinden tanıdığımız Tilda Swinton ile Matrix Revolutions (2003), Matrix Reloaded (2002) ve Şeytan’ın Avukatı (1997) filmlerindeki başarılı performansıyla dikkatleri çeken Keanu Reeves bulunmakta. Filmde Justin Cobb’u ise 10 yaşında başladığı tiyatro oyunculuğuna 2002 yılında Personel Velocity filmindeki Kevin rolüyle Sundance Film Festivali‘nde ödül alan Lou Pucci canlandırıyor. Bu filmdeki performansı da yeni bir ödüle lâyık gibi görünüyor.

Keanu Reeves’ı, bu filmde Justin’in diş doktoru, aynı zamanda da akıl hocası olarak görüyoruz. Sanırım Pucci ile Reeves’in birlikte olduğu sahneler, filmin en iyi sahnelerini oluşturuyor. Ancak, Justin’in annesi rolündeki (Audrey) Tilda Swinton, babası rolündeki (Mike) Vincent D’Onofrio ve Justin’i tartışma gruplarının lideri olarak destekleyen lisedeki öğretmeni (Mr. Geary) Vince Vaughn’la olan sahneler de son derece başarılı.

Justin, küçük kardeşi Joel ve anne – babasıyla birlikte yaşayan lise çağında bir gençtir. 17 yaşında başparmağını emme alışkanlığına sahip olmak, kendisine olan güveni zedelemiş ve bu durum çevresiyle olan ilişkisini de olumsuz yönde etkilemiştir. Acaba Justin neden bu yaşına rağmen başparmağını emmektedir. Bilinçaltına inmek belki de daha iyidir. Düzenli olarak gittiği diş doktoru Perry (Keanu Reeves), onu hipnotize eder. Okuldaki öğretmenlerinin tavsiyesiyle de Justin, antidepresan ilâçlar almaya başlar, işte o zaman içindeki gücü keşfeder, okuldaki tartışma grubunun başkanı olur, ardından başarılar birbirini takip eder. Justin artık başparmağını emmiyordur ama nedeni sadece öğretmenlerinin teşhis ettiği gibi hiperaktivite miydi?

Justin’in anne ve babasıyla olan ilişkisi de derinliği olmayan, belki de henüz keşfedilmemiş ilişkilerdendir. Annesine ve babasına adlarıyla hitap eder. Çünkü her ikisine de 40 yaşında olup da 17 yaşındaki bir çocuğun ebeveyni olma yükü ağır gelmektedir. Ailenin belki de en normal üyesi küçük çocuk Joel’dir. O ailesinin çıkmazlarının farkında, kendi halinde yaşamına devam etmektedir. Buna karşın, anne Audrey, bir TV starına hayrandır, baba Mike ise lisedeyken dizinden sakatlandığı için o çok sevdiği futbola veda etmek zorunda kalmıştır. Anne ve baba hayatlarının bu döneminde de yeni arayışların peşinden koşmaktadır.

Başparmak, içinde olaylar örgüsü barındırmayan bir film; haliyle filmde ne kahramanlar ne de antikahramanlar var. Sadece herhangi bir insanının bilinçaltında olabilecek bir korkuyu dile getiren, başka bir deyişle kaybetme duygusunu farklı yollarla anlatan bir film. Başparmak, yavaş çekimler, Justin’in hayal dünyasının görüntülendiği sahneler ve müzikleriyle izleyiciyi zihinsel bir yolculuğa çıkarmayı başarıyor.

Bu ve başka birçok nedenden dolayı, Başparmak şimdiden diğer birçok gençlik filminden ayrı bir yere sahip olacak gibi görünüyor. Elliott Smith ve The Polyphonic Spree’nin müzikleriyle ayrı bir renk katılmış.

(15 Haziran 2006)

Asya Çağlar

The Omen… Şeytan’ın Oğlu Yeniden İşbaşında…

Ne zaman bir felâket haberiyle karşılaşsak ister istemez acaba dünyanın sonu mu geliyor, hissine kapılırız. Yaşadığımız bu felâketlerde Şeytan’ın ayağı mı var teziyle çekilen John Moore’un yönettiği ve Liev Schreiber, Julia Stiles, Mia Farrow ile David Thewlis’in oynadığı Omen (The Omen 666), 06 Haziran 2006 Salı günü toplam 66 kopyayla vizyona giriyor.

Tarihçe

İlki 1976 yılında yönetmen Ricard Donner tarafından çekilen, Gregory Peck ve Lee Remick’in oynadığı The Omen (Kehanet), gösterildiği yıllarda çok beğeni toplamıştı. Şimdilerde kült olarak adlandırılan bu ilk filmden sonra, devam filmleri farklı yıllarda farklı yönetmenlerce çekildi. Bu filmler: Damien: Omen II (Don Taylor, 1978), Omen III: The Final Conflict (Graham Baker – 1981) ve Omen IV: The Awakening (Jorge Montesi, Dominique Othenin – Girard, 1991). 1991 yapımı Omen III dışındaki diğer filmlerin müzikleri, Jerry Goldsmith imzası taşıyor. 1929 doğumlu ve 2004’te kaybettiğimiz Goldsmith, Basic Insinct, Planets of the Apes, Police Story, Poltergeist, Chinatown, Alien, Outland, Rambo ve Star Trek gibi yaklaşık 315 filmin bestelerini yapmış.

Yeniden The Omen

Gelecek hafta vizyona girecek Omen (The Omen 666), 1976 yapımı filmin bir yeniden çevirimi. The Omen, 1976 yılında David Seltzer’in senaryosundaki orijinal tema ve yapıya sadık kalınarak ama karakterler ve hikâyede bazı genel değişiklikler yapılarak sinemaya aktarıldı.

Hıristiyan dünyasında Şeytan’ın lânetlerini anlatan Şeytan’ın oğlu anlamına gelen Omen, yönetmen John Moore imzasını taşıyor. Omen’in yeni yönetmeni John Moore, kendisini bu ilk filmin fanatik izleyicileri arasında sayıyor. Bunun yanında Moore, Omen hikâyesinin günümüze daha uygun olması nedeniyle hikâyeyi devam ettirdiğini söylüyor: İnsanlara şeytanın bir konsept ya da bir teori olmadığını hatırlatmak için daha uygun bir zaman dilimi olduğunu sanmıyorum. Onun bir insan yüzü ve insanlardan aldığı güçleri var. Şeytanın gerçek yüzü hiç bu kadar görünür hale gelmemişti. Yalnızca son dört yıldır olanları bir gözden geçirin. Dünya politik, doğal ve insanların gerçekleştirdiği olaylarla büyük yıkımlara uğramış durumda!

Geçmişte başarıyla tamamladığı reklâm filmleri ve iki uzun metrajlı filmi Behind Enemy Lines ve Flight of the Phoenix’in ardından John Moore bu filmi için şunları söylüyor: Yalnızca son dört yıldır olanları bir gözden geçirin, ve ekliyor: Dünya politik, doğal ve insanların geçekleştirdiği olaylarla büyük yıkımlara uğramış durumda.

Filmin Konusu:

Üçüncü çocuklarını da doğumda kaybeden Amerikalı diplomat Robert Thorn, eşini de bu üzüntüye ortak etmemek için o gün doğan ama annesi öldüğü söylenen çocuğu kendi çocuğu olarak kabûl eder. Damien adını verdikleri bu çocuk, büyüdükçe Thorn ailesinin çevresinde felâketler başgöstermeye başlar. İngiltere’ye ABD’nin büyükelçisi olarak tayin olan kişinin ölümüyle başlar olaylar, ardından doğumgünü partisinde, kendini asar. Dadının son sözleri: Bu senin için Damien‘dır. Robert durumu anlayınca artık her şey için çok geçtir. Kate Thorn da Damien’in gazabına uğrayanlar arasındadır. Çocuk, Şeytan’ın oğludur ve usûlüne göre kilisede göğsüne bir haç kazınarak öldürülmesi gerekir. Robert Thron’un bunu yapacağı gece, polis peşine takılır. Robert Thorn ölür ama Damien kurtulur, artık yeni bir bakıcısı vardır Damien’ın: O da Amerika Başkanı’dır. Filmin en iyi sahnesi, sırtı kameraya dönük Başkan’ın elini tutan Damien’in seyirciye hafif hınzır bir bakış fırlattığı son sahnedir. Başkan’ın etrafında son yıllarda gelişen olaylar, İkiz Kulelerin bombalanması, hâttâ Körfez Krizi yoksa Şeytan’ın oğlu Damien’in işi midir? Hâttâ Tsunami de…

Lineer kurgu yöntemiyle çekilen ve çekimleriminin çoğunun Prag’ta gerçekleştirildiği film, dini korku filminin iyi bir örneği.

(02 Haziran 2006)

Asya Çağlar

59. Cannes Film Festivali’nin Ardından…

Cannes Film Festivali (Le Festival International du film de Cannes veya Le Festival de Cannes) dünyanın en prestijli film festivallerinden biri.

Alman orduları, Hitler’in emriyle Çekoslovakya’yı işgâl edince ilki 1939’da düzenlenen festivalde yarım kaldı. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından 20 Eylül 1946’da festival tekrar gündeme geldi. 1939’daki ilk şenlikte savaş nedeniyle gösterilemeyen Goodbye Mr. Chips, La piste du nord, Lenin in 1918, The Four Feathers, The Wizard of Oz, Union Pacific ve Boefje jüri kararıyla 2002’de gösterildi.

Geleneksel olarak her yıl Mayıs ayında gerçekleştirilen festivale özellikle son yıllarda medya yoğun bir ilgi gösteriyor. Halka kapalı olan, dünyanın her tarafından sayısız oyuncu, yönetmen, yapımcı, eleştirmen gibi sinema sektörünün önde gelenlerinin katıldığı festivalin bu yıl 59.su gerçekleştirildi. Bu yılki festival jürisinin başkanı ise, 1997 yılında Happy Together filmiyle Cannes Film Festivali En İyi Yönetmen Ödülü alan Çinli yönetmen Wong Kar – Wai idi.

17 – 28 Mayıs 2006 tarihleri arasında gerekleştirilen festival Da Vinci Şifresi filminin dünya prömiyeriyle açıldı. Film gösterimden önce Fransız aktör Vincent Cassell, açılış konuşması yaptı, konuşmasında Fransa İçişleri Bakanı Nicolas Sarkozy’nin göçmenlerle ilgili politikasını da eleştirdi ve konuşmasında Bu festival benim için farklılıkların kutlamasıdır, sözleriyle bu eleştirisini tekrar dile getirdi. Oscar ödülleri konusunda tecrübeli Sidney Poitier de festivalin resmi açılışını gerçekleştirdi.

Ken Loach, Pedro Almodovar, Nanni Moretti, Sofia Coppola, Paolo Sorrentino ve Nuri Bilge Ceylan gibi saygın sinemacıların son yapıtlarının da aralarında yer aldığı 19 film, 17 – 28 Mayıs tarihleri arasında Altın Palmiye için yarıştılar. Ancak 1955 yılından itibaren Altın Palmiye Ödülü adıyla verilen büyük ödül bu sene İngiliz yönetmen Ken Loach’a verildi.

Bu ödülün ülkelere göre dağılımı ise şöyle: Şimdiye kadar, Amerika Birleşik Devletleri’ne 18, İtalya’ya 12, İngiltere’ye 9, Fransa’ya 8, Danimarka ve Japonya’ya 4, Belçika, Rusya, İsveç, Almanya, Polanya’ya 2 ve İran, İrlanda, Meksika, Yeni Zelanda, İspanya, İsviçre, Cezayir, Brezilya, Çin, Çekoslovakya, Yugoslavya Federasyonu, Yunanistan, Hindistan ve Türkiye’ye 1’er tane verildi.

60. Cannes Film Festivali, 16 – 27 Mayıs 2007 tarihleri arasında gerçekleştirilecek.

(29 Mayıs 2006)

Asya Çağlar

Kaynak: http://timesofindia.indiatimes.com ve
http://www.festival-cannes.fr

Sil Baştan

Michel Gondry’nin yönettiği ve Charlie Kaufman’ın senaryosunu yazdığı 2004 yapımı Eternal Sunshine of the Spotless Mind (“Sil Baştan” ya da tam Türkçe karşılığıyla “Kusursuz Aklın Sonsuz Günışığı”) iki yıl aradan sonra nihayet önümüzdeki hafta sonu ülkemizde vizyona giriyor. 2005’te en iyi özgün senaryo Oscar’ını kazanan filmin yurtdışında satışa sunulan DVD’si ülkemizde de ilgiyle yayılmıştı, bu sayede şimdiden filmi pek çok kişinin izlemiş olduğu biliniyor.

Videokliplerin dahi yönetmeni olarak bilinen Fransa doğumlu Michel Gondry ile Being John Malkovich ve Adaptation gibi filmlerin senaryolarıyla tanınan Charlie Kaufman, Human Nature’dan sonra ikinci kez “Sil Baştan”da biraraya geliyorlar ve dahiyane bir seyirlik ortaya koyuyorlar.

Hafıza Üzerine Bir Öykü

“Sil Baştan”, yönetmenin ve senaryo yazarının takıntısı olarak niteleyebileceğimiz “hafıza” üzerine kurulu bir öykü olarak karşımıza çıkıyor, ancak şu ana dek alışılagelmiş hafıza kaybı filmlerine hiç de benzemiyor. Film, Gondry’nin “Birinin sizi hafızasından sildiğini öğrenseniz ve o insanla bir daha görüşmemenizi söyleyen bir mektup alsanız ne yaparsınız” fikrinden yola çıkılarak yaratılmış.

Joel Barish, ayrıldığı kız arkadaşı Clementine’in ilişkilerine dair tüm anılarını gizem dolu tıbbi bir müdahaleyle hafızasından sildirdiğini öğrenir. Bunun üzerine hayal kırıklığına uğrayan Joel, aynı işlemi kendi hafızasında da uygulayarak Clementine’e ve onunla olan ortak geçmişine dair herşeyi beyninden sildirmek üzere tam gizlilik ilkesiyle çalışan deneysel tıp merkezi Lacuna Inc. adlı laboratuvarın yolunu tutar. Hatıralarını sildirmek üzere Doktor Mierzwiak’ın gözetiminde uykuya dalan Joel, tüm kızgınlığına rağmen Clementine’e duyduğu aşkı farkeder ve anılarını sildirme işlemini durdurmak için çabalamaya başlar.

Jim Carrey Bambaşka!

Başrollerini Jim Carrey ve Kate Winslet’ın paylaştığı bu romantik, komik ve biraz da gerçekçi bilim-kurgu filminde Joel Barish karakterini canlandıran Jim Carrey, izleyenleri şaşırtacağa benziyor. Ace Ventura Pet Detective, The Mask, Dumb and Dumber gibi komedi filmlerinin son derece enerjik ve esprili komedi oyuncusu olan Jim Carrey, “Sil Baştan”da aksine hüzünlü, acı çeken, durgun ve kaybettiği aşkın bunalımlarını yaşayan karşıt bir karakteri canlandırıyor. Senarist Charlie Kaufman, Joel Barish karakterini Jim Carrey’e verirken oldukça tereddüt ettiğini ve emin olamadığını da dile getirmiş. Carrey’nin diğer Hollywood yapımlarındakine göre bu denli farklı bir rolde yer alması rol arkadaşı Kate Winslet için de zorluk yaratmış. Winslet, Carrey’nin yanında onunkinden daha komik bir karakter canlandırmaktan korktuğunu, “Düşünsenize Jim Carrey’lesiniz ve o durgun bir karakterken siz daha eğlenceli olmak zorundasınız” sözleriyle dile getiriyor.

Aşkın Doğası Üzerine

Kaufman, tıpkı Being John Malkovich filminde olduğu gibi bu filmde de mekân olarak insan beynini kullanmayı tercih ediyor ve seyirciyi başkarakter Joel Barish’in hafızasında
sürüklenmeye davet ediyor. “Sil Baştan”, zaman, hafıza ve aşk ilişkisinin döngüselliği üzerine düşündüren bir film. İşte bu noktada klâsik hafıza kaybı filmlerinin ve elbette ki klâsik romantik-komedilerin çok ötesine geçiyor. Kadının mı erkeği, yoksa erkeğin mi kadını elde edeceği veya kadın ve erkeğin ne zaman ve nerede yeniden biraraya geleceklerini düşündüren o geleneksel mutlu sonlar bir kenara bırakılıyor ve film, sonu apaçık bilinen ilişkilerin üzerine gidilmesine odaklanıyor. Gondry’nin kurguda yarattığı oyunlar sayesinde geçmiş ve şimdiki zaman bir ilişkinin döngüsel zamanıyla çakışıyor.

İlk günlerde aşık olunan şeylerin sonradan nefret edilen şeylere dönüşeceğini bile bile, herşeyi silerek yeniden başlamak ve sonunun ne olacağını bildiğimiz halde bir ilişkiye devam etmek mümkün mü? Hiçbir şeyin kusursuz olmayacağını, çözüme kavuşmayacağını bilerek yine ve sadece devam etmek?

Filmi farklı formatlarda defalarca seyretmiş olsanız bile bir kez de perdede görmeniz tavsiye edilir!

(23 Mayıs 2006)

Âlâ Sivas

Sinema ve Para

Türk Film Araştırmalarında Yeni Yönelimler Konferansı‘nın yedincisi 11 – 13 Mayıs tarihleri arasında Kadir Has Üniversitesi Cibali Kampüsü’nde gerçekleştirildi. Prof. Dr. Deniz Bayrakdar Sevgen’in öncülüğünde hayata geçirilip gelenekselleşen konferansın bu yılkı konusu Sinema ve Para‘ydı.

Konferanstaki, Yapımcı ve Para, Oyuncu ve Para, Yönetmen ve Para, Küçük Bütçeli Filmler, Kısa Filmler, Ortak Yapımlar, Sponsorluklar, Eurimages, Sinema – Medya ve Reklâm, Sinema – TRT İlişkisi, Sinema ve Halkla İlişkiler, Filmlerde Para, Sinemada Para İnsanları, Kriz Dönemlerinde Sinema – Para İlişkisi, Telif Hakları, Rüsum, Film Festivali ve Sinema Dergileri ana başlıklı panellerde Türk Sineması para ekseninde ele alındı.

Aralarında akademisyenler, yapımcılar, oyuncular, yönetmenler, sinema işletmecileri, dağıtımcılar, festival yetkilileri ve eleştirmenlerin de olduğu 50’den fazla konuşmacı, bulundukları konumları ekonomik boyutlarını tartıştılar.

1980 sonrası bir krize giren Türk Sineması’nın 2000’li yıllarla birlikte yeniden ümit veren bir döneme girdiği üzerinde duruldu. Reklâm ve dizilerden elde edilen maddi ve manevi birikimin yönetmenler tarafından Türk Sineması’na aktarıldığı ve televizyon seyircisinin artık sinema salonlarına taşındığı belirtildi. Türk filmlerinin izleyici sayısının yabancı filmlerin izleyici sayısından daha fazla olduğu, dolayısıyla bu durumun izleyicinin Türk Sinemasına olan desteği sürdürdüğü yönünde olduğuna işaret edildi. Yönetmen ve oyuncuların akademik çevreden beklentileri yapımcı – yönetmen, yapım koordinatörlüğü gibi alanlarda da eleman yetiştirilmesi yönündeydi. Yönetmen, yapımcı, dağıtımcı ve eleştirmen işbirliği ile Türk Sineması’nın daha parlak günler yaşayacağı temennisiyle konferans sonlandı. Gelecek yıl Türk Sineması başka bir eksende yine ele alınacak.

Daha önceki yıllarda olduğu gibi, bu yıl da konferansta sunulan bildiriler ve konuşma metinleri bir kitapta toplanacak.

(23 Mayıs 2006)

Asya Çağlar

Hayallerinin Peşinden Koşan Adam: Burt Munro

“Tüm hayatını bu motorun üstünde düz yolda giderek yaşayanlar var. Bu hızla diğerlerinden en fazla 5 dakika az yaşamak… Tek farkı bu” – Burt Munro

Roger Donaldson’ın 60’ların hız rekortmeni Burt Munro’yu anlattığı 125 dakikalık filmi Efsane Adam, aynı zamanda bir yol filmi. Yeni Zelanda’dan Amerika’nın Tuz Çöllerine bir hız rekoru için yolan çıkan Munro’nun bu serüvenine bir de yolculuk teması eklenmiş durumda. Thirteen Day, Recruit, No Way Out ve Cocktail filmlerinin de yönetmeni Donaldson, Burt Munro için şunları söylüyor: “Yeni Zelanda hakkındaki gerçeklerden biri, eğer bir şey yapmaya karar verdiyseniz bu ülke her şeyin olabileceği yerdir. Bürokrasi tarafından veya film yapımcısının kim olduğu hakkında ya da aldığınız eğitimle ilgili önyargıları olan insanlar tarafından engellenmezsiniz. Burası her zaman git ve gerçekleştir anlayışına çok yakın olan bir ülkedir. Yeni Zelanda’lı Burt Munro’da da gerçekten bu düşünce doğuştan mevcuttur.”

1967 yılında Amerika’daki Bonneville Tuz Çölleri’nde kırılan rekorun sahibi Burt Munro’yu Anthony Hopkins canlandırıyor. Filmin diğer oyuncuları ise, Diane Ladd, Paul Rodriguez, Aaron Murphy ve Bruce Greenwood.

Burt Munro, 1920 model Indian motosikletiyle hız rekorunu kırmak için 25 yılını verir. 21 yaşındayken sahip olduğu bu motosikletini önce dünyanın en hızlı motosikleti yapmak için uğraşır ve sonunda 40 yaşındaki motosikletiyle ve 68 yaşına rağmen bunu başarır. Filmin başından itibaren, eğer bir hayalinizi gerçekleştirmek istiyorsanız, onun için uğraşmanız gerekir ve sonunda mutlaka gerçekleştirirsiniz mesajı veriliyor. Burt’ün bunu yapmaya karar verdiği andan itibaren önündeki bütün kapıların açıldığına tanık oluyoruz. Kalbi hastadır ve motorsiklete binmesi onun için hiç de iyi olmayacaktır ama aldığı ilâç hayalinin sonuna kadar onu sağ tutacaktır. Evini bankaya ipotek ederek bu macerası için bankadan kredi alır, bir gemi yolculuğuyla Amerika’ya doğru yol alır. Aslında motorsikleti gemiye ters yerleştirilmediği için zarar görmüş olması içten bile değildir ama bu hayalinin peşinden koşan adamın motorsikleti kutusundan sapasağlam çıkar. Yolda giderken, motorsikletin tekerleği çıkar ve Amerika’nın bomboş yollarında tek başındadır artık, ancak az sonra gelen bir Kızılderili ona yardım eder, uğur getirsin diye ona bir de mavi bir kolye verir. Çalışmaları sırasında yoldaki hız sınırını aşar ama polis bir dahaki sefere olmamasını ister sadece. Ayrıca yarışmak, katılmak için geç bile kalmıştır. Her şeye rağmen Burt Munro, hayalini gerçekleştirmek için yola çıktığı için önündeki tüm engeller aşılır, sonunda Munro 320 km’lik hız rekorunu kırar.

Filmden çıkarken, yaşın önemi yok, herkes hayalinin peşinden koşmalı mesajını derinden alıyorsunuz: Sen sadece hayallerinin peşinden koş, önündeki tüm engelleri aştığını göreceksin.

(09 Mayıs 2006)

Asya Çağlar

Rosselini ile İtalya’da Yolculuk

1-16 Nisan tarihleri arasında yirmibeşincisi düzenlenen Uluslararası İstanbul Film Festivali’nin bu yıl yapıtlarına yer verdiği dünya sinemasının ustalarından biri de ünlü İtalyan yönetmen Roberto Rossellini’ydi. Yönetmenin 100. doğum yılı nedeniyle “Stromboli”, “Viaggio In Italia” (İtalya’da Yolculuk) ve “Dov’è La Libertà…?” (Özgürlük Nerede?) gibi 50’li yıllardan üç çalışmasının yanı sıra, kızı Isabella Rossellini’nin senaryosunu yazarak babasını anlattığı 16 dakikalık bir belgesel de gösterimde yer aldı.

Savaş Filmlerinden Bergman’a

Roberto Rossellini, dünya çapındaki ününü elbette ki öncelikle 40’lı yıllarda savaş sonrasında yıkıma uğramış ülkesinde çektiği yeni gerçekçi filmlere borçlu. Savaştan arta kalan bir toplumun acılarını olağanüstü bir doğallık ve gerçekçilikle yansıtan yönetmen, Yeni Gerçekçilik akımının başyapıtı olarak bilinen o ünlü “Roma Açık Şehir” filmine 1945’te imza atmıştı. Ünlü müzikhol oyuncusu Anna Magnani’nin performansı, amatör oyuncuları, savaştan henüz çıkmış bir şehirden arta kalan yıkıntıların dolaysızca gözler önüne serilişi bu filmin ve tabii ki yönetmenin de sinema tarihinin dönüm noktalarından birine yerleşmesinin sebepleriydi. Bunun ardından gelen “Hemşehri” ve “Almanya Sıfır Yılı” filmleriyle bir üçleme yaratan Rossellini, o dönemin “savaş filmleri yönetmeni” olarak sinema tarihine kazınır. Ancak bütün diğer yeni gerçekçi yönetmenler gibi Rossellini de zamanın ve içinde yaşadığı toplumun değişmesiyle, gerçekçi üslubundan ve savaş temalarından yavaş yavaş uzaklaşacak ve hayat arkadaşı ünlü yıldız Ingrid Bergman’a adadığı, modern insanın yalnızlığına ve iletişimsizliğine odaklandığı filmlerle dolu yeni bir döneme geçecekti.

İtalya’da Yolculuk

Festivalde izleme şansına eriştiğimiz üç uzun metraj Rossellini filminden biri olan 1953 tarihli “İtalya’da Yolculuk” da işte o meşhur “Bergman dönemi”nin bir eseri olarak karşımıza çıkıyor. Göz kamaştırıcı çekiciliğiyle Ingrid Bergman’ın ve George Sanders’ın başrollerde yer aldığı film, boşanma aşamasına gelmiş bir evliliğin kahramanları olan Alex ve Katherine’nin kendilerine miras kalan bir villayı satmak amacıyla Napoli’ye doğru yolculuklarıyla başlar. Alex ve Katherine arasındaki kopukluk, filmin başlangıcında, çiftin henüz Napoli’ye varmaları sırasında bile gergin atışmalarından ve yer yer rahatsız edici suskunluklarından kolayca anlaşılır. Villanın satış işlemleri sırasında Alex, bir grup İngilizle Capri’ye doğru kısa bir seyahat düzenlerken eşi Katherine Napoli’de kalarak şehrin güzelliklerini, tarihsel kalıntılarını ve müzelerini gezmekle meşgul olur. Tükenmekte olan bu ilişkideki tek kurtuluş umudu ise Alex ve Kahtherine’in birbirlerinden ayrı yaptıkları bu kısacık geziler sırasında kendilerini ve ilişkilerini sorgulamalarında saklıdır. 100 dakika boyunca yoğun biçimde İtalya’nın turistik yerlerini seyirciye aktaran Rossellini, siyah-beyaz filmin tüm olanaklarıyla eşsiz bir seyirlik sunuyor ve filmin kurmaca değil de yer yer belgesel havasında olduğu bile düşünülüyor. Modern ilişkilerin zemininde son derece güçlü bir dram olarak nitelendirebileceğimiz film, bir yandan yabancılaşmış insan ilişkileri üzerine düşündürürken bir yandan da gerçek bir “İtalya Yolculuğu” yapmamıza fırsat veriyor. Yönetmen her ne kadar bireyin içsel yolculuklarını, gerginliklerini ve çıkmazlarını aktarsa da sonuçta tutkunun ve aşkın galip gelmesi gerektiğini vurgularcasına bu dramı klasik bir melodram havasına taşıyor ve geleneksel bir “mutlu son”la bitiriyor.

“İtalya’da Yolculuk”un ardından uslarımızda arta kalan kimi sorular ise şöyle:

Yarım asır önce Rossellini’nin kamerasından çekilmiş bu hikayenin benzerlerine içinde bulunduğumuz yeni bin yılda da rastlamak fazlasıyla mümkün. Ancak yalnızlığın ve iletişimsizliğin doruklarına vardığımız bu çağda kendimizi ve ilişkilerimizi sorgulamak ve mutlu sonla noktalamak, kısacası yaşantımıza artık bu denli iyimser bakabilmek mümkün mü? Rossellini’nin bir zamanlar aktardığı gibi umutlu olabilmeyi acaba bugün içimizden kaç kişi başarabiliyor?

Rossellini’yle İstanbul’da yeniden buluşmak dileğiyle…

(25 Nisan 2006)

Âlâ Sivas

Bir Savaş Mağduru: Zozo

Adları savaşlarla anılan birçok şehir var günümüzde, geçmişte de vardı, gelecekte de olacak gibi görünüyor. Bunlardan biri Beyrut. 1975 – 1990 yılları arasında yaşadığı iç savaş sonucunda adı da kendi gibi neredeyse yok olmuş bir şehir, Beyrut. Josef Farez’in son filmi Zozo, Lübnan’daki iç savaşı bir çocuğun gözüyle anlatıyor. Film 1987 yılında Beyrut’ta geçiyor.

11 yaşındaki Zozo’nun ailesi, Beyrut’taki iç savaştan canlarını kurtarabilmek için, İsveç’e gitmek ister. İsveç’te, Zozo’nun büyükannesi ve büyükbabası yaşamaktadır. Büyükbabası da onları sabırsızlıkla beklemektedir. Pasaportlar hazırdır, biletler de alınmıştır. Yola çıkacakları gün, evlerinin bombalanması sonucunda Zozo ve ağabeyi dışında, Zozo’nun annesi, babası ve ablası ölür. Zozo’nun ağabeyi de Zozo’yu kurtarmak için kendini feda eder. Zozo, harabe olmuş bir yerde yapayalnızdır artık, elinde babasının hazırlamış olduğu pasaportlar ile kırmızı çantası dışında bir de çok yakın bir zamanda bulduğu civcivi vardır. Umutsuzluğa kapıldığı anda civciv yanındadır ve onunla konuşur. Zozo için yapacak tek bir şey vardır artık, elindeki pasaport ve bilet yardımıyla İsveç’e büyükbabasının yanına gitmek. Yolda kendi yaşındaki güzel Rita’yla tanışır ve onunla arkadaşlık eder. Ancak İsveç yolunda yolları ayrılır. Zozo’yu İsveç’te neşeli bir büyükbaba ve bir büyükanne beklemektedir. İsveç’te huzur vardır, en azından patlayan bombalar yoktur. İsveççe öğrenmeye başlar. Ancak Zozo’nun artık başka bir sorunu daha vardır. Bir yabancı olduğu için okulda arkadaşları tarafından kolay kolay kabûl görmez. O da kendisi gibi yabancı olan Leo ile arkadaşlık eder. Yine bir gece rüyasında annesine sıkı sıkı sarıldığı gecenin sabahında Zozo, her şeye rağmen yaşamaya devam eder.

Lübnan’daki iç savaşın bir kesitini bir çocuğun yaşadıkları üzerinden anlatan Zozo, zaman zaman duygu yüklü ve dramatik sahneleriyle izleyiciyi etkilemeyi başarıyor. Babam ve Oğlum (2005, Çağan Irmak) filminden etkilenen seyircilerin, bu filmdeki bazı sahnelerden de benzer şekilde etkileneceklerini düşünüyorum. Küçük Zozo, bir yandan ailesini kaybetmiş olmanın acısını yaşarken, bir yandan da yeni yaşamına ayak uydurmaya çalışmaktadır. Çoğunda da tökezler ama matrak büyükbabası hep yanındadır.

Bir ülkeyi, bir toplumu yok etme noktasına getiren iç savaşı beyazperdeye taşıyan Zozo, savaşın sivil toplum üzerindeki etkilerini göstermek, buna karşılık bir çocuğun yeniden yaşama bağlanma çabalarını sunması açısından önemli bir yapıt. Ayrıca görülüyor ki savaşta ölenler sadece insanlar değil, bunun yanında şehirler, kültürler, konuşulan diller de ölüyor.

(07 Nisan 2006)

Asya Çağlar

Kırmızı Başlıklı Kız

Jacob ve Wilhelm Grimm’in nam-ı diğer Grimm Kardeşler‘in 1812 – 1815 yılları arasında yazdığı iki cilt olarak yayımlanan Çocuk Masalları‘ndan Kırmızı Başlıklı Kız, bugün her yaştan herkesin bildiği masallardan biri kuşkusuz. Bu klâsikleşmiş masal, Cory ve Todd Edwards tarafından geleneksel masal yapısı bozularak yeniden yazıldı ve yönetildi. Bu filmin, animasyon yapım kalıplarının dışına çıkarak yerleşik animasyon dünyasının dışında bağımsız animasyonun öncüsü olduğu söyleniyor. Filmde yazar / yönetmen Cory Edwards aynı zamanda, minik sincap Twitchy’ye de ses veriyor.

“Kırmızı Başlıklı Kız”, Anne Hathaway (The Princess Diaries, Ella Enchanted); “Büyükanne”, Glenn Close (101 Dalmatians, Tarzan, The Big Chill); “Kurt”, Patrick Warburton (Seinfeld, The Emperor’s New Groove) ve “Oduncu” da Jim Belushi gibi ünlü oyuncular tarafından seslendiriliyor.

Aslında bir bakıma bu filme, klâsik masalın devamı da diyebiliriz, bir bakıma da Kurt’un neden Büyükanne’nin giysilerini giyinerek yatağında Kırmızı Başlıklı Kız’ı beklediğine, Oduncu’nun durup duruken o anda nereden çıktığına ve aslında Kırmızı Başlıklı Kız’ın gerçekten de büyükannesine kurabiye getirmek için mi yola çıktığının cevabını verir. İki yüzyıla yakın bir zamandır okunan, dinlenen bu masala, işte farklı bir yorum.

Filmin kısa bir özeti: Filmde, masal sondan başlıyor. Kırmızı Başlıklı Kız, büyükannesinin evine girer ve o meşhur sorularını farklı bir şekilde sormaya başlar. Büyükanne senin ellerin neden bu kadar büyük?, Senin kulakların da büyük… Büyükanne rolündeki Kurt’un cevabı ise, Burda oturup benim büyüklüğümden mi söz edeceğiz? Masaldan aşina olduğumuz ne o kalıplaşmış soruları duyuyoruz ne de cevapları… İşte bu noktadan itibaren klâsik masaldaki farklılıklar göze çarpıyor. Kurt’un Büyükanne’nin yerine geçtiği anlaşıldıktan sonra, Oduncu’nun eve gelmesiyle, detektif ve polisler de Büyükanne’nin evine doluşup, olayın iç yüzünü çözmek için Kırmızı Başlıklı Kız’ı, Kurt’u, Büyükanne’yi ve Oduncu’yu sorguya çekerler. Bu sorgulama boyunca, bu dört karakterin hiç de klâsik masaldakiler gibi olmadıklarını, aksine farklı yönlerini görmeye başlarız. Öyle ki, klâsik masaldan tanıdığımız Kırmızı Başlıklı Kız, filmde, büyükannesinin yaptığı leziz kurabiyeleri dağıtma görevini yerine getirmektedir. Oysaki masaldan biliyoruz ki, annesi, Kırmızı Başlıklı Kız’ı büyükannesine kurabiye götürmesi için göndermiştir. Büyük Koca Kurt da, gizli bir muhabirdir. Oduncu, sakardır ve ruhsatız balta kullanmaktan sorgulanır. Büyükanne’nin, büyükannelik görevinden başka paraşütle atlama, kayak, dağcılık gibi tehlike sporlar yapan çılgın bir ihtiyar olduğunu görüyoruz filmde.

Bu dört karakter sorgulanarak, Kırmızı Başlıklı Kız’ın yaşadığı ormandan çalınan kurabiye tariflerinin hırsızlarının kim olduğu ortaya çıkarılmaya çalışılır. Acaba hırsız kimdir? Bu dört karakterden biri olabilir mi? O da izleyecek olanlar için küçük bir sürpriz olsun…

Animasyon filmleri, küçük sinemaseverleri salonlara çekmeyi başarabilen yapımlardandır. Ancak klâsik bir masalı farklı bir yorumla sinemalaştıran bu film, çocukları olduğu kadar anneleri, babaları, büyükanneleri ve büyükbabaları da salonlara çekeceğe benziyor.

(17 Mart 2006)

Asya Çağlar

Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü?

Ezel Akay ikinci filmi Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü?’de -ilk filmi gibi- kendisi için Anlatan: Ezop adını kullanır…

Aisopos (Ezop), eski Yunan fabllarını derlediğine inanılan, ama yaşamadığı hemen hemen kesin olan yazar…

Anlatma, hele tarihin oldukça bilinmeyen kişilikleri üzerine bir öykü / masal = sinema anlatma ve bunu başarma, üzerinde yazılması gereken bir olay…

Olay diyorum, çünkü sinemamızda (Yeşilçam’da) tarihi filmler, -istisnaları hariç- çoğunlukla inandırıcı olmayan dekorlarda, ikna edici olamayan anlatımlarla yapılmıştır. Ezel Akay ise dekorluğunu belli eden ama inandırıcı olan, bazı sahnelerdeki yapaylığı ile sinemada masal anlatmada sinemamızda denenmemiş -aslında Altıoklar’ın İstanbul Kanatlarımın Altında da örnekleri verilen- teknik yollara başvuruyor.

Masal girişi gibi, yazı ve sözlü olarak anlatımına başlayan Ezel, anlattığı olayların başlangıcına Karagöz’ün annesinin kehanetini yerleştiriyor. Nasılsa (!) Karagöz’ün göbek deliği yokmuş ve kendisi gibi birini bulunca ünleneceklerdir. Bulur da (Hacı İvat Çelebi) ama bu tip anlatılarda -masallarda, sinemada- karşılarına bir çok problemler ortaya çıkar, karşılaşma sonrası çatışırlar ve sonra, olayların getirdiği noktada kader birliği yapmak durumunda kalırlar. Karşılaşmaları öncesi, zamanın popüler elçisi Hacı İvat (“Hacivat” da denir diyor), Kadı Pervane’nin bir oyunu ile ölümle burun buruna gelip, canını zor kurtarınca dönüp dolaşıp yeni kurulup şekillenme çabaları içindeki Osmanlı’nın yeni yerleşim merkezi Bursa’ya gelir; göçebe Karagöz de yolların kendisini getirdiği Bursa’da miadını doldurmuş ineği (Altın’ı) Hacivat yüzünden bıçak altında kaybeder.

Ezel, Karagöz ile Hacivat’ın öyküsünü, Bursa’da oluşmakta olan bir devletin yönetimindeki çıkar hesaplarını da katarak anlatırken, olayın başlangıcını bilen ve yeni olaylar arkasındaki hesapları görebilen Hacivat yanında, yalnızca tanık olduğu bir takım olayların arkasındaki hesaplarını anlamasa bile, salt olaylara, saflığı ve hesapsız kitapsız duyguları ile karşı çıkan Karagöz; kendi aralarında ve halkın huzurundaki konuşmaları ve konu ile ilgili nükteleri ile (Karagöz çoğunun farkında bile değildir) halkın dikkatini çekerler, tabii yönetiminde… nükte / mizah bedeli olan bir şeydir.

Kadı Pervane’nin bir dalevera ile ele geçirdiği elmasın (Kafuruğu’nun) varlığından haberli olanlarca bölüşülmesi -ki aralarında Orhan Gazinin karısı Bizans’dan fethedilen Yarhisar Tekfuru’nun kızı Holophira (Nilüfer Hatun) da var- ve bu olayın duyulmasını önlemek için Hacivat ile Karagöz’ün dozu ağır kaçan mizahlarının bahane edilmesi… tarihin farklı perspektiflerde fazla da değişmediğini gösteriyor…

Sinema olarak, yönetmenin kendini anlatıcı olarak tanıtması yerine oturuyor, anlatılanın masal olması ve de sinemasal olması, kendisi içinde tutarlı olması, mekân / dekorun da denk gelmesi, görüntü düzenlemesi ile istenilen sonuca ulaşıyor.

Filmin ses kuşağındaki bozukluk yer yer sıkıntı yaratıyorsa da, görüntüsel anlatım masal havasını tutturuyor, Karagöz’ün ilk kez göründüğünde önce gölgesinin vurduğu bir perdenin arkasından çıkması, Karagöz ile Ayşe Hatun’un birbirinden ayrı ellerinin gölgelerinin birleşmesi, son kutlama gecesinde Karagöz ve Hacivat’ın gölgelerinin vurduğu duvardaki akislerinin Orhan Gazi ve yanındakilerce, canlılarının bırakılarak -duvara bakılarak- seyredilmesi, gölge oyununun gelişinin habercisi olurken, sinemanın görselliğini de öne çıkarıyordu.

Sinema (film) yönetmenin düşünüp kotardığı sanat olurken, anlatımın bir unsuru olan oyuncuların pozisyonu farklılık gösterir. Oyuncunun filmin görünür yüzü gibi algılanması bir yana, filme değer katması da olasıdır. Ezel Akay’ın anlatısında, filme adını veren iki kahramanı oynayan iki oyuncusu da oynamanın ötesinde kişiliklerini canlandırdıkları tipleri, tipten çıkarıp karakter yapıyorlar. Halûk Bilginer ve Beyazıt Öztürk, Karagöz ve Hacivat olurken diğer oyuncularda üzerlerine düşeni yapıyorlar.

Tarihin masal, masalın tarih olduğu günleri anlatan filminde Ezel Akay, sinemanın anlatımı ile masalın anlatımını birleştirerek ve bu biçimi ile tarihe bakarken, sinemamızda tarihi film yapabilmenin olumlu bir örneğini veriyor. Ama, anlatılan sinemasal yinede bir tarih değil, sinemadır. Tarih biraz daha farklılık gösterebilmektedir. Yaptıkları nükteler yüzünden yaşamlarını yitiren iki kafadarın akıbeti biraz farklı da anlatılmaktadır. Karagöz’ün öldürülmesi sırasında kaçabilen Hacivat’ın Mekke’de eşkıya tarafından öldürüldüğü de rivayet edilmektedir.

(17 Mart 2006)

Orhan Ünser

Bağımsızların Ardından “Mutluluğu” Ararken

Geçtiğimiz ay hit filmlerden nöbetçi sinema kuşağına, fantastik yapımlardan kısa filmlere dek zengin seçkisiyle sinemaseverlere keyifli bir on gün yaşatan 5. AFM Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali’ni geride bırakırken pek çok yapım arasından gündelik koşuşturmacanın hızına kurban ettiğimiz fragmanlaştırılmış hayatlarımızın iki saatinde bizlere durup dinlenme ve sadece “izleme” olanağı verdiği için belki de gerçekten kaleme alınması ve üzerinde tekrar düşünülmesi gereken bir film: Stetsi/Something Like Happiness (Mutluluk Gibi Birşey).

Çek asıllı yönetmen Bohdan Sláma’nın son derece sade anlatım yollarıyla sergilediği üçüncü uzun metraj çalışması olan film, Çek Cumhuriyeti’nin kuzeyindeki endüstriyel bir şehirde, toplumsal konutlarda beraber büyümüş olan üç arkadaşın gençlikten yetişkinliğe ilerledikleri dönemlerde yeşeren umutlarını ve arayışlarını aktarıyor.

İnsan büyür ve arayış başlar…

Garden of Eden (1994) adlı kısa metraj çalışmasıyla sinemaya adım atan ve White Acacias (1996) ve Wild Bees (2002) gibi uzun metrajlarıyla tanınan Çek Sinemasının genç yönetmeni Sláma, imza attığı son filmi Stetsi’de (2005) insanın büyüdükçe geçirdiği değişime ve bu değişimin getirisi olan arayışlarına ve kendini keşfedişine filmin üç ana karakteri üzerinden odaklanıyor: Ailesiyle yaşayan Monika, bir süpermarkette çalışmakta ve bir yandan da Amerika’ya göç eden erkek arkadaşından davet beklemektedir. Monika’nın umutları ve hayalleri ve elbette ki ailesinin de geleceğe dair bekleyişleri bu davet üzerinden hiç tanımadıkları ancak bağımsızlığın ve kurtuluşun sembolü olarak uslarında canlandırdıkları o “büyük” ülkeye bağlıdır. Tonik ise tutucu aile yaşantısından kaçarak teyzesiyle birlikte bir çiftlik evinde yaşamını sürdürürken, iki çocuk annesi olan Dasha, evli bir adamla ağır aksak süren ilişkisinin yanı sıra akli dengesini yavaş yavaş kaybetmeye başlar.

Olay örgüsündeki dengenin bozuluşu Dasha’nın ruhsal sağlığını tamamen yitirerek psikiyatrik tedavi için hastaneye kaldırılması ve çocukların bakımının Monika ve Tonik’e kalmasıyla gerçekleşir. İki küçük çocuğun bakımını üstlenip Amerika’ya gitmekten vazgeçtiğini beyan ederek ailesinin de kendisine bağladığı umutları yok eden Monika evden ayrılmak zorunda kalır. Böylece Monika, Tonik ve Dasha’nın iki küçük çocuğundan oluşan ve bir tür evcilik oyunu oynuyormuş hissiyatı yaratan bu sevimli grup, şehrin ve yaşamın tüm gerçekliğinden bir süreliğine kendilerince arınarak Tonik’in özene bezene yeniden yapılandırmaya çalıştığı yıkık dökük çiftlik evinde yaşamlarını sürdürmeye başlarlar. Ancak bir tür oyunu andıran bu yaşantı yine olay örgüsündeki ikinci bir kırılma noktası olan Dasha’nın tedavisinin sonlanarak çocuklarını geri almasıyla son bulur. Bundan sonra Monika ve Tonik arayışlarını başka yerlerde sürdüreceklerdir. Tonik’in kendisine karşı beslediği gizli aşkı öğrenen Monika, bir zamanlar es geçtiği ve hayallerini bıraktığı erkek arkadaşının yanına Amerika’ya doğru yol alırken, Tonik yarı çaresizlik yarı umutlarla yüklü bir bilinmezliğe doğru yola çıkar.

Mutluluk Değil, Mutluluk “Gibi” Birşey

Montreal, Atina ve San Sebastian’da ödüllendirilen bu filmde yönetmen Sláma, insanın kendini keşfedişine doğru ilerlediği yolculuğa odaklanırken yaşama yakın bir duruş sergileyerek son derece yalın bir dil kullanıyor. Filmin doğal oyunculukları, uzun ve durağan planları, sade kurgusu ve yer yer gerçekliğin sertliğine ve acılığına eşlik eden elektro gitar tonlarıyla yüklü “minimum”a indirgenmiş müzik anlayışının yanı sıra doğal seslerin ağırlığı dikkat çekiyor. Sadeci anlatımıyla yönetmen, ele aldığı arayış ve keşif temalarının bir anlamda sona ermediğini ve insanoğlunun varoluş süreci boyunca devam edeceğini de -asla umutsuzluğa yer vermeden- vurguluyor. Filmin sonunda fırsatlar ülkesinden vazgeçerek Tonik’i aramak için ülkesine geri dönen Monika’nın önünde uzanan yola doğru umut dolu bakışları, insanın arayış sürecinde yaptığı keşiflerini mutluluğun ta kendisi olmasa da-filmin adından da anlaşıldığı gibi- “mutluluk gibi bir şey” olarak tanımlayabileceğimiz yolunda ipuçları veriyor.

“Mutluluk Gibi Birşey”, dayatılmış aksiyon sahneleriyle kıstırılmış yaşam parçaları arasında mola vererek arı bir sinema örneği seyretmek isteyenler için iyi bir fırsat!

(16 Mart 2006)

Âlâ Sivas

Filmi Sinemada İzlemek “Daha” İyi

Gençler, o günleri yaşamamıştır; eskiden Yeşilçam’ın siyah-beyaz günlerinde, yabancı, çoğunlukla da ABD filmleri ülkemize birkaç yıl gecikme ile gelirdi, şimdiki gibi yurt dışı ile birlikte gösterim hayâl bile edilemezdi. Daha da ilginci renkli filmler Anadolu’da siyah-beyaz kopyalarıyla gösterime çıkarılırdı, filmin orijinal lobilerinde ve jeneriğinde renkli olduğu belirtilse de, siyah-beyaz seyredilmesi yadırganmaz, çoğunlukla da orijinalin renkli olduğunun farkına varılmazdı. Bu handikap Cinemascope filmlerde de vardı. Cinemascope 50’li yıllarda sinemanın araştırdığı teknik yenileşme çabalarının ulaştığı en uzun soluklu ve yaygınlaşmış gelişme biçimlerinden biri olarak, ülkemizde de pek çok sinemada kullanılmış bir teknik. Göstericiye bir objektif eklenmesi ile elde edilen bu tekniğinde, bozularak ortadan kaldırıldığı durumlar gerçekleşmiştir. Geniş perde sisteminden vazgeçilince, Cinemascope film beyazperdede, karenin üstünde ve altında siyah bir kuşak ile seyrediliyordu. Bu sakıncayı gidermek için ek bir objektif kullanılır ve kare içindeki siyah kuşaklar giderilmiş olurdu. Bu şekle dönüştürülen Cinemascope filmler aynı zamanda renkliden de siyah-beyaza döndürülmüş ise film iki kere budanmış oluyordu. 50’li 60’lı yıllarda görülen bu uygulamalar artık sona ermiş bulunuyor vede filmlerin sıcağı sıcağına da gösterime girmesi -uygulama olarak- sevinilecek bir başka nokta. Bütün bunlar sinema salonlarında olan yakınmalardı. Cinemascope’un normale döndürülmüş haline getirilmiş şeklini, özel objektif ile gösteren sinemaların olduğu söyledik. Bu uygulamayı yapan sinemalardan biri -Tokat’ta Erses Bahçe Sineması- normal filmleri de bu objektifle oynatarak her filmi Cinemascope havasında oynatmak yoluna gidiyordu. Yalnız gözden kaçan veyahut bilerek yapılan hata şu idi: Cinemascope’tan dönme filmlerde görüntünün üst ve altında oluşan siyah kuşaklar kadar kısım görüntünün -üstünden ve altından- kesiliyordu. Böylece filmin tamamını görüntüsü her karede daraltılmış olarak seyretmek durumunda kalıyordu seyirci. Görüntüdeki, bu kesilen yerlere denk gelen kısımlar önemli olsun olmasın, seyirciye budanmış kareler ulaşıyordu.

Gelelim bu girişin varacağı yere…

Ülkemizde televizyonun başlangıç günlerinde, ağırlıklı olarak ABD kaynaklı diziler bol bol yayınlanıyordu. Önce garipsenen bir olgu sonra çözüldü, dizilerin belli yerlerinde görüntü kararır, sonra aynı mekânda –çoğunlukla- bir omuz çekimle tekrar açılırdı. Bu kararıp açılma, çekim sırasında hazırlanmış reklâm yerleri idi. (Bu bir) Televizyon o günlerde yayınladığı film aralarında reklâm koymaz, filmi bütün olarak yayınlardı. Sonra gazetelere haber olarak da giren, film aralarına reklâm alma olayı başladı. Keşke hiç başlamasa idi…

Günümüzde gerek filmlerde gerek dizilerde reklâma katlanmama lüksümüz yok. Bir aralar dizi jeneriğinin hemen bitiminde konulan “uzun” reklâm bantları eleştirilmişti. Şimdilerde bu uygulama yapılmıyor. İyi bir gelişme, fakat film ve dizilerini son otuz saniyesinden önce konulan reklâm bantları hâlâ azap verici, bu reklâm yerine final jeneriğinin tamamı -çoğunlukla kesilerek gösterilmiyor- gösterilse, daha iyi olur. Film (ve dizilerin) aralarında kısa süreli ve az sayıda reklâm gösterilmesi kabûl edilse bile, film (ve dizilerin) yayını sırasında alttan devamlı yazı veya reklâm geçirmek kabûl edilebilecek bir olgu değil. Bu ancak film es verdiği yerlerde ve daha çok geniş açılı çekim sahnelerinde kullanılırsa -ve bu kullanım daha önceden belirlenmiş olursa- iyi olur. Fakat bu yapılmıyor, gösterilen sahnenin, o andaki dramatik durumuna ve sahnenin açısına hiç bakılmadan, önceden belirlenmiş reklâm bantları film (ve dizilerin) görüntüsü üzerine bindiriliyor, kare işgâl ediliyor. Bunu reklâm bandını girerken kareyi küçülterek, işgâl etmeden yapan kanallarda var, ama bu da değinildiği gibi kareyi küçülterek yapıyor… Hele iki-üç dakika sonra yayınlanacak programın haberini alt yazı olarak girmek ve kareyi işgâl etmek iyice moda. Şimdilerde sinemalarda altyazı kuşağı ile reklâm olgusu yaşamıyoruz, ama yakında bununda uygulamasına başlarlar. Final jeneriğinin kesilmesi artık alıştığımız bir şey oldu, ama kesmeyenlerde var, haklarını yemeyelim. Her halükârda çekilen kareleri tam görebileceğimiz sinema (ve televizyon) gösterimleri dileyelim… İyi seyirler.

(24 Şubat 2006)

Orhan Ünser

Cry_Wolf (e – k@til)

Oyuncuları arasında söz yazarı ve müzisyen Jon Bon Jovi’nin de olduğu bir gençlik korku filmi olan e – k@til (Cry_Wolf) senaryosundaki başarısıyla izleyicileri büyülüyor. Jeff Wadlow ve Beau Bauman, bu filmi sadece iki haftada yazdıklarını söylüyorlar. Filmde geleneksel gerilim film mekânı olan okul kampüsü kullanılıyor. Ancak korku türüne bir yenilik de getiriliyor ve bunu izleyiciye hissettirmeyi başarıyor. Bu yenilik, bugüne kadar korku filmlerinde sıkça kullanılan, gazetelerden harfleri kesmek ya da telefonda sesini değiştirerek konuşmaktan başka bir şey: korkuyu internet ve kameralı cep telefonu kullanarak vermek…

Filmin senaristlerinden Beau Bauman, Ama bizimkisi tipik gençlik korkusu değil. Bariz şekilde aptalca şeyler yapmayan çok daha zeki karakterler kurgulandı. Seyircinin ekrana Aptal! O kapıyı açma. Evden çık! diye bağıracağı sahneler yok. Burada biz olsak ne yapardık sorusunu kendimize sormak konusunda gayet acımasız davrandık, diyor.

Westlake Hazırlık Okulu’nda sekiz öğrencinin oluşturduğu Yalancılar Kulübü‘nde bir gece bir oyun oynanır; gerçek ve yalan birbirine karışır. Filmin senaristlerinden ve yönetmen Jeff Wadlow, kendisiyle yapılan bir röportajda, Ezop’un Yalancı Çoban hikâyesinin üstünden gitmek istediğini; temelinde zevk için kurulan bir yalancılar kulübü etrafında yalancılarla ilgili bir hikâye anlatmayı amaçladıklarını; doğrular ve yalanlar arasındaki bağları keşfetmek konusunda bir film yapmak istediklerini belirtiyor.

13 yaşında oyunculuğa başlayan ve ülkesi Londra’da birçok dizi, televizyon filmi ve tiyatro oyununda rol alan Julian Morris, bu filmde, önceki okulundan, yarattığı sorunlarından dolayı ayrılarak, babasının ilişkileri nedeniyle Westlake Hazırlık Okulu’nda başlayan, 15 yaşındaki lise öğrencisi Owen’i canlandırıyor.

Owen’in okula ilk geldiği gün karşılaştığı Dodger’i Lindy Booth oynuyor. Booth, Joe Chappelle’in yönettiği The Skulls II filmindeki performansıyla 2002 DVD Premiere Ödülleri’nde En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülünü kazanmıştı. Booth, bu filmde, yatılı okuldaki en akıllı elit grubu yönetebilecek kadar karizmatik, okula yeni gelen çocuğa aşık olabilecek kadar da ulaşılabilir bir kadın olan Dodge’u canlandırıyor.

Owen için Westlake Hazırlık Okulu, son şanstır. Eğer bu okuldan da atılırsa artık normal bir lisede okumaya devam etmek zorunda kalacaktır. Babasının yatılı olarak gönderdiği bu okuldaki ilk gününde Owen, kasabalı bir kızın öldürüldüğünü öğrenir ve aynı gece okulun seksi güzeli Dodger tarafından yalancılar kulübü‘ndeki oyunlarına davet edilir. Bu oyunda kurt olarak seçilen kişi, kendisinin kurt olmadığını diğerine türlü yalanlar söyleyerek kabûl ettirecektir. Daha ilk geceki oyunda Owen, oyunu kazanır ve kurt olmayı başarır.

Okulda gazetecilik dersleri de alan Owen ve Dodge, gazetecilik öğretmeni Rich Walker’in (Jon Bon Jovi / resimde soldaki oyuncu) verdiği bir ödev üzerine, internet ortamında kurt adında seri bir katil oluşturup, uydurma hikâyelerini sanal ortamda yaymaya başlarlar. Ertesi gün tüm kampüs ve kasabadan birkaç kişi bu mesajlardan haberdar olunca, bu olaylar konuşulmaya başlar. Yalancılar Kulübü‘ndekiler ve Rich dışında bunun bir oyun olduğunu kimse bilmez. Ancak oyun, oyun olmaktan çıkmaya başlar. Owen’e internet üzerinden mesajlar gelir, ortalıkta hikâyelerinde uydurdukları tanımlarına uygun -turuncu kar maskeli, ceketli- adamlar dolanmaya başlar, gruptan kaybolanlar olur. Sonunda bunun bir oyun olduğu ortaya çıkar, arkadaşları, Owen’e bir oyun oynamak istemişlerdir ama bu oyun, gazetecilik öğretmeni Bay Walker’ın ölümüne neden olur, Owen’in de birkaç yıl gözetim altında tutulmasına… Çünkü kasabalı kızın ölümüne neden olan silâh ile Bay Walker’ın ölümüne neden olan silâh aynıdır, bu da Bay Walker’ın aslında katil olduğunu gösterir. Ama, gerçek o mudur? Sadece 1 Milyon $’lık bir bütçeyle çekilen e – k@til, senaryo ve anlatımı açısından tam anlamıyla kusursuz. Seyirciyi akıllı ve korkutucu bir yolculuğa çıkaran film, hikâyede anlatımı içeren bazı sürprizlere de yer veriyor. Küçük bir ipucu… e – k@til filminin, kimi sahnelerinin 1997 yapımı David Fincher’in The Game – Oyun‘la benzer bir üslûba sahip olduğunu söyleyebiliriz. Hatırlanacağı gibi, Oyun‘da her şeye sahip ama renksiz bir hayata sahip olan bir işadamına (Michael Douglas), kardeşi (Sean Pean) tarafından bir doğumgünü sürprizi hazırlanır ve olaylar başlar. Gerçek ile yanılsamanın içiçe geçtiği sahnelerde seyirci filmin sonuna kadar, yaşananların bir oyun olduğunu anlamaz.

e – k@til, bu sezonun en iyi filmlerinden biri…

(21 Şubat 2006)

Asya Çağlar