Kategori arşivi: Yazılar

Perdeyi Kana Boyayan Çocuklar

Histeri (The Children)
Yönetmen-Senaryo: Tom Shankland
Hikaye: Paul Andrew Williams
Müzik: Stephen Hilton
Görüntü: Nanu Segal
Oyuncular: Eva Birthistle (Elaine), Stephen Campbell Moore (Jonah), Jeremy Sheffield (Robbie), Rachel Shelley (Chloe), Hannah Tointon (Casey), Raffiella Brooks (Leah), Jake Hathaway (Nicky), William Howes (Paulie), Eva Sayer (Miranda)
Yapım: İngiltere (2008)

“WΔZ” adlı irkiltici kanlı korku ve şiddet filmiyle hatırlanan İngiliz yönetmen Tom Shankland’ın “Histeri” filmi, bir Noel tatilinde çocukların saçtığı şiddeki anlatıyor. Yer yer insanı irkilten yönetmen, acaba alt metniyle bu filminde ne demek istiyordu?

İngiliz yönetmen Tom Shankland, ilk filmi 2007 yapımı “WΔZ-WAZ” adlı korku-gerilim filmiyle hatırlanıyor. Yönetmenin, “The Children-Histeri” adlı çocuk şiddetini öne çıkaran bu filmi gerçekten çarpıcı ve kanlı-korku sinemasında iyi bir yerde. Noel tatilinde bir dağ evinde çocuklar cinnet geçirip ebeveynlerini vahşi biçimde öldürüyorlar. Her şey Miranda’yla başlıyor ve sonra diğer çocuklara sıçrıyor bu. Miranda, mistik bir güçle diğer çocukları etkiliyor ve her şeyi denetliyor sanki. Aslında her şey iyi başlıyor. Mutluluk ve sıcaklık, karların üzerinde sıcaklık saçıyor. Eva ve ailesi, Eva’nın kız kardeşi Chleo’nun dağdaki evlerine geliyorlar mutlu bir Noel geçirmek için. Jonah, küçük kızı Miranda’ya Çince öğretiyor. Çin ilâçları da kullanıyor. Filmi seyrederken, Miranda’daki tuhaflıklar Çin ilâçlarından mı, diye düşünmeye başlıyorsunuz. Miranda, neredeyse mistik yüklü bir kız çocuğu gibi. Miranda’daki şiddet virüsü sadece çocuklara bulaşıyor. Çocuklar, tuhaf biçimde ebeveynlerini öldürmeye başlıyorlar bilinçdışı bir şiddetle. Film, görünürdeki mutlu aile yansımalarıyla alttan alta sorunları da duyuruyor. Jonah, şimdi bir genç kız olan Casey’le bir türlü iletişim kuramamış. Miranda, üvey ablası Casey’i pek sevmiyor. Chleo’nun kocası Robbie, Casey’ye ilgi de duyuyor. Ama, şiddet çoğaldıktan sonra hiçbir sorunun anlamı kalmıyor hayatta kalmak dışında.

Kan, şiddet ve psikanaliz…

Yönetmen Shankland, bu filminde Hollywood’un eski zamanlarındaki (1970’lerdeki) korku-şiddet filmlerinin ruhunun içine dalıyor “Histeri”yle. Yönetmen, Hollywood’da bu tür filmlerdeki ön jenerik yazılarındaki gibi renk tonlarını bile kullanmış bu filminde. Aslında Shakland’ın filmine içerik olarak özgün diyebiliriz. Kimin aklına gelebilirdi ki çocukların şiddet saçması? Huzursuz, tedirgin ve öfkeli Miranda, gerçekten bir yerden sonra seyiriciyi de tedirgin etmeye başlıyor. Miranda öyle tatlı ve insanda babalık duygusu uyandırıyor ki. İşte o sevimli Miranda, filmdeki şiddeti çoğaltan minik kıza dönüşüyor. Yönetmen, çocukların yarattığı şiddeti doğrudan göstermiyor. Bir iki sahne dışında. Elbette bu doğru bir şey. Çocuklar gerçekten bir travma geçirebilirlerdi. Yönetmen Shakland’ın “Histeri” filmi, gerçekten başarılı ve gerçekten kanlı bir film. Tüm bir final bölümünün de çok sıkı olduğunu belirtmeliyiz. Filmi seyrederken kameranın arkasında birinin olduğunu hissediyorsunuz. Filmdeki oyuncu performansları da iyi. Öncelikle tüm çocuklar kameranın önünde birer usta gibiler. Minicik kız çocuğu Leah’la kardeşi Nicky’nin Elaine’i evin içinde sıkıştırdıkları sahne yürekleri hoplatıyordu. Film, estetik açıdan da etkileyici. Dış mekânlar da iç mekânlar gibi insana kasvet veriyor. İşte bu tedirgin edici filmde, yönetmen ve kamerası alabildiğine sakin. Dipte duyulan müzikler de insana yer yer tedirginlik veriyor. Aslında bu filmin alt metnini ya da psikanalitik yönünü anlamak gerekecek. Çinliler, çocuklar, şiddet, kan, hastalıklı durumlar ve aklınıza gelebilecek birçok olumsuz şey takılıveriyor akıllara. Yeni sinema mevsiminin görülmeye değer filmlerinden bu. “Histeri”nin yönetmenin ikinci filmi olduğunu da belirtmeli. Yönetmen, genelde televizyon dizileri çekiyor ülkesinde.

Psikopat filmler…

Yönetmen Shankland’ın “Histeri” filminin, 1970’lerde Hollywood’un korku-şiddet filmleriyle akrabalığı var. Kanlı şiddeti çoğu anda doğrudan göstermemesi “Histeri”nin az irkiltici film olduğunu göstermez. “Histeri”, kendi türünde küçük bir başyapıttır belki de. Sinema tarihinde psikopat-manyak filmler bir hayli var. Burada, uzak ve yakın tarihli birkaç psikopat filme dokunma şansımız var. Yönetmen Tobe Hooper’ın ikinci filmi olan 1974 yapımı “The Texas Chain Saw Massacre-Teksas Katliamı”, görsel anlamda vahşi şiddet yüklü bir filmdi. Filmde beş kurban, yamyam bir ailenin eline düşüyordu. Bu film zamanında yasaklanmıştı. Elinde elektrikli testereyle sürekli birilerini kovalayan aile insanları testereyle biçiyordu “Teksas Katliamı”nda. Eli Roth’un yönettiği 2005 yapımı “Hostel-Otel” filminde de seyredilmesi gerçekten zor vahşi işkence sahneleri vardı. “Otel” filminin hikâyesi nedense Slovakya’da geçiyordu. Fransız yönetmen Alexandre Aja’nın 2003 yapımı “Haute Tension-Yüksek Tansiyon” filmi de yasaklanmıştı. Dean R. Koontz’un Altın Kitaplar’dan “Korku Yuvası” adıyla çıkan “Intensty” adlı romanından uyarlanan filmin şiddet düzeyi de çok sarsıcıydı. Aja’nın “Yüksek Tansiyon”unda, çift kişilikli ve çift cinsiyetli seri katil, soğukkanlılıkla bir aileyi yok ediyordu. Wes Craven’ın ilk filmi olan 1972 yapımı “The Last House on the Left-Soldaki Ev”de, bir grup katil, kızları kesip biçiyordu film boyunca. “Soldaki Ev”de, işkence, tecavüz ve şiddetin her türlüsü bir gece boyunca sürüyordu perdede. Meir Zarchi’nin 1978 yapımı “I Spit on Your Grave-Mezarınıza Tüküreceğim” için şiddet sinemasının “kült film”lerinden deniliyor. Dört adam tarafından alıkonulup tecavüze uğrayan bir kadının, olaydan sonra kaçmayıp tek tek bu adamları öldürmesi üzerine kurulu bu hikâye. Beyazperdede görülebilecek en şiddet yüklü sahneleri içeriyor film. Kadın, bu adamları silâhla tek vuruşta öldürmüyor. Elbette seyircinin midesi kaldıramıyor “Mezarınıza Tüküreceğim” filmindeki birçok sahneyi. Stanley Kubrick’in 1971’de Anthony Burgess’ın romanından uyarladığı “fütüristik” ve “distopik” filmi “A Clockwork Orange-Otomatik Portakal”, şiddeti iki taraflı gösteriyordu. Önce bireyin, sonra da devletin şiddeti yansıyordu perdeye. Her ikisi de vahşiceydi. Alex, Beethoven’ın “9. Senfonisi”ni dinleyerek şiddet saçıyordu “Otomatik Portakal”da. James Wan’ın yönettiği 2004 yapımı “Saw-Testere” filminde birbirini tanımayan iki adam, pis bir banyoda zincirlenmiş olarak uyanırlardı. Manyak bir adamın kurbanı olduklarını anlıyorlardı çok geçmeden. Ardından şiddet uç noktalara ulaşıyordu filmde. “Testere”yle ilk yönetmenlik deneyimini gerçekleştiren Wan, bu filminin sinema tarihinin en iyi korku filmi olduğunu da söylemişti. Bu kadarı yeter herhalde. O kadar çoklar ki, başlıbaşına bir yazının konusu bu psikopat filmler.

(28 Temmuz 2009)

Ali Erden

Hepsi Onun Kaderiydi

Milyoner (Slumdog Millionaire)
Yönetmen: Danny Boyle
Roman: Vikas Swarup
Senaryo: Simon Beaufoy
Müzik: A.R. Rahman
Kurgu: Chris Dickens
Görüntü: Anthony Dod Mantle
Oyuncular: Dev Patel (Jamal), Anil Kapoor (Kumar), Freida Pinto (Latika), Irrfan Khan (Dedektif), Ankur Vikal (Maman), Madhur Mittal (Salim), Mahesh Manjrekar (Javed)
Yapım: Fox Searchlight-Film4-Pathe (2008)

81. Akademi Ödülleri’nde tam sekiz dalda Oscar kazanan “Milyoner”, varoşların sefaletinden çıkan bir gencin kaderini yarışma aracılığıyla beyazperdeye yansıtan sıradışı bir film. Danny Boyle’un “Milyoner” filmi seyirciyle yeniden buluşuyor. Sinemaseverlerle bu iyi filmi paylaşmak istedik.

Hintli yazar Vikas Swarup’un “Q & A” adlı romanından uyarlanan “Slumdog Millionaire-Milyoner”, eğitimsiz ve yoksul bir Müslüman gencin “Kim Milyoner Olmak İster?” televizyon yarışma programında tüm soruları cevaplayıp büyük ikramiyeyi kazanmasının hikâyesi. Her şey bu kadar basit değil. Aslında bu hikâye ironik. Sorulan her soru, Jamal Malik’in hayatında yaşadığı bir deneyim. Yazar Vikas Swarup’un bu filme uyarlanan romanı Oğlak Yayıncılık tarafından “Kim Milyar Kazanmak İster?” adıyla yayımlandı. Bu filmin senaryosunu yazan Simon Beaufoy, Peter Cattaneo’nun 1997’de çektiği “The Full Monty-Anadan Doğma” filminin de senaristiydi. “Milyoner” de tıpkı “Anadan Doğma” gibi gerçekçi ve hınzır bir kara mizah filmi. “Milyoner”, 81. Akademi’de tam sekiz dalda ödül kazandı. Film, yönetmen, uyarlama senaryo, müzik, kurgu, görüntü, şarkı ve ses dallarında ödülleri toplayarak Oscar tarihine geçti.

Sinemaseverler, 1956 yılında Lancashire’da doğan İngiliz yönetmen Danny Boyle’un adını 1995 yılında çektiği “Shallow Grave-Mezarını Derin Kaz”la duydular. Ama, 1996 yapımı “Trainspotting” filmi Boyle’u tüm dünyaya tanıttı. Boyle, sonra Hollywood’un tuzağına düştü ve bir dizi sıradan filmi yönettikten sonra yaratıcılığını hatırladı, ortaya da şimdi muhteşem bir “Milyoner” filmini çıkardı. Boyle’ın “Milyoner”i, şehirlerin varoşlarında yoksul hayatların ne demek olduğu üzerine de sosyolojik film bir de. Hint basını bu filmi, “sefaletin pornografisi” diye suçladı. Rastlantıyla popüler televizyon yarışmasına katılan Jamal (Cemal), sunucu Kumar’ın sorduğu her soruya doğru cevaplar veriyor. İlkokulu bile bitirememiş Jamal, bu soruları nasıl biliyor? Boyle, Jamal’ın hayatından önemli anları seyircisine sunuyor. Bu sunuşta soruların da cevapları var. Şimdilerde Mumbai denilen Bombay’ın varoşlarında abisi Salim ve annesiyle yaşayan küçük Jamal, Ganj Nehri’nde Hinduların Müslümanları katlettiği bir günde annesini de kaybeder. Abisiyle yapayalnız kalan Jamal’ın üstünden kader bir silindir gibi geçiyor bu yarışmaya kadar. Son soruya gelmeden yarışmaya bir gün ara veriliyor. Sunucu Kumar, Jamal’in soruları cevaplamasından şüphelendiği için polisten yardım istiyor. Polis dedektifi de Jamal’i irkiltici işkencelerden geçirerek gerçeğe ulaşmaya çalışıyor. Jamal ve dedektif, banttan yarışmayı izlemeye başlıyorlar. Aslında film de burada başlıyor. Çünkü her soru Jamal’in kaderi. O sorularda Jamal’in hayatından bir an, bir parça yansıyor perdeye. Annesi öldürüldükten sonra abisiyle beraber yetim kalan Jamal, Bombay’ın çöplüklerinde yaşarken, Maman ve adamlarınca dilendirilmek için bir mekâna götürülüyorlar. Maman, çocukları dilendirmek için şarkılar öğretirken bir gece sessizce çocukları sakat bırakmaya çalışıyor. Salim ve Jamal, Maman’ın ininden beraberce kaçıyorlar. Küçük kız Latika, kaçarken geride kalıyor ve trene binemiyor. Çünkü Latika, Jamal’in fedakâr iyilik meleği gibi hep. Dumas’nın “Üç Silâhşörü”ndeki Athos ve Porthos’u gibi iki kardeş, Bombay’ın sert sokaklarında yaşam mücadelesine girerken yavaş yavaş da büyüyorlar. Salim, Javet’in (Cavit’in) çetesine girip mafyacı olurken, Jamal de bir telefon şirketinde çaycı. İşte bu çaycılık hayatının akışını değiştiriyor Jamal’in. Rastlantıyla katıldığı yarışma onu tüm Hindistan’ın sevgilisi yapıyor ve tüm soruları bilerek 20 milyon rupiyi kazanıyor Jamal. Filmde, işte bu Jamal’in kaderine tanıklık ediyor seyirci. O sorular, güzel Latika ve umutlu gelecek Jamal’in kaderi çünkü.

“Slumdog”, Bombay’da “varoş iti” ya da “lümpen” anlamına geliyor. Acaba, Jamal mi, yoksa Salim mi bu “lümpen”e tam anlamıyla uymuş? Yaratıcı yönetmen Boyle, “Trainspotting” filminde olduğu gibi, bu filminde de estetik açıdan çarpıcı bir yapıt ortaya koymuş. Öncelikle filmin kurgusu ve kamera kullanımı zaman zaman varoşlar gibi çok sert yansıyor perdeye. Fonda duyulan Hint hüznünü ve coşkusunu yansıtan müzikler de gerçekten insanın ruhuna iyi geliyor. Çoğunluğu Hintli olan oyuncuların performansları da unutulmazlar arasında şimdi. Dev Patel’le sunucuya hayat veren Anil Kapoor tam anlamıyla muhteşem. O yarışma anlarındaki gerilimi ve heyecanı seyirci de yaşıyor.

(25 Temmuz 2009)

Ali Erden

24 Temmuz 2009 Haftası

“Hayalet Sevgililerim”, aşka ve evliliğe inanmayan, şimdi ise kardeşinin düğün hazırlıklarında bu kavramlarla dalga geçen ‘şeytan tüyü’ne sahip çapkın bir adamın, fantastik bir yardımla geçmişine (ve geleceğine de) gitmesi, tabii kendisinin hiç de göründüğü gibi olmadığını idrak edip hissetmesi üzerine bir öykü. Bu değişim hikâyesi, insan denilen varlığın yaşamının bir döneminden sonra yalnız kalamayacağı gerçeği üzerine kurulu dersini, her sahnede mizahı kalite ile buluşturarak veriyor. Ve hem yeni-eski kuşaktan oyuncular cazip, hem de mekânlar…

“Devlet Sırrı”, Fransız İstihbarat Örgütü’nün, radikal dincilerin ülke içinde gerçekleştirmeyi plânladıkları terör saldırılarını engellemek için, nasıl en az karşılarındaki düşman kadar acımasız çalıştığını ve ajan olarak seçtiği gençlerin beyinlerini -aynen karşı taraf gibi- yıkayarak onları birer silâha hangi fiziksel/psikolojik yöntemlerle dönüştürdüğünü anlatıyor. Amerikan Sinemasının ürünleri denli çarpıcı bir çalışma. Sonuç? Yine aynı ana fikir: Karmaşık bir para ağı içinde masum insanları kandıran terör baronları, bir barış dini olan İslâm’ı kullanmaktadırlar; dolayısıyla vatanını seven her Batılı ajan, onların oyununu oynamak zorundadır. Geçenlerde izlediğimiz “Hain”de de olduğu gibi, ‘sonuç’tan hareket eden bu hikâyelerin sorunu aynı. Bu dünya düzenini ve her gün bir milyar insanın açlıkla karşı karşıya kaldığını bilen her ‘farkında seyirci’ rahatsız oluyor. Çünkü bugün bu terör varsa, yaratıcıları, açgözlülük ve silâhlanma yarışını bir türlü bırakmayan Batı: Başta ABD ve Avrupa! Dolayısıyla, soruna, sanki bir anda ortaya çıkmış teröre karşı savaşan ajanlar düzeyinden bakan, bu ve benzerlerini bir serüven gibi izlemek de rahatsızlık veriyor. Kendi adıma, artık katlanamıyorum!

“Dehşetin Soluğu”, en uygar ülkelerden İsviçre’nin Alpler bölgesindeki sarp bir yerde antropolojik araştırma yaparken, ilkel bir insan türü keşfeden ve -ne yazık ki- hayatta kalmaya çalışan bir grup araştırmacı – turistin, ‘derin Avrupa’ ile karşılaşması… Hayatta kalmaya çalışırlar, çünkü keşfettikleri tür, ‘canlı ve saldırgan’dır!

Enteresan bir başlangıçtan sonra, karakterleri güdük kalmış ve iyi çekilememiş bir filmin sıkıcılığında ilerleyen, finale doğru ise kanlı bir ivme kazanarak toparlanmaya çalışan ama bu kez de ‘slasher’ biçimle iyice saçmalayan, gereksiz bir çaba.

(22 Temmuz 2009)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

*****

AŞAĞIDAKİ YORUM ÜZERİNE EK:

BİR YAZIYI BU DENLİ YANLIŞ OKUMAYA PES!

Ben filmin ana fikrini yazmışım. Alıntıladığınız cümle filmin anlattığı. Benim fikrim değil. Ve isyan ediyor, bir sonraki cümlede yanlışlığını vurguluyorum. Rahatsız olduğumu söyleyip, bakınız sonda ne diyorum: “Kendi adıma, artık katlanamıyorum!” Neye? Bu fikirleri işleyen filmlere! Pes ki pes! Bir yazı ancak bu kadar yanlış okunabilir. Niyetiniz belli ki üzüm yemek değil bağcıyı dövmek ama ne olur biraz daha dikkat!

(24 Temmuz Cuma)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

Tabu ya da Türbankafa

Bizde orijinal adına sadık kalıp Towelhead / Türbankafa ismiyle vizyona giremedi belki Tabu ama -üstü kapalı da olsa- mesajı yerine gönderiyor. 5 Oscarlı “American Beauty”nin senaristi ve yine bol ödüllü dizi “6 Feet Under”ın yönetmeni -aynı zamanda da yaratıcısı- Alan Ball bu kez zekâsını ve sivri dilini sinemaya uyarlamaya çalışıyor. Bildiğiniz gibi “Towelhead” aslında bir kitap uyarlaması ama Ball’ın kattığı yorumunda filme yeni bir soluk getirdiğini söylemeli…

Artık kimse “Amerikan Rüyası”na inanmıyor; herkes Amerika’nın özgürlükler ülkesi olmadığını da biliyor ama bu gerçek, durumun bir kez daha hatırlatılmasına engel değil elbet… Derslerine girdiğim bir sinema atölyesinde bu konuyu henüz konuşmuştuk. Ortaya atılan fikir “artık anlatılmayan hiçbir hikâyenin kalmadığıydı ve de farkı ancak yorum farkıyla koyabileceğimizdi…” Tüm genellemeler gibi bu da çok sağlıklı değil elbette… Yeni bir şeylerin nereden ve ne zaman çıkacağı hiç belli olmaz ama içinde olduğumuz durum böyle… Tıpkı Alan Ball’ın “Tabu”da yaptığı gibi… Amerikan banliyölerinde yaşanan ırkçılık ve cinsel taciz bilinen ve hatta sıradan sayılabilecek bir konu ama Ball’ın hikâyeye yaptığı dokunuşlar sihirli bir değnek gibi… Televizyon kökenli olmasının da verdiği -bizim ülkemizde olsa belki dezavantaj olurdu, çünkü bizdeki televizyon dizileriyle yurt dışındaki televizyon dizileri arasında gerçekten uçurum var- avantajla seyirciyi nasıl ayık tutacağını gerçekten çok iyi biliyor. Zaten filmde bir dizi-film havası da yok değil… Gerek ışık, ses ve dekorlar buram buram dizi kokuyor ama bu hava bizi bir sinema filmi izlediğimiz gerçeğinden de koparmıyor.

Tabu, Amerika’da olduğu gibi Türkiye’de de birçok kişiyi huzursuz ediyor hiç şüphesiz. Özellikle filmdeki kızın 13 yaşında olması nedeniyle yaşadığı cinsel deneyimler mide bulandırıcı olarak görülüyor. Galiba bu yetişkinlerin kendi çocukluklarını çok çabuk unutmalarından ileri geliyor. Yoksa o yaştaki çocukların cinselliklerinin olmadığını söylemek biraz safça olurdu. Ayrıca Ball’ın hem vatansever Amerikalı sapık komşuya, hem de kendini beyaz gibi gören, feci halde asimile olmuş Ortadoğu kökenli adama objektif bir şekilde yaklaşması ve zaaflarını gözler önüne sermesi oldukça keyif veriyor.

(20 Temmuz 2009)

Gizem Ertürk

Yak Bir Sigara

İstanbul’a giren yolda ilerleyen kamyonların görüntüleri üzerinde geçen jenerik finalinde, bir kamyonun şoför mahallinde yanında muavini, direksiyon başında şoförü görürüz, ikisi de uyuklamaktadır, önce muavin (Hayati Hamzaoğlu) uyanır, şoförün de uyuduğunu görünce, ağzına iki sigara koyar ve yakar, birini şoföre (Kadir Savun) verir, sigaraları içince toparlanırlar, İstanbul’a az kalmıştır… (Gecelerin Ötesi / Metin Erksan)

Özellikle erkeklerin kendisine ikram ettiği sigaralara karşı “yak da ver” diyen bir sosyete gülü Feride (Çolpan İlhan)… (Zümrüt / Lütfi Akad)

Aralarına sızdığı bir çeteye kendisini pısırık biri diye tanıtan bir ajan (Göksel Arsoy), kendisine silâh talimi yaptıran çete elemanının (Öztürk Serengil) ağzındaki sigarayı, kazara vurmuş gibi, özellikle düşürür… (Melekler Şahidimdir / Süha Doğan)

Yıllar sonra İstanbul’a dönünce, yeni palazlanmış bütün yeraltı dünyasının husumetini üzerine çeken bir eski kabadayı (Yılmaz Güney), çetelerle hesaplanması sonucu, hepsini telef ettikten sonra, polis sirenleri yaklaşırken, birlikte mücadele ettiği arkadaşının (Yıldırım Gencer) verdiği “sigara”yı yakar ve beklemeye başlarlar… (Canlı Hedef – Kızım İçin / Şerif Gören – Yılmaz Güney)

İlk filmlerinde stilize edilmiş Doğu Anadolu (biraz Arap ve egzotik ABD filmleri, özellikle Rudolf Valentino izleri taşıyan) kostümlü Hüseyin Peyda’nın, kentte (ve kent giysileri ile) yaptığı ilk filmlerden birinde, (adı?, hatırlayamadım) Peyda içtiği sigarayı eline alacağı zaman, serçe parmağı ile yüzük parmağı arasına alarak, tekrar ağzına götürmek üzere aşağı çekiyordu…

Kendisi için dövüşen Halil’in (İzzet Günay) önüne durunca bıçakla yaralanıp, kaldırıldığı hastanane yatan Sabiha’yı (Türkan Şoray) bekleyen Halil içtiği sigaraları masanın üzerine duran Sabiha’nın kendisine hediye ettiği tabakadan (…“tabakam senin yadigârın” – O. Veli…) alır… (Vesikalı Yârim / Lütfi Akad)

Sezer Sezin’in ağzında dumanı tüten sigara, direksiyon başında, elle yapılmış film afişindeki resim… (Şoför Nebahat / Metin Erksan)

Daha bir çok filmde sigara üzerine yapılan espriler, muhabbetler, birbirinden yakılan sigaralar, bir şeyi beklerken, bastırıldığı küllükte öbeklenmiş ve beklenilen yerde çiğnenmiş – ayakkabının ucu ile ezilmiş sigara izmaritleri, -özellikle lüks kapalı mekânlarda- söndürülmeden yere atılan sigara izmaritleri, erkekliğin kanıtlanması için özellikle gençleri, daha doğrusu yeni yetme gençlerin –“havalı”- sigara içme pozları, masum genç kızlara, hayata karşı koymanın başlangıcı imiş gibi ile önerilen içki ve sigaralar, vamp kadınların tuzağına düşürmek istediği kahramanımızın karşısında sigara içerken alınan “müteharrik” pozlar, kumar, içki masalarında üst üste içilen sigaralar, atlatılan bir badireden sonra yakılan -çoğunlukla- yarım sigaralar… Bahane mi yok, toplumumuzda yerleşmiş deyimi ile “ister zengin ol, ister fukara, her yemekten sonra yak bir sigara”. Bu deyime gerek bile yok, Yeşilçam süreci, sigara içirme bakımından hayli etkili olmuştur, toplumumuzda. (Zaman zaman bundan doğan zararları gösterilmiş olmasına rağmen, oyuncuların sigara içerken gösterdikleri keyif etkili olurken, bu nedenle -hele ilerlemiş yaşlardaki, dedelerde- gösterilen zarar o kadar etkili olmamıştır.) TV.mizde gösterildiği, tek kanal günlerinde, hayli ilgi gören dizi Dallas’da oyuncular her fırsatta, bardaklarını şişelerden doldurup içki içmişlerdir ama sigara içen hiç yoktur, oysa ABD sinemasında da sigara içilmesi az özendirilmemiştir.

Sigara içilmesi yasağının kapsamının genişletilmesi aşamasına geldiğimiz şu günlerde, sinemamızın -belirgin dönemi- Yeşilçam’ın yaptığı bir iki çağrışımı belirttim yukarıda. Yeni filmlerde yok mu, olmaz olur mu ama ben eski örneklerden bir kaç tane seçtim (hatırladım). Birde tam bir komedi olarak TV.lerdeki film ve dizilerde sigara görüntülerinin kamufle edilme çalışılması var ki, tam mizah…

Haaa, başlıktaki Yak Bir Sigara ne mi? O sinemamızda tek “örnek” olan, adında sigara kelimesi geçen, filmin adı: Yak Bir Sigara / Site Film (İlham Filmer – 1960 / Yönetmen – Senaryo: Agâh Hün / Görüntü Yönetmeni: Ali Yaver / Müzik: Nedim Otyam / Oyuncular: Muhterem Nur – Agâh Hün – Oktar Durukan – Reha Yurdakul – Muzaffer Nebioğlu – Osman Zıt (Altınay) – Cevat Kurtuluş – Hakkı Haktan – Ersun Kazançel – Konusu: Köy filmi (??!!) – (Kaynak: Özgüç – Türk Filmleri Sözlüğü, Cilt: 1)

(19 Temmuz 2009)

Orhan Ünser

Yukarıda Biri: Alain Delon

Bugün sinemada az görülen Alain Delon, geçmişte, özellikle 1960’lı yıllarda önemli filmlere yüzünü armağan etti. Sinemanın büyük yönetmenleriyle çalıştı. Önemli yönetmenlerden Henri Verneuil’ün ‘Vurgun’ filminden sonra yavaş yavaş sinemadaki yolunu da çizmiş oldu. Doğru karardı. Oynadığı birçok polisiye filmin içinde bazıları bugün sinema tarihine geçti. Jean-Pierre Melville ustanın 1970 yapımı ‘Ateş Çemberi’ filmini bir daha görünce bu büyük oyuncu üzerine yazmak istedik.

Alain Delon, yalnızca Fransız sinemasında değil, dünya sineması içerisinde de önemli bir oyuncu. 8 Kasım 1935’te Paris’in Seine Nehri kıyılarında bulunan Sceaux kasabasında doğan Delon, Cannes Film Festivali’nde keşfedildi. 1960’lı yıllarda sinemanın büyük yönetmenleriyle peş peşe filmler yaptı. Luchino Visconti, Michelangelo Antonioni, Henri Verneuil, daha sonraları Jean-Pierre Melville, Joseph Losey çalıştığı büyük sinemacılardı. Son yıllarda televizyon için çekilen “Frank Riva” adlı polisiye dizisinde oynamıştı. Sinemaya uzun süre ara veren Delon, Fransız sinemasının son dönemlerdeki medar-ı iftiharı “Asteriks” serisinden Frédéric Forestier-Thomas Langmann ikilisinin yönettiği 2008 yapımı “Astérix aux Jeux Olympiques-Asteriks Olimpiyat Oyunlarında” filminde Jules Cesar’ı canlandırdı. Sinemanın ilk renkli filmlerinden 1939 yapımı “Gone with the Wind-Rüzgar Gibi Geçti”nin ünlü yapımcısı David O. Selznick tarafından keşfedilen Delon, Fransız yönetmenlerin aklını karıştırmasıyla kariyerine Fransa’da başladı. Delon, 1950’lerin ikinci yarısından sonra sinema kariyerine Yves ve Marc Allégret kardeşlerin filmleriyle başladı. 1957’de Yves Allégret’nin yönettiği “Quand la Femme s’en Mêle-Kadınlar Dahil” suç filminde oynadı, ama başrolde değildi. “Kadınlar Dahil”, yazar John Amila’nın “Sans Attendre Godot” (Godot Beklemeden) romanından uyarlandı. Asıl adı Meckert Jean olan Fransız yazar John Amila (1910-1995), “kara seri” romanlar yazdı hep.

1950’lerde Cannes’da keşfedilen Delon, Fransız sinemasının James Dean’ı gibiydi. Delon, çocukluğunda Roma Katolik Okulu’na gönderilse de uyumsuz bir çocuktu. 14 yaşında üvey babasının kasap dükkânında çalışmaya başladı, üç yıl sonra da askere yazıldı. Askerden sonra da Cannes’da keşfedildi.

1958’de Marc Allégret’nin yönettiği “Sois Belle et Tais-Toi-Güzel Ol ve Sus” komedi filminde de Loulou karakterini oynadı, ama hâlâ başrolde değildi. Bu siyah-beyaz filmde Jean-Paul Belmondo da Pierrot’yu canlandırmıştı. 1958’de, sonradan hayatının aşkı olacak Romy Schneider’le “Christine” filminde başrolü paylaştı Delon. Filmi Pierre Gaspard-Huit yönetmişti. Bu filmin hikâyesi, 20. yüzyılın başlarında geçiyordu. Bir Avusturyalı subayla bir genç kızın trajik aşkını anlatılıyordu film. Çabucak başrole çıkan Delon, başlarda komedilerde görünse de sonraları büyük yönetmenlerin filmlerinde güçlü kompozisyonlar çizdi. Delon, sinemanın en yakışıklı aktörlerinden biriydi. Sert baktığında kaşlarının arasında iki çizgi oluşuyordu. Kaşlarını yukarı kaldırırdı. Düz ve siyah saçları rüzgârda dalgalanırdı, çevresini hep bir “hale” sarardı, dikkatleri üzerine toplardı. Hollywood’un James Dean’ı gibi Fransız sinemasının Alain Delon’u da sinema perdesinin ışığıydı sanki. Göçmenlere ve sığınmacılara karşı hoşgörülü olmayan Delon, Fransa’yı yabancılar istilâ etti diyerek 1999 yılında İsviçre yurttaşlığına geçmişti.

Büyük yönetmenlerle…

Delon, Patricia Highsmith’in “The Talented Mr Ripley” romanından 1960 yılında yönetmen René Clément tarafından uyarlanan “Plein Soleil-Kızgın Güneş”te kariyerinin ilk önemli çıkışını yaptı. Bu roman, Anthony Minghella tarafından 1999 yılında “The Talented Mr Ripley-Yetenekli Bay Ripley” adıyla bir defa daha sinemaya uyarlanmıştı. Delon’un yolu 1960 yılında Luchino Visconti’yle buluştu. Visconti’nin “Rokko ve Kardeşleri” adıyla da anılan 1960 yapımı siyah-beyaz “Rocco e i Suoi Fratelli-Düşman Kardeşler”de İtalya’nın yoksul güneyinden kuzeyin zengin şehri Milano’ya göç eden bir geniş aile anlatılıyordu. Ailenin başında da anneleri vardır. Büyük kardeş Vicenzo daha önceleri şehre taşınmış ve anne onun kendilerine yardım edeceğini düşünüyor. Alain Delon’un canlandırdığı Rocco da, abisi Vincenzo gibi boksör oluyor ve sonra da abisinin ilgi duyduğu kadınla ilgilenmeye başlıyor. Karmaşık ve birçok karakterin anlatıldığı bu filmde yoksulluğun ne demek olduğu da gösteriliyordu Visconti usta tarafından. Delon, 1961 yılında Jean Paul Belmondo’yla yine aynı filmde buluştu. Michel Boisrond’un yönettiği “Les Amours Célèbres-Şöhretli Aşk Hikâyeleri” adlı bu tarihi dönem filminde Belmondo başroldeydi. Delon, Michelangelo Antonioni’yle 1962’de “L’Eclisse-Batan Güneş” filminde buluştu. Bu siyah-beyaz filmin hikâyesi borsada geçiyordu. Film, kalbi kırık çevirmen Vittoria’yla borsa simsarı Piero arasındaki imkânsız aşkın etrafında dolaşıyordu. Antonioni, bu filminde 2. Dünya Savaşı sonrası İtalya’da yeni hayata bakarken iletişimsizlik, yabancılaşma ve boşlukta kalma durumlarını yansıtıyordu beyazperdeden. Bu filmde iki unutulmaz sahne vardı. İlki, borsadaki bir dakikalık saygı duruşu sahnesiydi. Gerçek zamanlı bu sahne seyirci için de geçmek bilmiyordu neredeyse. İkincisiyse, Piero’nun arabasını çalan hırsızın arabayla beraber suya uçmasıydı. Hırsız boğuluyordu elbette. Piero, Vittoria’ya “Arabanın motorunu kurtardığını” söylüyordu bu sahnede. “Batan Güneş”te Monica Vitti’yle Francisco Rabal da vardı. Bu filmin siyah-beyaz şiirsel görüntüleriniyse Gianni di Venanzo yaratmıştı. Bu filmde sabah uyanan Roma şehrinin yansıyışını bir kısa film tadında yaşayabilirsiniz belki. “Batan Güneş”, Antonioni’nin dörtlemesinin üçüncü filmiydi. 1960 yapımı “L’Avventura-Macera”, 1961 yapımı “La Notte-Gece” ve dörtlemenin son filmi “technicolor” çekilmiş 1964 yapımı “Il Deserto Rosso-Kızıl Çöl”dü. Monica Vitti, bu dörtlemenin hepsinde oynadı. Delon’un yolu, 1963’te Visconti’yle bir defa daha buluştu. “Il Gattopardo-Leopar”da Burt Lancaster ve Claudia Cardinale’yle başrolü paylaştı Visconti’nin “oğlum” dediği Alain Delon. Filmin muhteşem müziklerini de Nino Rota yazmıştı. Hikâye, 1860 yılında Sicilya’da geçiyordu. Bu film, bir “dekadans”ın, yani “çöküş”ün destanıydı. Markist Visconti, aristokrasinin çöküşünü anlattı “Leopar” filminde. 19. yüzyıl… Değişim çağı… Aristokrasi çökerken, burjuvazi yükseliyordu bu değişim döneminde. Aslında Visconti bu filminde yalnızca aristokrasinin burjuvalar karşısında çöküşünü anlatmıyordu, aristokrasinin kendi içinde çürüyüşünün de altını çiziyordu. “Technicolor” çekilmiş bu sinemaskop filmde görkemli saray mekânlarındaki vals dansları da öne çıkıyordu. Bu film, Giuseppe Tomasi di Lampedusa’nın 1958’de yayımlanmış aynı adlı romanından uyarlanmıştı.

Yolunu çizmek…

Delon, 1920’de Türkiye’de doğan ve 11 Ocak 2002’de Fransa’da ölen Ermeni yönetmen Henri Verneuil’le 1963 yılında, TRT’nin “Yeraltı Melodisi” olarak gösterdiği “Mélodie en Sous-Sol-Vurgun” filmini yaptı. Delon, siyah-beyaz ve sinemaskop bu soygun filminde sinemanın büyük oyuncularından Jean Gabin’le başrolü paylaştı. Yaşlı kurt Charles, hapishanede tanıştığı genç Francis’le son bir vurgun yapmak istiyor. Fransız Rivierası’nda büyük bir kumarhane soygunu gerçekleştiriyorlar. Ama, bazı şeyler plânlandığı gibi gitmiyor. Çünkü Francis, züppenin biri ve sürekli açıklar veriyor. Filmde, Delon ve Gabin’in karşılıklı bilardo oynadıkları sahne elbette akılda kalıcıydı. Ama, final bölümü sinemanın en iyi kapanışlarındandı. Bu filmin DVD için renklendirilmiş versiyonu da var, ama siyah-beyaz olanı, yani aslolanını tercih etmeli. Asıl adı Achod Malakian olan Henri Verneuil’ün, suç sinemasının önemli yönetmenlerinden biri olduğunu da belirtmeli. Delon, 1964 yılında René Clément’la “Les Félins-Aşk Kafesi” suç filminde oynadı. Başrolü de Jane Fonda ve Lola Albright’la paylaştı. Bu filmin en muhteşem üç şeyi vardı: Çarpıcı sinemaskop siyah-beyaz görüntüleri çeken Henri Decaë, Lalo Schifrin’in müzikleri ve Lola Albright… Güzeller güzeli Lola Albright, Barbara rolündeydi bu filmde. Lola Albright’la Alain Delon’un arabadaki öpüşme sahnesi sinema tarihine geçmiş olabilir. Sinemaseverlerin, 1938 yapımı “Pygmalion” filmiyle hatırladıkları İngiliz yönetmen Anthony Asquith’in son filmi 1964 yapımı “The Yellow Rolls-Royce-Sarı Otomobil”de de oynadı Delon. TRT’nin “Sarı Rols Roys” adıyla gösterdiği bu filmde değişmeyen tek şey sarı otomobildi. Filmde, üç kadının farklı zamanlarda yaşadığı aşk maceraları anlatılıyordu. Bu aşkların da tek tanığıysa bu sarı otomobildi. Filmin üç güzeli Ingrid Bergman, Shirley MacLaine ve Jeanne Moreau’ydu. 1965 yılında Delon, Ralph Nelson’ın suç-gerilim filmi “Once a Thief-Doğru Yoldan Ayrılanlar”da Eddie Pedak karakterindeydi. Filmde, Ann-Margret ve Jack Palance’la oynadı. Film, Zekial Marko’nun kendi romanından yazdığı senaryoyla sinemaya uyarlandı. Gecenin bir yerinde arabasıyla eve sarhoş dönen Eddie, evde kardeşi Walter’ı (Jack Palance) ve birkaç adamı görür, kavga başlar. Herhalde Quentin Tarantino bu sahnedeki kavgadan ve kavga sonrasından ilham almıştır filmleri için. Filmin fonunda da caz tınıları duyuluyordu. Elbette muhteşem Lalo Schifrin’in müzikleri de. Hikâyesi San Fransisko’da geçen sinemaskop ve siyah-beyaz bu filmde, bir zamanlar hırsız olan Eddie’nin evlenip çoluk çocuğa karışınca dürüst bir hayata dönüşü ve mutsuz evliliği anlatılıyordu. Delon, 1966 yılında René Clément’ın “Paris brûle-t-il?-Paris Yanıyor” filminde oynadı. Sinemaskop, renkli ve siyah-beyaz bu film aslında yıldızlar geçidiydi: Alain Delon, Jean Paul Belmondo, Leslie Caron, Charles Boyer, Jean-Pierre Cassel, Kirk Douglas, Glenn Ford, Yves Montand, Anthony Perkins, Michel Piccoli, Jean-Louis Trintignant, Simone Signoret, Orson Welles ve birçok oyuncu vardı. Bu 2. Dünya Savaşı filminde belgesel görüntüler de yansıyordu. Film, Larry Collins ve Dominique LaPierre’in kitaplarından uyarlandı. Filmin senaryo yazarları arasında Francis Ford Coppola da vardı. Üç önemli yönetmenin 1968’de bir araya gelip “Histoires Extraordinaires-Şeytanın Kurbanları” adlı üç bölümlü mistik-korku filmi yapmışlardı. Bu üç bölümlü filmin yönetmenleri Federico Fellini, Louis Malle ve Roger Vadim’di. Hikâyeler de polisiye romanı yaratan Edgar Allan Poe’dandı. Delon, Louis Malle’in “William Wilson” bölümünde oynadı. Delon, 1968’de İngiliz oyuncu-şarkıcı Marianne Faithfull’la “The Girl on a Motorcycle-Motosikletli Kız” filminde de bir araya geldi. Filmi, kameramanlıktan gelen Jack Cardiff yönetmişti. Cardiff, kameraman olarak Michael Powell-Emeric Pressburger ikilisinin “Red Shoes-Kırmızı Papuçlar” müzikaliyle hatırlanabilir. Cardiff’in kameraman olarak çalıştığı, Alfred Hitchcock’un 1949 yapımı “Under Capricorn-Kapri Aşıkları” ve John Huston’ın 1951 yapımı “The African Queen-Afrika Kraliçesi” hemen akla gelen ünlü filmler. “Motosikletli Kız”, 68 kuşağının tam ortasına düşmüş bir film gibi. Yine 1968’de Jacques Deray’le “La Piscine-Sen Benimsin” suç filmini yaptı Delon. Bu film, Deray-Delon ikilisini sinema yolunda buluşturan bir filmdi de. Delon, bu filmde Romy Schneider’le bir defa daha karşı karşıya geldi. Filmin senaryosunu Jean-Claude Carrière ve Jean-Emmanuel Conil beraber yazmışlardı. Müziklerse Michel Legrand’a aitti. Bu suç-gerilim filmin hikâyesi St. Tropez’de bir yazlık villada geçiyordu. Villanın yüzme havuzu da gerilimi üst noktaya çıkartıyordu.

Unutulmaz filmler…

Delon, polisiye sinemanın büyük ustası Jean Pierre Melville’le (1917-1973) yolu üç defa buluştu. Melville’in 1967 yapımı “Le Samouraï-Kiralık Katil” filmi, bugün çağdaş polisiye sinemanın klâsiklerinden kabûl ediliyor. Film, şapkalı ve trençkotlu kiralık katil Jef Costello’nun samuraylar kadar yalnız hayatının bir bölümüne tanıklık ediyordu. Jef’in dairesinde özenle beslediği kuşu da kendi kafesinde yapayalnızdı. Kuş, Jef’i öyle seviyordu ki, “kötü adamları” ve polisleri gördüğünde tüylerini bile döküyordu neredeyse. Soğuk, ıslak ve gri Paris’te Jef, dairesini kafesteki kuşuyla paylaşıyor. Filmin ön jeneriği de sinemaya bir armağan gibiydi. Jef, kameraya arkası dönük oturduğu koltukta sigarasını içiyordu. İşte bu Jef, iş disiplini olan, dakik, yüzünde soğuk maske olan bir kiralık katil. Jef’in işleri tersine dönüyor. Peşinde “kötü adamlar” ve polis var çünkü. Soğuk, yağmurlu, gri bir Paris’te geçen bu klâsik polisiyenin görüntüleri de dingin ve şiirseldi. Kadın yazar Joan McLeod’un “The Ronin” romanından uyarlanan filmde kameraman Henri Decaë de bu şiirsel görüntülerin yansımasına katkıda bulunmuştu. Fransız “Yeni Dalga” akımınının kameramanlarından Decaë, Melville sinemasının dingin anlatımının ruhunun içinden görüntüler yakalayabiliyordu bu filmde. Decaë (1915-1987), başta Melville olmak üzere François Truffaut, Louis Malle, Claude Chabrol, René Clément, Henri Verneuil gibi yönetmenlerle çalıştı. Melville’le 1970 yapımı “Le Cercle Rouge-Ateş Çemberi” filminde de ikinci defa buluştu Delon. Mücevher soygunu için hapiste bir gardiyandan yardım alan Corey (Delon), hapisten çıkar ve o sırada başka bir hapishaneye kedisever komiser Mattei (Bourvil) gözeteminde trenle tahliye olan Vogel (Gian Maria Volontè), kaçmayı başarır, yolu Corey’le buluşur. İkisi mücevher soygununu plânlarken, Vogel’in tanıdığı eski polis Jansen’den (Yves Montand) yardım alırlar. 1977’de gösterime çıkan “Ateş Çemberi”nde tüm bir Melville sinemasının ruhuna dokunabiliyorsunuz. O dingin anlatım, bazı anlarda (tüm bir soygun sekansında) insanı koltuğunda rahat oturtmuyor. Finali zayıf gibi algılansa da birçok Melville filmindeki trajediyle buluşuyordu bu final. Melville, Delon’la çalıştığı filmlerde kış atmosferini kullandı hep. Yağmurlar, ıslak sokaklar, sakin bir müzik ve kamera öne çıkmıştı bu filmlerde. “Ateş Çemberi”nde Corey’in uzun yolculuğu, Corey’le Vogel’in karşılaşmaları, Jansen’in kâbusları, Corey’in bilârdo salonundaki anları, tüm bir soygun sekansı unutulmaz bölümlerdendi. Melville’in ölümünden önceki son filmi 1972 yapımı “Un Flic-Gecelerin Adamı”ydı. Delon da bir ustaya veda etmiş oldu bu filmle. “Gecelerin Adamı”, senaryosunu Melville’in yazdığı ve bir soyguncu çeteyi anlattığı bir filmdi. 1977’de gösterime giren “Gecelerin Adamı”nda yarım saati aşkın uzun bir sekans vardı. Sonradan “Rambo”nun komutanı olan Richard Crenna’nın canlandırdığı çetebaşı Simon’un hızla yol alan trene helikopterden iple inişi gerçekten unutulmazdı. Gece mesaisi yapan komiser Edouard Coleman, soygunlar yapan bu çetenin peşine düşüyordu. Filmin finali de gerçek anlamda melodram yüklü ve trajikti. Bu filmde Catherine Deneuve de Cathy rolündeydi. “Gecelerin Adamı”nda Michel Colombier’nin müzikleri de unutulmazdı. Filmde, Charles Aznavour’un sözlerini yazdığı, Michel Colombier’nin bestelediği ve Isabelle Aubret’nin seslendirdiği “C’est Ainsi que les Choses Arrivent” şarkısı da akılda kalıyordu. Delon’un ağzında sigarayla Simon’un gece kulübünde piyano çalma sahnesi de sinemaya bir armağandı sanki. Soğuk gri mavimsi renk tonlarının kuşattığı filmin girişi de çarpıcıydı. Çete, fırtınalı ve yağmurlu günde, sakince gelir, bankayı soyar ve gider. Ama, bu filmin bir sürprizi daha vardı seyirciye. Polis Coleman, suç mahallinde gezinirken gözü isimler yazılmış duvara ilişir. Duvarda Jef Costello yazıyordu. Jef Costello, Melville ustanın “Le Samouraï-Kiralık Katil” filmindeki antikahramandı. Bu antikahramanı da Alain Delon canlandırmıştı. Melville, Delon’la yaptığı bu üç filminin girişinde de alıntılar yapmıştı: “Ateş Çemberi”nde Buda Siddhartha Gautama’nın (M.Ö. 563-483) “kızıl çember” üzerine sözlerini, “Kiralık Katil”de samuraylar üzerine ve “Gecelerin Adamı”nda Fransa’da kriminolojiyi geliştiren Vidocq’un (1775-1857) sözlerini kullanmıştı. Vidocq şöyle demiş: “Poliste iki şey yoktur. Çift anlamlılık ve mizah duygusu…”

Henri Verneuil’ün 1969 yapımı “Le Clan des Siciliens-Sicilyalılar Çetesi” filmi, Alain Delon’la Jean Gabin’i yine bir araya getirdi. Mart 1972’de gösterime çıkan bu film, 1960’lı yılların suç dünyasını en iyi anlatan polisiyelerden biri olarak gösteriliyor. Yıllardan beri hapishanede cezasını çeken bir suçlu Roger Sartet, hapishanede geçirdiği zaman içerisinde bir galerinin güvenlik sisteminden sorumlu hapishane arkadaşından aldığı bilgilerle, çıktığında o galeriyi soymayı kafasına koyar. Cezası sona erdiğinde dışarıda “Sicilia Clan” adlı suç örgütünün lideri Vittorio Manalese’yle tanışır ve bu fikir için birlikte çalışmaya başlarlar. Auguste Le Breton’un romanından senaryosunu yönetmen Verneuil’le beraber Jose Giovanni’nin yazdığı “Sicilyalılar Çetesi”, gerçekten Avrupa tarzı polisiye-suç sinemasının önemli yapıtlarından biridir. Filmin muhteşem sinemaskop görüntüleri Henri Decaë’ye aitti. Filmde galerinin arabasında Delon’un “ön çalışma sahnesi” muhteşemdi. Unutulmaz müzikleriyse Ennio Morricone bestelemişti. Gerçekten Morricone’nin bu film için yazdığı besteler, sinemada duyacağınız en güzel tınılardı. “Sicilyalılar Çetesi”nin hikâyesi Paris, Roma ve New York’ta geçiyordu. Ayrıca üç büyük oyuncunun karşılıklı performansları da mükemmeldi. Müfettiş Le Golf karakteriyle Lino Ventura muhteşem bir oyun ortaya koyuyordu.

Senaryo yazarları arasında büyük senarist Jean-Claude Carrière’le büyük yönetmenlerden Claude Sautet’nin de bulunduğu ve Jacques Deray’in yönettiği 1970 yapımı “Borsalino” adlı mafya filminde Jean Paul Belmondo’yla Alain Delon yine bir araya geldiler. Aralık 1971’de gösterime çıkan bu filmin yapımcıları “Borsalino”nun çok büyük ilgi göreceğini tahmin etmediklerinden olmalı, filmin finalinde Belmondo’nun oynadığı François Capella ölüyordu. 1974’te “Borsalino & Co.-Borsalino ve Çetesi” adıyla devam filmi de çekildi. Yönetmen yine Deray’di. “Borsalino”, bir suç filmi ama, yine de sevgi, dostluk, güven gibi duygular perdeden yansıyordu. Filmin finali melodram yüklü olsa da yine de unutulmazdı. Belki de en iyi ölüm sahnelerinden biriydi bu. Film, François Capella ve Roch Siffredi’nin sağlam dostluğu üzerineydi sanki. Devam filminde Roch Siffredi, François Capella’nın intikamını alıyordu. Devam filmi “Borsalino ve Çetesi”nde “kötü adamlar”ın Roch Siffredi’ye huniyle içki içirme sahnesi gerçekten iyiydi. “Borsalino ve Çetesi”, 1977’de gösterime girmişti.

Delon’un yolu Amerikalı yönetmen Joseph Losey’le de buluştu. Senatör McCarthy’nin “cadı kazanı”na düşmemek için Avrupa’ya gelen Losey, İngiltere ve Fransa’da sinema hayatını sürdürdü. Bir Troçkist olan Losey, Stalin’in 1940’ta Meksika’daki Troçki suikastını, 1972 yapımı “The Assassination of Trotsky-Troçki: Meksika’da Cinayet” filmiyle anlattı. Filmde Richard Burton, Alain Delon ve Romy Schneider oynadı. Francesco Rosi ve Luchino Visconti filmleriyle hatırlanan kameraman Pasqualino de Santis’in “technicolor” görüntüleriyle yansıyan filmde cinayet anı gerçekten vahşi ve ürkütücüydü. 1976’da gösterime giren bu filmde, Leon Troçki cinayetini işleyen Frank Jackson, sinik ve korkak biri gibiydi. Ama, bu sinsi biri eline baltayı alıyor ve Troçki’nin kafasına indiriyordu. Losey’le Delon’un bir başka işbirliği de 1976 yapımı “Monsieur Klein-Kaderi Arayan Adam” filmiydi. Filmin hikâyesi, 1942 yılında, İkinci Dünya Savaşı’nda geçiyordu. Paris, Nazilerin işgali altında. Tablo resim toplayıcısı Robert Klein, isim benzerliği yüzünden Nazilerin kendisini Yahudi sanmasından dolayı başı derde giriyordu. Nazilerden kaçan Bay Klein, Nazilerin ne olduğunu da fark ediyordu böylece. Çünkü o, krizi fırsata dönüştürmüş bir simsardı, yani bir komisyoncuydu. Ama, belâ kendine dokununca gerçeklerle yüz yüze geliyordu zorunluluktan. Hikâyesine ünlü yönetmen Costa-Gavras’ın da katkı sunduğu filmin senaryosunu Franco Solinas yazmıştı. Solinas (1927-1982), İtalyan solcu yönetmen Gillo Pontecorvo’nun filmlerine senaryolar da yazdı. En ünlü filmleriyse 1966 yapımı “La Battaglia di Algeri-Cezayir Savaşı”ydı. Bu filmi, Fransa tüm dünyada yasaklamak için elinden geleni yaptı ve Pontecorvo’yu da neredeyse açlığa mahkûm etti. Ünlü senarist Solinas’ın yolu Costa-Gavras’la da buluşmuştu. Costa-Gavras’la Solinas işbirliğinden 1972 yapımı “État de Siège-Sıkıyönetim” ve 1983 yapımı “Hanna K.” gibi politik filmler çıktı ortaya. Losey’in “Kaderi Arayan Adam”ı, Brechtyen tarzda bir filmdi. Mart 1978’de gösterime çıkan bu filmi iki defa seyredince derinliğine girilebiliyordu. Losey, bu filminde birçok şeyi, diyaloglar da dahil, en başından göstermiyordu. Kamera, bir konuşmanın ortasına dalıyor ve ne olduğunu anlayamadan başka bir sahneye taşınıyordu. Her şey yarım yarım gibiydi. Seyirci her şeyi Bay Klein’ın bakışıyla algılıyordu çünkü. Bu film, Kafkaesk olarak da değerlendirilmişti. Robert Klein’la Kafka’nın “Değişim” romanındaki Gregor Samsa arasında benzerlikler de kurulmuştu. Filmin kurgusu, zincirlemeli geçişleri, kamera kullanımları gerçekten çarpıcıydı. Filmde, işgâl altındaki Paris’teki Yahudilerin günlük hayatları da Paris’in dönem atmosferiyle yansıyordu perdeye.

Delon, Jacques Deray’in TRT’de “Öldürmek Hırsı” adıyla gösterilen 1975 yapımı “Flic Story-Öldürmek Arzusu”nda muhteşem bir performans ortaya koydu. 1977’de gösterime giren bu film, Roger Borniche’in kendi özyaşamından uyarlanmıştı. Roger, hapisten kaçan öldürme hastası bir katil Emile Buisson’un peşindeydi. Ağzından sigara eksik olmazdı. Roger’in, Paris’in çatılarında elinden kaçırdığı psikopat katil Emile’i yakalamak için saplantılı bir tutkuya düşüyordu. Filmin estetiği yönetmenin “Borsalino” filmindeki gibi çarpıcıydı. Elbette Delon’un karşısında oynayan Jean-Louis Trintignant’ın da performansı övgüyü hak ediyordu. Alain Delon ve Burt Lancaster, Hollywood’da çalışan İngiliz yönetmen Michael Winner’ın 1973 yapımı “Scorpio-Akrep” adlı suç filminde bir defa daha karşı karşıya geldiler. Kasım 1973’te gösterime giren “Akrep” filmi, emekliliği gelmiş bir CIA ajanıyla bir CIA tetikçisi arasındaki mücadeleyi anlatıyordu. Filmde, Delon-Lancaster kavgası iyiydi. Filmin finali de çarpıcıydı. Delon, José Giovanni’yle de üç filmde çalıştı. İlki, 1973 yapımı “Deux Hommes dans la Ville-Şehirde İki Adam” filmiydi. Ekim 1974’te gösterime giren filmde, adalet sistemi ve idam eleştiriliyordu. Filmde Delon, Jean Gabin’le son defa buluştu bu filmle. Eski polis Germain Cazeneuve’le mafyadan mahkum Gino Strabliggi arasında geçen bu filmin finalinde giyotinin aşağıya düşüşü irkilticiydi. Giyotin sanki seyircinin üzerine geliyormuş gibiydi. Bu filmde genç bir Gérard Depardieu de vardı. Giovanni-Delon işbirliğinin diğer filmi 1975 yapımı “Le Gitan-Çingene”ydi. 1976’da gösterime giren filmde, karavanlarda yaşayan çingenelerin hayatı gerçekçi yansırken, suçlar da anlatılıyordu. Bu filmi, yönetmen kendi romanından uyarlamıştı. Posbıyıklı çingene Hugo, zengini soyar, fakir çingenelere dağıtırdı ganimetleri. Robin Hood gibiydi o. Bu film, çingenelerin yoksul hayatlarına da sosyal bir bakış yapıyordu. Giovanni-Delon’un son buluşmaları 1976 yapımı “Comme un Boomerang-Geri Tepen Silah”tı. 1976’da gösterime giren filmde, oğlu yanlışlıkla bir polisi vuran işadamının, oğlunu cezaevinden kurtarma çabalarını anlatıyor. Hukuk yolları kapanınca da oğlunu hapisten kaçırıyordu. Ama, bu baba-oğlu İtalya sınırında trajedi bekliyordu. Baba-oğulun yan yana yavaş çekimde koşuşu insana sıcaklık gönderiyordu perdeden.

Pierre Granier-Deferre’le de yolu buluşan Delon, 1971 yılında “La Veuve Couderc-Kaçak” filminde büyük oyuncu Simone Signoret’yle oynadı. Kasım 1973’te gösterime çıkan Granier-Deferre’in bu filminde bir suçlu bir köye sığınır. Yaşlı dul kadın bu genç adamı evinde saklar. Ama, bir zaman sonra jandarma köye baskın yapar ve son yine trajik olur. Filmin çekimleri gerçekten çarpıcıydı. Öncelikle havadan yapılan çekimler. Ama, final bölümündeki çarpışma sekansı da iyiydi. “Kaçak” filmi, önemli polisiye roman yazarı Georges Simenon’un romanından uyarlandı. İtalyan yönetmen Valerio Zurlini’nin 1972 yapımı “La Prima Notte di Quiete-İlk Gecenin Sıcaklığı”nda kumarbaz ve ataist bir edebiyat profesörüydü Daniele Dominici karakteriyle Delon. 1975 yılında gösterime çıkan bu filme soğuk, acımasız, melânkolik ve trajik deniliyor. Daniele’nin yapayalnız bir kış gününde kederli yürüyüşü ve fonda kemanların çalması hâlâ akıllarda. Gerçekten Mario Nascimbene’nin fonda duyulan özgün müzikleri de muhteşemdi. Filmin mekânları Federico Fellini’nin şehri Rimini’dendi. Filmde Alida Valli, Giancarlo Giannini ve Renato Salvatori de önemli rollerdeydi. Film, orijinal adı gibi gerçekten “sakin” anlatımlıydı.

Fransız sinemasının büyük kadın oyuncularından Simone Signoret’yle 1973 yapımı “Les Granges Brulées-Ve Duvarlar Çatladı” filmiyle yine bir araya geldi Delon. Filmi Jean Chapot yönetmişti. Chapot, televizyon dizileri çeken bir yönetmendi. 1998’de ölen yönetmenin “Ve Duvarlar Çatladı” ikinci ve son filmiydi. Filmin müziklerini de Jean-Michel Jarre yapmıştı. Filmin kameramanı da çok ünlüydü. Sacha Vierny’yi Peter Greenaway’in 1988 yapımı “Drowning by Numbers-Sayılarda Boğulmak”, 1989 yapımı “The Cook, the Thief his Wife and her Lover-Aşçı, Hırsız, Karısı ve Aşığı” ve 1999 yapımı “8½ Women-Sekiz Buçuk Kadın” filmlerindeki görüntü çalışmalarından hatırlayabilirsiniz. Soğuk ve karlı bir kış günü genç bir kadının cesedi bulunuyor. Filmde Delon yargıç Pierre’i canlandırıyordu. Pierre, köyden tecrit edilmiş çiftlik evinde soruşturma yapıyordu. Çok karakterin olmasına rağmen sakin anlatımlı bir polisiyeydi bu film. Karların kuşattığı köy atmosferi insana gerçekten kasvet duygusu yaşatıyordu. Eylül 1978’de gösterime çıktı “Ve Duvarlar Çatladı” filmi. Ocak 1975′te Türkiye’de gösterime giren İtalyan yönetmen Duccio Tessari’nin 1973 yapımı “Tony Arzenta-Büyük Silâh”ı için, Fransız ve İtalyan arabalarıyla silâhlarının çarpışması diyebiliriz. Delon’un da en sert filmlerinden biriydi sanki bu. 1977’de gösterime çıkan Pierre Granier-Deferre’in 1974 yapımı “La Race des ‘Seigneurs’-Soylu Kan-Gölgedeki Aşk”, bir politikacının kariyeri ve aşkı arasında kalışını anlatıyordu. Şubat 1978’de Türkiye’de gösterime giren Georges Lautner’in 1974 yapımı “Les Seins de Glace-Buzdan Göğüsler” suç filmi Amerikalı yazar Richard Matheson’ın romanından uyarlanmıştı. Belki de bu yazarı, Francis Lawrence’ın Will Smith’i başrolde oynattığı 2007 yapımı “I am Legend-Ben Efsaneyim” filminden hatırlayabilirsiniz. “Buzdan Göğüsler”in hikâyesi de entrika doluydu. Seyirci de kimin iyi, kimin kötü olduğunu karıştırıp duruyordu bu kara filmde. Psikolojiik gerilimin öne çıktığı bu filmin ilk yarısında Hitchcock filmlerinin tadı var gibiydi. Ama, filmin ikinci yarısında entrikalar perdeyi istilâ ediyordu. Şubat 1978’de gösterime girmişti “Buzdan Göğüsler” filmi. Kanadalı yazar Johnston McCulley’in (1883-1958) yarattığı “Zorro”, birçok defa sinemaya uyarlandı. 1975 yılında Duccio Tessari’nin yönettiği “Zorro”da Alain Delon, Don Diego karakterine büründü. Hollywoodlu yapımcı Ilya Salkind, bu filmden ilham aldı ve 1978 yılında “Superman the Movie-Süpermen” filminin yapımcısı oldu. “Süpermen”i Richard Donner yönetmiş, başrollerde de Marlon Brando ve Christopher Reeve oynamıştı. Aralık 1977’de gösterime giren Edouard Molinaro’nun 1977 yapımı “L’homme Pressé-Yaşamak Hırsı”nda Alain Delon, kalp hastası ve her şeyi hızlı yaşayan antikacı Pierre Niox karakterindeydi. Film, Paul Morand’ın (1888-1976) romanından uyarlandı. Ekim 1978’de gösterime giren Georges Lautner’in 1977 yapımı “Mort d’un Pourri-Aranan Hedef”, Alain Delon’u finansman olarak da zorlayan bir film oldu. Delon, “Aranan Hedef”in çekilebilmesi için kariyerini ortaya koydu. Raf Vallet’nin politik-gerilim romanından uyarlanan filmde Ornella Muti ve Stéphane Audran da rol aldı. 1983’te gösterime girebilen Pierre Granier-Deferre’in 1979 yapımı “Le Toubib-Doktor”u, “fütüristik” bir filmdi ve 3. Dünya Savaşı’nı anlatıyordu. Film, Jean Freustié’nin “Harmonie ou les Horreurs de la Guerre” (Savaştan Korkmak ya da Uyum Sağlamak) “distopik” romanından uyarlandı. Şubat 1980’de gösterime giren ve TRT’nin “Çete” adıyla gösterdiği 1977 yapımı “Le Gang-Gang”, soyguncu gangsterleri anlatıyordu. Jacques Deray’in yönettiği filmde kıvırcık saçlı Robert (Delon) eşliğinde çete her yeri soyar. Ganimetlerini de bisküvi kutularında saklarlar. Filmin sonu trajik ve sinemanın unutulmaz anlarından biriydi. Soygundan sonra Robert, bir kuyumcuya girer ve vurulur. Robert’in vurulma anında görüntü birden donar. François Truffaut’nun 1959 yapımı ilk filmi “Les Quatre Cents Coups-Dört Yüz Darbe”nin son sahnesi gibi etkileyiciydi.

Devir değişirken…

Ekim 1981’de gösterime çıkan Jacques Deray’in 1980 yapımı “3 Hommes à Abattre-3 Adam Ölecek”, Jean-Patrick Manchette’in “Le Petit Bleu de la Côte Ouest” (Batı Tarafında Küçük Mavi Yer) adlı suç-geriliminden uyarlandı. Filmde, bir kaza sonucu bir profesyonel pokercinin “kötü adamlar”la başının derde girmesi anlatılıyordu. Türkiye’de “Bir Aynasızın Postu İçin” adıyla bilinen ve Alain Delon’un kendini yönettiği 1981 yapımı “Pour la Peau d’un Flic-Örnek Mücadele”, Jean-Patrick Manchette’in “Que d’Os” suç romanından uyarlanmıştı. Özel dedektif Choucas, insanların uyarılarını dinlemiyor ve kayıp kör kızı aramayı sürdüyor. Polis ve kötü adamların peşinde olduğu Choucas, gerçeği ortaya çıkarıyordu. Aralık 1982’de gösterime çıkan ve yine bir Jean-Patrick Manchette romanından uyarlanmış 1982 yapımı “Le Choc-Şok”u Robin Davis yönetmişti. Delon bu filmde Catherine Deuneuve’le karşılıklı oynadı. Ekim 1983’te gösterime giren 1983 yapımı “Le Battant-Gizli Silâh”ı da Delon yönetti. Bu film, André Caroff’un romanından uyarlanmıştı. Delon, bu dönemde Anne Parillaud’yla sıkça beraber göründü filmlerde. “Şok” filminde Delon, Robin Davis’in yanında yardımcıyken, bu filmde de Davis, Delon’un yardımcılığını yapmıştı.

Delon, Alman yönetmen Volker Schlöndorf’un 1984 yapımı “Un Amour de Swann-Swann’ın Aşkı”nda eşcinsel Baron de Charlus rolündeydi. Marcel Proust’un romanından uyarlanan filmin hikâyesi, fahişe Odette’le (Ornella Muti) son aristokratlardan Charles Swann arasında geçiyordu. Hikâye, öğleden sonra başlıyor ve bir gece sürüyordu. Sonra hikâye yıllar sonrasına gidiyor. Yıllar sonra, Charles’la Charlus, yaşlanmışlar ve Champs-Elise’de değişen dünyayı konuşurlar bankta yan yana. Sanayi devrimi olmuş ve burjuvalar artık hayatı kuşatıyor. Bu filmin kameramanıysa Sven Nykvist’ti. Bu kameramanı Ingmar Bergman filmlerinden hatırlayabilirsiniz. Ocak 1986’da gösterime çıkan Delon’un 1980’lerdeki iyi filmlerinden biri de Bertrand Blier’nin yönettiği 1984 yapımı “Notre Histoire-Ayrı Odalar”dı. Robert adlı bir alkoliği oynayan Delon, kendini satan gizemli bir kadınla trende karşılaşır. “Ayrı Odalar”, Blier sinemasının da iyi filmlerindendi. Bu, trende birinci sınıf seyahat eden alkolik ve yalnız bir adamın hikâyesi. Bu aynı zamanda, tren garlarına musallat olan, kendini gelip geçen erkeklere sunan, güzel olduğu kadar gizemli bir kadının da hikâyesi. Robert ve Donatienne trende tanışırlar. Robert, kadından öyle etkilenmiştir ki… Eşsiz hiciv ustası Bertrand Blier’in bu filmi tuhafla gülünç arasında gidip gelirken, son ana kadar da sırlarını saklıyor. Mart 1987’de gösterime giren 1985 yapımı suç filmi “Parole de Flic-Katillere Af Yok”u José Pinheiro yönetmişti. Bu film, seyirciler tarafından beğenilmişti. Şiddet yüklü bu filmde diyaloglar da azdı. Filmin hikâyesi, Lyon ve varoşlarında geçiyordu. Belki de en büyük sürpriz, 1990 yılında gerçekleşti. Sinemada birbirine iki “düşman”, Jean-Luc Godard’la Alain Delon, “Nouvelle Vague-Yeni Dalga”yla bir araya geldiler. Delon, 1997 yılında Fransız filozof-yazar Bernard-Henri Lévy’nin “Le Jour et la Nuit-Gündüz ve Gece” filminde başrolü Lauren Bacall’le paylaştı. Bu filmde Ernest Hemingwayesk bir yazarın Meksika’daki günleri anlatılıyordu. Elbette, Godard’ın “Yeni Dalga”sı gibi entelektüel bir filmdi bu. 1948’de Cezayir’de doğan Yahudi filozof, yazar, yönetmen Bernard-Henri Lévy, bu dünyadaki tüm “izm”lere karşı biri. Komünizme, faşizme, anti-semitizme ve birçok şeye karşı olan Lévy’nin Türkçede “Sartre Yüzyılı: Felsefi Bir Soruşturma”, “Charles Baudelaire’in Son Günleri” ve Françoise Giroud’yla ortak yazdığı “Erkekler ve Kadınlar” kitapları yayımlandı. Filozof Lévy kendini, “anti anti-Amerikan” olarak da tanımlıyor. Ama, İsrail’in Filistin katliamlarına da gerekçeler arayıp duruyor hep. Aşağıdaki filmografi listesinde Alain Delon’un oynadığı birçok film yer alıyor.

Alain Delon filmografisi:

2008 Astérix aux Jeux Olympiques-Asteriks Olimpiyat Oyunları’nda
2004 Frank Riva (dizi 2. sezon)
2003 Frank Riva (dizi 1. sezon)
2000 Les Acteurs-Aktörler
1997 Une Chance sur Deux-Yarım Şans
1997 Le Jour et la Nuit-Gündüz ve Gece
1994 Les Cent et une Nuits-Yüz Bir Gece
1993 L’Ours en Peluche-Oyuncak Ayı
1992 Un Crime-Bir Suç
1992 Le Retour de Casanova-Kazanova’nın Dönüşü
1990 Nouvelle Vague-Yeni Dalga
1990 Dancing Machine-Dans Makinesi
1988 Ne Réveillez pas un Flic qui Dort-Uyuyan Polisi Uyandırma
1985 Parole de Flic-Katillere Af Yok
1984 Notre Histoire-Ayrı Odalar
1984 Le Passage-Geçit
1983 Le Battant-Gizli Silâh
1983 Un Amour de Swann-Swann’ın Aşkı
1982 Le Choc-Şok
1981 Pour la Peau d’un Flic-Örnek Mücadele
1980 3 Hommes à Abattre-3 Adam Ölecek
1980 Teheran 43. Nid d’Espions-Casus Yuvası
1979 Le Toubib-Doktor
1979 The Concorde-Airport ’79
1978 Attention, Les Enfants Regardent-Dikkat, Çocuklar Bakıyor
1977 Le Gang-Gang
1977 Mort d’un Pourri-Aranan Hedef
1976 Monsieur Klein-Kaderi Arayan Adam
1976 Armaguedon-Armagedon
1976 Comme un Boomerang-Geri Tepen Silâh
1976 L’Homme Pressé-Yaşamak Hırsı
1975 Flic Story-Öldürmek Arzusu
1975 Le Gitan-Çingene
1974 Zorro
1974 Les Seins de Glace-Buzdan Göğüsler
1974 Borsalino & Co.-Borsalino ve Çetesi
1973 Deux Hommes dans la Ville-Şehirde İki Adam
1973 La Race des “Seigneurs”-Soylu Kan-Gölgedeki Aşk
1973 Scorpio-Akrep
1973 Les Granges Brulées-Ve Duvarlar Çatladı
1973 Tony Arzenta-Büyük Silâh
1973 Traitement de Choc-Şok
1972 Prima Notte di Quiete-İlk Gecenin Sıcaklığı
1972 Un Flic-Gecelerin Adamı
1972 The Assassination of Trotsky-Meksika’da Cinayet
1971 La Veuve Couderc-Kaçak
1971 Soleil Rouge-Kırmızı Güneş
1971 Il était une Fois un Flic-Bir Zamanlar Polisti
1971 Doucement les Basses-Sus
1970 Le Cercle Rouge-Ateş Çemberi
1970 Borsalino
1969 Le Clan des Siciliens-Sicilyalılar Çetesi
1969 Madly-Delicesine
1969 Jeff-Jeff
1968 La Piscine-Sen Benimsin
1968 The Girl on a Motorcycle-Motosikletli Kız
1968 Adieu l’Ami-Elveda Dostum
1968 Histoires Extraordinaires-Şeytanın Kurbanları
1967 Le Samouraï-Kiralık Katil
1967 Diaboliquement Vôtre-Şeytan Ruhlu Kadın
1966 Les Aventuriers-Macera Peşinde
1966 Lost Command-Zafer Yolları
1965 Paris brûle-t-il?-Paris Yanıyor
1965 Once a Thief-Doğru Yoldan Ayrılanlar
1965 The Yellow Rolls-Royce-Sarı Otomobil
1964 Les Félins-Aşk Kafesi
1963 La Tulipe Noire-Siyâh Lale
1963 Il Gattopardo-Leopar
1963 Mélodie en Sous-Sol-Vurgun
1962 Le Diable et les Dix Commandements-Şeytan ve On Emir
1962 Carambolages-Karambol
1962 L’Eclisse-Batan Güneş
1962 L’Amour à la Mer-Aşk Denizi
1961 Les Amours Celebres-Şöhretli Aşk Hikâyeleri
1961 Quelle Joie de Vivre-Yaşamak Sevinci
1960 Plein Soleil-Kızgın Güneş
1960 Rocco e i Suoi Fratelli-Düşman Kardeşler
1959 Le chemin des écoliers-Okul Yolu
1959 Faibles Femmes-3 Sevgili
1958 Christine
1958 Sois Belle et Tais-Toi-Güzel Ol ve Sus
1957 Quand la Femme s’en Mêle-Kadınlar Dahil

(18 Temmuz 2009)

Ali Erden

Bodrum Film Festivali

Büyük illere önderlik eden ve bir gelenek oluşturduğunu düşündüğüm Bodrum Film Festivali’nin bu yıl yapılamayacağını üzülerek öğrendim. 6 yıldır Bodrum’da yaşayan bir İstanbul’lu olarak, beni en çok sevindiren etkinlik buydu. Gerek organizasyonda çalışan ekibin dostluğu, titizliği gerek seçilen filmlerdeki yüksek kalite bizi çok mutlu ediyordu. Belki bedava olması nedeniyle yüce halkımız çok ilgi göstermiyordu ama ben bile bazı müdavimleri olduğunu görebiliyordum.

Festivalin yapılamayış nedeni, “Belediye başkanının değişmiş olması mıdır” diye düşünmeden edemiyorum!

Bu yıl ekonomik kriz gerekçesiyle ertelenen pek çok şey olmasına alıştık, ancak Bodrum deyince akla sadece “içelim, dağıtalım, zincirlerimizden boşanalım” fikrinin gelmesini engelleyecek en önemli etkinlikten vaz geçildiğini düşünüyorum. Bence sanattan vazgeçmeye başlarsak, toplumuzdaki ayrışma ve şiddetin önüne geçmemiz iyice güçleşir.

Bodrum’da bir Güzel Sanatlar Fakültesi var ve şimdi de yeni bir okul binası hizmete girdi. Bodrum’daki üniversite öğrencilerinin yaşamlarına sinemanın değmesinin ilerisi için çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bodrum gençliğini özendireceğimiz işler “bar, otel, disko işletmek; sezonda insanları kazıklayıp, 9 ay yan gelip yatmak” mı olmalı? Sulu filmler ve abuk TV dizileri dışında, koskoca bir yaratı dünyasının olduğunu, belgeselin tadını öğrenmeleri için bundan daha iyi bir fırsat olabilir mi?

Tamam para bulamıyoruz diyeceksiniz. Ekonomik zorluğun üstesinden gelmek için benim naçizane önerim:

1- Diğer festivallerde olduğu gibi sembolik bir fiyata da olsa bilet satılması,

2- Festivalin yabancılara daha iyi duyurulması.

Bundan önceki festivallerde emeği geçen herkese tekrar teşekkür ediyorum.

Motive bir ekip oluşturmak ve gönüllü çalışanlar bulmak bu çağda çok güç. Elinizde böyle bir ekip varken, bu fırsatı kaçırmamak gerek.

Sevgi ve selâmlar.

(17 Temmuz 2009)

İlknur Birsel

Gus Van Sant, Ölüm Üçlemesi

Kariyerine bağımsız filmler çekerek başlayan Gus Van Sant için “u dönüşlerinin yönetmeni” diyebiliriz. O, ne Paul Thomas Anderson gibi insana insan gibi davranılmasını öğütleyen hümanist filmler, ne de Andrew Niccol gibi sistem eleştirisi yapan filmler çekmemiştir kariyeri boyunca. Van Sant’ın kariyerine baktığımızda illa bir ortak noktadan söz edecek olursak, gençlerin sorunlu dünyalarına değinen filmler yaptığını söyleyebiliriz.

2001 yılına gelene kadar filmografisi zikzaklı bir halde ilerleyen Gus Van Sant, kariyerindeki u dönüşlerinden birisini daha yapmaya karar verir. Bela Tarr’ın 450 dakikalık filmi Satantango’dan oldukça etkilenen Van Sant, daha önce denemediği bir tür olan minimalizme el atmaya karar verir. Daha önceden basında yer almış bir haberden yola çıkarak da Gerry’yi yazmaya karar verir ve yakın arkadaşları olan Matt Damon ve Casey Affleck ile birlikte senaryoyu yazmak için bir eve kapanırlar.

İsimleri Gerry olan iki arkadaş sürekli “şey” diye bahsettikleri bir şeyi görmek için arabalarına atlayıp yola çıkarlar. Çölün ortasında arabalarını bir kenara park edip önlerine gelen ilk patikaya girerek çöle doğru yürümeye başlarlar. “Şey”i görecekleri için heyecanlıdırlar. Fakat yaptıkları uzun yürüyüş sonucu bu “şey”i göremeyeceklerini anlarlar ve geri dönmeye karar verirler. Bu sefer de dönüş yolunu bulamazlar.

Kızgın çöl güneşinin altında aç, susuz yürümeye devam ettikçe konuşmaları ve tavırları da gittikçe şuursuzlaşmaya başlar. Gerry’lerden birisi daha sakin ve kabûllenmişken, diğeri daha depresif ve mızmızdır.

Gus Van Sant’ın 16 günde çektiği filmde baştan sona sadece iki karakter var. Onları, senaryoda da katkıları bulunan Matt Damon ile Casey Affleck canlandırıyor.

Bir şeyler anlatmaktan ziyade sinema üzerinde deneyim yaşatmak isteyen Gus Van Sant, uzun plân sekanslarla döşediği filminde sizi de Gerry’lerden birisi yapabileceği gibi tamamen yabancılaştırabilir de. Çünkü filmin uzun plân sekanslarla ve sabit açılarla desteklenen oldukça durağan bir atmosferi var.

Filmin temalarından birisi de ölüm ve o yola giderken insanı sarıp sarmalayan ruh hali. Gerry’ler çölün ortasında canlarından bezmiş halde ayaklarını sürüye sürüye yürürlerken ölüm provası yapıyorlar adeta.

2003 yılında Elepnat / Fil’i çekiyor Gus Van Sant. Filmde oynayacak oyuncuları da çekim yaptığı okuldan ve onun çevresindeki okullardan seçiyor. Columbine Lisesi katliamından yola çıkarak senaryoyu oluşturan Gus Van Sant, sıradan bir okul gününde iki gencin okula çantalar dolusu silâhlarla gelerek gerçekleştirdikleri katliamı anlatıyor. Bunu da kendisine herhangi bir ana karakter seçmeden, olayları çizgisel bir düzleme oturtmak yerine atası Akira Kurosawa’nın Rashomon’u sayılan sarmal kurguya başvurarak anlatıyor.

Sıradan bir okul günü… Futbol oynayan gençler, portfolyosunu genişletmek için sürekli fotoğraf çeken bir Elia, sarhoş olan babasını almaya gelmesi için kardeşine telefon eden John, şamar oğlanı Alex, beden eğitimi derslerinde şort giymediği için uyarı alan ve görece çirkin olan Michelle, dedikodu yapan kızlar, akşam verilecek olan parti hakkında kız arkadaşı ile konuşan Nathan… Gün içinde hepsinin yolu birbirleriyle kesişecektir.

Gus Van Sant, Gerry’de başladığı minimal anlatımını burada da devam ettirerek filmini uzun plân sekanslar, sabit kamera açıları ve minimum diyalogla örüyor. Karakterleri yakından tanımamıza yetmeyecek şekilde aradaki mesafeyi koruyor yönetmen. Hepsine eşit düzeyde yaklaşarak, aksiyon ve gerilimli sahnelerde minimal anlatımından taviz vermeyerek, olaya bir belgeselci gözüyle yaklaşarak filmin etkileyiciliğini daha da arttırıyor Gus Van Sant. Bu açıdan üçlemenin hem en sert, hem en iyi, hem de ölüm temasını en açık biçimde anlatan filmidir Elephant / Fil. Ayrıca Gus Van Sant, tamamen amatör oyunculara yer verdiği bu filminde yönetmenlik sanatını ön plâna çıkarmıştır.

Van Sant, Elephant / Fil ile ilk defa katıldığı Cannes Film Festivali’nde hem en iyi filme verilen Altın Palmiye’yi hem de en iyi yönetmen ödülünü kazanıyor. Aynı gece Nuri Bilge Ceylan da Uzak filmiyle, jüride bulunan Meg Ryan’ın da yoğun ısrarları sonucu Jüri Özel Ödülü’nü kazanıyor. Dogville ile büyük ödülü alması beklenen Lars Von Trier ise eli boş dönüyor. Dogma ’95 Manifestosu’na birkaç madde eklemek isteyen Van Sant, Altın Palmiye’yi alamadığı için çok sinirli olan Lars Von Trier’e arkadaşlarının uyarısı ile yaklaşamıyor.

2005 yılında Nirvana’nın ünlü solisti Kurt Cobain’in son günlerinden esinlenerek Last Days / Son Günler’i oluşturuyor Gus Van Sant. Fakat onun hakkındaki gerçek bilgilere, araştırmalara dayanan bir senaryo değil bu. Van Sant sadece Cobain’in son günlerinde neler yapmış olabileceğine dair varsayımlardan oluşan bir senaryo yazıyor. Senaryonun çoğunluğu da “dışarıda yürür”, “nehirde yüzer”, “eve gelip uyuşturucu kullanır”, “beste yapar”, “şarkı söyler” türünden maddelerden oluşmaktaymış.

Konusuna gelirsek; çevresindekilerle sorunlar yaşayan ünlü rock müzisyeni Blake, grup arkadaşlarıyla birlikte şehrin biraz dışarısındaki bir eve giderek yaşamaya başlarlar. Zamanının çoğunu yürüyerek, yüzerek, beste yaparak, kadın kıyafetleri giyerek, mıymıntı bir halde kendi kendisine konuşarak geçiren Blake, grup arkadaşlarıyla bile samimiyetini minimuma indirmiştir. Yanına gelip, eve dönmesi için kendisine baskı yapan annesiyle bile iki çift lâf etmez.

Sonunda grup arkadaşları da Blake’i terk eder ve koskocaman evde yalnız başına kalır.

Last Days / Son Günler biçim olarak Gerry’e, kurgusal olarak Elephant / Fil’e daha yakındır. Buna rağmen üçlemenin en zayıf filmi olduğunu ve Cobain hayranları tarafından pek tutulmadığını söyleyebiliriz. Ayrıca Cobain’in eşi Courtney Love’a telif hakkı ödememek için ana karakterin ismini Blake olarak değiştirmiştir Van Sant. Ayrıca Cobain’in ölümüne dair soru işaretleri filmin finalinde de korunmuştur.

Üç filmin de ortak teması “ölüm” olduğundan dolayı, üçleme “ölüm üçlemesi” olarak adlandırılmıştır. Fakat üç filmde de uzun plân sekanslar eşliğinde yürüyüş sahnelerine bolca yer verildiği için belli bir kesim tarafından “jogging üçlemesi” olarak da bilinir.

(13 Temmuz 2009)

Akın Çetin

17 Temmuz 2009 Haftası

“Harry Potter ve Melez Prens”te, genç büyücünün, karanlığın lordu Voldemort’la nihai savaşından bir önce, Hogwarts’daki altıncı yılda, ergenlik döneminin ilk aşklarına odaklanılırken, koşutunda, eski meşum öğrenci Tom Riddle adının izi sürülüyor. Biraz şişirilmiş bir bölüm bu; 153 dakikadan daha kısa olabilirdi. Artık dev bir ticari kurum olan “Harry Potter” adı çevresinde oluşan milyar dolarlık ciroya çocuk ve gençlerin katkıları, bazı yetişkinleri sıkıyor artık. Fakat kendi adıma, “Amelie – Le fabuleux destin d’Amelie Poulain” ve “Kayıp Nişanlı – Un long dimanche de françailles” ile ‘görüntü yönetimi’ dalında iki kez Oscar adayı olan Bruno Delbonnel ve ekibinin, ‘büyüleyici’ biçimde -özellikle ışıkları- yönettikleri görsel ziyafetten çok memnun kaldığımı belirtebilirim.

“Aşka Son Şans”ta, zaman hızlı ya da yavaş fakat geriye dönmeksizin akarken… Evliliğinde, işinde, eski karısı ve kızıyla iletişiminde başarısız adam ile biten ilişkilerin yarattığı düş kırıklıklarından mutlu olmaya başlamış, tek arayanı evhamlı annesi olan kadın, iklim değişikliklerinin güzelliğini yaşayan Londra’da karşılaşıp tanışırlar. Ve son bir kez, sevmenin, o geleceği belirsiz, işte tam da bunun için insana kendini iyi hissettiren güzelliğine adım atarlar. İkişer Oscar’lı iki büyük sanatçı, Dustin Hoffman ve Emma Thompson’ın, yanlarından ayrılmak istemeyeceğiniz denli sizi kavrayan performanslarıyla, hayatın, sevmeyi askıya alacak denli ciddiye alınacak bir şey olmadığını bir daha anlayınız.

(13 Temmuz 2009)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

Yaşadığı Gibi, Aniden Öldü…

Haftanın, hatta yazın en iddialı yapımı, aylardır heyecanla beklenen filmi Puplic Enemies / Halk Düşmanları nihayet vizyonda… Michael Mann imzalı film, Türkiye’de yayınlamayan “Halk Düşmanları: Amerika’nın En Büyük Suç Dalgası ve FBI’ın Doğuşu” adlı kitaptan sinemaya uyarlandı.

Film 1930’lu yılların en meşhur banka soyguncusu John Dillinger ve çetesinin adaletin köpekleriyle adeta kafa bulan müthiş hikâyesini anlatıyor. Bankaların halkı yoksullaştırdığını düşünen ve bu yüzden de banka soyan John, bir soyguncudan öte Robin Hood misali bir halk kahramanı. Bankadaki müşterilerin parasına dokunmayan, bayan rehinelerin yanında küfür etmeyen, kibar, esprili ve hiç kuşku yok ki çok zeki bir gangster John Dillinger.

Her şeyi hemen şimdi isteyen efsane gangster John Dillinger’in 31 yıllık kısacık hayatı usta yönetmen Michael Mann tarafından beyazperdeye öyle güzel uyarlanıyor ki, bir sinema dersi sayılabilecek bu yapıma hayran kalmamak elde değil… John Dillinger’in psikolojisini es geçmeden, (o harika yakın plânlar, hiç konuşmaya gerek kalmadan ruh halini öyle iyi hissediyoruz ki…) aksiyondan ödün vermeden, aşkı geri plâna atmadan; her şeyi dengeli ve tadında sunan “Halk Düşmanları” asla kaçırılmaması ve hatta mümkünse birkaç kez izlenesi filmlerden…

Ben de basın gösteriminin ardından filmi yeniden izlemek için fırsat kolluyordum ve nihayet dün gece tekrar izledim, ancak filmi izlediğim sinema salonunda ses sistemi felâketti. Evde izlesem sesleri daha iyi duyardım. Üstelik sesin ani iniş-çıkışları seyircinin filme yoğunlaşmasını alt üst etmişti. Ben daha önce izlemiştim en azından ama salondakilere gerçekten üzüldüm. Korsana yüz vermeyip sinemaya gelen izleyiciler daha kaliteli şartlarda film izlemeyi hak ediyor diye düşünüyorum. Bu sorundan olsa gerek film seyirciyi bir türlü içine alamadı. Meselâ John yakalandığında, gazetecilerin ona sorduğu komik sorular ve John’un verdiği zekice cevaplar beni yine çok güldürmüştü. Ama koca salondan çıt çıkmıyordu. Ayrıca film çıkışı homurtulara kulak kabarttım. Belki de filmin gerçek bir hikâyeden uyarlandığını bilmeyen izleyiciler John’un ölmesinden hiç memnun olmamışlardı.

Tabii tüm bunlar filmin başarısını gölgelemiyor. Bu büyük başarının altında bence ekibin yaptığı çekim öncesi hazırlık yatıyor. Hem yönetmen Michael Mann hem de Jonny Depp, Christian Bale ve Marion Cotillard karakterlerini daha yakından tanımak adına önemli çalışmalar yapmışlar. Johnny Depp zaten eskiden beri Dillinger ile ilgileniyormuş. Dillinger hakkında birçok kitap okumuş ve onu psikolojik olarak da kafasında çözmüş, özümsemiş. Onu insan olarak anlamaya çalışmış. John’u yakalamaya and içmiş FBI Ajanı Melvin Purvis rolündeki Christian Bale’da yönetmen Michael Mann ile birlikte Purvis’ı daha yakından tanımak için oğlu Melvin’in oğlu Alston ile zaman geçirmiş. Marion Cotillard ise Billie Frechette’in aile üyeleriyle tanışmış, Billie’yi onlardan dinleyerek bir gangsterle birlikte olan bir kadının ruh halini anlamaya çalışmış. Ayrıca Mann’in özel çalışması sonucu Depp, Dillinger giysilerini giyme ve onun kullandığı silâhları da kullanma şansı da bulmuş. Hâl böyle olunca filmin gerçeğe nasıl bu kadar yaklaştığını anlayabiliyoruz ve bu filme çok özel bir anlam daha katıyor.

Düzene karşı çıkan -bir tür anarşist- Dillinger’in sonu birçok kader ortağı gibi ölüm oluyor. Ama kısacık hayatına sığdırdığı büyük işler onu ölümsüz yapmaya yetiyor bile… Hiç şüphe yokki John’da kendisini böyle bir sonun beklediğini görüyordu. Kendisi hariç tüm arkadaşlarının fotoğraflarının üzerinde öldü damgasını gördüğünde, kendisini de böyle bir sonun beklediğini biliyordu. Ama o tam bir erkekti… Ve sevdiği kadını asla yolda bırakmayacak ve hep yanında olacağına inandıracaktı. Billie’ye yaşlı bir adam olarak kollarında öleceğim derken bu yalana kendisini bile inandırmıştı… Hain bir tuzağa düşürüldüğü sinema çıkışı öncesinde, izlediği son film olan Manhattan Melodram’da “yaşadığın gibi aniden öl” sözü onu her şeyden daha çok heyecanlandırmıştı ve aslında gerçekten istediği şey buydu… İstediği hapiste çürümek ya da her an yakalanma korkusuyla bir yerlere kaçmak değildi… Yaşadığı gibi aniden ölmekti… Öyle de oldu… Yaşadığı gibi aniden öldü. Ardında daha ilk günden veda ettiği Siyah Kuş’u bırakarak…

(13 Temmuz 2009)

Gizem Ertürk

Varoluşçu Bir Yönetmen: Kim Ki-duk

Güney Koreli yönetmen Kim Ki-duk’un filmlerinde baş karakterler çoğunlukla az konuşuyorlar. İletişimsizler. Yalnızlar. Onlar, modern zamanların tüm acılarını çekiyorlar. Ki-duk’un filmleri varoluşçu, derinlikli ve çok estetik.

Son yıllardaki önemli bir keşifse, Kim Ki-duk ve sineması… Güney Koreli yönetmenin şu üç filmi “Bin-jip / Boş Ev”, “Samaria – Fedakar Kız” ve “Hwal – Yay”, her biri başlı başına bir değerdi. Bu üç film, hem birbirine uzaktı hem de birbirine yakındı. Ama, temel olarak aynı noktada birleşiyorlardı. Genç kızlar ve kadınlar, babaları ya da dedelerinin yaşındaki adamlarla olmasın diyordu yönetmen. Sanki çığlık atıyordu bu üç filmiyle. Onun filmleri evrensel. Yönetmenin anlattığı temalar aşağı yukarı tüm kültürlerde karşılığını bulabiliyor. Ki-duk, erkeklerin dünyasını tedirgin edici biçimde yansıtırken, genç kızlar ve genç kadınlar alabildiğine zarif ve kırılgan. Ama, o kadınlar ve erkeklerin yaşları birbirine yakınsa muhteşem anlar şiirsel biçimde perdeden seyirciye ulaşıyor.

Yönetmenin varoluşçuluğu…

2004 yapımı “Bin-jip / Boş Ev” filminde temel tema aşktı. Bir genç kadın babası yaşında bir adamla evlenirse mutlu olabilir mi? Bir de bu evlilik ailesinin zoruyla olmuşsa… Motosikletli bir genç, evlerin kapısına hep broşürler bırakıyor gündüz vakitleri. Akşamlarıysa, hangi evin kapısında bıraktığı broşürlere dokunulmamışsa o eve giriyor ve saygılı bir biçimde geceyi o evde geçiriyor. Yemeğini yiyor, banyosunu yapıyor, çamaşırlarını yıkıyor ve sabah giderken de evi bir güzel temizliyor. En son girdiği evde hayatının aşkıyla karşılaşıyor genç adam. Babası yaşında bir adamla evlenmiş genç kadın da aslında hayatının erkeğiyle karşılaşıyor. Ki-duk sinemasının simgelerine ve metaforlarına dokunabiliyorsunuz bu filmde. “Boş Ev”in fonunda Arapça şarkılar da duyuluyordu. Ki-duk, bu filminde yer yer Freudyen yoruma da ulaşıyordu. “Boş Ev”i seyrederken, kadınların ve erkeklerin derinlikli psikolojilerinin de içinde dolaşıyorsunuz. Yönetmen, az da olsa tarafsız kalıyor bu iki farklı kutbun ortasında. Ki-duk’a göre kadınlar, erkeklere oranla şiddete daha uzaklar. Kadınlar, şefkatli bir dokunuşla sert ortamı yumuşatabiliyor. Kutbun öteki ucundaki erkeklerse, her an şiddete hazırlar. Sorunları, kızgınlıkları ve çıkmazları tek bir yolla, şiddetle çözmeye yatkınlar. Ki-duk’un filminde iki önemli metafor vardı: İç mekânlar ve golf sopası. İç mekânlar, ana rahmi gibi güvenli bir sığınaktı. Golf sopasıysa, “fallus” gibi, erkeğin güç simgesi ve her an şiddete dönüşebiliyordu. Erkekler, tüm sorunlarını kaba güç ve şiddetle çözümlüyor. İki erkek bir araya geldiğinde şiddet potansiyeli de oluşuyor. Yönetmenin karşı çıktığı en önemli olgu, şiddet duygusu. Bunun da erkeğe daha yakın durduğunu söylüyor. Ki-duk, iki “farklı” cinsin “aynılaşma”sını savunmuyor elbette. Her şey aynı olursa aşk ve yeni bir şey olur mu? Hayat, iki zıt kutbun üzerine inşa edilmiş. Bu zıtlık, hayatı ve doğayı doğuruyor.

2005 yapımı “Hwal-Yay” filminde, genç bir kızla yaşlı bir adamın ilişkisini anlattı. Ki-duk filmlerinin neredeyse temeli atıyor bu tema: Genç kadın-yaşlı erkek ilişkisi… Elbette mutluluk yok. Uzakdoğu filmlerinde çoğunlukla insan ilişkileri gerçekçi ve yaşamda karşılıkları bulunabiliyor. Ki-duk, bir bakıma varoluşçu bir yönetmen. Hem karamsarlık var hem de iyimserlik. Bu iki olgu sürekli birbirleriyle çatışıyorlar ve savaşıyorlar. Yönetmenin filmlerinde umut da var, karamsarlık da. Ki-duk’un varoluşçuluğunun bir diğer özelliği de hayalet figürü. “Boş Ev”de, gerçek aşk, genç adamın hayalete dönüşmesiyle yaşanabiliyordu. “Yay” filminde de, yaşlı adamın hayaleti kızla fiziksel ilişki kurabiliyordu ancak. Ama, bu iki filmin karşısında 2004 yapımı “Samaria-Fedakar Kız”da da, kızlara göre epeyce yaşlı erkekler vardı ve konu daha başkaydı. İki liseli genç kız, düşlerine ulaşabilmek için seks işçiliği yapıyorlardı. Kızlardan Jeyong, babası yaşındaki erkeklerle para karşılığı yatarken, diğer kız Yojin de paraları topluyordu. Elbette trajedi de gecikmiyordu ve Jeyong ölüyordu. Jeyong ölünce, Yojin vicdan azabı çekiyor ve Jeyong’un olduğu erkeklerle kendisi yatıp o erkeklere paralarını geri ödüyordu. Tam bir ironik bir durum. Yojin’in babası polisti ve elbette rastlantıyla kızının yanlış yolda olduğunu öğreniyordu. “Yay” filminin finali, hem umutlu hem de karamsardı.

Ki-duk estetiği…

Yönetmen, “Boş Ev” ve “Yay” filmlerinde daha dingin bir anlatımda yoğunlaşırken, “Fedakar Kız”daysa kamera alabildiğine öfkeliydi. Yönetmenin bu filmdeki öfkesi, kızları yaşındaki kızlarla para karşılığında olan koca koca adamların olmasıydı belki de. Filmdeki şiddet trajik bir biçimde yansıyordu perdeye. Öfkeyi, utancı ve vicdan azabını da içinde barındırıyordu. “Boş Ev” ve “Yay”, gerçekten sakin anlatımlı ve şiirseldi. “Yay” filmi, Ki-duk’un gördüğümüz en gerçeküstücü filmlerinden biriydi ayrıca. Film, baştan sona bir balıkçı teknesinde geçiyor ve okyanus alabildiğine uzanıyordu. Yönetmen filmde karayı hiç göstermiyordu. Ki-duk’un filmlerinde heykeller ve resimler önemli bir yer tutuyor. Kendisi de ressamlıktan geldiği için resimlerle kendini ifade ediyor seyirciye karşı. Elbette teknoloji de var. Cep telefonları, özellikle fotoğraf çekenleri ana nesnelerden biri filmlerinde. İşte yönetmen bunların altını çiziyor hep son üç filminde. Ki-duk’un filmlerinin içine girip dolaştığınızda birçok şeyle karşılaşabilirsiniz. Hayat, kaybedenler, iletişimsiz insanlar ve teknoloji. Onun filmlerinde başkarakterler çoğunlukla pek konuşmuyorlar. Yalnızlar. Bir çift olup aşkla çoğalmak zor mudur bu modern zamanlarda?

Modern zamanlarda aşk…

Ki-duk’un, aşkın tutkulu iç dünyasında yolculuğa çıkartan filmi 2006 yapımı “Shi gan-Zaman”, insana soru sorduran bir yapıt. Aşk mı eskir, yoksa insan mı? Zaman en çok neyi yıpratır? Sürekli aynı insanı görmek, hayatı da sıkıcı bir hale mi getirir? Fiziksel değişim her şeyi kökten çözebilir mi? Bu filmi seyrederken, öncelikle sevgilisi olan insanlar zihinsel olarak Ki-duk’un filminden etkilenmeleri muhtemel. Çünkü onlar somut olarak aşkın tam içindeler. Bu filmin iki başkarakteri Ji-woo ve Seh-hee gibi. Film, seyirciyi şok edebilen gerçek bir estetik ameliyatla açılıyor. Filmin ana teması, güzellikten öte fiziksel değişim üzerine. Elbette güzellikten vazgeçilemiyor. Estetik merkezinden elinde eski yüzünün çerçeveli fotoğrafı olan bir kadına çarpan ve çerçeveyi düşüren Seh-hee, kendi hayatında bunalımlar yaşayan bir genç kadın. İki yıldır birlikte olduğu sevgilisi Ji-woo, kendinden (yani yüzünden) sıkıldığı kuruntusuna kapılıyor. Kendisini kafede bekleyen Ji-woo’nun başka kadınlara bakmasına ve konuşmasına dayanamıyor. Sevgilisini kendisine acı verecek kadar kıskanıyor ve seviyor Seh-hee. Eskidiğini sandığı güzel yüzünü bir estetik cerrahına değiştirmesi için başvuruyor. Cerrah, onu kararından döndürmek için uğraşıyor, ama Seh-hee ameliyat oluyor. İşinden, evinden ve sevgilisinden de ayrılıyor sonra. Sevgilisi Seh-hee’nin birdenbire ortadan kaybolmasıyla bir boşluğa düşen Ji-woo, başka kadınlarla beraber olsa da onu unutamıyor. Yönetmen Ki-duk, Seh-hee ortadan kaybolsa da onun ruhunu seyirciye her an hissettiriyor. Ji-woo gibi seyirci de Seh-hee’yi unutamıyor. Yeni yüz ve adla Ji-woo’nun karşısına çıkıyor Seh-hee. Yeni adı da See-hee… Bu defa da kendini eski kendinden kıskanıyor. Çünkü Ji-woo, Seh-hee’yi hiç unutamamış.

Ki-duk, tüketim toplumlarında her şeyin çabuk tüketildiğini, ama asıl tüketilenin insanın kendisi olduğunu söylüyor bu filmiyle. Güzelliği kutsayan kapitalizm, sürekli insanı yanılsamalar içinde bırakarak kendilerinden bile uzaklaştırıyor insanları. Elbette zaman birçok şeyi eskitir. Doğa, bir şeyleri sürekli eskitirken, yepyeni olanı da yerine koyuyor. Psikolojik yönü de olan bu filmde insan ruhunun derinliklerinin okyanuslardan daha derin olduğu hissediliyor. Karakterlerin iyi yansıtıldığı filmde, Seh-hee karakterinin psikolojik dönüşümleri insana varoluşçu açılımlar yaratıyor. Film, psikanalitik açıdan değerlendirme yapabilen sinemaseverlere modern toplumlar üzerine fikir verebiliyor. Yönetmenin heykel tutkusu bu filminde de sürüyor. Ki-duk, kendi filmi “Boş Ev”den de görüntüler gösteriyor Ji-woo’nun evinde. Sürekli tekrarlanan bir motife (leit-motif) dönüşen fotoğraflar üzerine de düşünmek gerekecek bu filmde: Nostalji, anılar, yaşanmış “o an”lar, yıpranmışlıklar… Modern insan, “an”ları neden çılgınca belgeliyor? Dijital teknolojinin patlamasından dolayı mı? Bir de Ki-duk’un filmlerinde, internet ve cep telefonları sıkça yansıyor; bir görüntü olarak değil, modern insanın bir parçası olarak. Hayatın birer doğal parçası gibiler. Ayrıca “Zaman” filmi, yönetmenin en erotik ve en küfürlü filmiydi belki de. Müzikleri, biçimi, içeriği ve oyunculuklarıyla çarpıcı bir filmdi “Zaman…”

Aşk imkânsız mı?..

Ki-duk, 2007 yapımı “Soom-Nefes”le hapishaneye bakıyor. Ama bu Ki-duk’un hapishanesi. Bir kadınla bir erkeğin imkânsız aşkını sorun yapıyor kendine yönetmen. İdam cezasına çarptırılmış mahkûm Jang-jin’le, evliliğinde sorun yaşayan genç kadın Yeon arasında varoluşsal bir aşk yaşanıyor. Her filminin estetik anlamda atmosferini kuran Ki-duk, neredeyse dünyanın hiçbir yerinde olmayacak bir hapishaneden bakıyor insanlara. Ama yine de hapishane, özellikle hücre insanı tedirgin eden biçimde yansıyor perdeye. Jang-jin’le hücrede kalan diğer üç kişi, yatak olmayan hücrede beraber kalıyorlar. İçerisini ve dışarısını koşut bir anlatımla iç içe sunmuş seyirciye Ki-duk. Yeon, evde heykel yapıyor. Kocası bir müzisyen. Bir de küçük kızları var. Mutlu görünmesi gereken bir aile. Ama evde mutsuzluk var. Yeon’la kocası arasında iletişim kopmuş. Hikâyenin diğer tarafında idam mahkûmu Jang-jin var. Jang-jin, intihar eğilimli bir insan. Hikâyenin derinliğinde Jang-jin’in neden orada olduğunu anlıyor seyirci. Jang-jin, karısını ve iki kızını vahşice öldürmüş bir katil. Yeon bunu bilmiyor. İdama mahkûm olmuş Jang-jin’in intihar etmesi ilgisini çekiyor belki de Yeon’un. Hücrede diş fırçasını boğazına saplayıp intihara kalkışan Jang-jin’e medya müthiş bir ilgi gösteriyor. Sonra da Yeon. Bu iki insan, kadın ve erkek arasında dışarıdan bakınca tuhaf ve imkânsız bir ilişki başlıyor. Belki de aşk. Yeon, Jang-jin’e yaşayamadıklarını yaşatıyor hapishanenin bir başka hücresinde. Yeon, hücreyi duvar kâğıtlarıyla kaplıyor. Kır manzaraları ve sahillerle süslü. Jang-jin’e şarkılar da söylüyor Yeon. Yeon’un kocası bir şeyleri hissediyor ve karısını gizlice takip ediyor. Sonuçta, Yeon’u Jang-jin’den kıskansa da her şeyi oluruna bırakıyor. Böylece kendi suçluluğundan kurtulmak istiyor belki de. Filmin finali boşlukta kalıyor gibi gözükse de, aile yine bir araya geliyor. Bir şeyle kırılınca her şey eskisi gibi olabilir mi? Aile, Adamo’nun “Tombe La Neige” (Her Yerde Kar Var) şarkısını mutlulukla söylese de, yönetmen her şeyi seyirciye bırakıyor. Hücrede de bir aşk kırgını var. Bunun için filmin sonunu da trajik bitiyor yönetmen. Yönetmen, bu son filminde az da olsa kenidini de göstermiş seyirciye. Güvenlik kameralarını kontrol eden adamı Ki-duk canlandırmış. Yönetmen yüzünü pek göstermese de görüntüsü camdan yansıyor sürekli.

1960 yılında doğan yönetmen Ki-duk, ailesinin yoksulluğundan ülkesinde birçok işte çalışmış. Hatta paralı askerlik bile yapmış. Belki de bu yüzden filmlerinin genelinde otoriteye ve baskıya karşı bir öfkesi var. Filmlerinde tutucu Kore geleneklerini ve halkını da sıkça eleştiriyor. Ki-duk, ülkesinde çok tanınmıyor ve tanıyanlar da pek sevmiyor bu yüzden. Ki-duk, birkaç yıl Paris’te yaşamış. Resim eğitimi almış. Paris’in sokaklarında yaşamış. Ki-duk, otuz yaşına kadar hiç sinema salonunda film seyretmemiş. Yönetmen, Paris’te Leos Carax’nın 1991’de yönettiği “Les Amants du Pont-Neuf-Köprüüstü Aşıkları”yla Jonathan Demme’nin 1991’de yönettiği “The Silence of the Lambs-Kuzuların Sessizliği”ni gördükten sonra sinemacı olmaya karar veriyor. 1996’da ilk filmi “Ag-o-Timsah”ı çekiyor. Ki-duk, Türkiye’de “Bom Yeoreum Gaeul Gyeoul Geurigo Bom-İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış… Ve İlkbahar” filmiyle tanındı.

Rüyalarla gelen trajediler

Ki-duk’un on beşinci filmi 2008 yapımı “Bi-mong-Rüya”, bir anlamda modern toplumda iletişim ve yalnızlık üzerine olabilir. Heykeltıraş Jin, gerçek gibi rüyalar görüyor. Son bir haftadır gördüğü rüyalar onun için bir kâbusa dönüşmeye başlar. Çünkü gördüğü rüyalar gerçek hayatta da birebir gerçekleşiyor. Son gördüğü rüyada bir arabaya çarpıp bir insanın yaralanmasına neden oluyor ve olay yerinden arabasıyla hızla uzaklaşıyor. Jin, dehşetle uyanıp kazanın olduğu mekâna gidiyor ve rüyasında gördüğü kazanın gerçekleştiğini görür. Polis, kısa bir araştırmadan sonra bir genç kadına, Ran’a ulaşıyor. Ran, bir uyurgezer ve hiçbir şeyi hatırlamıyor. Jin, polise kazayı rüyasında kendisinin yaptığını söyleyince Ran’ın psikoloğuna başvuruyor polis. Sonuçsa, Jin’in gördüğü rüyaları uyurgezer Ran yaşıyor. Jin, rüyalarında ayrıldığı, ama hâlâ çok sevdiği sevgilisiyle Ran’ın yaşayacaklarını görüyor. Ran, ayrıldığı sevgilisinden nefret etse de uykusunda sürekli o adamın yanına gidiyor. Hatta nefret ettiği sevgilisiyle sevişiyor bile Ran. Jin de rüyasında sevişiyor unutamadığı eski sevgilisiyle. Ki-duk’un belki de en trajik filmi “Rüya”ydı belki de. Acıya ve çıkışsızlığa doğru yavaş yavaş yol alan Ran ve Jin, sonunda trajik sonlarını hazırlıyorlar kendilerinin. Birbirinin zıt karakterdeki bu iki insan psikoloğun önerisiyle sevgili olamıyorlar ama, bu rüya kâbusu yüzünden aynı evi paylamaşmak zorunda kalıyorlar uyumamak için. Ki-duk’un “Rüya”sı, aslında kırık aşkların ve yalnızlağın şiiri gibi. Modern toplumdaki iletişimsizlik üzerine de bir film bu belki de. Cep telefonu ve internet o kadar gelişti, ama insanlar eskisinden daha yalnız. Gerçek aşkı ve sıcak dostluğu bulamıyorlar. Belki de Ran’la Jin, birbirlerini tamamlıyorlardır. Kim bilir. Zıt karakterli bu iki insan, bu trajedileri yaşamadan büyük bir aşkı yaşayabilirlerdi belki. Ran rolündeki Jô Odagiri, Japonların ünlü şarkıcı ve aktörlerinden biri. Jô Odagiri, bu filmde hep Japonca konuşmuş.

Kim Ki-duk filmlerinin tutkunu olan sinemaseverler var. Öncelikle “Ag-o-Timsah” (1996), “Yasaeng Dongmul Bohoguyeog-Vahşi Hayvanlar” (1997), “Nabbeun Namja-Kötü Adam” (2001), “Bom Yeoreum Gaeul Gyeoul Geurigo Bom-İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış… Ve İlkbahar” (2003) gibi filmleri de sinemasal belleğe alınmalı. Güney Koreli usta Ki-duk, sinemanın kendine özgü yönetmenlerinden biri çünkü.

Ki-duk, bambaşka…

Ustanın 1998 yapımı “Paran Daemun-Kuş Kafesi”, gerçeküstücü bir gerçekle kuşatılmış çok sert bir film. Ki-duk’un bu hikâyesinde bir aile ve genç bir fahişe var. Evin kızı Hye-mi (Hae-eun Lee), erkeksi görünümlü ve öfkeli biri. Üstelik sevgilisi de var. Tüm öfkesini kendisinden güzel olan Jin-a’dan (Ji-eun Lee) çıkartıyor. Ama, daha sonra Hye-mi, iyi yürekli Jin-a’nın sıcaklığını alıyor ve onunla dostluğu derinleşiyor. Evin liseye giden oğlu Hyun-woo (Jae-mo Ahn) hem fotoğrafa hem de Jin-a’ya meraklı. Sahil kenarında “Kuş Kafesi Hanı” adını verdikleri birkaç barakadan oluşmuş randevu evinde yaşayan bu yoksul aile, Jin-a’yı erkeklere satarak geçimlerini sağlıyor. Aile, Jin-a’ya oda ve yiyecek veriyor bunun karşılığında. Jin-a’nın, hapisten yeni çıkmış pezevengi de (Kwak Min-seok) var. Pezevengin gelişiyle hikâye derinleşiyor ve şiddet de zaman zaman öne çıkıyordu filmde. Kederin sardığı bu karamsar filmde gerçeküstü bir estetik de kuşatıyordu perdeyi. Filmin girişi ve finali gerçekten çarpıcıydı. Elinde valizi ve poşetin içinde japonbalığıyla sahilde melânkolik bir halde yürüyen bir kadına çarpan Jin-a’nın dünyasının içine giriyordu yönetmen. Jin-a, resim de yapıyor. Kadına çarptıktan sonra sahilde elindeki çıplak kadın tablosunu kumlara diken Jin-a, denizin içinde sandalyeye oturuverir. İşte bu görüntüler gerçeküstü bir dünyadan düşmüş gibiydi. Filmlerinde genelde resim ve heykeli bir “leit motif” gibi sürekli gösteren Ki-duk, çarpıcı ve beklenmedik fotoğraflar da oluşturuyor. Bu filminde denizin ortasına kondurulmuş metalden bir merdiven de vardı. Denizin içindeki bu merdiven sanki Jin-a’nın sığınağı gibiydi. Müthiş anların olduğu bu filmde karakterler de çok zengin biçimde yansıyordu. Bu gerçeküstü filmin yaşayan karakterleriydi onlar. Filmin görselliği de çarpıcıydı. Final bölümünde japonbalığını, denizin içindeki merdivenlerden seyreden Hye-mi ve Jin-a’yı Ki-duk’un kamerası da suyun altında dikizliyordu.

Kaderleri kamyonun arkasında…

Ustanın ilk defa bu filmiyle karşılaşan bir sinemasever, Ki-duk’u şiddetin yönetmeni olarak değerlendirebilir belki. 2001 yapımı “Nabbeun Namja-Kötü Adam”, fahişelerin ve pezevenklerin ortasında bir şiddetin filmiydi. Saçlarını üç numaraya vurdurmuş ve hiç konuşmayan bir adam, kalabalıklara bakıp durur sürekli. Gözü, bankta oturan üniversite öğrencisi güzel Sun-hwa’ya (Won Seo) takılır. Kızın sevgilisi gelir o sırada. Sessiz adam, gider kızın dudaklarından şehvetle öper. Askerler, sessiz adama kızdan özür diletirler. Kız, sessiz adamın yüzüne tükürür. İşte bu film, bu noktadan sonra bambaşka yollara ve trajedilere sürükleniyor. Gururu incinen sessiz adam, yani Han-ki (Jo Jae-hyeon), aslında genelev sokağından bir pezevenk. Han-ki, bir tuzakla Sun-hwa’yı geneleve düşürüyor. Trajediler de başlıyor ardından. Varoluşçu filmleriyle Uzakdoğu sinemasının büyükleri arasında olan Ki-duk, aslında Han-ki’yle Sun-hwa’nın trajik hayatına tanıklık ettiriyor. Nefret ve kaybolan düşlerle beraber, bu kaybetmiş iki insan finalde kaderlerini bir kamyona yüklüyorlar ve ülkeyi dolaşıyorlar beraberce. Filmin derinliğinde tarif edilemez yoğun şiddet de var. Hem soyut hem de somut olarak. Bu iki şiddet de gerçek anlamda sarsıcı. Hiç konuşmayan Han-ki, elbette Sun-hwa’na tutku ötesi tutkulu. Sun-hwa, genelev sokağını terk edemiyor. Belki o da Han-ki’ye tutku ötesi tutkuludur. Bir tutkulu daha var. O da bir başka pezevenk Jung-tea. Sun-hwa’nın aşkı için her şeyi göze alabiliyor Jung-tea. Bu filmin renkleriyse tek ton gibiydi. Kırmızılar, maviler ve başka renkler kopkoyu yansıyordu. Öncelikle genelev sokağının mekânlarında. Gece atmosferi ve yağan yağmurlar da görsel anlamda bu filme çok şey katmış.

Vahşet yüklü şiddet…

Ki-duk ustanın 2001 yapımı “Suchwiin Bulmyeong-Bilinmeyen Adres”, vahşi şiddetle yüklü trajik bir film. Yanlızca insanlar için değil, köpekler için de. Filmde Chang-guk (Dong-kun Yang), Chang-guk’un annesi (Eun-jin Bang), Eunok (Min-jung Ban), Jihum (Young-min Kim), Jihum’un babası (In-ok Lee), kasap (Jae-hyeon Jo) ve bir Amerikalı beyaz asker (Mitch Mahlum) ve köpekler kendi derin trajedilerine sürükleniyorlar. 1970’li yıllar. Kore Savaşı biteli yıllar olmuş ve Amerikalılar hâlâ oradalar. Hikâyeler, Amerikan üssünün hemen yakınındaki gecekondulardaki yoksul hayatlardan yansıyor. Chang-guk ve annesi, Amerikan ordusuna ait eski bir otobüste yaşıyorlar. Anne, savaş zamanlarında siyahi bir Amerikan askeriyle olmuş ve ondan Chang-guk’u dünyaya getirmiş. Anne, on yıllarca, adresi bilinemediği için hep iade edilen mektuplar göndermiş Michael adlı askere. Chang-guk, koyu tenli, kıvırcık saçlı ve çekik gözlü bir melez. Çevrenin sakinleri tarafından dışlanıyor melez olduğu için. Chang-guk, hayatındaki boşluklardan olmalı annesini öfkeyle dövüp duruyor hep. Bu Chang-guk, köpek kasabının yanında çalışıyor. Chang-guk ve kasap, etraftaki köpekleri yakalıyorlar veya satın alıyorlar. Sonra da köpekleri kesip etlerini çevredeki lokantalara satıyorlar. Bir gözü kör liseli güzel Eunok, bir işte çalışmayan abisi ve oyuncaklar yapan annesiyle beraber kalıyor gecekonduda. Eunok’un babası savaşta öldüğü için şehit maaşı alıyorlar devletten. Bir de sessiz Jihum var. Babası Kore gazisi. Jihum, Eunok’a tutuluyor, aşkı için her şeyi göze alacak kadar. Yurttan uzak yabanellerde askerlik travmasını yaşayan bir Amerikalı asker de Eunok’la ilgileniyor hikâyenin derinliğinde. Asker, ruh acısından uzaklaşmak için LSD kullanıyor hep. Sonunda da patlıyor elbette. Bu gerçeküstü mekânlarda ruhu acıtıcı bir gerçeklikle yansıyor her şey. Yönetmen, gerçekliği yaratabilmek için bu gerçeküstücü estetikten yardım bulmuş. Bu filmde kamera da alabildiğine sakindi. Ama, kameranın yansıttığı görüntülerse öfkeliydi. Yönetmen, gerçeküstü bir atmosfer yaratsa da doğal ışıklardan yararlanmış çoğunlukla. Trajedi, öne çıkan tüm karakterlere vurup geçiyor bir de. “Bilinmeyen Adres” filminde unutulmaz ve sarsıcı anlar öyle çok ki. Kasap ve Chang-guk, köpekleri vahşice yok ediyorlardı. Mezbaha görüntüleri gerçekten çok sarsıcı ve insan bu anlarda yaşananlara bakmaya çekiniyor. Ya da utanıyor. Erkeksiz kalan iki dişi köpeğin çiftleşme çabaları da insanın yüreğini titretiyordu bir sahnede. Chang-guk’un ölümü de sinemada az görülür anlardandı. Öyle vahşiceydi ki… Bu filmde güçlü simgeler de vardı. Öncelikle eski kırmızı otobüsle kasabın siyah motosikleti. Bu iki renk, filmdeki derin şiddeti ve karamsarlığı simgeliyordu. Rastlantıyla toprağın altında bulunan Kuzey Koreli askerin kemiklerinin yanındaki tabanca trajedileri daha da derinleştiriyordu. Bu film, genelde gündüz atmosferinde geçiyordu ve hava hep pusluydu. Zaman geçişlerini de Eunok üzerinden anlıyorsunuz. Eunok, uyumaya hazırlanırken veya okuldan eve dönerken. Daha önce hiç Kim Ki-duk filmi görmemiş olanlar “Kuş Kafesi”, “Kötü Adam” ve “Bilinmeyen Adres” filmleriyle karşılaştıklarında yönetmene sarsıcı ve vahşi şiddet yüklü biri diyebilerler belki de. “Boş Ev” ve “Zaman” filmlerini bu yönetmen mi çekti, diye şaşırtabiliyor Ki-duk. Büyük yönetmen olmak da böyle bir şeydir belki.

Bir şiddet gösterisi…

Ki-duk’un 2000 yapımı “Shilje Sanghwang-Gerçek Roman”, sinema sanatı açısından da sıradışı bir film. Kamera kullanımı, kurgu anlatımı, gerçekliğin verilişi ve karakter yansımalarıyla beraber. Bir sokak ressamı, şehrin meydanında insanların karakalem portre resimlerini çizerken, bir kameralı kız da onu çekiyor sürekli. Şehrin çeteleri de var tabii ki. Ressamı aşağılayarak ondan işgaliye parası alıyorlar. Kameralı kız kendisini takip etmesini istiyor. Ressam, kameralı kızı takip ediyor. Bu takip, onnun içine attığı her şeyi intikam olarak dışarı çıkartıyor sonra. Kameralı kız, duvarlarında “Bir Başka Ben” afişleri asılı bir mekâna giriyor. Burası bir tiyatro. Tiyatronun sahnesi de mavi tonda. Sahnenin ortasında, yenilmiş bir ezik adam içiyor. Önce, kendi hikâyesini anlatıyor. Ardından ressamın hikâyesini dinliyor adam. Elindeki silâhı ressama veren adam, ressamı kışkıtıyor. “Rus ruleti”ne benzer bir oyun başlıyor aralarında. Kazara adamı öldüren ressam, tiyatroyu terk ediyor ve ardından da geçmişte kendisini kırmış kim varsa hepsini vahşice öldürüyor tek tek. Ki-duk’un bu filmi, aşağılık kompleksi ve kırgınlıklar üzerine. Seyirci, ilk defa bu filmde, yönetmenin kamerasını sürekli hissediyor. Kameralı kız gibi hafif el kamerası kullanan Ki-duk, “steadicam” çekimleri de sıkça kullanmış bu filminde. Bir de, bazı anlarda seyirciye gizli çekim yapıyormuş hissini de veriyor yönetmen. Filmin finali de beklenmedik. Kendinizi birden bir filmin içindeymişsiniz gibi hissediyorsunuz ve yabancılaşıyorsunuz. Ki-duk sinemasından da özel bir filmdi “Gerçek Roman…” Bu filmdeki en belirgin şey de, Quentin Tarantino’nun 1994 yapımı “Pulp Fiction-Ucuz Roman” filmindeki gibi uzun plân-sekansların fark edilmesiydi. Fonda duyulan müzikler de gerçekten etkileyiciydi. Bu filme “Gerçek Roman” adı verilmesi de ilginç gelebilir. Yönetmen, gerçeklikle kurguyu iç içe geçirerek yansıtıyor her şeyi bu filminde. Bu filmin, Seul’de öğleden sonra üç buçuk saatte çekildiği söyleniyor. Birbirine yakın mekânlara bir dolu kamera yerleştirilmiş ve hiç tekrar çekim yapılmamış. Bu da, “Gerçek Roman” filmini sinema tarihinde özel bir yere yerleştiriyor.

Büyük nefret…

Ki-duk’un 2002 yapımı “Hae Anseon-Sahil Koruma” filmi, bir ülkeyi ve insanlarını tanımak için bir başucu filmi olabilir. Güney Kore, inanılmaz biçimde, hem de paranoyakça Kuzey Kore’den korkuyor. En azından bu filmi seyrederken bunu anlıyorsunuz. Ordu, Kuzey Koreli casusların gelebileceği endişesiyle bir balıkçı kasabasına bir müfreze askeri konuşlandırmış. Gündüzleri talim yapan, geceleri de gece görüşlü dürbünleriyle hareket eden her şeye ateş eden askerler, sonunda büyük bir hata yapıyorlar ve bu hata birçok kişiyi etkiliyor sonra. İki genç sevgili, Cheol-gu (Hye-jin Yu) ve Mi-yeong (Ji-a Park), gecenin bir yerinde kıyıda sevişirken, gece görüşlü dürbünüyle hareket eden bir şeyin farkına varan er Kang Sang-byeong (Dong-Kun Jang), tüfeğindeki şarjörü hareket eden şeye boşaltıyor ve Cheol-gu’nun ölümüne neden oluyor. Bu ölüm, kasabada infial yaratıyor, çünkü ordu er Kang’ı masum buluyor. Ama, bu trajedi hem güzel Mi-yeong’a hem de er Kang’a büyük travma yaşatıyor delilik sınırlarında. Otoriteye, öncelikle orduya karşı muhalif olan Ki-duk (gençliğinde bir süre askerlik de yaptı), bu filminde bir müfreze aracılığıyla Güney Kore ordusuna sert bir bakış fırlatıyor. Ki-duk, “Sahil Koruma” filminde kanları sanki bir ketçap şişesinden fışkırtır gibi neredeyse perdeyi kırmızıya boyuyor. Ki-duk, bu askerlik aracılığıyla erkeklerdeki potansiyel şiddet duygusunu da yansıtmayı başarıyor. Yönetmen, Mi-yeong’un göründüğü bazı sahnelerde gerçeküstücü anlar da yaratabilmiş. Filmin finali de çarpıcıydı.

Mevsimler geçip giderken…

Ki-duk’un 2003 yapımı “Bom Yeoreum Gaeul Gyeoul Geurigo Bom-İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış ve İlkbahar” filmine ilk görüşte aşık olabilir insan. Ki-duk, bu filmini mevsimlere ayırmış ve her mevsim geçişinde yaşlı bilge ustanın öğrencisi biraz daha yaşlanıyordu. Yönetmenin bu filminde kullandığı müzikler ve estetik görüntüler de etkileyici. Yönetmenin, resim ve heykel tutkusu bu filminde de başköşede. Bu filme mevsimler üzerinden bakarken, yaşlı bilgenin insana dair hayat derslerinden de almak gerek…

İlkbahar… Ormanın içindeki gölün ortasına oturtulmuş barakadan bir evde yaşlı budist bilgeyle yedi yaşlarında bir erkek çocuk budizm ruhuna uygun yaşıyorlar. Şifalı otlar toplayıp ilâç yapıyorlar. Yaşlı kutsal bilge, öğrencisine budizm öğretilerini öğretiyor. Karaya kayıklarıyla çıkıyorlar. Odası olmayan evde kapılar da var. Hatta karadaki iskelede bile bir kapı var. Derinlikli bu filmin simgeleri çok güçlü ve öğretici. Kapıları hiç kullanmanıza bile gerek yok, ama ritüel önemli. Küçük çocuk, ustası uyurken sabah tek başına kayıkla karaya çıkıyor. Doğayı tek başına keşfediyor. Muzırlık da yapıyor bu keşif sırasında. Önce suda bir balık yakalıyor. İpin bir ucunu taşa, diğer ucunu da balığa bağlıyor ve suya bırakıyor. Balık yüzmekte zorlanıyor. Sonra aynı şeyleri bir kurbağa ve yılana yapıyor. Ustası çocuğu sessizce takip ediyor. Gece uyurken, çocuğun sırtına iple taş bağlıyor. Ustası çocuğa ders veriyor bununla. Bu dersin anlamını ancak yıllar sonraki bir mevsimde, bir başka ilkbaharda anlayacak çocuk.

Yaz… İlkbahar bölümünün çocuğu artık genç bir delikanlı. Doğa gibi uyanıyor o da. Doğa keşiflerinde hayvanların aşklarına da tanıklık ediyor öğrenci genç. Bir genç kızla anneleri geliyor küçük dünyalarına. Kız hasta. Şifa bulmak için “kutsal efendi” denilen yaşlı bilgeden umut bekleniyor. Belki ilâçların da faydası vardır, ama aşk belki de en büyük şifa. İki genç, çok geçmeden doğanın emirlerine karşı koyamyorlar ve fırsat yarattıkları her yerde sevişiyorlar. Yaşlı bilge bunu anlayınca kızın iyileştiğini anlıyor, ama geride yeni bir hasta kalıyor kız giderken. Aşkın ateşi içine düşen genç, yaşlı bilgeyi terk ediyor. Fonda piyano ve keman tınıları da duyuluyor bu bölümde.

Sonbahar… Usta, daha da yaşlanmış ve yalnız. Gazetenin küpüründe öğrencisinin fotoğrafını görüyor. Öğrenci, başka biriyle ilişkiye girdiği için karısını öldürmüş. Polis her yerde onu ararken, öğrenci yaşlı bilgenin yanına sığınıyor. Hiçbir şey olmamış, yıllar geçmemiş gibi kaldığı yerden devam etmeye çabalıyor. Ama, hiçbir şey eskisi gibi değil. Artık öfke, korku ve vicdan azabı var. Dünyevi zevkleri tadan öğrenci eski günlerini ararken, yaşlı bilge kedinin kuyruğuyla budist dualar yazıyor tahtaların üzerine. Öğrenci de bıçağıyla harfleri kazıyor. Sonra polis de geliyor bu göl üzerine kondurulmuş eve. Ustaya saygıdan hemen öğrenciyi tutuklamıyor polisler. Sabah olunca öğrenciyi tutuklayıp götürüyorlar. Ardından bilge usta, kendini yakıyor.

Kış… Yaşlanmış öğrenci, karakışın hüküm sürdüğü göldeki eve gelir. Kimseyi bulamıyor. Göl donmuş. Doğa içine çekilmiş. Onun da kendi içine çekilmesi gerekiyor. Bir zaman sonra bir anneyle bebeği öğrencinin yanına geliyor. Annenin yüzü çarşafla örtülü. Sonra bir sabah sessizce evi terk eden anne kırılmış buzun içine batıyor ve gölün soğuk sularında ölüyor. Bebekle yalnız kalan öğrenci, çocukken yaptığı şeyi yapıyor. İpin ucuna taşı bağlıyor ve donmuş göl üzerinde elindeki budist heykeliyle dağa doğru yürüyor. Bebekte kendini görüyor belki öğrenci. Annesi, tıpkı böyle kendisini bebekken yaşlı bilgeye bırakmıştır belki. Bu bölümde yönetmen Kim Ki-duk’un kendisi oynamış öğrenciyi.

Ve ilkbahar… Bu en kısa bölüm. Bebek, ilk bölümdeki kendi yaşına geliyor öğrencinin. Artık kendisi usta, çocuk da öğrencisi oluyor. Doğa uyanıyor. Yeşillik her yeri kuşatıyor.

Ki-duk Avrupa’da…

Kim Ki-duk ustanın filmlerine “Boş Ev” öncesi ve sonrası olarak bakılacak herhalde. Ki-duk’un 1997 yapımı ikinci filmi “Yasaeng Dongmul Bohoguyeog-Vahşi Hayvanlar”ın hikâyesi, Paris’in sokaklarında geçiyor. Bu film, Kuzey ve Güney Koreli iki genç adamın yollarının Paris’te kesişmesini anlatıyor. Ama, ne kesişme. Romantizmin şehri Paris’i bir şiddet ve vahşet şehrine dönüştüren Ki-duk, hikâyesini yoğunlukla Seine Nehri kıyılarına taşımış. Bu, başka filmlerdeki bildik Seine değil. Daha aşağılarda, neredeyse Paris’in kenarlarına uzanıyor. Bu filme, Paris’in dar ve karanlık arka sokakları mekân olmuş. Ki-duk da, zamanında sonuna kadar gerçekliğin dibindeki Paris’te yaşamıştı. Cheong-hae (Jae-hyeon Jo), Güney Kore’den Paris’e ressam olmak için gelmiş, ama şimdilik bulabildiği suç dünyası. Bir tekne satın alıp resimlerini orada yapmayı düşleyen, hırsız ve düzenbaz, neredeyse hiç güvenilmeyecek Cheong-hae, Kuzey Kore’den kaçıp Paris’e sığınmış dövüş sporlarında uzman Hong-san’ı (Dong-jik Jang) yoldan çıkartıveriyor hemen. Bu tuhaf dostluk, Fransız mafyasına kadar uzanıyor. Cheong-hae, heykel taklidi yapan Corrine’e de (Sasha Rucavina) tutuluyor hikâyenin bir yerinde. Kore’nin kuzeyinden olan Hong-san da, trende aynı kompartımanda yolculuk yaptığı Laura’ya (Ryun Jang) tutuluyor. Bu iki aşk da bu iki Koreli genç adam için imkânsız gibi. Çünkü, Corrine’in başında bir Fransız gangsteri var. Striptizci Laura’ysa bir başka Fransız gangsteri Emil’e (Denis Lavant) sırılsıklam aşık. Her şeyin karmakarışık olduğu bu hikâyede, tüm sevişme ve şiddet gösterileri alabildiğine vahşice. Donmuş balıkla bile vahşice insan öldürülüyor filmde. Kanların fışkırdığı bu Ki-duk filminde, şiddetin nerede duracağını bilemiyor insan. En sert mafya şiddet gösterilerinin yansıdığı bu filmin finali de, Ki-duk filmleri içerisinde en trajik olanı belki. Ki-duk, bu filminin estetiğini daha çok 1970’lerin İtalyan ve Fransız suç filmlerinin tadında oluşturmuş. Öncelikle iç mekânlarda bu daha çok hissediliyor. Bu filmdeki kamera da alabildiğine sakin. Ama, görüntüye yansıyan hiçbir şey sakin değil. Bu filmi gördüğünüzde Ki-duk’a “şiddetin ozanı” diyeceksiniz belki de. Ki-duk, öncelikle striptiz sahnelerinde Arap müzikleri kullanmış. Son jenerikte de Arapça şarkı duyuluyordu. Ki-duk, “Vahşi Hayvanlar”da Fransız sinemasının iki önemli aktörünü, Richard Bohringer ve Denis Lavant’ı da oynatmış. 1961 doğumlu Fransız oyuncu Denis Lavant’ın bu filmde oynamasının Ki-duk için anlamı derin. Leos Carax’nın 1991 yapımı “Les Amants du Pont-Neuf-Köprüüstü Aşıkları”, Ki-duk’un hayatında ilk defa sinema perdesinde gördüğü bir filmdi. Denis Lavant’nın Juliette Binoche’la başrolü paylaştığı bu filmi de Paris’te görmüştü Ki-duk. Bir anlamda Denis Lavant’a saygı sunmuş yönetmen. Saygı, güzel bir haslet.

Seyredilmesi zor film…

Ki-duk’un, “Vahşi Hayvanlar”ına vahşi film derken, birden karşınıza 2000 yapımı “Seom-Ada” filmi çıkınca, sinemanın vahşet ötesi filmi diyebilirsiniz buna. “Ada” filmi, varoluşçu ve gerçeküstücü bir vahşet filmi. “Ada” filmi, Ki-duk’a 2003 yapımı “İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış ve İlkbahar” filmine mekân olarak ilham vermiş olabilir. “Ada” filmi de, bir gölde geçiyor. Her şey gerçeküstücü yansıyor bu filmde. Kulübeler, gölün içine oturtulmuş ve sanki her biri ada gibi. Belki de insanlar bir ada. Hiç konuşmayan Hee-jin (Jung Suh), pansiyon gibi yüzer kulübeleri işletiyor. Gizemli bir kadın olan Hee-jin, film boyunca hiç konuşmuyor. Onun yüzer kulübe pansiyonuna kaçamak yapmak ve kafa dinlenemek isteyenler geliyor. Hee-jin, kendisini isteyen erkeklerle de yatıyor. Ama, kendisini aşağılar gibi olurlarsa onları hemen yok ediyordu. Buraya bir gizemli genç adam Hyun-shik de (Yoosuk Kim) geliyor. Hyun-shik, vicdan azabı çekiyor. Karısı onu aldatınca, karısını ve aşığını vahşice öldürmüş. Ama, şiddet ve keder onun peşini bırakmıyor bu gölde de. Fahişelerin, pezevenklerin, vahşi ölümlerin olduğu bu filmde bazı sahnelere bakmak gerçekten insanı zorluyor. Gelen polislerin kendisini bulduğunu sanan Hyun-shik, balık avladığı olta uçlarını yutuyor. Hyun-shik’in kendisini terk ettiğini sanan Hee-jin de, yine olta uçlarını bacak arasına yerleştiriyor. Daha da kötü olansa, bu filmde hayvanlara yapılan işkenceler. Hee-jin, kurbağayı vahşice öldürüyor ve hemen derisini yüzüyor. Gölde tutulan balıklar bıçakla canlı canlı doğranıyor. Gölde tutulmuş balıklara elektrik verilerek işkence yapılıyor. “Boş Ev” öncesi Ki-duk filmleriyle karşılaşanlar bu yönetmeni sadist bir psikopat sanabilirler. Öyle değil. Ki-duk büyük yönetmen. Bu usta, insanın içindeki “vahşi hayvanı” perdeye çıkartıyor bu türden filmlerinde. İnsanı, aynada kendiyle yüzleştiriyor. Onun bazı filmlerinde yolculuk yapmak gerçekten zorlu bir yolculuk. Zihinsel olarak da o atmosferden çıkmak insanı çok zorluyor. Yönetmen, bu filminde kamerasını yoğun olarak sabit açıda kullanmış. Sanki sadece gözlemlemek istemiş her şeyi.

(17 Ekim 2009)

Ali Erden

[email protected]

Yönetmenlik Yapan Oyuncular, Yönetmen “Olan” Oyuncular

“Yönetmenlik yapan oyuncular” ve “yönetmen olan oyuncular” her hangi bir derecelendirme ve sınıflandırma değildir. Oyuncuların, bu uğraşları yanında bir veya birkaç filmde yönetmenliği denemeleri (yönetmenlik yapma), oyuncunun, oyunculuğunun yanı sıra veya oyunculuğunu sonlandırarak yönetmenlik yapması ve oyunculuğunu devam ettirsin veya ettirmesin az sayıda filmle bu uğraşında öne çıkmayı (yönetmen olmayı) anlıyoruz. Yönetmenlerimizi her hangi bir sınıflama tabî tutmak gibi bir düşüncemiz olamaz, bir başka yönetmen ile birlikte bile çalışmış olsa bu uğraş tarafımızdan dikkate alınır ve “yönetmenlik” sıfatı kimseden sakınılmaz.

Sinemaya giderdik, karşımızda “beyazperde”, karşımızda oyuncular vardır, onları tanır, onları severdik, fotoğraflarını biriktirirdik. Evet oyuncular, kitleleri sinema salonlarına dolduran, seyirciyi ağlatan, güldüren, günlük streslerinden sıkıntılarından kurtaran beyazperde hayalleri…

Oyuncuların adı en başta yazardı, ama jenerik -ne yaptığını bilmediğimiz, çoğunlukla da tanımadığımız- birinin adı ile biterdi. Önce bu kişi rejisördü, uzun yıllar sonra yönetmen oldu. Yönetmenin ne yaptığını öğrenmemiz zaman aldı, ama oyuncular onun ne yaptığını, neler yaptırdığını en iyi bilenlerdir. Oyunculardan sonradan yönetmenliği deneyenler olduğu gibi, yönetmen olanlar da oldu. Yönetmenin, yönettiği veya çalıştığı kişiler sadece oyuncular değil, bir filme emek veren herkestir. Oyuncuların gün gelip yönetmenlik yaptığı (veya “olduğu”) tek örnek sanılmasın, sinemanın diğer çalışanlarından da yönetmenliğe geçenler vardır. Bu bizde olduğu gibi dünyada da böyledir. (*)

Başlangıç dönemi yönetmenlerinin bir kısmı -ki bunlar tiyatro kökenlidir- yönettikleri filmlerde aynı zamanda oyunculukta yapmışlardır. Muhsin Ertuğrul, yönettiği bir kısım filmde oynamıştır. Ertuğrul, filmlerde -genellikle filmlerinde- Şehir Tiyatrosu oyuncularını oynatmıştır. Bunlar sinema oyuncusu olduğu kadar hemen hemen hepsi tiyatro oyuncusudurlar. Bu oyuncu / yönetmenler içinde bir filmde kalanlar olduğu gibi film sayısını 22.ye çıkaranlarda vardır. Belirtmek gerekirse Refik Kemal Arduman 4, Talat Artemel 7, Sami Ayanoğlu 22, Avni Diiligil 7, Mümtaz Ener 6, Agâh Hün 6, Hadi Hün 1, Kâni Kıpçak 6, Selahattin Moğol 1, Necmi Oy ½, Kadri Ögelman 4, Haluk Sarıcı 1 ½, Cahide Sonku 2 kez 1/3, Ferdi Tayfur 6, Süavi Tedü 7 fimde yönetmen olarak çalışmışlardır. (Haluk Sarıcı 1 film yönettikten sonra diğer filmi Necmi Oy ile birlikte yönetir; Cahide Sonku ise yönetmen olarak adının geçtiği iki filmde (“Vatan ve Namık Kemal” ile “Beklenen Şarkı”) önce Sami Ayanoğlu ve Talat Artemel ile sonra Sami Ayanoğlu ve Orhon Murat Arıburnu ile birlikte çalışmıştır. Bazı kaynaklarda yönetmen olarak görüldüğü Fedakâr Ana filminin ise sadece oyuncusudur, filmi Seyfi Havaeri yönetmiştir.) Yukarıda adı belirtilen tiyatro kökenli yönetmenler, Şehir Tiyatrosu / Muhsin Ertuğrul ekolünü oluşturmaktadırlar, farklı tiyatrolardan ve sinemamız tarihi içinde farklı zaman birimlerinde gelen tiyatro kökenli oyuncu / yönetmenler ile devam edersek, listemize Aydemir Akbaş 6, Zeki Alpan 5, Hayri Esen 2, Renan Fosforoğlu 2, Ferdi Merter Fosforoğlu 1 (baba>oğul), Müjdat Gezen 3, Cahit Irgat 1, Hüseyin Kaşif 2, Levent Kırca 2, Tuncel Kurtiz 1, Lale Oraloğlu 4, Vahi Öz 3, İlyas Salman 2, İhsan Yüce’yi 5 ekleyebilir. Yukarıda saydığımız oyuncu / yönetmenlerden 22 film çekmiş Sami Ayanoğlu’nu, yönetmenlik yapmış oyuncular arasından yönetmen olmuş oyuncular arasına alırsak; ikinci listemize almadığımız Zeki Alasya 18, Muzaffer Arslan 15, Abdurrahman Palay 28, Kartal Tibet 45 oyunculuktan gelerek yönetmen olmuş diğer yönetmenlerimizdir. Vedat Örfi Bengü (21) ve Muharrem Gürses (84) oyunculuk ile yönetmenliği baş başa götüren sanatçılarımızdır.

Orhon (aslında Orhan) Murat Arıburnu, şair / oyunculuk’tan, yönetmen / oyunculuğa geçen, değişik alanlarda çalışmış, Özön’ün tasnifi ile “geçiş dönemi” yönetmenlerinden olarak yaptığı 15 film içinde en az 2 filmle (Yüzbaşı Tahsin ve Sürgün) yönetmenleşmektedir. Mümtaz Alpaslan 19, Orhan Erçin 6, Talat Gözbak 4, İhsan Nuyan 8 filmle, oyunculuklarının gölgesinde yönetmenliklerini sürdürürler. “Zıt Kardeşler”in “Metin Zıt”ı, oyunculuğun yanı sıra (gerçek adı) Mehdi Özgürel olarak 3 filmde yönetmenlik yapacaktır.

Kardeşi Hicri Akbaşlı’nın filmlerinde Atilla Dinçer adı ile oyunculuk yapan, arada senaryolar yazan Veli Akbaşlı 2 filmde yönetmenlik de yapacaktır. Demir Karahan oyunculuk yaptığı dönemde 1 filmde yönetmenlik de yaptı, sonra gittiği yurt dışında bulunduğu dönem sonunda geri döndüğünde dizi ve filmlerde oyunculuğa devam etti. Samim Meriç oyunculuğunu bitirdikten uzun bir süre sonra yönetmenliği tek filmde deneyecektir.

Sinemamızın -fizik yapısı nedeni ile ilgi çeken- oyuncularından Hayri Caner yönetmeye başladığı bir kısım filmi tamamlayamaz, yalnız bir tanesini (Vur Gözünün Üstüne) bitirebilir. Diğer tek filmli yönetmenlerimizden Yavuzer Çetinkaya oyunculuğunun yani sıra sinema yazarlığı da yapar, yurt dışında tamamladığı akademik kariyeri nedeni ile “doktor” sanını alır. Çektiği Deniz Kızı isimli film ses getiren bir film olmaz, Çetinkaya da, Caner gibi film çeken oyuncular grubunda yer alırlar. Oyunculuktan gelen diğer bir isim Necati Er yönetmenlik yaptığı film sayısını 5’e çıkarırsa da, eski bir oyuncu olarak kalır. Yardımcı rollerin oyuncusu Recep Filiz 2 filmde kalırken, “kötü adamı” oynadığı kadar, başrollere de çıkan Yıldırım Gencer tek filmle yönetmenliği deneyecektir. Spordan sinemaya gelen ve başlangıçta oyunculuğu seçen Yılmaz Gündüz çektiği 4 filmi bir yıl içinde tamamlayarak ilginç bir görünüm kazanır. Kardeşi yönetmen Temel Gürsu’dan sonra, oyunculuğu çok daha eski olan Tanju Gürsu da, 4 filmde yönetmenliği dener.

Ali Avaz, İbrahim Tatlıses, Ferdi Tayfur, Gökhan Güney müzik piyasasından oyuncu olarak geldikleri sinemada yönetmenliği de denerler, içlerinde Tayfur sonraki yıllarda yazarlığı da (roman) deneyecektir.

Adı afişlerde çoğunlukla görülmeyen, jeneriklerde gruplar arasında yer alan Yaşar Şener yönettiği tek filmle adını ne afişe, ne jeneriğe yazdırabilir ne de filmi ile kitaplara girebilir. Şener’in yönettiği Kartal Tepe sinema belleğimize “bir” Ali Ekdal filmi olarak girecektir. (**)

Kemal Kan oyunculuktan yönetmenliğe geçen oyuncular arasında bir farklılık gösterir, 1956’da oyunculuk yaptığı (başrol) “Hayırsız Evlat” filmini 1969’da yönetmen olarak çeker. Kan, yönetmenliği başka filmlerde sürdürür, İrfan Atasoy ise Adana’da oyunculuğunu başlatır, bir dönem avantür filmlerinin vazgeçilmez oyunculuğundan ve senaryo yazımlarından sonra 3 filmin yönetmenliğini de yapar. Yardımcı rollerin oyuncusu Orhan Aykanat 10 filmi aşan (11) yönetmenlik serüvenini, oyunculuğunun ilerlemiş yıllarında gerçekleştirir. Süha Doğan “jön” olarak başladığı oyunculuğu yardımcı rollerde sürdürürken, yönetmenliği 23 filme ulaşacaktır. Sinemamızın ilginç isimlerin Muhteşem Durukan senaryolar yazdı, oyunculuk yaptı ve biri Tekin Akpolat ile ortak üç film yönetti ve filmleri yüzünden başına gelmedik kalmadı. Hep sinemamızın “kötü adam”ları arasında sayılan Kenan Pars aslında bir çok filmde olumlu kahramanı (başrol) oynamıştı, yapımcılıklarını da yaptığı 6 filmde yönetmenlik de yaptı. Yardımcı oyunculuktan yönetmenliğe geçen bir başka oyuncumuzda Yavuz Yalınkılıç’tır. Yalınkılıç 34 yıla 60 film sığdırır.

Yardımcı oyunculuklarının yanı sıra sinema üzerine yazıları ve tek yönetmenlik denemesi (Namus Düşmanı) ile Ziya Metin sinemamızın tarihinde ilginç serüveni (“sansür”) ile ilgi toplamış, seyirciye ulaşamamış bir uğraşa girişmiştir. Değişik rollerin oyuncusu Fehmi Tengiz, kardeşi Asaf Tengiz’in uğraşı ile de ilgilenir ve iki film yönetir. Fikret Uçak ilginç tipi ile yardımcı rollerde oyunculuktan yönetmenliğe geçen Yeşilçam’lılardandır. Bir zamanların popüler oyuncusu, sinemada yeni arayışlar peşinde Hollywood’a kadar gitmiş, filmlerde roller almış Muzaffer Tema, (***) Vahşi Kedi isimli filmi yönettir ve başrolünü de oynar ve yönetmenliği bu tek filmde başlar ve biter.

Sinemaya oyuncu ve hemen ardından yapımcı olarak başlayan ve (oyunculuğu sırasında) Turhan Ün adını kullanan Memduh Ün, ağırlığı yönetmenliğe verdikten sonra zaman zaman kendi veya başka yönetmenlerin filmlerinde oyunculuk yapmaya devam etmiştir. Aynı şekilde Hüseyin Peyda yönetmenliğe oyunculuk ile aynı filmle başlamıştır, sonradan yönetmenliği bırakmış “parlak” bir oyunculuk dönemi yaşamıştır. Başrollerden karakter rollerine kaydığı son döneminde tekrar yönetmenliğe dönüş yapmıştır.

Dansçılıkla başladığı gösteri yaşamını sinemada oyunculukla sürdüren Yılmaz Duru sonradan yapımcılığa ve yönetmenliğe başlayacak, yönettiği filmlerle dikkat çekici çıkışlar yapacaktır. Sinema da “müzik”i de uğraş alanlarına katacak, film müzikleri yapacaktır. SES dergisinin finalisti olarak girdiği sinemada, geliş yolunun verdiği olanaklarla bir takım filmler çeken Tunç Okan, bir süre sonra oyunculuğu bırakarak yurt dışına gidecektir. Orada diş hekimliği öğrenimi görecek ve hayli maceralı The Bus (Otobüs) filmini çekecektir. (Film “sansürümüzden” geçemez, çekildiği İsveç’ten de vize alamaz, sonunda İsviçre filmi olarak gösterime girebilir.) İkinci filmini de İsviçre’de çeken (Cumartesi Cumartesi) Okan, Almanya – Türkiye “karayolunda” çektiği Sarı Mersedes (Fikrimin İnce Gülü) yıllara dağılan uzun çekim serüveni, kaynak alınan romanın yazarı (Adalet Ağaoğlu) ile anlaşamama gibi problemleri de beraberinde getirir.

Cüneyt Arkın avantür ağırlıklı filmlerinin bir kısmını bir süre sonra kendisi çekmeye başlar, aralarına “toplumsallığı da” kattığı filmler de katarsa da 34’e ulaşan film sayısında fazla dikkat çeken filmler bulunmamaktadır. Senaryosu üzerinde çok çalışılmış bir ilk film (Sürgünden Geliyorum / Bütün İstanbul Bilsin) yönettikten sonra Fikret Hakan son filminde yalnız yönetmenlik yaparak “yıldız” oyuncular arasında bir değişiklik yapar. Hakan dört film çekip, oyunculuğunu yaptığı yarım kalan bir filmi de tamamlayarak az sayıda filmde yönetmenlik yapar.

Ayhan Işık ve Kadir İnanır… Bir derginin açtığı yarışma sonunda seçilen Işık sinemamızda kral ünvanını alan ilk oyuncudur. Sinemamızda -Özön’ün tasnifine göre- Sinemacılar Dönemini (bir yerde Yeşilçam’ı) başlatan, -ikinci- filmi ile (“Kanun Namına”) bir çıkış yapmış ve uzun süre bu yerini korumuş, Yeşilçam’ın çözülmeye başlamasından bir yıl önce de (1979) yaşamını yitirmiştir. Önce “oyuncudur”, sonra yıllarında yapımcığa başlar ve yapımcı iken yönetmeni ile anlaşamayınca, yönetmenlik de yapar: (Örgüt). Bir gazetenin açtığı yarışma ile sinemaya gelen İnanır ise -artık iyice yerine oturmuş Yeşilçam’da- ikincil rollerle oyunculuğa başlayıp, “yıldız”lığa çıkmıştır. Film sayısının -genel ortamda da- azalması ile az film yaparken, yönetmenliği deneyecektir (Ah Gardaşım). İnanır daha sonra sinema filmi çekmez, ama televizyona çekmeye başladığı dizi filmlerle de yaptığı yönetmenlik faaliyetini devam ettirmez.

Sinemamızın Sultan unvanı verdiği Türkan Şoray uzun oyunculuk yaşamında, film setinde geçirdiği bir kazadan sonra, çalışmalarına bir süre ara verdikten sonra setlere dönüş filmi için yönetmen düşünülmesi sırasında ortaya atılan bir fikirle, yönetmenliğe sıcak bakarak, filmin yönetmenliğini yapmıştır (“Dönüş”). Hem oynayıp hem yönetmesi, diğer filmlerinde de devam etmiş, şimdilik 4’de kalan filmlerinde dikkati çekenler ilk ve sonuncu filmlerdir. (“Yılanı Öldürseler”).

Sinemamızın bir başka kralı (“Çirkin Kral”) Yılmaz Güney bir dönem “yazarlık”tan sonra geldiği sinemada ilk (iki) filmini çekerken oyunculuğunun yanı sıra, hem senaryo yazımına katılmış, hem de yönetmen yardımcılığı yapmıştır. Başlangıçtan kısa bir süre sonra patlayan oyuncu kabulü ile peşi peşine filmler çevirdikten sonra, oynadığı bazı filmlerin bir kısım sahnelerini çekmeye başlamıştır. (Bunu “yönetmen” olduktan sonra da yapacaktır) Bu uğraşları sonunda yönetmenlikle er geç buluşacaktır, buluşmuştur da. Son filmi (Le Mur) hariç yönettiği tüm filmlerinde oynamış, çektiği tüm filmlerin senaryolarını kendi yazmıştır. Güney, -belirli bir dönem seyircisi için- “belki” unutulmaz bir oyuncudur, ama yönetmenliği ile -hem de filmlerini “tam” istediği gibi yapamamasına rağmen- oyunculuktan başlamış, aslında başlangıçtan beri bir yönetmendir.

Yukarıdan beri oyunculuktan yönetmenliğe geçen kimi Yeşilçam emekçilerinin uğraşlarına değindik, arada atladıklarımız, gözümüzden kaçanlar olmuştur. Sonradan ağırlıklı olarak yönetmen olacak kimi kişiler (Nejat Saydam) veya az sayıda film yönetim ağırlığını senaryoya verecekler (Ahmet Üstel) işe oyuncu olarak başlamış fakat sürdürmemişlerdir. Yenilerden İnan Temelkuran yönettiği ilk filmin oyuncuları (18) arasındadır. Bir çok yönetmen -adlandıramadıklarımızdan özür dileriz- filmlerde ufak roller almışlardır. İşe oyunculuktan başlamak -öncelikli- ölçümüz olduğuna göre, yönetmenliğe sonradan geçenlerden bazıları film yönetmiş olmakla kalmış, bazıları ise gerek çektikleri film sayısı (?) ile gerek “filmleri” ile, film çekmekten bir adım öne çıkarak yönetmen “olmuşlardır”. (Fakat hepsi de hazırlamayı düşündüğümüz “yönetmenler” kitabında yer almayı hak etmişlerdir.)

(*) Ağırlıklı olarak Hollywood Sinemasından bir liste vereceğiz aşağıda, bunlar oyuncu olarak tanıdığımız, yönetmenlik de yapmış olanlar, aralarında başka ülkelerden de isimler var ve çoğu biraz tarih olmuş kişiler. Eskilerden atladığım, unuttuğum veya o özelliğini öğrenememiş olduğum başka isimler de olabilir, ama çoğu uzun yıllar oyunculuktan sonra bu uğraşa girişmişlerdir. Son zamanlarda da oyuncular yönetmenlik yapıyorlar ama şimdikiler fazla beklemiyorlar ve yeterince izleyemiyorum. İlk aklıma gelenler: Charles Laughton, Marlon Brando, Warren Beatty, Richard Harris, Karl Malden, John Wayne, Jack Lemmon, Ida Lupino, Burt Lancester, Frank Sinatra, Jeanne Moreau, Mel Ferrer, James Caan, Zybigniew Cybulski, Anthony Quinn, Alain Delon, Robert de Niro, Ray Milland, Max Von Sydow, George C. Scott, Laurance Harvey, Paul Newman, Dennis Hooper, Antony Banderas, Burt Reynolds, Gene Kelly, Robert Hossein, Jodie Foster, Timothy Lee Jones, Kevin Costner; oyunculuktan gelip yönetmen olanlara göz atarsak, Don Taylor, Cornel Wilde, Robert Redford, Jerry Lewis, Clint Eastwood, John Derek, David Hemmings, çocuk oyunculuktan gelme Mark Lester, Raj Kapoor.

(**) 1972 yapımı Kartal Tepe filminin afişlerinde yönetmen adı Ali Ekdal olarak geçer, filmin başrolünü Ali Ekdal oynamaktadır. Fakat bir röportajda (Yıllar önce Milliyet Gazetesi’nin Pazar ilâvesinde yapılan mini-röportaj) Yaşar Şener filmi kendisinin çektiğini söylemişti.

Önce filmin ismini vermeden, Yaşar Şener’e “yönetmenlik yapıp yapmadığını” sorduğumda “yaptığını” ve adının da “Kartal Tepe” olduğunu söyledi. Uzun bir aradan sonra ulaşabildiğim Ali Ekdal’a “oynadığınız Kartal Tepe filminin yönetmeni kimdi?” sorusuna yarım saat sonra -bu arada Agâh Özgüç’ün Türk Filmleri Sözlüğü’ne baktıktan sonra “Ben yönetmişim” şeklinde cevap vermişti. Şimdi afiş (doğal olarak jenerik -filmi görmedim!-) ve kitaplarda Ali Ekdal adına çıkan bu filmin yönetmeninin kim olduğuna, yukarıdaki sorulara verilen cevaplardan sonra siz karar verin.

(***) Muzaffer Tema’nın rol aldığı filmler içinde bizde hep Acı Tebessüm olarak bilinen film sayılır. Tema, Hollywood’da üçüncü sınıf bir bilim-kurgu filmi olan Ay’da Oniki Kişi filminde, ay’a giden oniki kişi arasında yer alan bir Türk bilim adamını oynar. Epeyce rolü vardır ve finalde ay’ın bilinmeyen (!) güçleri tarafından kaçırılır ve dünyaya geri dönen grup içinde bulunamaz.

(11 Temmuz 2009)

Orhan Ünser

10 Temmuz 2009 Haftası

“Tabu”da, Alan Ball, yazarı olduğu “Amerikan Güzeli”nden devamla, banliyödeki ikiyüzlü ahlâkın ortasına, boşanmış bir çiftin, Batılı anne ile Ortadoğulu babanın cinsel uyanış sürecindeki kızını yerleştiriyor. Komşunun babacan erkeğinin kıza ilgisi, önündeki her bariyeri aşarak şaha kalktığında ise, dinsel, ırksal, inkârcı tüm argümanları çiğneyecektir. İnsanın frenlenemez zaaflarının (?) sosyal yalancılığın potasında eritilme çabaları ile iyice dalgasını geçen film, hınzır mı hınzır!

“Kapan”, ortalama bir birey olan genç adamın, otoyoldaki yolculukları sırasında kaçırılan sevgilisini kurtarmak için yılmadan mücadele vererek sınırlarını aşmasını ve tüm korkularının üzerine giderek kahraman olma öyküsünü yinelerken, sinemanın bu tür filmlerinden başarılı bir kolaj gerçekleştirmiş: Cesaretini şaşırtıcı biçimde keşfeden adamda William Ash ile cani kamyon şoförünü sadece vücuduyla oynayan Andreas Wisniewski’yi, rollerin zaman zaman değiştiği kedi-fare oyununda izlemek gerek; gecenin tekinsizliğinde gerilim oldukça yüksek!

“Halk Düşmanları”, hapishanelerden ‘şaka gibi’ kaçma eylemleri gerçekleştirerek otoriteyle açık biçimde dalga geçen, ekonomik bunalımın yıprattığı bezgin vatandaşların sempatisini kazanan, 31 yıllık kısa yaşamına koşut, dakikalarla ifade edilen kısa sürelerde banka soygunları gerçekleştiren ve uğruna ölümle bile alay ettiği aşkı için her şeyi yapan Dillinger ile peşindeki FBI ajanları arasındaki güç savaşını anlatmakta. Kuşkusuz Michael Mann’ın yetkin yorumu ile o dönemi kavrayıp analiz ederek, bugünü yorumlamak olası. 1930’ların ilk yarısında geçen öykü, HD teknolojisiyle çekilmesine karşın tatmin edici bir sinemasal değere ulaşmış.

“Felekten Bir Gece”, biri, son zamanlarda gördüğüm en acayip, ‘bayağı’ ve gülünç karakter olmak üzere dört ‘bekârlığa veda’ adamını, Las Vegas’ta, her insanın doğasında olan ‘eğlence ve partide dağıtma çılgınlığı’nın ortasına atıp, sınırları olabildiğince zorlayarak, hafif polisiye sosuna bulanmış, çok komik bir ‘puzzle’ sunuyor: İlişkiler üzerine de, herkesin bildiği ama uygulayamadığı mesajları olduğunu söylemek gerek.

(09 Temmuz 2009)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

Hepsi Bir Gecede Oldu

Kapan (Hush)
Yönetmen-Senaryo: Mark Tonderai
Müzik: Theo Green
Kurgu: Victoria Boydell
Görüntü: Philipp Blaubach
Oyuncular: William Ash (Zakes), Christine Bottomley (Beth), Andreas Wisniewski (Kamyoncu)
Yapım: İngiltere (2008)

İngiliz yönetmen Mark Tonderai, ilk yönetmenlik deneyiminde bir gerilim filmi yapmak istemiş. Sinemaskop bu filminde senaryonun iyi işlenmemesinden olmalı gerilim tam anlamıyla yerini bulamıyor.

İngiliz yönetmen Mark Tonderai’in yapmadığı iş kalmamış. Yönetmen, DJ’lik, yazarlık ve oyunculuk da yapmış. BBC’nin radyolarında görev almış. İlk yönetmenlik deneyimi Hush-Kapan”, tek bir gecede geçen bir gerilim filmi. Aslında filmin hikâyesi ve atmosferi her şey için uygun olmasına rağmen filmin senaryosunun zayıf olmasından beklenen gerilim patlamalarını bir türlü yaratamıyor yönetmen. Her şey teorik olarak iyi hesaplanmış, ama bazı şeyler pratikte yolda kalmış sanki. İlişkilerinde sorunlar olduğu görülen iki sevgili, Zakes ve Beth, yağmurlu bir gecede otobanda tartışarak yol alırlar. Kitabını yarım bırakmış Zakes, otoban üzerindeki mola yerlerine afişler asıyor. Beth de asıl işini bırakmış böyle işlerle zaman harcayan sevgilisine kızıp duruyor. Zakes, yağmurun hızlandığı gecede önlerindeki kamyonun arkasında bir kadın görür. Peşlerine düştükleri o kamyon başlarına bir gece boyunca işler açıp duruyor. Bir mola yerinde merakla kamyona giden Zakes, Beth’i kaybediyor. Güvenlik güçleriyle de başı derde giriyor üstelik. Sonra birden işler karışıyor. Beyaz güvenlik görevlisi meraklı olan siyah güvenlik görevlisini öldürünce hikâyenin seyri de değişiyor böylece. Gerilimden çok kanlı bir şiddet filmi olan “Kapan”, Türkçe adına uygun Zakes’in kapanına dönüşüyor. Psikopat kamyon şoförünün kim olduğunu göstermeyen yönetmen, kamyonun arkasındaki kadınların neden kaçırıldığını da bir türlü açıklamıyor.

Bu film, ilhamını Steven Spielberg’ün televizyon için çektiği, ama önce sinemalarda gösterime girmiş 1971 yapımı “Duel-Bela” filmindeki gibi kamyon ve otomobil geriliminden almış gibi sanki. Ortada yardım isteyecek kimse yok ve yolda tek başınasınız. Final bölümü, bu filmin devamının da geleceği hissini veriyor seyirciye. Bir film için en büyük handikap temel bir şeyin anlaşılamaması herhalde. Evet, o kadınların neden kaçırıldığını hiç anlayamadık. Kadınlar neden zincire vurulmuş hapishane gibi o yerde tutuluyordu? Yönetmen, kışkırtıcı bir gizem mi yaratmak istemiş. Bir Hitchcock fanatiği olduğunu söyleyen yönetmenin bu filminde gerilim gerçekten zayıf. Ama, kanlı şiddet sahneleri için öyle diyemeyiz. Öncelikle iki yaşlı çiftin yaşadığı çiftlik evindeki şiddetle, kapşonlu psikopat kamyoncunun vahşi ölümü gerçekten irkiltici. Yönetmen, Hitchcock filmlerinden çok, Hollywood’un “gore film” (kanlı film) diye adlandırdığı türüne yakın durmuş daha çok. Yönetmen, filmdeki kamerayı başlarda video klip estetiğindeki sarsıntılı kullanmış. Ama, hikâyenin derinliğinde biraz olsun sakinleşiyor bu öfkeli kamera. Aslında bu filmde övülecek birkaç şey arıyor insan. Yağmurlu gece atmosferiyle dar mekânlardaki çekimlerin iyi olduğunu belirtmeliyiz. Yönetmen, dar mekânlarda, insana sıkıştırılmışlık duygusu da yaşatabiliyor. Bu da bir şey. “Kapan” gibi kanlı filmlerin de meraklıları vardır belki. Öyleyse tam onlara göre bu film.

(08 Temmuz 2009)

Ali Erden

Star Fabrikatörü: Osman Fahir Seden

1985 yılı. Üç yıl bitmişti. Çıkarken, 1402. maddeyle tiyatrodan atılan üçüncü postadaki yedi kişiden biri olduğumu, kaçak sayıldığım için askerlik şubesine teslim edileceğimi öğreniyorum. Hapishane, hemen ardından askerlik zor geliyordu. İ. Ü. E. F. Felsefe Bölümü’nde öğrenci olduğum için, tecil ettiririm diye düşündüm. Fakülteye gittim. Öğrenci kimliğimi aldım, sınav harçlarımı yatırdım. Askerlik belgem beklenirken, her gün karakola gidip görünüyordum. Caddede rastlayan tanışlar, kaçıyorlardı. Sınav günü, okuldan atıldığım söylenerek anfiye alınmadım. Çetin (Özek) abinin aracılığı, başka aracılar da sorunu çözemedi.

Kapana kıstırılmıştım. Hemşehrim olan bir gazeteci arkadaşım, hiç ummadığım yardımıyla beni rahatlattı. Üç ay aranmayacaktım. Tiyatromuzun 1402’lik yönetmeni Başar (Sabuncu) abi, sinema filmi çekeceğinden söz etti. Tiyatro, sinema çevresini tanıdığım için, filmin oyuncu cast’ını yapmamı önerdi. Bir dönem aynı tiyatro da olduğumuz Şener (Şen) abi oynacaktı. Uzman Film’in yapımcısı olduğu Çıplak Vatandaş filminde, cast çalışmaları yanısıra, Faruk’la (Turgut) birlikte, filmin asistanlığını yaptık. İlk asistanlığımdı. Filmin prodüksiyon işlerini yapan Fikret (Ertuğrul), “Film bitimi, seni biriyle tanıştıracağım” dedi. Kim olduğunu öğrenmek istedim, söylemedi. Film bitti. Fatma Girik İşhanı’nın, giriş katındaki ofise götürdü. Girişte bir odayla, odaya açılan bir odanın olduğu küçük bir ofisti. Odaya girdik. Masada Osman Fahir Seden oturuyordu. Üçüncü karşılaşmamızdı. İlk kez, Talihli Amele (1980) filminde karşılaşmıştık. İkincisi, yönettiği Islak Mendil (1982) filminin yemeğinde oldu. Filminde oynayan Yalçın’la (Avşar), Lalezar Gazinosu’na (Süzerlerin oteli olan yer) gitmiştik. Beni, hatırlayacak kadar tanımıyordu.

Osman F. Seden, oldukça sıcak karşıladı. TRT Televizyonu’nun, Bay Alkolü Takdimimdir’le (1981), ilk kez dışarıya film yaptırdığını, Çalıkuşu’nu dizi olarak çekeceğini söyledi. Dizinin oyuncu castını hazırlamamı istedi. Karşıt görüşte biri olarak bildiğim için, hapis yattığımı söyledim. Güldü. “Sabah işe başla” dedi.

22 Mart 1924’te İstanbul’da doğan Osman F. Seden, sinemacı bir aileden geliyordu. Türkiye’de ilk sinema salonlarından birini açan, ilk özel film yapımevini (Kemal Film) kuran, sinemacı Kemal Seden’in oğluydu. Muhsin hoca (Ertuğrul), Berlin’e giderek sinemayla tanışmış (1918), kendi adına Berlin’de bir film şirketi kurmuş (1919 -1920), Samson adlı filmi çekmiş. Başka film şirketlerinde yönetmenlik yapmış. İstanbul’a dönüp (1921) Darülbedayi’ye yönetmen olarak katılmış. Uzun yıllar hem sinema filmleri, hem de tiyatro oyunları yönetmişti. Muhsin hoca, Kemal Film’le çok çalışmıştı.

Osman F. Seden, Alman Lisesi sonrası İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirmiş, sinema dünyasına girmiş (1951). İlk senaryosu, Kani Kıpçak’ın yönettiği İstanbul Kan Ağlarken filmi olmuş. Lütfi Ö. Akad’la senaryo çalışmaları yapmış. Kanlarıyla Ödediler (1955/56) filmi, ilk yönetmenlik denemesi olmuş. Berduş (1957), Cilali İbo Yıldızlar Arasında (1959) filmlerini çekmiş. Düşman Yolları Kesti (1959) filmiyle, Türk sinemasının önemli yönetmenleri arasına girmiş. Film, Kurtuluş Savaşı konulu iyi filmlerin başını çekmiş. Atıf abinin, Allah Cezanı Versin Osman Bey (1961) adlı filmine, Erkeklik Öldü mü Atıf Bey (1962) filmiyle karşılık vermiş. Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu (1966) romanını filme aktarmış. Genellikle duygusal filmler çekmesine rağmen, Feridun Karakaya’nın unutulmaz tiplemesi Cilali İbo serisi gibi, güldürü, polisiye, müzikal filmler de yönetmişti. Zeki Müren, Gülistan Güzey, Sezer Sezin, Turan Seyfioğlu, Eşref Kolçak, Muhterem Nur, Ayhan Işık, Belgin Doruk, Göksel Arsoy, Fikret Hakan, Türkan Şoray, Fatma Girik, Hülya Koçyiğit, Sadri Alışık, Ediz Hun, Öztürk Serengil, Ahmet Tarık Tekçe, Vahi Öz, Münir Özkul, Kenan Pars, Hayati Hamzaoğlu, Kadir Savun, Nubar Terziyan, Necdet Tosun, Zeynep Değimencioğlu (Ayşecik), adlarını saymadığım bir çok oyuncu, onun filmleriyle tanınmıştı. Star fabrikatörü gibiydi. Yönetmenliğini yaptığı filmlerde, küçük rollerde yer almış. 1968’de Kemal Film’in deposu yanınca, birçok film kül olup gitmişti.

1973’te Kemal Film’i kapatıp, adının baş harflerinden oluşan OFS Prodüksiyon Şirketi’ni kurmuş. Gazi Kadın/Nene Hatun (1973), Batsın Bu Dünya (1975), Beş Milyoncuk Borç Verir misin (1975), Güler misin Ağlar mısın (1975), Nereye Bakıyor Bu Adamlar (1976), Dokunmayın Şabanıma (1979) filmlerini çekmişti. 1980’li yıllarda, türkülü şarkılı filmler modaydı. Modaya ayak uydurmuştu. Arabeskçilerin yükseliş döneminde, onun da imzası oldu. Hülya Avşar, Bulvar Gazetesi’nin düzenlediği güzellik yarışmasına katılıp birincilik alınca, Osman F. Seden, Haram (1983) ve Yabancı (1984) filmlerinde oynatmış.

Yedi bölüm olarak çekilecek Çalıkuşu dizisinin, dört oyuncusu belliydi. Aydan Şener, Kenan Kalav, Sadri Alışık, Mine Çayıroğlu… Konservatuvardaki eğitmenlerimizden Yıldız (Kenter) hanım, kendisine önerilen rolde oynamak için, Şükran (Güngör) abinin de oynamasını şart koşmuş. Osman abi, rolü Sadri Alışık’ın oynayacağını söyleyince, oynamaktan vazgeçmiş. Yerine önerdiğim, Tomris Oğuzalp’i tanıştırdım. “Tamam” dedi. Genç kızları, konservatuvar bitirmiş ya da devam edenlerden oluşturdum. Seray Gözler, Suzan Aksoy, Gülen Karaman, Tilbe Saral, Rozet Hubeş, Demet Akbağ, Jülide Kural, Zeynep (Zeyno) Gönenç, Simay Küçük, Ayşe Lebriz, Aslı İçözü, genç yaşta kaybettiğimiz Mübeccel Vardar oynadı. Beyazperdede izlediğim, Muadelet (Tibet), Belkıs (Dilligil), Suna (Selen), İlkay (Saran), Saime (Bekbay) ablaları, Reha (Yurdakul), Hayati (Hamzaoğlu), Ali (Şen), Baki (Tamer), Kâmuran (Yüce), Savaş (Başar), Turgut (Savaş) abilerle tanıştım. Eşref abi nezaketiyle, öneri sunmama bile açıktı. Sadri abi sete gelince, hava değişiyordu. Çalıkuşu’nun ondördüncü baskısını (1967) okumuştum. Kitap hâlâ bende. Yirmiikinci baskısı piyasadaydı. Son baskıyı okuduğumda, bendeki kitapta anlatılan bazı bölümlerin olmadığını gördüm. Vehbi karakteri yeni baskıda yoktu. Osman abi, bölümler arasında süre dengesizliği olduğu için, ek sahneler yazıyordu. Vehbi konusunu açtım, kitabı gösterdim. İkna oldu, Vehbi rolünü Yalçın (Avşar) oynadı. Önerisiyle, rollerden birini oynayacaktım. Cast işi tamamlandı, gitmemi istemedi. Asistanlık önerdi. Oğlu Kemal de asistanlardan biriydi.

Birbirimizi sevmiştik. Babamın dışın da ilk kez, ona Baba diyordum. Sinemaya adım atan her bireyin, onunla çalışmasının doğru olacağına inanıyordum. Kültürlü, hazır cevap biriydi. Sette çalışan herkes keyifliydi. Sanki hepimizin babasıydı. Telefon görüşmeleri yaptığı, bazen Baba’nın adına konuşmak zorunda kaldığım TRT yetkilileri, şimdiki özel televizyon kanallarının başında olanlardı. Çekimler için Tekirdağ’a, Mudurnu’ya gittik. Beğendiği plânlardaki oyunculara “Bok gibi, g.. gibi, on numara” derdi. Nerdeyse her oyuncu, “Plân bitip, Osman bey ‘b.. gibi, g.. gibi’ deyince, çok kötü olmuştum. Ama sonra bunun beğeni olduğunu öğrenince sevinmiştim” diyordu. Demedikleri bile, bu sözcüklere mazhar olduğunu dile getiriyordu. Çalıkuşu oldukça büyük ilgi gördü. Daha sonra Türki Cumhuriyetlerde, hâlâ televizyonlarda oynatılıyor.

Baba da bir sigara canavarıydı. Konuşma nidalarını taklit ederdik. Öğrencilik yılları anılarını, Bobstil modası dünyayı esir ettiği dönemi anlatırdı. Kemerli pardesüleri yatak altına buruşturup koymalarını, buruşuk pardesülerle moda yürüyüşü taklit etmelerini, İstiklal Caddesinde Muhsin hocaya yakalandığını anlatırdı. Baba’yla çalıştığım süre içinde, anlatmakla bitiremeyeceğim kadar yaşadıklarım, duyduklarım oldu. Yabancı filminin çekiminde yaşanan kaza nedeniyle, mahkemelik olmuş, duruşmalara gidip geliyordu. Filmde, Hülya Avşar’ın karnına yerleştirilen fünye, çekim sırasında patlatılmış. Canı yanan Hülya feryat ederken, Baba da “Kıza bak yahu, b.. gibi oynuyor” diye düşünüyormuş. Durum farkedilince, Hülya hastaneye kaldırılmış. Belki hâlâ o kaza izini taşıyordur. Fünyenin koruyucu kısmının zayıflığı ve barutun dozu kaçırılınca, tatsız kaza oluşmuş. Dünya sinemalarında, kalorisiz alevin kullanıldığı dönem. Filmlerde izlemişsinizdir. Yanan bir yerden, yanan adam ya da adamlar çıkar. İnsan teninde iz bırakmanın dışında zararı olmaz. Bu nedenle yanan dublör, giysisinin altından, koruyu bezle iyice sarılıp sarmalanır. Mahkeme dönüşü keyifliydi. Hakim’e “Şimdi burada kalorifer kazanı patlarsa, suç sizin mi?” demiş. Hakim “Ne münasebet” deyince, “İşte benim durumum da sizin ki gibi” demiş.
Video filmler çekilmeye başlanmıştı. Fikret (Ertuğrul) kendi adına, Tatlı Bülbül (1985) filmini çekecekti. Önemli yönetmenlerden, Mehmet Aslan yönetecekti. Mehmet abi, karakter oyuncusu olarak filmlerde oynuyordu. Destek adına, karşılıksız olarak bir rolü oynayacaktım. Faruk (Turgut) filmin asistanıydı. On gün kadar, Faruk’un yerine asistanlık yaptım. Pınar Video’dan teklif geldi. İkimiz de ilk kez video kameranın arkasında olacaktık. Fatma (Girik) abla, Serdar (Gökhan) abi, Kadir (Savun) abi oynayacaktı. Baba’yla benim de rolüm vardı filmde. Senaryosunu yazdığı Namusun Bedeli (1986) video filmi için, tutku haline getirdiği Mudurnu’ya gittik.

Senaryonun ilginç bir öyküsü vardı. Vedat (Türkali) abinin “Umutsuz Şafaklar” adıyla tasarladığı öykü, Lütfi Akad tarafından Erdoğan Tünaş’a anlatılmış, o da bunu senaryo haline getirip, Baba’ya vermiş. Baba da, Batsın Bu Dünya (1975 ) adıyla filmi çekmiş. Orhan Gencabay’la Müjde Ar oynamışlar. Çalınan senaryonun izine, yedi yıl rastlanmamış. Batsın Bu Dünya adıyla filme çekildiği anlaşılınca, mahkemelik olmuşlar. Vedat abi davayı kazanınca, senaryonun sonu değiştirilerek, Süreyya Duru tarafından Fatmagül’ün Suçu Ne (1986) adıyla çekildi. Aytaç’la Hülya Avşar oynadı. Çekilecek senaryoyu verirken, ikimizin oynayacağı rollerin karşılığına adlarımızı yazardı. Prensibal rollerin dışındakilere, onayını alarak karar verirdim. Bütün çalışmalarımız böyle sürüp gitti. Mudurnu, Baba’nın doğal platosu oldu. Hacer Ana (1986) Hacer Ana ve Oğulları (1986) adlı iki video filmini, Mudurnu’da çektik. Çektik diyorum, çünkü Baba sahne çektirir, bazen filmi birkaç günlüğüne bana bırakıp giderdi. Fatma (Girik) ablayla, Serdar (Gökhan) abi, Hayati (Hamzaoğlu) abi oynadı. Atlı sahneler de, Fatma ablayla Nilgün’ün (Saraylı) kostümlerini giyinip, dublörlük yaptım. Zafer (Davudoğlu) abinin yöneteceği, Feridun (Karakaya) abiyle Öztürk Serengil’in oynayacağı, Cilalı İbo/Beni Anneme Götür (1986) video filminin, oyuncu cast’ını hazırladım. Tanıdığım yönetmenler, yapımcılar cast için arayıp, oyuncu önerimi soruyorlardı. Okul-1 (1987), Okul-2 (1987) video filmlerini çektik.

Serdar (Gökhan) abi, Fikret (Hakan) abi, Erol (Günaydın) abi, Necla (Nazır), Selma (Sonat) oynadı. Baba, çalışma olmadığı aylarda, beni başka işe göndermek istemediği için, aylık alan ilk asistan olmuştum. Ömer abi, Nazilli’de çekeceği Anayurt Oteli (1987) için aradı. Baba, Ömer abiyi sevdiği için “Git” dedi. Nazilli’ye gittim. Ömer abi, asistanlık yaptığımı öğrenince, birlikte olmadığımıza hayıflandı. Baba’nın filmleri yüreğimi ısıtmıyordu. Anayurt Oteli’nin, çalıştığım filmlerden farklı bir tadı vardı. Dönüşte Okul’un stüdyo işlerini sürdürürken, kötü haber geldi. Anayurt Oteli’nin çekilmiş 22 kutusu, teknik nedenle çöpe gitmiş. Filmin üçte biri sayılırdı. Sinemayla ilişkim başlayınca ilk öğrendiğim, “İşin bitse de, film bitene kadar görünümünü değiştirmemek”. Bu nedenle sete tekrar gittiğimde, problem yaşanmadı.

Ömer abi, Gece Yolculuğu (1987) filminde asistan olmam için aradı. Baba’ya aktardım. Keyfi kaçtı. Nişantaşı karakolunun yakınındaki, sokak lambasının altında üç saat dil döktü. “Gelecek hesaplarımı senin üzerine yaptım. Gitme, gidersen dönmezsin.” dedi. “Ömer abi sık sık film yapmıyor, dönerim” dedim.

Gittim ama döndüm. Asker kaçağı durumum, iyice sıkıştırmaya başlanmıştı. Bir süre Aytaç’ın evinde kaldım. Yeniden Doğmak (1987) adlı, 4 bölümlük dizi’yi, Çalıkuşu dizisi gibi negatife (35 mm) çekecektik. Bulgaristan’daki Türk’lere yapılan baskıları anlatıyordu. Senaryoyu Sevinç Çokum yazmış ama teknik bilgiden yoksundu. Baştan sona çekim senaryosu olarak yazılması gerekiyordu. Baba naif biriydi. Sevinç hanımı incitmeden, söylemenin yollarını düşünüyordu. Randevu aldı, birlikte görüşmeye gittik. Yolda “Aman gözünü seveyim, kadının yanında Ecevitçe konuşma” diye, uyardı. Baba anlatıyor, Sevinç hanım nazikçe, garip bir ısrarla karşı çıkıyordu. Dayanamayıp söze girdim. Baba’nın yüzü allı morlu oldu. Net, anlaşılır cümlelerle, “Konulara dokunulmayacağını, bu düzeltimin şart olduğunu, filmin oluşumu için senaryonun böyle yazılması gerektiğini, birim sorumlularının görevlerini rahatlattığını, çekim iş günü programının senaryo üzerinde yapıldığını” söyledim. Aklı yattı. Baba’nın yüzü eski rengine döndü. Mine (Çayıroğlu), Aysel adlı ana karakteri oynayacaktı. Aydan’la (Şener), Serdar (Gökhan) abi de oynayacaktı. Baba’yla, yine oyuncu kadrosundaydık. Bulgar Subayı oynayacaktım. Aydan, bize iki aylık hamileyim demişti. Meğer, aylarını eksik söylemiş. Büyüyen karnı, çekim boyunca bizi hayli zorladı. Yeniden Doğmak dizisini çekerken, aynı kadroyla Utanç Yılları-1, Utanç Yılları-2 adlı, iki video filmini çektik. Bedelli Askerlik uygulaması başlayınca, Yeniden Doğmak dizisinin stüdyo işlemlerini bitirip, askere gittim. Manisa’daki kışlaya teslim olduğumun ertesi günü dizi, televizyonda gösterime başladı. Diziyi izleyen Bölük astsubayı, her karşılaşmamızda “Bulgar subayını niye oynadın, camiye tekmeyle nasıl girersin” diye fırça çekiyordu. “Oyuncuyum” dememi kabûllenemiyor, “Başkası oynasaydı” diye, anlamsız öneride bulunuyordu. Yeniden Doğmak dizisi, ikinci bölümden sonra kaldırıldı. Turgut Özal’ın pazarlığı sonucu, Bulgaristan’daki Aysel, Türkiye’ye geldi. İki yıl sonra, dizinin dört bölümü yayınlandı. Utanç Yılları video filmlerinde, Selma’nın (Sonat) adının unutulduğunu duydum. Üç ay sonra döndüğümde, piyasa durgundu. Zülfü Livaneli’nin, Sis (1988) filminde oynadım. Filmde oynayan Elia Kazan’la, Fikret’le (Kuşkan) tanıştım. Ayakta kalabilmek için tarzım olmasa da, İbrahim Tatlıses’in yönettiği, Aşıksın (1988), Kara Zindan (1988) adlı filmlerinde çalıştım. Kara Zindan filmi, Atıf abinin Utanç (1972) adlı, uluslararası ödüllü filminin birebir kopyasıydı. Çalıştığım için, Baba’nın Mudurnu’da çektiği filme katılamamıştım. Aşıksın filminde oynayan Hüseyin (Kutman) abinin, on gün sonra da Mudurnu’dan, Reha (Yurdakul) abinin (1988) ölüm haberini aldık. Baba, böylece Mudurnu’ya gitmeyi bıraktı. 1990 da, Star adlı ilk özel telezyon kanalı yayına başladı. Sinemanın en görkemli günlerine tanıklık eden Baba, yol ayrımındaydı. Yeşilçam, televizyonun karşısında eriyordu. Baba, kameraların sesini duymak istiyordu. Sonunda tercihini kullandı, zor olsa da televizyon dizileri çekecekti. Tunç Başaran’ın, Uzun İnce Bir Yol (1991) filminden döndüm.

Baba’yla Ahmet Hamdi Bey ve Ailesi (1991) dizisini, Aileden Sorumlu Bakanlık adına çekmek için, Merzifon’a gittik. İkimiz yine oyuncuyduk. Şebnem’i (Dönmez), figüran ajanslarından birinde buldum. İki kameramanla çalışıyorduk. Baba’nın çekeceği sahnelerde işi olmayan oyuncularla, sahnelerin çekimini yönetiyordum. Baba’ya, Kültür Bakanlığı tarafından “Devlet Sanatçısı” ünvanı verildi (1991).

Kemal Film adını tekrar hak kazanıp, şirket olarak kullanmaya başladı. 100’ün üzerinde senaryo yazıp, film yönetti. Pek çok ödül kazandı. Ömer abiyle çalışmaya devam ettim ama ilişkimiz sıklıkla sürdü. Çağın hastalığı ona da uzandı.

1 Eylül 1998… Kemal’le, Kemal Film’de buluştuk. Duvarda asılı fotoğrafı bize gülüyordu. Başparmağını iki parmağı arasına sokmuş, elini bize sallıyordu. “Alman’ların şans işareti” derdi. Para isteneceğini hissetince, önündeki deftere şans işaretini çizip, uzatırdı. Ertesi sabah, Kemal Film önünde toplandık. Fatma abla yanımızdaydı. Tanınan yüzlerle, kalabalık çoğaldı. Cenaze arabasının peşinden, AKM önüne kadar yürüdük. AKM’de düzenlenen tören sonrası, Teşvikiye Camii’ne gittik. Sinema oradaydı. Herşeyi, video kameraya kaydettim. Zincirlikuyu Mezarlığı’na kadar, arabada birlikte gittik. Baba’yla anılarımı paylaşmakla bitiremem. Onu tanımak, onunla çalışmak onurunu yaşamam şans. Doğan Hızlan ne güzel söylemiş. “Melodram, eleştirmenlerin lânetli kelimesidir. Aynı yaşamımızın bazı bölümleri gibi. Belki de Osman Bey’i onun için çok sevdik ve onun için çok eleştirdik.”

(02 Temmuz 2009)

Arslan Kacar