Kategori arşivi: Yazılar

Takva

Senaryosunu Önder Çakar’ın yazdığı, yönetmenliğini Özer Kızıltan’ın üstlendiği Yeni Sinemacılar’ın son filmi Takva 1 Aralık’ta vizyona girdi. Katıldığı festivallerde beğeni ve övgüleri toplayan film, Toronto Film Festivali’nde jüri özel ödülünü, Antalya’da ise En İyi 2. Film, En İyi Senaryo ve En İyi Erkek Oyuncu dahil olmak üzere toplam dokuz ödül almıştı. Takva, içinde Allah korkusu ve sevgisini yoğun biçimde taşıyan ve kendisine bu yolda mütevazı bir yaşam belirlemiş Muharrem’in zamanla değişimini konu alan, itinayla işlenmiş bir yapım.

Günahsız ve yalnız bir adamın öyküsü…

İstanbul’un eski semtlerinden birinde, dededen kalma ahşap bir evde yalnız başına yaşayan Muharrem, varoluş sorusunu Allah düşüncesiyle çözmüştür ve bu yola gönülden bağlı bir şekilde hayatını sürdürmektedir. Bozuk düzenden, dış dünyanın maddiyatçı kirliliğinden arınmış bu küçük insan, ev düzenine, ölmüş anne ve babasının hatıralarına değer vermektedir. Evinin dışındaki dünyası çuval alım satım işleriyle uğraşan Ali Bey’in yanında yaptığı basit işlerden ve bir de eski bir dergâhta örgütlenmiş bir tarikattan ibarettir. Kadınlarla ilişkiden sakınan Muharrem’in cinselliğe dair arzuları ise sadece rüyalarına giren Şeyh’in kızıyla sınırlıdır. Muharrem’in yaşamı, müridi olduğu tarikatın birtakım idari işlerinin sorumluluğunu üstüne almasıyla değişmeye başlar. Tarikatın sahibi olduğu menkûllerin kiralarını toplamakla sorumlu tutulan Muharrem, bu işler sayesinde yavaş yavaş küçük dünyasından sıyrılmaya ve maddi değerlerle yüzleşmeye başlar. Giydiği kıyafetlerdeki değişim, kullanmak zorunda bırakıldığı cep telefonu ve bindiği otomobil Muharrem’in içindeki ilâhi sevgi – korku düzenini altüst etmeye başlar. Muharrem’in değerler silsilesi arasında yaşadığı gelgitler akli dengesini yitirmesine sebep olur.

“Bizim derdimiz din propagandası yapmak değil”

Senarist Önder Çakar, filmin öyküsünü ve senaryosunu babasından esinlenerek kaleme almış. Çakar, senaryonun çıkış noktasını “Bu senaryoyu yazarken babamdan esinlendim. Kendisi 50 yaşından sonra İslâmi öğretilerin içine girmişti. Aslında bu hikâyeyi anlatmak, onun yaşadıklarını bilmek, öğrenmek çabasıydı” ifadesiyle dile getiriyor. Öte yandan provaları polis tarafından basılan film olarak tanınan Takva’ya yöneltilen çeşitli eleştiriler olduğu da biliniyor. Ancak şunu içtenlikle belirtebilirim ki Takva kesinlikle taraf tutmuyor, birtakım çevrelere yaranma ihtiyacı gütmüyor veya bazı olguları kıyasıya eleştirmiyor. Filmin derdi yalnızca günümüzde varolan tarikatların işleyişini ortaya koymak. Ayrıca bunu yaparken gayet mesafeli bir duruş sergiliyor. Yönetmen Özer Kızıltan filme yöneltilen eleştirilere, “Bizim derdimiz din propagandası yapmak değil, saf manevi bir yaşam mümkün müdür sorusuna yanıt aramaya çalışmaktı. Maddiyatın ağır bastığı bir dünyada, Muharrem karakteri bunu başaramadı. Ben yol boyunca Muharrem’i takip ettim, onu anlamaya çalıştım. Cevaplayamadığım soruları da ucu açık bıraktım. Bu sorulara herkes kendince cevap vermelidir” şeklinde yanıt veriyor.

Erkan Can’ın performansı görülmeye değer

Özetle Takva, senaryosu ve filmsel işleyişiyle ne anlatmak istediğini bilen ve objektif aktarımlarda bulunmayı başarmış bir film. Takva, herşey bir yana sadece zikir sahnelerindeki kamera hareketleri çin bile seyredilmeye değer bir film. Görüntü yönetimindeki başarı özellikle de zikir sahnelerinde dikkat çekiyor. Temponun hızlanmasına paralel hareket eden kamera, üst açıdan yakın plâna doğru cesurca geçiş yapıyor. Filmin kaçınılmaz başarısındaki bir diğer etken ise elbette ki Erkan Can’ın performansı. Erkan Can, 4 – 5 yıl önce öyküyü okumuş ve bu role hazırlanmaya başlamış. Yine bir Yeni Sinemacılar projesi olan Gemide filminin ardından Erkan Can bu filmde de başrolde göz dolduruyor. Gerçekçi, samimi ve doğal bir performans sergiliyor. Muharrem efendinin Allah korkusu ve sevgisine dair sahip olduğu dengenin yavaş yavaş bozulmasını hem oyuncunun performansıyla hem de birtakım rüya imgeleriyle pekiştirilmiş biçimde seyrettik. Son dönem Türk sinemasına ait başarılı bir yapım seyretmek isteyenler için tavsiye ederim. İyi seyirler…

(12 Aralık 2006)

Âlâ Sivas

Deja Vu

İnsanın biraz tanrıyı oynama isteği midir, nedir bilinmez, nedense zamanı kontrol etmeyi çok isteriz. Kimisi geçmişin nostaljisi ile, kimisi de geleceğin nasıl olacağını merak ettiğinden, neredeyse yirminci yüzyılın başından beri sürekli bir zaman makinesi icat etme teorileridir almış başını gidiyor. Bu konuda pekçok film de yapıldı haliyle. Sonuncusu Deja Vu.

Şimdi bunu söyleyerek biraz filmin heyecanını kaçırmış oldum. Ama esas filmde ilgimi çeken “kahraman” profili oldu. Denzel Washington ailesini kaybetmiş bir ATF (Alkol, Tütün, Silâh ve Patlayıcılar Bürosu) ajanı. Tutunduğu tek şey işi, zaten film boyunca da epey işkolik davranışlar sergiliyor. Zaten ben de bunu pek anlayabilmis değilim –ne yani kahraman olmak için sevdiği herkesi kaybetmiş olmak ve hayatının geri kalanından mutsuz olduğu için işkolik olarak bu mutsuzluğu gidermeye çalışmak mı gerekiyor? Mutlu, aile sahibi bir kahraman olunamaz mı? Denzel Washington’ın kahramanımız olduğunu filme ilk giriş yaptığı sahneden anlıyoruz. Koskoca bir gemi patlamış, 532 kişi olmuş, ortalık kan – revan içinde, tam bir ana – baba günü ama kamera bir noktaya odaklanıyor, ve ta – tam! –karşımızda kahramanımız açık renk gömleğiyle bir “kurtarıcı melek” gibi ağır çekimle geliyor. Güneş gözlükleriyle de çok da “cool” bir görüntü içinde hani. Açıkçası birinci dakikadan kahramanın kim olacağı bize filmlerde görmeye alıştığımız kalıplaşmış görüntülerle gayet güzel anlatılıyor. Ama kahramanımızın karakterinde alışılagelmiş Hollywood kahramanının biraz dışına çıkılarak biraz yenilikçi davranılmış. Zaten filmde yenilik adına söyleyebileceğimiz tek şey de bu. Diğer yönleri ile filmi daha önce birkaç kere görmüştük. Yani tam bir deja – vu.

Kahramanımız çok yakışıklı değil. FBI ajanı da değil. Rap dinlemeyen, arkadaşlarıyla selamlaşırken “What’s up dude?” demeyen, ve belki de basketbolu hiç oynamamış bir zenci. Konusunu çok iyi biliyor ama laboratuvarda çalışan FBI ajanları kadar işin jargonuyla konuşmuyor. Hâttâ aynı konuda araştırma yapan polislerle ilk karşılaştığında kahvenin yerini sorma şekliyle, daha önceki filmlerde kendini fazlasıyla ciddiye alan polislere ufak bir gönderme yaparak ‘kahvenin yerini bildiğine göre işin başında olan o olmalı” diyor.

Ajanimiz bazi zamanlarda daha “insanca” davranarak icguduleriyle hareket ediyor. Bu da onu cok daha siradan bir insan yapiyor ve biz siradan insanlar olan izleyiciye yakinlastiriyor. Bir diger insancil ozelligi ise arada-sirada cok cekingen, kendinden emin olmadigini belirten davranislar sergilemesi. Bunda tabii ki bir aktor olarak Denzel Washington’in payi cok buyuk.

“Kahraman” olgusu filmde bir de kendini feda etme olgusuyla beraber, kolkola gidiyor. Denzel Washington, kendini vatansever bir kahraman sanan, filmin “kötü adam”ı Jim Caviezel’e esas vatanseverin kendini feda eden bir insan olduğunu söylüyor -yani kahramanlar kendini feda edenler oluyor. Bu aslında İsa’nın tüm insanlığın günahları için kendini feda edip çarmıha gerildiği inancı doğrultusunda “kahraman”lığın tanımı için uygun bir düşünce. Böylelikle kendini feribottaki 532 kişi için feda eden Denzel Washington kahraman olduğunu İsa ile de özdeşleşerek pekiştiriyor.

Peki neden herşeyi bilen, her türlü sportmen, çok yakışıklı, kadınların peşinde koşturduğu, kendinden küstahlık derecesinde emin, “ultra cool” kahramanlara alışmışken böylesine insanca bir kahraman ile karşımıza çıkmış yapımcılar? Aslında aynı soru son James Bond (Casino Royale) filmini izlerkende aklıma takılmıştı. Casino Royale’deki James Bond da çok daha insanca, zaman zaman başını belâya sokan, hatta kendisinden önceki Bond’lar ile karşılaştırıldığında sakar sayılacak bir kahraman. Öyleyse ortada yeni bir kahraman tanımı olmalı.

Çok daha insancıl bu yeni kahraman adeta sıradan birer insan olan izleyicilere “siz de kahraman olabilirsiniz” diyor. Bu deyim de bana Amerikan ordusunun, Irak’a gönderilmek üzere askere başvuranları ikna etmek için kullandığı (tanıtım) reklâmlarındaki söylemleri hatırlattı. Böylelikle bu yeni kahramanlar özellikle Amerikalı izleyicilere “o Irak’a gidenler boşuna gitmedi. Her ne kadar çesitli yayın mecralarında yerli halka işkence ve tecavüz ederkenki görüntüleri yayınlanmış dahi olsa, ya da kimi zaman daha ne olduklarını bile anlamadan bir intihar bombacısının aralarına dalmasıi sonucu olmuş dahi olsalar, onlar birer kahraman. Dahası onlar bizler gibi, aramızdan insanlar, siz de onlardan biri olabilirsiniz” diyor. Bir yerde “kahraman” olduğunu düşündüklerimizin hatalarını daha kolaylıkla hoşgörebilir, kendimizin de kahramanlar olabileceğimizi hissederek mutlu olabiliriz, ki böylelikle zamanı geldiğinde birer kahraman gibi davranabilelim.

Ben şahsen bu yeni kahramanları çok daha fazla sevdim. Diğerleri fazla maço, fazla “cool,” fazla gerçekdışıydılar. Onları bir insan olarak göremez, insanüstü varlıkların bizi kurtaracaklarını düşünürdük. Sonuçta belki de kendi kendimizin kurtarıcısı olabileceğimizi görmemizin zamanı geldiğinden Hollywood bizim için bu tür yeni kahramanlar yaratıyordur. Kim bilir?

(11 Aralık 2006)

Yasemin Sim Esmen

Yeni Sinemacılar’ın Yeni Filmi Ne Üzerine Olmalı?

Takva filmi gösterime girmeden önce de tartışılıyordu, gösterime girdiği şu günlerde de tartışılıyor. Takva’nın bir sinema eseri olarak değeri hakkında çeşitli görüşler ileri sürülüyor. Bunlar içinde, tercih edilen klâsik anlatım biçiminin eskimişliği veya yine tercih edilen bazı çekim tekniklerinin demodeliği de var… Buna karşılık filmi alkışlayanlar, yere göğe sığdıramayanlar eksik değil.

Tüm bu estetik tartışmaları bir yana bırakarak şunu net biçimde söyleyebilirim ki, Takva, Türk sineması için bir aşama olmadığı gibi bana göre içinde bulunduğu “Politik Sinema” anlayışına da yeni bir katkı sağlayamıyor (Takva’nın bir İslâmî sinema örneği olduğunu iddia eden akıldaneler de çıktı!).

GERÇEKLERDEN YOLA ÇIKIYOR

Takva’yı sözü edilebilir bir film kılan şeylerin başında, öncelikle Türkiye’nin gerçeklerinden yola çıkıyor olması geliyor. Geçmişte televizyonlarda kötü örneklerini gördüğümüz, hatta eczaneden alınan prezervatiflerle gündeme gelen tarikat ve şeyhler; bunlar hakkında televizyon kanallarında yapılan yayınlar hatırlandığında, konunun artık toplumun şuuraltında yeri etmiş bir olgu, bir hakikat olduğu anlaşılır.

Türk insanı, Batı kültürü ve onun toplamının adı olan “modernizm” karşısında İslâmcısı, Turancısı, solcusu, sağcısı, batıcısı ile ciddi bir çatışma, uyumsuzluk ve elbette dönüşüm yaşamaktadır. Bunun kültürel, sosyal, siyasi, ekonomik, etik ve dini boyutları olduğu da apaçık bir gerçektir. İşte Takva bu büyük çatışmanın, küçük de olsa önemli bir yanını sinemaya aktarmayı başarmış bir film olarak öne çıkıyor. Takva, bu çatışmanın dini boyutunu dile getiren ve kendisinden önce çekilen filmlerden farklı olarak, oyuncu kadrosu ve hikâyesi ile daha başarılı olduğu için birkaç gömlek üstün görünüyor..

İNDİRGEMECİ BİR DİL KULLANIYOR

Türk Müslümanlığının içinde önemli bir yeri olan tarikat olgusunun dengeli bir dille perdeye taşındığı Takva’yı özel kılan unsurların bazılarını ise şöyle sıralayabiliriz:

  • Şehirde yaşamasına rağmen “köylülükten” kurtulamamış bir baş karakter seçilmiş.
  • Bu kişi, modern bir birey olmanın şuuruna asla varamayacak insanlardan biri olarak gösteriliyor.
  • Bu kişi varoluşunu ancak bir cemaat içinde kavrayabilecek pek çok dindardan biri olarak niteleniyor.
  • Bu insan, terbiye yüzünden, kendini bir kişilik (şahsiyet, birey) olarak gerçekleştirebilecek donanımlara sahip bulunmuyor.
  • Bu kişinin, yani Muharrem’in (Erkan Can) hikâyesini anlatmak için senarist ve yönetmen indirgemeci bir dil kullanıyor.
  • İndirgemeci dil kullanılması, Müslümanların geleneksel kültürden beslenen kendi içinde zengin unsurlar taşıyan hayatını kısırlaştırdığı gibi filmi de kısırlaştırıyor.
  • Bunlara karşılık, bugüne kadar Müslüman insanların modernizm karşısındaki sorunlarını irdeleyen sağcı yönetmenlerin cesaret edemediği bir yaklaşım biçimi ve dil kullanması filmin bu zaafını örtemeye yetiyor. Aynı zamanda bu tavır Milli sinemacılara, film yaparken farklı bir bakış açısı kullanılabileceğini göstermesi bakımından da öne çıkıyor.
  • YENİ SİNEMACILAR BUNDAN SONRA NE YAPMALI?

    Ciddi, akıllı ve inançlarından taviz vermeyen solcu bir grup olan Yeni Sinemacılar bundan sonra Türkiye’nin hangi derin çelişkisine el atmalı? Bana göre, “toplumsal kurtuluş” reçeteleri ile yola çıkan, kapitalizm düşmanlığını hiç kimselere bırakmayan, halka rağmen halk için doğruyu yapacaklarına inanan bir kısım 68 kuşağı solcu liderlerin kapitalizm karşısında düştükleri derin çelişkileri ve ibretlik durumları anlatmalılar…

    Çünkü Takva’daki zavallı Muharrem’in (anasız – babasız, eğitimsiz…) dramını doğuran toplumsal şartlar ile inancı uğruna yüz binleri sokağa dökmüş, hatta ölümlere sebep olmuş 68 kuşağı liderlerinin daha sonra medya dünyasında sendikal hareketleri bile boğacak kadar kapitalizmin hizmetine girmesi süreci arasında hiçbir bağ yokmuş gibi görünmesine rağmen temel çelişkinin aynı olduğu görülüyor.

    Yeni Sinemacılar böyle bir film için yola çıktıklarında Takva’nın Muharrem’inden çok daha derin dramatik çatışmalar yaşayan kentsoylu, entelektüel bireylere, dolayısıyla çok zengin hikâyelere ulaşacaklardır!

    ALTYAZI

    Yaşadığımız çağın bayağılıklarına her başkaldırışımın ardından kendimi daha genç ve daha yürekli hissettim. – Émile Zola.

    (08 Aralık 2006)

    coskuncokyigit@gmail.com

    Lezzetin Adı Kaymağın Tadı

    Yüksel Aksu’nun yazıp yönettiği, çekimleri 2005 yılının yaz aylarında Muğla’da gerçekleştirilen Dondurmam Gaymak geçtiğimiz hafta vizyona giren filmlerden biriydi. Önce İstanbul Film Festivali’nde, daha sonra Altın Koza’da, Antalya’da ve Queens Film Festivali’nde seyirciyle buluşan film, vizyon öncesinde de beğeni ve ödülleri toplamıştı. Bugünlerde ise “filmin Oscar yolundaki akıbeti ne olacak?” sorusu gündemde. Bu soruya verilen cevaplar eşliğinde tartışmalar süredursun film, özlediğimiz çocukluğumuzu ve geleneklerimizi çağrıştırarak başarılı bir yapım olarak karşımıza çıkıyor.

    Markaya karşı “sahici”

    Dondurmam Gaymak, yönetmeni, senaristi, yapımcısı, oyuncuları ve sponsorlarıyla tam anlamıyla imece usulü yapılmış özgün bir film. Muğla’da geleneksel yöntemlerle dondurmacılık yapan Ali Usta gitgide insanların daha çok tercih ettiği büyük dondurma markalarına karşı mücadele vermektedir. Bunu yaparken çağın güçlü silâhı reklâm filmlerine başvururken, bir yandan da banka kredisiyle aldığı motoruyla civar köylerde dolaşarak “sahici” dondurmalarını satmaktadır. Ali Usta’nın moturunun çalınması onun büyük markalara karşı mücadelesini pekiştirir. Ali Usta, motorunun büyük dondurma şirketleri tarafından çalındığını düşünmektedir ve bu yolda markaya karşı “sahici” dondurma sloganıyla yörenin her yerini dolaşarak moturunu aramaya başlar. Oysa ki bu hırsızlık olayının esas kahramanları üzüm bağlarına, karpuz tarlalarına ya da kayısı ağaçlarına bir çekirge ordusu misali naif bir haylazlıkla saldıran çocuklardan başkası değildir.

    Yerelden evrensele

    Filmin ilk etapta göze çarpan özelliği profesyonel oyuncular yerine Muğla halkının kullanılmış olması. Bu açıdan bakıldığında anlatılan öykünün yerelliği, oyuncuların şive ve tavırlarıyla uyum içinde ilerliyor. Ayrıca film naif, samimi anlatısı ve müzik seçimleri sayesinde de amaçladığı dokuya ulaşıyor. Yönetmen ve senarist Yüksel Aksu filminin çıkış noktasını “İstedik ki Dondurmam Gaymak; küçük esnafın, küçük kasabanın, ‘küçük’ insanların ‘büyük’ filmi olsun” şeklinde dile getiriyor. Nitekim filmin yerel dokulardan hareket ederek evrensel bir mesaja ulaşması ve bir yandan komedi türünde uluslararası anlamda başarılı olması Aksu’nun amacına yakın bir yerde durduğunu gösteriyor. Öte yandan filmin izlediği bu kalıplar, İtalyan yeni gerçekçilerine bir saygı duruşu niteliğinde. Nitekim henüz film başlamadan önce perdede gözümüze çarpan Vittorio de Sica’dan bir alıntı bu savı doğruluyor. De Sica’nın kahramanı nasıl ki filmsel zaman boyunca Roma sokaklarında çalınan bisikletini aradıysa, 90’lı yılların klâsik dondurmacısı Ali Usta da bütün yörede çalınan motorunu arıyor. Öte yandan De Sica’nın kahramanının durumu ne denli trajik ve açık sonlu ise, Ali Usta’nın vaziyeti de bir o kadar komik ve başı sonu belli bir çizgide seyir ediyor.

    Netice itibariyle gündemdeki mevzuya dönüp, filmin Oscar yolundaki akıbeti üzerine temennilerde bulunarak bu yazıyı bitirmek isterim: Oscar yolunda şansı bol olsun! Henüz izlememiş olanlar için mutlaka tavsiye ediyorum.

    (28 Kasım 2006)

    Âlâ Sivas

    Oscar’la Bir Dakika Mutlandıracak Bizi

    Ben o zamanlar küçücük bir çocuktum. Türk güreşçilerinin dünyadaki tüm minderlerde fırtına gibi estiğini o zamanın kısıtlı haberleşme araçlarından veya Hürriyet gazetesinin bilmem ne kadar eski bir nüshasının manav için kesekâğıdına dönüştürülmüş halinden okuyarak öğrenirdik. Böylece rahmetli Kemal Ilıcak’ın Tercümanı’nda yayınlanan pehlivan tefrikalarının o günkü 15 – 20 satırını, televizyonda Reha Muhtar’ın başlattığı 30 saniyelik görüntüyü 30 dakika boyunca gösterdiği haberlerdeki gibi tekrar tekrar okur, okur, okurduk! Fakat ne futbolda, ne de diğer alanlarda hiçbir ışık görünmezdi. Metin Oktay’lar, Cemil’ler, Ogün’ler ve daha pek çok büyük futbolcuya rağmen Avrupa takımlarına yenilip yenilip gelirdik…

    Biz Hep Hazırdık, Ya Ötekiler?

    Haberleşme araçları gelişip yaygınlaştıkça ilgi alanlarımız ve beklentilerimiz de farklılaşıp çoğaldı. Bir müddet Eurovision’a kilitlendik! 1975 yılında Semiha Yankı’nın seslendirdiği Seninle Bir Dakika ile ilk defa bu yarışmaya katıldık ve Semiha çok başarılı olduğu ve sonucu hiç hak etmediği halde, Türkiye olarak suratımıza kocaman bir şaplak yemiş gibi olduk.

    Bu şaplak, aslında pek çok şey anlatıyordu ki, özetle, ne kadar hevesli olursak olalım, ne kadar güzel bir şey yaparsak yapalım, ‘ötekilerin’ yaptığımızı takdire hazır olmaları gerçeğiydi…

    Başarı Alanları ve Başarılı Kişiler Çoğaldıkça

    Neticede takdire dayalı alanlar dışında da başarılar kazanmaya başladı Türk insanı. Futbolda, Galatasaray UEFA kupasını, Türk Milli Takımı dünya üçüncülüğünü kazanırken; 12 Dev Adam, Filenin Sultanları ve atlet Süreyya Ayhan peş peşe başarı haberleri getirdiler. Bunları Türkçe’nin dışlandığı bir şarkıyla, Sertap Erener’in Eurovision birinciliğini perçinledi…

    Fakat bu arada sinema alanında çok büyük bir eksiğimiz olduğunu içten içe hissediyorduk. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nin yanına bir de Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali ekledik… Olmadı. Hala bir eksik vardı çünkü. Hani insan bazen canı bir şeyler ister de ne olduğunu, ne yapacağını bilemez ya! Onun gibi, bu eksiğin ne olduğunu epeyce çözemedik. Sonunda kafamızda bir ampul yanıverdi! Eksiğimizin artık şarkı yarışması, futbol, basketbol veya atletizm değil sinemanın en büyük iltifatı sayılan Oscar olduğunu anlayıverdik…

    Evet! Meğer bizler Oscar almayı ne kadar özlüyormuşuz!

    Böylece Amerika’ya film göndermeye başladık ama buna rağmen hala ufukta bir Yabancı Film Oscar’ı görünmedi…

    Dondurmam Gaymak ve Akademi Üyeleri

    Bu yıl ciddi rakiplerinin arasından sıyrılarak, son kompleksimizi tatmin için, Amerika yollarına düşen ve Oscar aday adayı olan Dondurmam Gaymak ne bir yaratıcı yönetmen filmi örneği, ne ticari sinema örneği, ne de ağır ol da molla desinler türü bir yönetmenin elinden çıkma… Dondurmam Gaymak kelimenin tam manasıyla bir halk sineması örneği. Yüksel Aksu’nun yazıp yönettiği ve yapımcılığını birkaç arkadaşıyla üstlendiği film, sade ve sıcak. Halk tüm film boyunca doğal bir doku oluşturuyor. Hikâye çok aktüel. Yani günümüz Türk insanının ortalama kanaatlerini, sevinçlerini, kinini, paranoyasını yansıtması bakımından kusursuz denebilecek kadar otantik yazılmış. Filmde polisinden komünistine, esnafından hırsızına, aylağından iş güç sahibi hacısına kadar her şey yerli yerinde…

    Eh, Yüksel de, Adana’da halkla söyleşirken “İnsan oynayan hayvan” diye bir lâf ediverdi! İşte Amerikalıların arayıp da bulamadığı bir afiş cümlesi böylece kendiliğinden ortaya çıktı! Akademi üyelerine buradan sesleniyorum: Biz Eurovision için 30 sene, dünya kupalarında derece almak için 100 sene filân beklemiş milletiz. Aklınızı başınıza devşirip, dünya sinemasının en büyük oyuncularından Gérard Depardieu gibi bir oyuncunun bile 15 saniyesini (‘teaser’ını) görerek “İşte film bu” dediği bir filmle karşı bulunuyorsunuz. Ayağınızı ona göre denk alın…

    Şaka ile karışık tanıtım bir yana, ben, Yüksel Aksu ve ekibini canı gönülden tebrik ediyorum. En İyi Yabancı Film Oscarı’nı alamasalar bile Türk insanının gönlünde onlarca ödül aldılar. Aşağıda adları yazılı ekibi daima sevgiyle anacağım! (Not: Gaymak için daha farklı bir eleştiriyi yine bu sütunda yapacağım ve o vakit filmin teknik kadrosunu da vereceğim.)

    Dondurmam Gaymak’ın oyuncu kadrosu: Turan Özdemir (Ali Usta), Gülnihal Demir (Canfeda), İsmet Can Suda (Tingöz Kerim), Ulaş Sarıbaş (Kamil), Canberk Zaifoğlu (Çete), Altuğ Sarıbaş (Çete), Kadir Kapız (Çete), Ali Dural (Çete), Hüseyin Dural (Çete), Alptuğ Şevik (Çete), Zeynep Özal (Güzel Kız), Recep Yener (Hoca), Tolga Çandar (Doktor), Mehmet Gökmen (Arif Dede), Nejat Altınsoy (Komünist Mustafa), Sadettin Ünsal (Bekçi), Celil Yağız (Beyaz Eşyacı), Alaattin Sakar (Maraş Dondurmacısı), Ayşe Arslan (Tingöz Anne), Ali Şefik (Tingöz Baba), Burçin Batu (Melih), Burcu Tuna Uruk (Zeynep), Sinem Altıok (Torun), Burcu Baydur (Torun), Muhammet Kıyak (Berber), Erdinç Özal (Kahveci), Tünay Ürper (Kırtasiyeci), Özcan Gözer (Büfeci), Muammer Gökmen (Terzi), Levent Aras (Keçi Çobanı), Metin Yıldız (Gazeteci).

    ALTYAZI

    Doğru iş yaptığında ödül bekleme. Yaptığın iyi iş zaten senin için büyük ödüldür. – La Bruyere.

    (22 Kasım 2006)

    coskuncokyigit@gmail.com

    İlk aşk unutulur mu?

    Ödünç Hayat (2205), Kasırga İnsanları (2004), Yılan Hikâyesi (1999) gibi televizyon dizilerinin yönetmeni, Nihat Durak’ın ilk uzun metraj filmi, İlk Aşk bu hafta gösterime giriyor.

    Dizilerden tanıdığımız birçok ünlü simayı bir araya getiren İlk Aşk, seyirciyi 1990’lı yılların başına, bir Ege kasabasına götürüyor. Başrollerinde Çetin Tekindor, Tarık Papuççuoğlu, Halit Ergenç, Raffaele Çedolini, Vahide Gördüm, Şenay Gürler, Dolunay Soysert, Erdal Tosun, Neslihan Atagül, Ayşen Gruda ve Erol Günaydın’ın paylaştığı filmin konuk oyuncuları, Azra Akın ve Kaan Urgancıoğlu.

    Çekimleri Eski ve Yeni Foça’da gerçekleştirilen, Aliye, Bir İstanbul Masalı ve Avrupa Yakası gibi sevilen dizilerden tanıdığımız oyuncuların da rol aldığı İlk Aşk, bir zamanlar zeytinyağı üretimi yapan Arifoğlu ailesinin yaşadığı aşklar üzerinden seyirciye “İlk aşk unutulur mu?” sorusunu soruyor. Soruları, amca Asaf Arifoğlu (Çetin Tekindor), baba Kemal Arifoğlu (Halit Ergenç) ve torun Arif Ege Arifoğlu’nun (Raffaele Çedolini) yaşadığı aşklar üzerinden cevaplamaya çalışıyor.

    Ağzı küfürlü, huysuz bir ihtiyar olan büyük dede Arif Arifoğlu’nun (Erol Günaydın) ölümünün ardından, Kore Savaşı’nda öldüğü sanılan oğul Asaf’ın (Çetin Tekindor) gelişiyle aile bir hesaplaşma içinde bulur kendini. Çünkü Azmi (Tarık Papuççuoğlu), kardeşinin öldüğünü söyleyerek, Asaf’ın sevdiği kız Nevin’le (Vahide Gördüm) evlenir ve bir de oğulları olur. Oğulları Kemal (Halit Ergenç) de evlenmiştir ve bir oğlu vardır ama karısını başka biriyle aldatmaktadır. Kemal’in oğlu Arif Ege ise, okuldaki arkadaşı Bahar’a (Neslihan Atagül) daha yakın olmak için bütün bir yaz sahilde çalışır. Seyirciye üç farklı aşk hikâyesi sunulur. Bunun nedeni ise, filmin tanıtım bülteninde belirtildiği gibi, “Hayatın içinde var olan tüm duyguları, aşkı, kırgınlıkları, ölümü, ayrılıkları, hayalleri sahici bir anlatım diliyle izleyiciye aktarmaya” çalışmak olacaktır.

    40 yılın ardından Asaf’ın cenaze günü kasabaya gelişiyle, ağabeyi Azmi’nin bütün yalanları ortaya çıkar. Asaf, Nevin’e hâlâ aşıktır ve kaldıkları yerden devam etmek isterler ancak olaylar istenildiği gibi gelişmez. Filmin sonuna doğru torun Ege’ye ilk aşka dair bir nasihat verilir, “Seviyorsan, peşinden git.” Yıllar sonra Bahar’la Ege bir aradadır. Arif Ege, ailesinde yaşanan onca kırık aşk hikâyesine rağmen, O, ilk aşkı Bahar’la ele eledir ve doğduğu evin önünden geçerken o günleri hatırlar.

    3 farklı aşk hikâyesinin filme yerleştirilmeye çalışılmasıyla senaryoda birtakım aksaklıkların olduğunu söylemeden geçmeyelim. Senet imzaladığı için başı derde giren Kemal’in, bu durumdan kasabalının yardımlarıyla kurtulması bizi Yeşilçam filmlerine götürdü. Kasaba, kötü adamlara karşı birlik olur ve onlara hak ettikleri dersi verir.

    Asaf ile Nevin’in birlikte olmalarını gururuna yediremeyen Azmi ise, kendini vurmaya çalışır ama küçük bir sıyrıkla atlatır. Sanırım filmin duygusal komedi olmasından kaynaklanan durumlar bunlar. Öyle ya, sadece aşkı işliyoruz.

    Yapımını, Mustafa Hakkında Her Şey, Asmalı Konak, Keloğlan Kara Prens’e Karşı filmlerinin yapımcılarından Timur Savcı’nın üstlendiği filmin renkleri ve nostaljik havası son derece sıcak ve etkileyici. Arada bol bol gülebileceğiniz bazen de hüzünleneceğiniz sahneler görmek istiyorsanız İlk Aşk’ı izleyin.

    Müziklerinin Fahir Atakoğlu tarafından yapıldığı filmin sonunda jenerik akarken seyirciyi bir sürpriz bekliyor. Bu sürpriz, Halit Ergenç’in seslendirdiği güzel bir şarkı. Filmin en güzel dakikaları diyebiliriz rahatlıkla. Siz siz olun film biter bitmez hemen salonu terk etmeyin, bazen filmler biterken böyle sürprizlerle karşılaşabiliyoruz çünkü.

    İyi seyirler…

    (09 Kasım 2006)

    Asya Çağlar

    Gürkan Uygun


    Gürkan Uygun (Kurtlar Vadisi Irak’daki Memati.)


    İsrafil Köse (Emret Komutanım: Şah Mat’daki Destek Bölüğü askerlerinden Laz Çavuş Cemal.)


    Daniel Craig (Yeni James Bond, Casino Royale ile geliyor.)

    Pardon, Bir Yanlışlık Olmuş… Her Şey Vatan İçin…

    Sinemaya, Sinan Çetin’in 14 Numara adlı filminin senaryosunu yazarak başlayan, Ertem Eğilmez, Atıf Yılmaz, Sinan Çetin gibi yönetmenlerin asistanlığını yapmış olan Ömer Uğur’un Eve Dönüş filmi bu hafta vizyona girdi. Son Urfalı (1987), Zamansızlar (1988), Arka Evin İnsanları (1989), Bekleyiş (1990), İki Şair İki Mektup (1991), Ekran Aşıkları (1991) ve Hemşo’yu (2001) yazıp yöneten Ömer Uğur, Eve Dönüş filminin senaryosunu 9 yıl önce kaleme almış ve bu senaryosuyla Yunus Nadi, ardından da Montpellier Film Festivali’nde Avrupa’nın En İyi Film Senaryosu ödülünü almıştır.

    Başrollerini Memet Ali Alabora (Mustafa), Sibel Kekilli (Esma), Altan Erkekli (Hoca), Civan Canova (Şef), Erdal Tosun (Polis Memuru), Perihan Savaş (Anne) ve Savaş Dinçel’in (Kayınpeder -Kore Gazisi Sacit Bey) paylaştığı Eve Dönüş, 1980 darbesi üzerine bir film.

    Bir fabrikada işçi olarak çalışan Mustafa (Memet Ali Alabora) ile eşi Esma (Sibel Kekilli), kıt kanaat geçinen, sıradan vatandaşlardır. Her ne kadar birbirlerini severek evlenseler de Esma’nın ailesi bu evliliğe karşı durmuştur hep. 4 yaşında kızları da olan Mustafa ve Esma, aldıkları televizyonun taksitlerini ödeyebilmek için fabrikada fazla mesai yapmaktadırlar ve birbirlerini çok az gördükleri için de not yazarak haberleşmektedirler. Ancak bir de uzun zamandır ödeyemedikleri ev kiraları vardır. Bir akşam ev sahibi tehditvari bir bakış atarak evlerinden ayrılır.

    Mustafa’nın, fabrikada çalışmak dışında yaptığı tek şey, kahvede arkadaşlarıyla okey oynayıp, futboldan bahsetmektir. Bir cuma günü, nihayet her ikisi için de tatil günüdür ve Gülhane’ye gitme plânları yaparlar. Mustafa, sabah uyanıp da radyoyu açınca Hasan Mutlucan’ın türküsüyle karşılaşır, radyoda tüm kanallar Hasan Mutlucan çalmaktadır. Bir anlam veremezler bu duruma. Sokağa ekmek almak için çıktığında da asker durdurur ve darbe olduğunu söyler Mustafa’ya. Eve gelip de televizyondan Kenan Evren’in halkla seslenişini duyunca Mustafa’nın ilk tepkisi, “Şu ihtilâli çalıştığımız güne denk getirselerdi de biz de bedavadan bir gün evde kalsaydık,” şeklindedir. Esma da Gülhane’ye gidemedikleri için hayıflanmaktadır. Siyasi olayların bu kadar dışında olan Mustafa ve Esma’nın hayatları, bir gece kapının hızla çalınıp Mustafa’nın “Örnektepe Halk Komitesi Başkanı Şehmuz” olarak karakola götürülmesi ve 22 gün ağır işkence görmesiyle değişir. İşte oradadır ve büyük bir çıkmazın içindedir. Kayınpederi Sacit Bey, gururuna yedirip damadını arama girişiminde bulunmaz. 22 günün ardından Mustafa bir gece yarısı çıkagelir… Bir yanlışlık olmuştur. Onca işkenceden sonra özür dileyip salıverirler Mustafa’yı. Aradıkları adam Mustafa değildir. Mustafa’yı boşuna ihbar etmişlerdir. Yanında 22 günün ağır işkencesi, psikolojik gerilimi, halüsinasyonlarıyla birlikte Mustafa serbesttir. Ama artık ne işi vardır ne de evi… Ne de eski Mustafa’dır.

    Gerek 12 Eylül dönemini (Hoşçakal Yarın – Reis Çelik -1998 / Eylül Fırtınası – Atıf Yılmaz – 1999) gerekse 12 Eylül döneminin etkilerini anlatan (Babam ve Oğlum– Çağan Irmak – 2006) sayısız film çekilmiştir o darbenin ardından bugüne değin. Daha çok film çekileceğe de benzer. Ancak Eve Dönüş, kapanış jeneriğinde akan 1980 – 1983 dönemine ait bilgilerle 1980 dönemine gerekçi bir vurgu yapmayı başarıyor. 650.000 kişinin tutuklandığına, 230.000 kişinin yargılandığına, 50 kişinin idam edildiğine, 95 kişinin “çatışmada” öldüğüne ve 39 ton gazete, dergi, kitabın yakıldığına dair akan tümceler, filmin çarpıcı bir sonla bitmesini sağlıyor.

    Eve Dönüş, sosyal sorumluluğunu yerine getirerek, 12 Eylül dönemini ve bugüne yansımalarını başarılı bir şekilde vermiştir. Ancak sinema dili, oyunculuk ve senaryo olarak bazı sorunlarının olduğunu belirtmeliyim. 12 Eylül döneminin traji – komik yanlarıyla anlatılmaya çalışıldığı bu filmde, Memet Ali Alabora’nın işkence altında dahi mizah yapabildiği sahneler inandırıcılıktan uzak duruyor. Sibel Kekilli’nin oyunculuğunun sıkıntılı hali filmin başından sonuna kadar kendini hissettiriyor. Ancak bu performansıyla Sibel Kekilli’nin Antalya Film Festivali’nden En İyi Kadın Oyuncu ödülüyle döndüğünü hatırlatalım. Ayrıca 22 günlük işkencenin ardından eve dönen Mustafa’nın elbette ki, uzun süre bu işkencenin psikolojik etkisi altında olacağını tahmin ediyoruz ancak bu durumu belirtmek için aşırıya kaçıldığını ve sahnelerin uzun tutulduğunu düşünüyorum.

    1980 darbesinin işkenceci yıllarını gözler önüne seren 101 dakikalık Eve Dönüş’ün çekimleri, Eurimages ve Yunan Film Merkezi’nin destekleriyle Limon Yapım tarafından Beykoz’daki Sümerbank Eski Kundura fabrikasında gerçekleştirildi.

    İyi seyirler…

    (04 Kasım 2006)

    Asya Çağlar

    Aşkın “İklimler”i…

    Nuri Bilge Ceylan’ın 2006 Cannes Film Festivali FIBRESCI Eleştirmenler Özel Ödülü kazanan İklimler filmi, geçtiğimiz günlerde vizyona girdi. İklimler, Nuri Bilge Ceylan’ın Koza (1995), Kasaba (1998), Mayıs Sıkıntısı (1999), Uzak’ın (2002) ardından beşinci filmi. 1990’lı yıllarda Türk Sineması’nda bağımsız yönetmenler denilince akla gelen isimlerden olan Nuri Bilge Ceylan, bu filminde de önceki filmlerinde olduğu gibi yine klâsik anlatıdan uzak bir dille seyirci karşısında. Yine az diyalog ve bol fotoğrafla…

    Boğaziçi Üniversitesi’ndeki mühendislik eğitiminden sonra Marmara Üniversitesi’nde sinema yüksek lisansı yapan Nuri Bilge Ceylan, bugüne dek çektiği filmlerin hem senaristi hem de yapımcısı… Ancak bu filminde bir de oyuncu olarak karşımıza çıkıyor. Filmlerinde yakın çevresini, annesini ve babasını oynatan Ceylan, İklimler’de başrolü eşi Ebru Ceylan ile birlikte paylaşıyor. Fatma Ceylan ve M. Emin Ceylan da kendilerine eşlik ediyor. Fotoğraf sanatçısı Arif Aşçı ile filmin yapımcılarından Can Özbatur’u da İklimler’de oyuncu olarak görüyoruz.

    Arkeolog ve akademisyen İsa (Nuri Bilge Ceylan) ile televizyon dizilerinde sanat yönetmenliği yapan Handan (Ebru Ceylan) arasındaki ilişkinin yazı, sonbaharı ve kışı irdeleniyor İklimler’de. Yazın Kaş’ta, sonbaharda İstanbul’da ve kışın Ağrı’da… Nuri Bilge Ceylan, İklimler adlı filminde bahar dışında her mevsimin yer alıp da neden bahara yer verilmediği yolundaki soruya, filmdeki kadın başrol oyuncusunun adının Bahar olduğunu hatırlatarak cevap veriyor bir röportajında. (http://www.voanews.com/turkish/2006-10-24-voa24.cfm)

    1998 yılında çektiği ilk uzun metraj filmi Kasaba’da 1970’li yılların kasabasından görüntüler sunmuştu seyirciye. 1999 yılındaki ikinci uzun metraj filmi Mayıs Sıkıntısı’nda ise bir bahar günü çocukluğunu geçirdiği kasabaya gelen Muzaffer’in film çekme sevdası dile getirilmişti. Uzak filminde de mekân, karlar altındaki İstanbul’du.

    Aynı zamanda fotoğraf sanatçısı olan Nuri Bilge Ceylan, her şeyden önce filmlerindeki uzun plânlar ve manzaralarla seyirciye görsel bir şölen sunuyor. Kaş’taki antik kalıntıların arasından, Ağrı’da karlar içindeki İshak Paşa Sarayı’na uzanan bir şölen bu. Yer yer portre çekimlerinin yer aldığı film, gerek çekimler, gerekse konusu ve senaryosu ile son derece etkileyici.

    Filmde neden fazla diyalog olmadığı yolundaki bir soruya da, günlük hayatı anlama ve anlatmada, jest ve mimiklerin diyalogdan daha fazla ipucu sağladığına inandığını belirtiyor yine aynı röportajında. (http://www.voanews.com/turkish/2006-10-24-voa24.cfm)

    Ceylan’ın sinema diline alışık olan seyircinin, bu filmden de aynı keyfi alacağını düşünüyoruz. Ancak görülen o ki, konu itibariyle diğer filmlerinden daha çok dikkat çekecek.

    İyi seyirler…

    (02 Kasım 2006)

    Asya Çağlar

    Ve karşınızda Büyük İskender…

    Hangi Türk filmine gideceğimizi düşündüğümüz bir dönemdeyiz. Ne mutlu bize… Antalya Film Festivali’nin düzenlendiği Eylül ayında, bu sezon ve gelecek sezon bol miktarda Türk filminin vizyona gireceği haberini almıştık. Okulların da açılmasıyla birlikte Türk filmleri ardı sıra seyirci karşısına çıkmaya başladı. İşte bu nedenle şu sıralar sinema salonlarına giden sinemaseverler hangi Türk filmine gitsek sorusunu soracaklardır kendilerine. Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes Film Festivali’nde FIBRESCI ödülünü alan İkimler filmine mi; Ömer Faruk Sorak’ın Sınav filmine mi, Biray Dalkıran’ın Araf’ına mı; Reha Erdem’in Beş Vakit filmine mi yoksa Cem Yılmaz, Ali Taner Baltacı’nın ortaklaşa yönettikleri Hokkabaz’a mı? Ama bu soruyu birkaç hafta daha soracaklarmış gibi görünüyor. Öncelikle belirtmeliyim ki, bu filmleri Türk sinemasına desteklemek adına seyredelim. Bu sütunda, bu dönem Türk filmlerinden bahsedeceğim birkaç hafta süreyle.

    Hokkabaz, geçtiğimiz hafta Kanyon Alışveriş Merkezi’nde gerçekleşen gala gösteriminden bu yana çok konuşulan filmlerden biri. Filmi izleyenlerin yorumlarına bakıldığında, Cem Yılmaz bu defa güldürmüyor idi. Adı jenerikte görünür görünmez dahi izleyicisini güldürmeye alıştırmış bu oyuncunun dramı nasıl anlattığını merak etmiştim doğrusu. Tabi ki güldürerek, hiç şaşırmadım.

    Filmin başından sonuna kadar hakim olan nostaljik renk ve sunum, özelllikle çocukluk ve gençlik dönemlerini 80’lerde geçiren kuşak için anlamlı olacaktır. İskender’in (Cem Yılmaz) çocukluğunu gösterdiği jenerikten önce akan sekans, dönemin nostaljik havasını, müziği eşliğinde vermeyi başarıyor. Hele siyah beyaz ekranda Sermet Erkin’i görünce… Filmin sanat yönetmeni Yaşar Kartoğlu’nu kutluyorum.

    40’lı yaşlarına merdiven dayamış İskender, babasının gözünde hiçbir işe yaramayan bir hokkabazdır ve İstanbul’un arka sokaklarındaki bar ve pavyonlarda Büyük İskender adıyla sihirbazlık gösterileri yapmaktadır. Ancak bazen olmadık kazalara mahal verdiği de olur. İşte bu kazaların birinden sonra yine işinden olur; bir yandan da ev sahibi kira için kapılarını aşındırmaktadır. Bir çıkar yol bulmak, kendisinin bir hokkabaz değil de sihirbaz olduğunu ispatlamak ve bu işten para kazanıp dokuz numara miyop gözlüklerden kurtulmak için çocukluk arkadaşı Maradona (Tuna Orhan) ile birlikte turneye çıkmaya karar verir. Maradona da onun gibi çocukluğundan beri kalın camlı gözlükler kullanmaktadır.

    İskender’in kız kardeşinden aldıkları karavan ile Ege ve Akdeniz kıyılarını dolaşmaktır niyetleri ama İskender’in asker emeklisi hafif bunak babaları Sait (Mazhar Alanson) de onlara takılınca tam macera başlar. Sait’in de başka bir amacı vardır çünkü, kendisi için yaptırdığı mezar taşıyla birlikte Çanakkale şehitliğine gidip gömülmek. Bir süre yol aldıktan sonra dinlenmek için durdukları bir yerdeki düğünde sihirbazlık gösterisi yaparlar ve sihirli kutuda Fatma gelin (Özlem Tekin) üzerinde yapılan kaybetme oyununda gelin gerçekten kaybolup onlara musallat olunca, yollarına dörtlü olarak devam ederler. Böylece, amaçları birbirinden farklı dört kişinin karavana bağlı bir araçla yola çıkmalarıyla olaylar kendini gösterir, biraz mizah biraz da dram ile. Her sekans, şaşırtıcı ve seyircinin beklemediği başka bir sekans ve sahneyle devam eden film, seyirciyi yer yer hüzünlendiriyor ama bolca da güldürüyor.

    Dediğimiz gibi, bazı yerlerinde kahkahaların atıldığı ancak altında hüzünlü bir hikâyenin yattığı bu film, başka bir Cem Yılmaz klâsiği olmaya aday. Her Şey Çok Güzel Olacak filminden sonra Cem Yılmaz ve Mazhar Alanson’u ikinci defa yanyana görme şansı elde ettiğimiz Hokkabaz’da dört oyuncuyu da başarılı performanslarıyla seyrettik. Tuna Orhan’ın kostümleri ve performansı takdire lâyık.

    Her Şey Çok Güzel Olacak filmini beğenenler bu filmi de keyifle seyredeceklerdir.

    İyi seyirler…

    (26 Ekim 2006)

    Asya Çağlar

    Sınav

    Vizontele ve G. O. R. A. filmlerinin yönetmeni Ömer Faruk Sorak imzalı Sınav, geçtiğimiz hafta vizyona girdi. Sınav’da dikkati çeken üç etken var: Yapım süreci, oyuncu kadrosu ve kullanılan müzikler. Film, Böcek Yapım ve Fida Film ortaklığında gerçekleştirilmesinin yanı sıra Genç Turkcell ana sponsorluğunda ortaya koyulmuş. Oyuncu kadrosu ise güçlü ve bir o kadar da medyatik isimlerden oluşuyor: Altan Erkekli, Hümeyra, Okan Bayülgen, Güven Kıraç, Zafer Algöz ve tabii bir de İngiltere’den özenle getirtilen efsanevi hırsız Charles rolündeki Jean Claude Van Damme. Müzikler ise son dönemin Türk popüler müziğinden esintiler taşıyor. Gençlerin nabzını tutan Nil Karaibrahimgil, Duman, Manga, Göksel ve Ceza’nın şarkıları görüntülere eşlik ediyor. Burada ayrıntılara boğulmadan günümüz Türk sinema endüstrisinin nelerden beslenerek kalkınmaya çalıştığını hepimiz az çok görebiliyoruz.

    Kült gençlik filmi

    Türkiye’nin ilk kült gençlik filmi olarak lânse edilen yapım, lise son sınıf öğrencileri olan Mert (İsmail Hacıoğlu), Sinan (Yağmur Atacan), Gamze (Rüya Önal), Kaan (Caner Özyurtlu) ve Uluç (Volkan Demirok) adlı beş gencin hikâyesi üzerinden Türkiye’deki eğitim ve sınav sistemini tartışmaya açıyor. Ailelerinin baskısından bunalan ve gelecek kaygıları içerisinde savrulan karakterler çalışarak bir yere varamayacaklarını anlayınca çareyi sınav sorularını ele geçirmekte ararlar. Öncelikle okulda rutin olarak girdikleri derslerin sınav sorularını ele geçiren gençler, bununla da kalmayıp işi büyütmeye ve gençlerin korkulu rüyası haline gelmiş ÖSS sorularını çalmaya yeltenirler. Kahramanlarımız bunu yaparken, kendilerine idol olarak gösterdikleri, bir dönemin kopya çekme konusunda uzman sistem karşıtı efsane öğrencisi Levent Lemi’den fikir almaya çalışırlar ve sonunda çareyi İngiliz Kraliyet ailesi adına çalışan efsanevi hırsız Charles’ı Türkiye’ye getirtmekte bulurlar.

    Hayat eşittir 180 dakika!

    Film hakkında yapabileceğim eleştiriler ise şöyle: Sınav, Türk eğitim sistemini ve özellikle de gençlerin korkulu rüyası, ailelerin çocuklarına baskı uygulama konusundaki bir numaralı mevzusu olan ÖSS’yi açık seçik eleştiriyor, fakat bir yandan da bundan kaçış olmadığını vurguluyor. Film, beş lise öğrencisinin sınav sorularını çalma operasyonu üzerinden komik ve eğlenceli unsurlar içeriyor. Aksiyon yok değil, ancak bunu filmin ikinci yarısında özellikle de Van Damme’ın filme katılmasıyla hissedebiliyoruz. Filmdeki komedi unsurları, gençlerin trajik hikayeleriyle ara sıra kesintiye uğrayarak melodrama doğru kayma gösteriyor. Ayrıca müzik eşliğinde izlediğimiz görüntüler televizyon kanallarından aşina olduğumuz video klipleri çağrıştırıyor. Tüm bunlara rağmen filmin hemen ilk sahnesinde aktarılan anafikir içimizi burkuyor: “Hayat eşittir 180 dakika.” 180 dakika süren bir sınavın sonunda bugün hepimizin hayatı bir yerlere yönlendirildi, birtakım meslekler edindik. Ne kazandık, ne kazanacağız? İstediğimiz hayatı yakalayabildik mi, yakalayabilecek miyiz? Kimbilir? Herşey bir zamanlar -henüz onsekizimizdeyken- geçtiğimiz o korkulu sınavda şekillendi. Ve hayatımız 180 dakikaya eşitlendi…

    (23 Ekim 2006)

    Âlâ Sivas

    Antalya’nın Ardından

    Kırküçüncü kez düzenlenen Antalya Altın Portakal Film Festivali’ni geride bıraktığımız şu günlerde akıllarımızda kalan çok şey var elbette. Meselâ beklenen konukların gelmeyişi ve bundan doğan hayal kırıklıkları, açılış ve kapanış gecelerinde yaşanan aksaklıklar, sunucuların yetersiz duruşları, neredeyse bir öğrenci filmi havasını yansıtan ve tekrar tekrar seanslar öncesinde seyretmek zorunda bırakıldığımız tanıtım filmi, hava şartlarının iyi gitmemesi ve yaşanan talihsizlikler, ödüllerin haklı mı haksız mı dağıtıldığı tartışmaları ya da jüriye rest çekenler… Bütün bunlar aslında bardağın hangi tarafını gördüğünüzle ilgili biraz da. Bardağın boş tarafını görelim diyorsanız yukarıda saydığım eksilere daha yüzlercesini ekleyebilirim. Ancak bunun aksine ben bardağın dolu tarafını görmek isteyenlerdenim ve ne olursa olsun bu açıdan bakarak kaleme alabileceğim keyifli gelişmeler olduğuna inanıyorum.

    Türk filmleri geliyor

    Bardağın dolu tarafını görmeye devam edecek olursak bu yılki festivalin ardından aklımızda kalan en olumlu olay Türk sinemasının yükselen çizgisine şahit olmamızdı elbette. Kısa metrajların ve belgesellerin de dikkat çekmesi bir yana, özellikle ulusal uzun metraj yarışma bölümündeki filmler sevindiriciydi. Kaldı ki bu filmler yalnızca festivale yetişenler, elbette dahası da gelecek. Ekim ayından itibaren çok sayıda Türk filminin vizyona gireceği yolundaki ipuçları festival sırasında verildi.

    Antalya’da gösterim şansını yakalayan ulusal uzun metrajları anımsayacak olursak: İklimler (Nuri Bilge Ceylan), Cenneti Beklerken (Derviş Zaim), Takva (Özer Kızıltan), Eve Dönüş (Ömer Uğur), Kader (Zeki Demirkubuz), 2 Süper Film Birden (Murat Seker), Araf (Biray Dalkıran), Aura (Orhan Oğuz), Kardan Adamlar (Aytan Gönülşen). Bu filmler seanslar arasında, festival sonrasında ve halen daha olumlu ya da olumsuz eleştiri bombardımanına tutulmakta. Hepsini tek tek anlatmak istemiyorum, ancak tadı hâlâ damağımda kalan bir film var ki, o da galasına katılma şansını yakaladığım Nuri Bilge Ceylan’ın tarzından vazgeçmeyerek doyasıya sadelikle işlediği İklimler’i.

    İklimler üzerine

    İklimler, İsa ve Bahar adlı iki karakterin bitmiş ilişkileri üzerine bir film. Karakterlerin iç dünyaları sürekli basit nedenlerle değişmektedir, tıpkı iklimler gibi… Hem iç dünyalarının hem de gerçek dünyanın iklimlerinde savrulan karakterlerin öyküsü yönetmenin yine o vazgeçilmez durağan plânları, son derece basit ama bir o kadar da kolay kolay bükülemeyecek bir sağlamlıkla kullandığı diliyle bizlere sunuldu. Ceylan, Koza adlı kısa metraj çalışmasıyla başlattığı sinema kariyerini Kasaba, Mayıs Sıkıntısı ve son olarak Uzak ile başarıya taşımıştı. Şimdi tüm bunların ardından gelen İklimler, kanımca yönetmenin en iyi filmi. Ceylan, yine görüntü üzerinde tüm marifetini sergilemiş, minimum diyalogla bu işin de üstesinden gelmiş, seçkin bir film yaratmış. Kimileri için “uyunası” bir film olarak algılanabilir ama İklimler, hem tekniği hem de içeriği açısından çok zengin bir işleyişe sahip. Gala gecesinde yönetmenin söylediği birkaç cümle var ki o da içimi burktu. Şöyle ifade etti Ceylan: “Böylesine dolu bir salon görmek ne güzel, ancak vizyona girdiğinde filmimin seyirci toplayabileceğini sanmıyorum.” Ne kadar da doğru cümleler kurdu yönetmen. Karamsar değildi, gerçekleri söyledi. Zaten daha önce başına gelenler de hep böyle olmamış mıydı? Uzak, Cannes’daki başarısının ardından Avrupa ülkelerinde akın akın ilgi görmüştü ama ya kendi ülkemizde? Salonlarımız dolmuş muydu? Seyredenlerin kaç tanesi katılabilmişti Ceylan’ın o muhteşem görsel şölenine? Kim neyi anlayabilmişti? Yönetmenin bu sözleri bir duygu sömürüsü değildi, sadece gerçeklerdi. Vizyona girdiğinde kaçırılmaması gerekir diyorum.

    Ödüller kimin?

    Antalya’nın ardından aktarabileceğimi son şey ise ödüllerin kimlere verildiği. Bir şekilde paylaştırıldı ödüller, haklı ya da haksız… Nasıl bir politika izlendi? Bilinmez. Ama sonuç olarak iyi ki ödüller verildi, en azından yaratan insanların bundan sonraki üretimlerine birer katkı olacak, orası kesin. Ve işte ödüller sahiplerini buldu:

    En iyi film dalında büyük ödülü Kader filmiyle Zeki Demirkubuz alırken, ikinciliği Özer Kızıltan’ın Takva’sı aldı. Takva ayrıca En İyi Erkek Oyuncu, Senaryo, Görüntü Yönetmeni, dahil olmak üzere toplam dokuz ödülün sahibi oldu. Takva’nın başrolünde seyrettiğimiz Erkan Can’ın Gemide’den sonra bir kez daha muhteşem bir performans sergileyerek ödülü hak ettiğine inanıyorum. Aldıkları ödüllere şaşıranlar da oldu. Örneğin Nuri Bilge Ceylan İklimler filmine En İyi Kurgu dalında ödül verilmesine karşı duyduğu hayreti dile getirdi. Bir başkası da Sibel Kekilli idi. Kekilli, soru dolu ifadesi ve bakışları içerisinde Eve Dönüş filmindeki rolüyle En İyi Kadın Oyuncu ödülünü aldı. Festivalde dikkati çeken bir başka film ise Cenneti Beklerken idi. Derviş Zaim’in yönetmenliğini yaptığı film En İyi Görsel Efekt dalında ödüle lâyık görüldü.

    Denizden esen ılık rüzgar eşliğinde festival sona erdi, Antalya şimdi sessiz ve sakin… Ama Antalya’da kaçırdıklarınız için endişelenmeyin, çünkü bu filmlerin bir kısmı “Filmekimi” kapsamında Emek sinemasında da gösterime girecek. Ayrıca Türk filmleri de Ekim ayından itibaren vizyonda olacak. Festivalde görmüş olsanız bile ödüllü Türk filmlerini vizyonda bir kez daha seyretmek keyifli olacak.

    (30 Eylül 2006)

    Âlâ Sivas

    Sinemamızdan Bir Yılmaz Güney Geçti

    Ayhan Işık sinemamızın kral’ı idi, 50’li yılların başında Yıldız Dergisinin açtığı bir yarışmayı kazanarak sinemaya girdi ve ikinci filmi ile star oldu. Uzun yıllar bu ünvanını korudu ve kral ünvanına lâyık görüldü; hakkıydı. Sinemamıza ikinci bir kralın gelmesi yıllar aldı. Kadın oyuncular için, Yeşilçam’ın ilerlemiş yıllarında bir kare as’dan söz edilir (Girik / Şoray / Koçyiğit / Akın) ama erkek oyuncular için, böyle bir kare as’da hiç bir zaman anlaşma olmamıştır. Kare as’ı oluşturacak isimler her zaman için dörtten fazla olunca, anlaşmaya varılamamıştır. Ama sinemamız ikinci bir kral (çirkin kral) çıkarmıştır. İkinci (çirkin) kral, Yılmaz Güney, 1959 yılında sinemamıza giriş yapmış, iki filmlik (Ala Geyik, Bu Vatanın Çocukları) başlangıçtan sonra, zorunlu bir ara verme ile sinemadan uzak kalmış, sonradan sinemaya ikinci gelişinde (İkisi de Cesurdu) krallığını ilân etmiştir. Güney’in sinemaya girişi bilinçli bir giriştir. On yaşında -biraz ileri bir yaşta, geç olarak- tanıştığı sinemaya girişi, ilk filmlerinde ulaştığı noktaya kadar bilinçli seçimlerdir. Adana’da sinemanın gösterim alanı (sinema salonları ve bahçe sinemaları) ile başlayan ilk ilişkisi, bölge dağıtım ortamında devam etmiş ve İstanbul’a taşınmıştır. İlk iki filminde, sinema heveslisi bir oyuncu adayı değil, yönetmeni (=ustası) Atıf Yılmaz’ın asistanı ve Yaşar Kemal, Halit Refiğ gibi farklı gruplardan gelen kişilerle birlikte senaryo yazım ekibi içinde yer alan bir sinema adamıdır. İstanbul’a geldiği ilk dönemde bir edebiyat dergisi (Onüç) çıkarmış ve dergide öyküler yazmıştır. Bu öykülerden biri (Üç Bilinmeyenli Eşitsizlikler Sistemi) nedeni ile hakkında dava açılır, mahkûm olur. İlk iki filminden sonra, cezasını çekmek için sinema ortamından uzaklaşır.

    Ala Geyik ve Bu Vatanın Çocukları, zamanında kendisinden söz ettirmiş filmlerdir ve sinemamız tarihinde de yerlerini almışlardır. Fakat, aradan geçen zaman, dönüşünde Güney’in pek de kabûl görmesine mani olur. O, cezaevinde yazdığı Boynu Bükük Öldüler romanı ile dönmüştür, ama gönlünde sinema yatmaktadır. Giderek yerleşen Yeşilçam’da oluşan majör yapımevlerinden rağbet görmeyince, küçük bütçeli firmalara yönelir. Senaryosunu da yazdığı İkisi de Cesurdu, gerçi bir western olan The Gunfighter (1950) uyarlamasıdır, ama Güney filme oyuncu olarak damgasını vurur. Eleştirmenlerin ilgisini çekmeyen film, Anadolu’da kabûl görür. Hemen arkasından çok serbest bir Suç ve Ceza uyarlaması gelir: Her Gün Ölmektense. Yine senaryoyu da yazan Güney, kendi kontrolündeki oyunculuğu ile seyircisiyle bağlantısını kurar. Bu bağlantı benzer konulu filmlerin birbirini izlemesi ile tekrarlara düşme pahasına Güney’i star = Kral olmanın ötesine taşır, yıllar içinde mitoslaşmasına neden olur.

    Güney’in kral Işık’dan farkı, mitoslaşmasıdır, bu olgu Işık’da gerçekleşmez. Güney’i Işık’tan ayıran bu fark, Güney’in aynı zamanda toplumsal bir olay olmasına neden olur. Oynadığı filmlerin senaryolarını çoğunlukla kendi yazmasının yanında zaman zaman, filmlerin bazı sahnelerini çeker. Bu bir hevesin giderilmesi değil, başlangıçtan beri düşünülen yönetmenliğe alıştırmadır.

    Seyircinin İkisi de Cesurdu’da kabûl ettiği Güney giderek, majör firmaların dikkatini çeker, her zaman ustam diye sözünü ettiği Atıf Yılmaz ile -tekrar- ve Lütfi Akad gibi yönetmenlerle filmler çekmesine neden olur. Bu ilişkilerin ileri aşamasında Akad ile çektiği Kurbanlık Katil filminin ilk yirmi dakikasında, sinemada yıllarca çalışarak kurduğu mitos’u yıkarcasına çizdiği alkolik portresi, aynı filmde daha sonra yaptığı mitosa dönüşü seyircisine verilmiş bir ödündür. Mitos’a tekrar değinmişken, sinemamızın mitos olmuş tek oyuncusu Güney değildir. Sinema başlangıcı Güney öncesinde olan Hüseyin Peyda’nın ilk filmlerinde yarattığı Abdo Bey kimliği ile, en azından Güneydoğu Anadolu bölgesinde mitoslaştığı unutulmamalıdır. Peyda’nın bu filmi de (Mezarımı Taştan Oyun) mitoslaşmıştır. Kadın oyunculardan yukarıda söz ettiğimiz kare as’ın as’larından Türkan Şoray mitoslaşmayı, starlığı ile birleştirmiştir. Yalnız ilginçtir, sinemamızın iki mitosu olarak belirttiğimiz, Şoray ve Güney ayrı ayrı, zamanlarının bütün karşı cinsteki oyuncuları (starları) ile oynamalarına rağmen hiçbir filmde karşılıklı oynamamışlardır. Türkan Şoray Cemo filminde geçirdiği kazadan sonra setlere dönmeye hazırlandığı Dönüş filminde, yönetmenlik de yapacağı belirlendikten sonra bir çok tepki alır, özellikle sinema çevreleri Şoray’ın altından kalkamayacağı bir işe girdiğini söylerler. O zaman cezaevinde olan Güney, Şoray’a vizör’ünü yollayarak, başaracağından emin olduğunu belirtir.

    Güney oyuncuktan yönetmenliğe geçen birçok oyuncu gibi, film çeken oyuncu olarak kalmamış, yönetmenlik sıfatını yurt içinde ve dışında herkese kabûl ettirmiştir. Ve bu hak edilmiş bir olgudur. Lümpenliği, zaman içinde ön plâna çıkan politik tavrı, yazarlığı, sinemada oyunculuğu bir yana, yönetmen olarak -belki istediği bir çok filmi yapamamasına rağmen- sinemamızın -belki yeteri kadar gelişmemiş- en kendine has özellikler gösteren kişilerinden (oyuncu – senaryo yazarı – yönetmen) biridir. Yeşilçam düzeninin tüm hükümranlığı ile devam ettiği günlerde, filmlerinin arasına sıkıştırdığı bölümlerle halis sinema örnekleri vermiştir.

    Sinemamızın dönüm ve zirve noktalarından biri olan Umut, bugünün seyircisi için belki ilginç olmayabilir. Hikâyesinin iki ayrı yapı göstermesi (ilk faytoncu esnafının ve özellikle Cabbar’ın ve ailesinin tanıtıldığı bölümden, define arama sürecine geçişte gösterdiği değişim…) yanında bazı karşılaştırmalı dramatik bölümlerin arasında kimi sahneler, basımı yapılan senaryosunda bir cümle ile anlatılan, fakat filmde epeyce yer tutan kimi bölümleri ile, pırıl pırıl sinema sololarıdır. İstasyona kömür toplamak için gönderilen çocukların raylardaki boş vagonlar arasında oyun oynamaları sahnesi gibi, bir arabanın çarpması sonucu ölen faytonunun tek atını bozkıra terk etmek için götürülme sahnesi gibi…

    Anlatılan dramatik ve sınıfsal öykünün arasına giren bu gibi sahneler ki, bunlar senaryo da nerede ise yazılmayan sahnelerdir, Güney’in doğaçlama sinemacığını gün yüzüne çıkarır. Burada biraz ileri sıçrayarak Baba filmine gelirsek, filmin başına, Adana’da gelenden çok daha önemli bir şeyin olduğunu belirtmek isteriz. Bilenler bilir, bilmeyenler için söylersek; Baba filmine 4. Adana Altın Koza Film Festivali’nde En İyi Film Ödülü (Altın Koza) ve Yılmaz Güney’e En İyi Erkek Oyuncu ödülü verilir, ödüller açıklanır ve dağıtılır. Son anda olanlar olur ve Adana’yı terk etmek üzere olan havaalanındaki jüri geri çağırılarak, Baba’nın festival dışı bırakıldığı, bu nedenle yeni bir değerlendirme yapılması gerektiği bildirilir ve jüri üyeleri, daha önce seyretmiş oldukları filmleri Baba’sız tekrar değerlendirirler. Böyle bir olay geçmiş herhangi bir yarışmada yaşanmış mıdır ve gelecek herhangi bir yarışmada yaşanabilir mi? Düşünmek gerek.

    Yeniden yapılan değerlendirme sonucunda Yılmaz Duru’nun Kara Doğan filmi ikincilikten birinciliğe çıkar ve En İyi Erkek Oyuncu ödülü de, -gerçekten sinema yaşamının en iyi rollerinden birini oynayan- Yaralı Kurt’taki (Ö. L. Akad) rolü için Cüneyt Arkın’a verilir. Ama bana göre, başına böyle bir iş gelen Baba’nın ve asıl Yılmaz Güney’in gerçek talihsizliği film çekilirken yaşanır. Baba bitmiş hali ile temposu giderek düşen bir dramdır. Almanya’ya gitme uğraşı içindeki Cemal, dişlerindeki çürük yüzünden elemeyi geçemez, oysa ne hayalleri vardır. Bu arada yalısında bekçilik yaptığı patronunun oğlu bir adam vurur, Almanya’dan kazanmayı umduğu para karşılığı Cemal’den suçu üstlenmesini isterler. (Birinci bölüm biter) İkinci bölümde Cemal cezaevindedir, aile giderek dağılır, yerine cezaevine girdiği patronunun oğlu karısına tecavüz edince kadın kundaktaki bebeğini cami kapısına bırakıp kayıplara karışır… Üçüncü bölümde cezaevinden çıkan Cemal intikam peşine düşer (mitos’un zincirleri serbest bırakılır) kızını hem de kendisine sunulan bir fahişe olarak bulur, tövbe ettirir, kırklattırır. Oğlu ise yerine hapis yattığı adamın fedaisidir ve ikisi de birbirlerini, vururken tanırlar… Görüldüğü gibi üç bölümlük film fireni boşalmış bir araba gibidir, hep aşağı çeker… Ama Güney böyle mi düşünmüştür Baba’yı. (!) Güney’in yapmak istediği, patronunun oğlunun cinayetini üstlenen Cemal’in onlardan bir isteği olur, kendisine bir gün süre ve biraz para vermelerini ister. O gün karısını ve çocuklarını gezdirecek ve -hiç değilse bir gün- onları yaşatacaktır, lunaparka gideceklerdir, lokantada (aş evinde?) yemek yiyeceklerdir… Cemal, karısı ve çocukları için ne programları yapabilir ve bunların ne kadarını nasıl gerçekleştirebilir?

    Umut’da istasyonda kömür toplarken oyuna dalan çocuklar gibi, Cemal ve ekibinin ne yapacağı -ve Güney’in bunlar olurken nerelere ne göndermeler yapacağı- hiç belli olmaz (dı). Güney bunu yapamamıştır, yapımcı baskısı ile Baba giderek tekleyen ve dramatikliğini yitiren bir yapıya bürünür. (Ama geleyim işin farklı bir boyutuna: Ben Baba filmini Samsun’da Kent sinemasında seyrettim, (şimdi yok). Arkamdaki sırada baştan sona doktor, eczacı ve dişçilerden oluşan yedek subay öğrencileri oturuyordu. Sıra Baba filminin üçüncü bölümüne gelince arkadaki sırada bir hareket oldu ve kulağımla duydum, biri yanındakine şöyle dedi: Film şimdi başlıyor. (Yapımcı İrfan Ünal haklı mı yoksa?) Güney, İkisi de Cesurdu’da başladığı mitos yürüyüşünü zirveye ulaştıktan sonra, kendi yaptığı filmlerle yıkmaya çalıştı ise de, o filmleri yapabilmek için yaptığı filmlerde de devam ettirmiştir. Bu çelişki, özel yaşamının zikzaklarında da görülür, bu zikzaklardan biri Arkadaş’tan sonra çekmeye başladığı Endişe’yi bitirememesine neden olur. Fakat kendisinin çektiği ve Endişe’nin açılış bölümünde kullanılan, Çukurova’ya pamuk işçisi taşıyan kamyonların sesleri ve görüntüleri arasında Adana’ya gelen yollar üzerindeki sonu SA ile biten Sabancı kuruluşlarının isim levhalarına yapılan zoomlar, şehir girişinde bulunan levhadaki Adana yazısı üzerine tebeşirle yazılmış AdaSA yazısına yapılan zoom’la doruğa ulaşır. Ancak, sinemanın görsel gücü ile anlatılabilecek bu sahneler Güney’in senaryosunu yazmakla kaldığı Endişe’ye sinemasal (görsel) katkısıdır.

    Güney’in sinemasının enteresan noktaları vardır, mitosun gereği yapılan filmlerdeki tavrı diğer filmlerde değişir, öncelikle mitosu yıkma değilse de yıkma çabaları yanında, sinemanın vazgeçemediği bir kısım kullanımlarını kendince yeniden üreterek kullanır. Sinemamız üzerine yazılmış kitaplarda değinilmemiş, özel olarak seks konusunu işleyenlere de girmemiş, ama girmemesi de normal olan bazı Güney sahneleri özellikle ilginçtir. Mitosu oluşturan filmlerde seksi genel kullanım biçiminde kullanan Güney, yeri gelir Umut’da, define peşine düşecek Cabbar’ın karısını (Gülsen Alnıaçık), “gidince yapacakları hakkında talimat ve para verdikten” sonra -çocuklar da aynı odada yatarlar- yorganın altına çağırır, kadın çocukları işaret ederse de, yorganı üstlerine kapatır. Evlidirler dört – beş çocukları vardır… Seks yahut erotiklik öncelikle çıplaklığı gerekli kılmaz… Acı’da ise, gözleri kör edilen Ali, intikamını almak için sese duyarlığını artırmak isteği ile eğitim yapar ve giderek duyarlılığını geliştirirken kendisine yardım eden Zelha (Fatma Girik), ıslanmış ve vücuduna yapışmış gömlekli hali ile kendisini görmeyen Ali’yi elindeki çan’ı çalarak boyunu aşan sazların arasına çağırır ve peşi peşine sazların arasına girerler… Bir çok filmimizde, dudakları birleşen sevgililerin görüntüsü üzerinden, bir pan ile uzaklaşan kamera -çoğunlukla da yanmakta olan ve bindirme ile sönen- ateş görüntüsüne geçer. Ateş söner… Umut’da ve Acı’daki ateş hâlâ sönmedi… Yıllar sonra Fransa’da çektiği Le Mur (Duvar) da ise, hiçde erotik olmayan (ve pornolaşmayan) bir şekilde, bir doğumu tüm ayrıntılarını ve doğum yapan kadının cinselliğini -yakın plânda- çekecektir.

    Oyunculuğu ile başlayan senaryo yazarlığı, oynamadığı bir kaç filmde de gerçekleşir, mitoslaşma sürecinde bir çok filminin senaryosunu da kendi yazmıştır. Ama yazarlığı daha öncelerde, öykü yazarlığı ile başlar. Bir öyküsü nedeni ile hüküm giyip ceza evine girince romana yönelir, ilk basımında yarısı basılan roman dikkat çekmez (birinci cilt olarak kalır ve ikinci cildi basılmaz). Sonradan tamamı basılan Boynu Bükük Öldüler, verilen ilk Orhan Kemal Roman Ödülünü kazanır. Yakınlarda yaşamına veda eden oyuncu Tuncer Necmioğlu bir çok filmde karşılıklı oynadığı Güney’e verilmiş bir sözünü, sekiz yıldır üzerinde çalıştığı senaryoyu 2010 yılından önce Boynu Bükükler adı ile hayata geçirerek gerçekleştirmek istediğini söylemesine rağmen, ne yazık ki ömrü vefa etmemiştir. Bu belkide her ikisine bir vefa borcumuzdur. Güzel ve oldukça sinemasal olan Boynu Bükük Öldüler romanı bugüne kadar sinemaya uyarlanmamıştır (!) Son cezaevi günlerinde ise yazdığı ve yönetmenini belirlediği İzin (Temel Gürsu) ve Bir Gün Mutlaka (Bilge Olgaç) ile önce dikkat çekmeyen filmler yaptıran Güney, Zeki Ökten (Sürü, Düşman) ve Şerif Gören’e (Yol) yaptırdığı filmlerle sinemada var olduğu yine göstermiştir.

    Ustası Atıf Yılmaz ile yaptığı Zeyno filminde, Hülya Koçyiğit ile karşılıklı oynadıkları (halay çektikleri) bir sahnede, bir omuz çekim sırasında Güney, anlık bir sürede, dudakları ile bir hareket yapar. Bunun Atıf Yılmaz tarafından istenilmiş olduğunu -kesin bilmem mümkün değil ama- zannetmiyorum. Bu hareket Güney’in oyuncu olarak sahneye değil, filme bir katkısıdır.

    Cemil’in (Arkadaş) finâlde kendisini vurup vurmadığı hiç önemli değil, ama Onüç Dergisi döneminde yazdığı öykülerinden birinde; “öldüğünde” beyazlara sarılan ve bir sandığa konulan sonra da siyah bir arabaya bindirilen ve böylece Beşiktaş’lı olan kişi, aslında Fenerbahçe’li olduğunu söyler. Takım tutmak bir yana, bu yaşamı seçmek değil midir?

    (25 Eylül 2006)

    Orhan Ünser

    *****

    Yaba Edebiyat Dergisi, Sayı: 41 – 42, Eylül – Ekim 2006, Sayfa: 38 – 40, Yılmaz Güney Dosyası’ndan.

    İlk Düşünüldüğü Noktadan, Farklı Nedenlerle, Farklı Noktalara Varan İki Film: “Zavallılar” (Yılmaz Güney – 1972 / Atıf Yılmaz – 1974) ve “Baba” (Yılmaz Güney – 1971)

    Bazı kişilerin ilişkileri ilginçlikler gösterir. Sinemamızın iki ünlü yönetmeni, Atıf Yılmaz ve Yılmaz Güney’in ilişkileri de böylesi bir ilişkidir. Yılmaz Güney, Atıf Yılmaz’dan her zaman ustam diye söz etmiştir. Bunda haklıdırda, bir “sinema tutkunu” olarak İstanbul’a gelen Güney, ilk sinema çalışmalarına Atıf Yılmaz’ın yanında başlamıştır. Bu çalışmaların ilk bölümünde üç film yer valır. 1959 yılında çekilen Alageyik, Bu Vatanın Çocukları ve Karacaoğlan’ın Kara Sevdası filmlerinde, Güney, Yılmaz’a asistanlık yaptığı gibi, Atıf Yılmaz’ın yanında, Yaşar Kemal ve Halit Refiğ ile birlikte senaryo yazımına da katılmış, ayrıca ilk iki filmde de başrolü oynamıştır. -Bu Vatanın Çocukları iki çocuk kahraman üzerine kurulu olsa da- Güney, Yılmaz ile bundan sonraki çalışmasını 1961 yılında Dolandırıcılar Şahı, Tatlı Bela ve Seni Kaybedersem filmlerinde yapar. Asistanlığın yanında ilk iki filmde bu kez küçük rollerde oynar, üçüncü filmde ise yalnızca asistanlık yapar. Güney’in Yılmaz ile üçüncü dönemi yalnızca oyunculuk alanında kalır, Güney artık bir star (Çirkin Kral) olmuştur. Balatlı Arif (1967) ve Zeyno (1970) filmlerinde yönetmen – oyuncu ilişkisi devam eder.

    1972 yılına gelindiğinde Güney kendi yazdığı senaryodan Zavallılar filmini çekmeye başlar, başrolünüde -iki kader arkadaşı ile birlikte- kendisi oynamaktadır. Fakat film tamamlanamaz, Güney’in tutuklanması nedeni ile film yarım kalır. Yarım kalan filmin tamamlanması fikri ile 1974’de yeniden ele alınması ile ortaya garip bir durum çıkar, filmde Güney’in oynadığı rol nasıl çözümlenecektir, öykü onun üzerine kuruludur. Bu durumda öykünün yeniden yazılması gerekmektedir. Öykünün yeniden yazılması görevi, filmin tamamlanmasını da üstlenen Atıf Yılmaz’a verilir. Yılmaz filmdeki üç arkadaşın, neden ceza evine girdiklerini anlatan üç geri dönüşle, olayı çözümler ve filmde bu şekilde tamamlanır. Geri dönüşlerde üç arkadaştan ikisini yine, Güney’in anlattığı bölümlerdeki gibi Yıldırım Önal ve Güven Şengil oynar. Yılmaz Güney‘in oynama olasılığı olmadığı için gençliğinin ileri yaşlarını akrabalarından Göktürk Demirezen, -hem de Güney’in oynadığı bölümlerle çelişmeyecek bir bütünlük içinde- oynarken, daha erken yaşlarını Mehmet Şahiner oynar.

    Yılmaz, 1959’da senaryo çalışmalarına kattığı, çekim sırasında kendisine asistanlık yaptırdığı ve sinemaya -fiilen başladığı- ilk günlerde başrol oynattığı çırağı Güney’in yarım kalan bir filmini, hem senaryosunu zorunlu nedenlerle yeniden yazarak, hemde iki eski oyuncunun yanında hiç sinema deneyimi olmayan akrabası bir genci oynatarak tamamlayıp, usta – çırak ilişkisini iki usta ilişkisine çevirerek, sinema tarihinde pek rastlanılmayacak bir beraberliği gerçekleştirmiştir. Ayrıca görsel bir sanat olan sinemada, Güney ile birlikte çalışan Gani Turanlı’dan iki yıl sonra Kenan Ormanlar’ın Yılmaz ile birlikte çalışmasında görsel hiç bir kopukluk olmadan bütünlüğe ulaşılması da, dikkat çekicidir. Yıldırım Önal ve Güven Şengil de, Güney’in çektiği bölümlerden yıllar sonra aynı kişilikleri, Yılmaz yönetiminde -daha genç halleri ile- tekrar oynarken filmin/filmlerin bütünlüğünü aksatmamaktadırlar.

    Güney’in 1972’de yarım kalan ve Yılmaz tarafından 1974’de tamamlanan, bu arada senaryosu yeniden yazılmak durumunda kalınan Zavallılar filmi ne anlatmak durumunda iken ne anlatır duruma gelmiştir. Seyirci karşısına çıkan Zavallılar’da cezaevinde yatan ve tahliye edilmek üzere olan üç gariban arkadaş bir yolunu bulup cezaevinde kalmayı, hiç değilse kışı içerde geçirmeyi düşünürler, ama düşünceleri gerçekleşmez. Gidecekleri hiç bir yer yoktur, soğuktur ve açtırlar. Bir parkta oturup geçmişlerini düşünürler, nasıl suça itilip cezaevine düşmüşlerdir. Arap (Güven Şengil) ve Hacı (Yıldırım Önal) işledikleri suça nasıl sürüklenmişlerdir. Abuzer (Yılmaz Güney) ise küçük yaşlardan beri bir kaç kez cezaevine girip çıkmıştır. Geri dönüşlerle verilen olayları hatılarlar ve her şeyi göze alıp, zemin kattaki bir aşevine girip karınlarını doyururlar. Arap ve Hacı, tuvalette gidip, kaçma kararı alırlar ve Abuzer’i yalnız bırakıp kaçarlar. Karakola götürülen Abuzer bir süre sonra serbest bırakılır, tam o sırada karakolda yabancı uyruklu bir kadın vardır, oturma süresi dolmuş ve sınır dışı edilecektir. Bir Türkle evlenerek ülkede kalabileceği belirtilir. Karakoldan çıkan Abuzer, yabancı uyruklu kadının arabasından çağrılması üzerine kaçmaya başlar ve kaçışı sırasında, görüntü donar (SON).

    Güney’in göründüğü sahneleri doğal olarak Güney çekmiştir, filme çok uyan bir yerleşim gösteren sahneleri ise ustası Atıf Yılmaz’ın elinden çıkmadır ama geri dönüşler (Yılmaz’ın yazdıkları) olmasa idi, film nasıl olacaktı? Geri dönüş sahneleri olmayınca, film başladığı şekilde açılacak, yine içerde kalmak istemelerine rağmen Abuzer, Hacı ve Arap’ın -soğukta gidecekleri yerleri olmadan ve aç bir şekilde- cezaevi kapısına konulması ile gelişecekti. Yine parka gidip oturacaklar ve -geçmişlerini pek de hatırlamadan- aşevine gidecekler ve yine Abuzer, Arap ve Hacı tarafından terk edilecekti. Karakola götürülen Abuzer, burada ülkede bulunan ve oturma izni bittiği için yurt dışına çıkarılacak olan bir yabancı uyruklu kadınla karşılaşacak ve kadının aşevinin parasını ödemesi ile kurtulacak, salınınca dışarda yalnız başına giderken, -bedelini ödeyen- yabancı uyruklu kadın tarafından arabasına çağrılacak (Güney’in çektikleri burada bitiyor veya buraya kadar kullanılmış) ve Abuzer’in bundan sonra şansı dönecektir. Yabancı uyruklu kadınla evlenmesi karşılığında artık zengindir. Abuzer evlendikten ve o güne kadar hayalini bile kuramadığı şeylere kavuştuktan sonra, eski günlerdeki arkadaşlarını aramaya çıkar. Arkadaşlarını bulur da. Fakat onları bulması, yaşamını yitirmesine neden olur, arkadaşları tarafından öldürülür.

    Zavallılar filminin senaryosu yayınlanmıştır, fakat yayınlanan senaryonun finalinde, karakoldan çıkan Abuzer, bir polis ekibinin dikkatini çeker ve suç işlemeye yatkın bir tip olması nedenle “durması” söylenir, polisten ürkerek kaçmaya başlar ve kaçışı sırasında, film biter. Filmde ise, karakoldan çıkan Abuzer, biraz önce karakoldaki yabancı uyruklu kadının arabasından çağrılır, yine ürkek ve kaçarken görüntü donar…

    “Zavallılar’ın benim filmografim içindeki yeri, bir dostun, bir küçük kardeşin yarım kalmış işini, bütün namusumuzla tamamlama çabasından ibarettir.” (Atıf Yılmaz)

    *****

    Baba, bilinen ödül olayı ile hatırlanabilecek bir film. 1972 – 4. Adana Altın Koza Film Festivali’nde birinci olarak ödül kazanan filmin yanında, Yılmaz Güney de en başarılı erkek oyuncu seçilir. Ödüllerin açıklanmasından ve dağıtılmasından sonra, Festival Komitesi’nce bir açıklama yapılarak, “Baba’nın yarışma dışı bırakıldığı ve verilen ödülün geri alınacağı, yeni bir değerlendirme yapılması gerektiği” açıklanır. Jüri heyeti havaalanından geri çağrılır ve filmler yeniden değerlendirilir. Baba hesaba katılmayınca 2. olan Karadoğan (Yılmaz Duru) En İyi Film, 3. olan Yaralı Kurt (Lütfi Akad) 2. olurken, daha önce değerlendirmede olamayan Irmak (Lütfi Akad) 3. film olarak belirlenir. En İyi Erkek Oyuncu ödülü ise Yaralı Kurt’taki oyunu nedeni ile Cüneyt Arkın’a verilir.

    Uzaktan bakınca (üzerinden 34 yıl geçmiş) tarihsel bir olay gibi görülüyor, gerçekten de öyledir. Acaba dünya sinema tarihinde bir örneği daha var mı? Ama Baba’ya bizim yaklaşmamızı gerektiren bu olay değildir.

    Zavallılar’da film düşünüldüğü biçimden tamamen farklı bir biçimde seyirci karşısına çıkmış, çıkmak zorunda kalmıştı. Baba’da aynı olay tamamen farklı bir biçimde yaşanır. Daha önce başka yazılarda da ele aldığım Baba’nın çekim aşamasındaki olay, ulaştığı son biçim bakımından Zavallılar’a benzerlik gösterdiği nedenle bu yazıda da tekrar ele alınıyor.

    Temel Gürsu, 1982’de Nasıl İsyan Etmem (Yılmaz Güney’in rolünü İbrahim Tatlıses oynuyor) adı ile Baba’nın bir re-make’ini yapacaktır, çünkü konu Yeşilçam dramatik mantığı içinde gelişen tüm şablonlara uygun bir konudur.

    Cemal (Yılmaz Güney) müştemilâtında kaldığı bir yalının bekçiliğini yapar, Almanya’ya gitme hayalleri kurar ve bunu gerçekleştirme gayreti içindedir. Fakat dişlerinin sağlıksız olması nedeni ile Alman doktorun elemesini geçemez, hayalleri yıkılır. Orada çalışacak, para kazanarak dönüp ailesini daha iyi koşullarda yaşatacaktır. Filmin bu giriş bölümüne Bekir Yıldız’ın Üç Yoldaş öyküsü kaynaklık eder. Öykü, Almanya düşünün bitmesi ile biter, ama Cemal’in önünde yeni kapılar açılacaktır. Cemal’in patronunun oğlu bir adam vurur. Aile zengin, oğullarını kurtarma yolları ararlar ve suçu üstlenebilecek biri aranırken Cemal akıllarına gelir ve teklifi yaparlar. Ailesine bakılacak, savunması yapılacak, cezası sonunda da Almanya’da kazanmayı umduğu paradan daha fazlası verilecektir. Baba filmi bu noktaya kadar gelir.

    Dorsay, “film, Cemal’in hapse girmesi ile bitmeliydi (bitiyor)” diyor. Dorsay’ın (çekilen) film için dediği doğru, ama o hali ile film sinemamız koşulları için bile üçte birlik bir film olurdu. Film Yeşilçam’ın tüm kalıplarına oturarak üçte ikilik bölümünü tamamlayarak ve intikamlar alınarak bitiyor. Aslında Güney’in düşündüğü Baba bu değildir. Cemal kendisine yapılan teklif üzerine, iki gün süre ister. O iki gün içinde çocuklarını gezdirecektir, hiç görmedikleri yerlere götürecek, bazı şeyleri gösterecektir. Bisikletler, pastalar, parklar, oyuncaklar… İki günün sonunda uyanan çocuklar önce oyuncaklarına koşacak, sonra babalarının yokluğunu fark edeceklerdir, sorduklarında ise “Almanya’ya gitti” yanıtını alacaklardır; oysa cezaevine gitmiş, (polise giderek teslim olmuş) olacaktır.

    Filmde kız – erkek iki kardeşin daracık bahçede okula gitmeden önce bir tavuğu kovalama sahnesi vardır, tavuk kaçar, sıkışmış bir alandadır, sonra çocuklar ağlarlar… Aradım, yayınlanan senaryoda -bulabildiğim kadarı ile- sadece çocukların ağlaması yer alıyor. Umut’da da istasyona kömür toplamaya giden çocuklar vagonlar ve raylar arasında oynarlar. Bunlar, detayları senaryoda yer almayan benzeri sahneler, Baba’daki çocuklar da Güney’in gözlemci kamerasının doğal kişileri olarak, doğaçlama sinemanın örneklerini verirler. Güney’in sinemasındaki -ilk bakışta görünmeyebilen- bu özellik, eğer çekilebilseydi, Baba’nın ikinci yarısında doğaçlama sinema yapma olanağını verecek ve çocuklarla iki günlük gezinti sahnelerinde, hiç bilmedikleri yerlere giderken, bisikletler, pastalar, oyuncaklar alınırken, parklarda eğlenirken, yeni açılımlara ulaşacak ve bütünleştiriciliği ile çeşitli göndermeler yapma olanağı bulacaktı.

    Baba’nın bitmiş hali yapımcı tarafından istenilmiş ve o şekilde biçimlenmiştir, temposu giderek düşen bir melodram olarak, Yeşilçam’ın öngördüğü tüm kalıplara oturur, oysa düşünülen hali ile kalıplar hayli zorlanmış olacaktı. Buna Çirkin Kral Yılmaz Güney’in bile gücü yetmemiştir.

    Dorsay, Baba’nın bitmesi gerektiğini belirttiği yere kadarki bölümü için “Türk sinemasında şimdiye dek ulaşılmış en iyi sinemasal anlatım” ifadesini kullanıyor. Eğer yapılabilse idi, Cemal’in çocukları ile iki günlük gezisi, psikolojik yapı bakımından tamamen farklı yapı gösteren bir bölüm olacak, belki ilk bölüm ile gösterdiği yapısal farklılık tempoyuda etkileyecekti, fakat ilk bölümün sinemasal anlatımı, ikinci bölümün farklılığı içinde yeniden üretilebilir, temposu farklı, fakat sinemasallığı bütünleşmiş bir film olacaktı, olmadı.

    Çıkış noktalarından sonra varmak istedikleri noktalardan uzaklaşarak tamamen farklı noktalara varan filmler yalnız bunlar değil tabii, fakat farklılaşmalarının gösterdiği ilginçlik, ikisini bir arada ele almamıza neden oldu. Filmleri incelemek değil, “farklı”laşmalarını göstermek istedik, tamamen farklı nedenlerle de olsa.

    (30 Ağustos 2006)

    Orhan Ünser

    *****

    Kaynaklar:
    Zavallılar, Yılmaz Güney – Atıf Yılmaz, Senaryo, Güney Filmcilik Sanayi ve Ticaret A. Ş. Senaryo Dizisi: 7 – 1976.
    Baba, Yılmaz Güney, Senaryo, Güney Filmcilik Sanayi ve Ticaret A. Ş. Senaryo Dizisi: 8 – 1976.
    Neden Yılmaz Güney, Agâh Özgüç, Göl Yayınları – 1975.
    Yedinci Sanat Aylık Sinema Dergisi, 18 – 19 ve 21 sayılar – 1974 / 1975.

    Ayrılık

    Uzun ve yorucu geçen bir günün ardından bir çift eve yorgunluktan tükenmiş halde dönerse ne olur? Rutin hayatın getirdiği sıkıntılar başladığında neler hissedilir? İlişkinin ilk döneminde birbirlerinde sevimli buldukları küçük şeyleri sinir bozucu görmeye başladıklarında ne olur?
    Bu hafta sinema salonlarımızda vizyona giren The Break – Up (Ayrılık) bu soruların yanıtlarıyla seyirciyi başbaşa bırakıyor.

    Tamam mı devam mı?

    Yönetmenliğini Bring It On ve Down With Love filmlerinden tanıdığımız Peyton Reed’in yaptığı ve yapımcılığını Scott Stuber ile birlikte Vince Vaughn’un üstlendikleri Ayrılık, alışılmış Hollywood romantik komedilerinin tersine bir formül izleyerek, esas oğlanla esas kızın nasıl ve nerde mutlu sona ulaşacaklarını değil de, bir ilişkinin bitme sürecini başlangıcından sonuna dek gözler önüne seriyor.
    Filmin başkarakterlerinden Gary, Chicago’da iki katlı bir turist otobüsünde rehberlik yapmaktadır. Sıradan bir Amerikalı erkek profili çizen karakter, pozitif ve iyi huylu olmasına karşın evindeyken bir o kadar bencil ve umarsız davranabilmektedir. Eşi Brooke ise onun tam tersine disiplinli ve titiz bir yaklaşım izler. İki yıllık beraberliklerinin ardından Gary ve Brooke çiftinin ilişkileri çıkmaza sürüklenmiştir ve artık onların paylaşabileceği bir şey kalmamıştır. Nitekim her ikisi de oturdukları evden çıkmayı inatla reddedince işler daha da çıkmaza girer. Evde yaşanan kavgalar kimi zaman komik görünse de bir o kadar da trajiktir aslında. Yakın aile dostları ve arkadaşlarının iyi niyetli tavsiyelerine kulak veren Gary ve Brooke, ne yazık ki birbirlerinden gitgide uzaklaşırlar.

    Başrollerde Vince Vaughn ve Jennifer Aniston

    Filmin en olumlu yanı kuşkusuz ki Vince Vaughn ve Jennifer Aniston gibi iki ismi kamera karşısında biraraya getirmesi. Gary ve Brooke çiftini canlandıran iki oyuncunun çoğu zaman doğaçlamalara dayalı teknikleri ise özellikle şiddetli tartışma sahnelerinde seyirciyi alabildiğine sürüklüyor ve gerçeğe yakın sahnelerle yüzleştiriyor. Film, yapımcı ve başrol oyuncusu Vince Vaughn’un bir “anti-romantik komedi” yapma fikrinden doğmuş. Vaughn’un ilişkilerin zor ve keyifli yanlarının da anlatılabileceğine dair inancını yönetmen Peyton Reed şu sözlerle destekliyor: “Romantik komedi tarzı filmler o kadar uzun zamandır var ki, insanlar farklı şekillerde anlatmaya çalışıyorlar. Bu senaryoda bana cazip gelen ise, bir aşkın çiçek açmasını değil, ölmesini izlemek oldu. Romantizme kıyasla ayrılık olgusunun daha evrensel bir olgu olduğunu, izleyicinin daha kolay tepki verdiğini düşünüyorum.”
    Filmde izlenmeye değer bir unsur da Chicago kentinden manzaralar. Chicago, özellikle bu film için seçilmiş bir mekân ve hâttâ film, Vaughn’un doğup büyüdüğü bu kente yazdığı bir aşk mektubu niteliğinde.

    Taraf tutmaya çalışmayın!

    Filmin büyük bir çoğunluğunu kapsayan Gary ve Brooke çiftinin çatıştığı sahneler bir süre sonra her ne kadar monotonluğa düşüyormuş gibi gözükse de ve filmin ritmini yavaşlatsa da Ayrılık, ilişkiler ve sevgi üzerine düşünmenizi sağlayacak bir film. Bunun yanı sıra film boyunca taraf tutmaya çalışmayın, çünkü film kesinlikle kadının ya da erkeğin tarafında değil. Gerçek problemler yaşayan ve artık iletişim kuramayan iki insanın traji – komik durumlarını eşit biçimde sergiliyor.
    Ayrılık, çoğumuzun yaşadığı veya yaşayacağı ilişkilerden kesitler sunan, kendinizden parçalar bulabileceğiniz bir yapım.

    (14 Ağustos 2006)

    Âlâ Sivas