Kategori arşivi: Yazılar

Bombalar Altında

Her şeyden önce kaygılı bir film Bombalar Altında. Dünyada olup bitenlere karşı kaygı duyan, rahatsızlığını dile getiren, dertli – tasalı, duyarlı bir film. Ne anlatmak istediğini çok iyi bilen, kendinden emin… Bir taraftan siyasi sinema yapma misyonunu üstlenirken, diğer taraftandan da sanatsal anlayıştan taviz vermiyor.

Sundance Film Festivali Özel Seçkisi olarak dikkatleri üzerine toplayan film, bugün itabiriyle ülkemizde de viyona giriyor. Mumya: Ejder İmparatoru’nun Mezarı filmi ile aynı gün vizyona girecek olan film, ne kadar ilgi görür, hatta görür mü, ne yazık ki şüpheliyim. Hatta Bombalar Altında vizyona girdiğinde Kara Şövalye fırtınası biraz dinse de rüzgârı hafiften esmeye devam edecektir. En azından filmin lâyığını bulmasını ve mümkün olduğunca fazla kişiye ulaşmasını temenni ediyorum. Çünkü gerçekten buna değer Bombalar Altında.

Film gerçek bir olayı, “12 Temmuz – 14 Ağustos 2006” yılında yaşanan İsrail – Lübnan çatışmasını mercek altına alıyor. İsrailli askerlerin, Hizbullah tarafından rehin alınması ve bir kısmının öldürülmesi sonucu patlak veren savaşın yıkımları tüm gerçekliğiyle perdeden yansıtılıyor. Daha doğrusu İsrail’in, Lübnan’a yerleşen Hizbullah örgütüne bombalar yağdırmasını.

Filmin hikâyesine gelince; aslında Lüblanlı olan ama kocasının işi sebebiyle Dubai’ye yerleşmiş Zeina adında genç bir kadınla tanışıyoruz. Kocasıyla boşanma arifesinde olan bu kadın, sorunlarını oğlu Karim’a yansıtmamak amacıyla onu Lübnan’daki kız kardeşinin yanına, yani memleketi Kherbet’e göndermiş. Bu sırada patlak veren savaş yüzünden apar topar Lübnan’a gitmeye çalışıyor genç kadın. Çünkü oğlu “Bombaların Altında”. Uzun yıllardır ülkesine gelmemesi sebebiyle de kültüründen bir hayli uzaklaşmış. Buna da dikkat çekiyor film aynı zamanda. Zeina’nın görüntüsü “nereye geldiğinin pek de farkında değil” imajı çiziyor. Derin dekolteli mavi elbisenin içinde savaştan yakılıp yıkılmış bir ülkeye değil de bir partiye katılmak üzere gibi… Tabi ülkeye adım atar atmaz tüm gerçeklerle yüzleşiyor. Yüzleştiği gerçek, 33 gün boyunca aralıksız devam eden ve ardında 1189 sivil ölü bırakan savaşın kalıntıları…

Ablasının ölüm haberi ile yıkılan kadın, bu kez oğlunu aramaya başlıyor her yerde. Zeina’ya eşlik eden taksi şoförü Tony’nin arabası gözümüz oluyor… Tony şehri turladıkça, biz de etraftaki yıkıma ve vahşete tanık oluyoruz. Savaşın tozu dumanı arasında yeşeren bir de aşk var… Tony ile Zeina’nın itiraf etmeye çekindikleri aşkları. Ülkede savaş çıkmış. Binlerce ölü var. Kocasıyla boşanmak üzere olan, ablasını kaybetmiş ve oğlunu arayan bir kadın profili var karşımızda. Pervasızca aşkın kollarına atamıyorlar kendilerin elbette. Ama istiyorlar belli. Kim için, ne için olduğunu bilmedikleri bir savaş, umurlarında bile değil. Hiçbirimizin değil aslında…

Zeina, savaşın acımazsızlığına karşı sessiz kalmıyor, sorguluyor ve isyan ediyor. Aslında hepimizin söylemek istediklerini, haykırıyor: “Bu benim savaşım değil.”

Zeina’nın çığlığı tüm sivillerin ortak mesajı. Evet, savaşlar biz sivillere ait değil. Çünkü bizler sebebi ne olursa olsun, savaşlar ile ilgilenmiyoruz. Savaşların kutsallığıyla falan da ilgilenmiyoruz. Çünkü hiçbiri kaybedilen bir anneden, babadan, kardeşten ya da dosttan daha önemli değil. Hiçbir savaş yok olan bir hayattan daha önemli değil. Ne uğruna olursa olsun…

(01 Ağustos 2008)

Gizem Ertürk

01 Ağustos 2008 Haftası

“Bombalar Altında” kayıp çocuğunuzu ararken, hiçbir şeyin, ne mensup olduğunuz dinin, ne ülkünün, ülkenin, ne de tarafı olduğunuz davanın önemi vardır: Bu film savaşın nihai kurbanları olan masum sivillerin dramına ve bir de asıl tehlikeye, “ölen masumların artık şehit kabul edilerek kanıksandığı kayıtsızlığa” dikkat çekiyor; dünyanın gidişatına duyarlı az sayıdaki seyirci için sadece!

“Mumya: Ejder İmparatoru’nun Mezarı”, serinin -doğal olarak- en yeni teknolojileri en üst düzeyde kullanan bölümü ve birkaç saniye bile gözünüzü perdeden alamadığınız, tam anlamıyla “bomba gibi” bir film: Çin kültür ve sanatının dokusuna dair ayrıntılı görsellik dikkat çekici.

(31 Temmuz 2008)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Perde’li Düşünceler / Yönetmenler ve İzlekler Işığında Sinema

“Sinemada teknoloji değiştikçe, Spielberg sinema tarihinden silinecek.”

“Yeşilçam Sokağı’nı, Türk filmlerindeki oyuncuların gerçek yaşamlarından ve oynadıkları filmlerden esinlenerek anlatacak bir film görmek isterdim.”

PERDE’Lİ DÜŞÜNCELER
Yönetmenler ve İzlekler Işığında Sinema

“Perde’li Düşünceler” kitabı geçtiğimiz ay Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlandı. Yazarı İsmail Ertürk edebiyat ve sinema yazıları da yazan bir ekonomist.

Sinemayla doğduğu yer olan Söke’de çocukluk yıllarında tanışır İsmail Ertürk. Daha o yıllarda Arthur Penn’in yönettiği ve Dustin Hoffman’ın oynadığı Küçük Dev Adam – Little Big Man’ı izlediğinde sinemaya eleştirel bir ilgi duyar. Liseyi okumak için geldiği İstanbul’da Yeşilçam ve Beyoğlu sinemaları onu büyüler. Fitaş Sineması’nda izlediği Pasolini’nin Salo filmi ve Liliana Cavani’nin Gece Bekçisi’ni izledikten sonra artık eğlence amaçlı film izleyemeyeceğini anlar ve eleştirel dürtüleri tam anlamıyla öne çıkar. Ertürk üniversiteyi okuduğu yıllarda günde üç film izlemeye başlar. Ama tam bir sinema düşkünü olması eğitim için yurtdışına çıkmasıyla gerçekleşir. O dönemini “Söke’den sonra İstanbul’da, Beyoğlu’nda sinemaya gitmek nasıl küçük bir çocuğun şekerci dükkânına düşmesi gibi geldiyse; her yerden sonra New York’ta olmak şeker fabrikasında yalnız kalmak gibiydi.” diyerek anlatmaktadır kitabında.

Kitap, yazarın 1986 – 2005 yılları arasında; Ve Sinema, Toplum Bilim, Sanat Dünyamız ve Aries dergilerinde yayımlanmış sinema yazılarından oluşuyor. İsmail Ertürk’ü daha iyi tanımanızı sağlamak için kendisiyle e-mail aracılığıyla röportaj yaptım. Keyifle okumanız dileğiyle…

Özgeçmişi

İsmail Ertürk, 1959 yılında Söke’de doğdu. İlkokul ve ortaokulu Söke’de bitirdikten sonra liseyi, İstanbul Robert Kolej’de okudu. Orta Doğu Teknik Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nde lisans, New York Üniversitesi’nde de yüksek lisans öğrenimini gördü. Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde bir yarıyıl okudu, İngiltere Hull Üniversitesi Siyaset Bölümü’nde bir yıl araştırma görevlisi olarak çalıştı. 1987 yılından bu yana Manchester Üniversitesi’nde öğretim üyesi. Yüksek Lisans İşletme Fakültesi’nde -Manchester Business School- şirket finansmanı, bankacılık ve uluslararası finans konularında ders veriyor, araştırma yapıyor ve danışmanlık yapıyor. Çalıştığı şirketler arasında IBM, Toronto Dominion Bankası, Lloyds – TSB, Belçika UCB, Britanya Ticaret ve Sanayi Bakanlığı, Thales, Vodafone İspanya ve British Telecom gibi şirketler var. Avrupa dışında Güney Afrika ve Güney Doğu Asya’da da düzenli seminerler veriyor. 1999 ve 2003 yılları arasında Türkiye’de Bilgi Üniversitesi’nde MBA programlarını kurdu ve yönetti. Stockholm School of Economics’in Petersburg’daki programlarında ziyaretçi akademisyenlik yaptı. Türkiye’deki kültür ve ekonomi dergilerinde düzenli olarak yazıları çıkıyor.

Ekonomi okumayı siz mi istediniz?

Evet. Yalnız benim ekonomi okumam, toplumbilim, siyaset kuramı, felsefe ve edebiyat ile çerçevelendirilmiş bir akademik çalışmaydı. Ve öyle sürdü. Bundan yaklaşık on, on iki yıl önce Sombahar Dergisi’nde; Nazım Hikmet, Ece Ayhan, Ezra Pound ve Enis Batur’daki şiir ve edebiyat ilişkileri; George Bataille’daki ekonomi ve mistisizm ilişkisini konu alan bir denemem yayımlandı. Gelecek yıl Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkacak deneme kitabım içinde de yer alacak bu yazı. Üç yıl önce AB’deki hane halkının mali portföylerindeki ve tasarruf anlayışlarındaki değişimi konu alan İngilizce makaleme Thomas Mann’dan bir alıntı ile başladım. Ekonomi, maalesef hem akademik çevrede hem de basında, çoğunluk teknik, öbür insan bilimleri konularıyla bir ilgisi yokmuş gibi ele alınıyor. Ben, Milliyet Gazetesi‘nde, Ali Gevgilili’nin ekonomi yazılarını okuyarak büyüdüm. Ne yazık ki Türkiye’de bugünkü kuşaklar böyle bir şansa sahip değiller.

Aldığınız eğitimler bilinçli bir tercih sonucu mu yoksa bir arayıştan dolayı mı bu kadar çeşitli?

Bilinçli yapılmış seçimlerdi.“Toplum„ ve “İnsan Bilimleri„ diye adlandırılan dallarda uzmanlaşmak değil, disiplinlerarası bilgilenmek daha çekici geldi bana. Yapıtlarında bilgi ve estetiği başarıyla, zorlamaya kaçmadan ve yaratıcılıkla bütünleştiren sanatçılar da baktığım doruklar oldu. Genellikle, hatta tümüyle, üniversite dışındaydı bu doruklar.

İlk edebiyat yazılarınıza öğrenciyken başlamışsınız, neden o yönde ilerlemediniz?

İlerledim, yalnız çok yavaş gitti. Bir yıla kadar bir anlatı kitabını bitirmeyi umuyorum. Edebiyat ve kültür üzerine yazdığım denemeler de gelecek yıl kitap olarak çıkacak. Aslında, sinema yazıları, edebiyata olan ilgimle örtüşüyor. Sonuçta, estetik, sanat ve düşünce, sanatçı ve yapıt üzerine araştırma, inceleme, deneme olarak da bakmak olası sinema yazılarıma.

Sinema yazılarınıza ne zaman başladınız? Birinin talebiyle mi, siz kendiniz mi karar verdiniz sinemayla ilgili yazı yazmaya?

İlk sinema yazım, kendi isteğimle, 1986’ta Tarkovsky üzerine yazdığım, bir hayli kapsamlı bir yazı. Tarkovsky, yukarıda sözünü ettiğim, felsefe, sanat, sanatçı ve yapıtı, sanatçı ve ortamı, estetik konularını yapıtlarında çok iyi işlemiş usta bir yönetmen. Daha sonra gelen taleplerle ya da kendi yazdıklarımı dergilere göndererek ilerledi sinema yazılarım.

Sinemayla tanışmanız Söke’de olmuş. İlk izlediğiniz filmi hatırlıyor musunuz?

Hiç düşünmemiştim bunu. Sorunuz nedeniyle anımsamaya ve tahmin etmeye çalışacağım şimdi. Anımsayamıyorum. Ancak ilk görüntüleri aklımdan çıkmayan film “Ben Hur”du. Wyler’ın 1959’da gösterime çıkan Ben Hur’u. Tabii Türkiye’de gösterime çıktığı ya da yeniden gösterildiği bir yılda izlemiş olmam gerek. İlkokula yeni başlamış, hatta henüz başlamadığım yıllarda olabilir. Filmin görüntüleri -özellikle vebalılar kolonisi ve atlı araba yarışı sahnelerindeki görüntüler- halen gözümün önüne, ilk izlediğimdeki duygularla getirebilmemin nedeni, filmin, Wyler gibi bir ustanın elinden çıkmış olması. Tabii o yaşımda değil Wyler’ın, filmlerin yönetmeni olduğunun bile ayrımında değildim.

Babanızın ve annenizin mesleği neydi? Sinemaya bakış açıları nasıldı?

Babam çiftçi, annem ev kadınıydı. Sinemaya eğlence için giderlerdi. Özel bir ilgileri yoktu.

Daha o dönemde sinemaya yalnız gittiğinizi anlatıyorsunuz. Aileniz sinemaya gittiğinizi biliyor muydu? Neden onlarla beraber gitmiyordunuz?

Tabii bilirlerdi. Söke’deyken sadece bir kez yalnız gittim sinemaya. O da Dustin Hoffman’ın kitapta yazdığım gibi “Küçük Dev Adam”ını görmek için. Sanırım gişe geliri olmayacağından film hafta sonunda gösterilmiyordu. Söke’deki üç sinema salonundan iki tanesi evimize on dakika uzaklıktaydı. Mahalle arkadaşlarımla birlikte giderdim film izlemeye. Fellini’yi andıracak biçimde. Arkadaşlarımdan biri, kitabı kendisine adadığım Ahmet Güzelyağdöken. Halen kendisiyle çok sıkı arkadaşlığımız sürer.

Beyoğlu’nda ilk hangi sinemaya gittiniz? Hayal ettiğiniz gibi miydi?

Tam anımsamıyorum ilk gittiğim hangi sinemaydı. Evet büyülü bir tanışmaydı. Büyü, sinema salonlarından çok, Beyoğlu’nun kendisinden kaynaklanıyordu. Özellikle de Yeşilçam Sokağı. O sokağa girdiğimde sinemaya gitmiş, sinema salonuna girmiş, film seti ile filmin birbirine karıştığı bir mekâna girmiş gibi oluyordum. O yıllardaki, Yeşilçam Sokağı’nın dibindeki Beyoğlu saklı ve tehlikeli olanın başladığı bir bölge gibi görünüyordu. Los Angeles’daki Hollywood Bulvar’ı gibi; bir ucunda insanların eğlendiği, kendini güvenli duyumsadığı öbür ucunda ise her an başına tehlikeli bir şey gelecekmiş gibi ürktüğün bir yanı vardı Yeşilçam Sokağı’nın. Hollywood’un bu yanını David Lynch son filmlerinde çok iyi anlattı. Yeşilçam Sokağı’nı da aynı biçimde, Türk filmlerindeki oyuncuların gerçek yaşamlarından ve oynadıkları filmlerden esinlenerek anlatacak bir film görmek isterdim.

İstanbul’da okumanızın sinemayla ilgilenmenize yararı oldu mu?

Evet. Ancak, asıl sinemaya olan ilgim üniversite yılları ve yurtdışına çıktığımda pekişti.

Kitabınızda da “tam bir sinema düşkünü olmam yurtdışına çıkmam ile başladı” diye yazmışsınız, neden? Türkiye’deki eksiklik neydi o dönemler?

Benim lise ve üniversite yıllarımda, daha ne video ne bilgisayar olduğundan, sinema tarihinin önemli filmleri ve ticari olmayan dünya sineması örneklerini izlemek hemen hemen olanaksızdı. Stanley Kubrick’in “Mekanik Portakalı”nı, Ankara’daki Amerikan Kültür Merkezi’nde videodan izlemiştim. Woody Allen’ın en son filmlerini Amerikan Kültür’ün sinema salonunda, eski filmlerini ise TRT’de. Ancak bunlar ender olanaklardı. Türkiye’deki film dağıtımcıları ticari nedenlerle sanat filmlerini ithal etmiyordu. Bir de üniversite yıllarım sırasında, Türkiye’de ciddi bir ekonomik sıkıntı vardı ve film ithalâtı için eminim yeteri kadar döviz olmayabilirdi.

Üniversitede okurken günde 3 film izlemeniz derslerinizi ve sosyal yaşamınızı etkilemiyor muydu?

New York’ta öğrenciyken, sosyal yaşamımın kendisi, film izlemek, kitap okumak, fazladan ders almak, kafa dengi arkadaşlarımla bunları tartışmaktan oluşuyordu. Üniversite eğitimi, ortalama beceriye göre düzenlenmiş bir etkinlik olduğu için, ortalama üzerine çıkmak isteyenlere zaman sıkıntısı çektirmez. Üstelik eğlenmeye de zaman kalır.

Çok film izlemenizden dolayı mı filmleri eleştirmeye başladınız? Yoksa beklentilerinizi karşılayamıyor muydu?

Filmleri ve sinemayı anlamak için, sinema üzerine okumak kaçınılmaz. Toplumbilim, sanat ve edebiyat ile ilgili eleştirel ilgim doğal olarak sinemaya da genişledi.

Kitabınızda “sinemada teknoloji değiştikçe, Spielberg (fotoğrafta sağda) sinema tarihinden silinecek” diye yazmışsınız nedenini öğrenebilir miyim?

Spielberg, sinemada “special effects”i, görsel ve işitsel etki teknolojisini iyi kullanan bir yönetmen. Görsel bir şölen yaratmayı, izleyiciyi düşündürmekten çok eğlendirme ve etkilemeyi amaçlayan, sonuçta, istikrarlı biçimde iyi ticari filmler yapan biri. Zamanının teknolojik olanakları içinde var olabilen bir teknisyen. İyi bir teknisyen, iyi bir işadamı. Teknoloji değiştikçe, yeni teknisyenler ortaya çıkacak. “Matrix”i izleyen yeni kuşak, “Jaws”u yavan bulacak, buluyor da. Bugün Sony Play Station 3’te video oyunlarıyla büyüyen kuşak için Er Ryan’daki ses teknolojisinin yarattığı “gerçekçi” savaş ortamı yeteri kadar etkileyici değil. Şair Ece Ayhan’ın, tahminim Tanpınar’dan ödünç aldığı bir kavramı dizeleştirerek dediği gibi ve aklımda kaldığı kadarıyla “has atlar tersine yarışır”. Spielberg’in filmleri zaman aşımına uğruyor, tedavülden çıkmaları daha hızlı oluyor. “Indiana Jones”lar, televizyonda çoğunluk, çocukları hedefleyen saatlerde yeniden gösteriliyor. Risk almayan bir yönetmen Spielberg. Balkanlarda, Rwanda’da, Orta Doğu’da kıyımların doruğa çıktığı bir dönemde, Naziler ve İkinci Dünya Savaşı üzerine, allegorik yanı olmayan filmler yapmaktan daha az riskli ne olabilir? Polansky de Polonya’daki Nazi dönemini konu alan film yaptı hemen hemen aynı zamanda. Polonsky’nin filmindeki görsel ayrıntı ve anlatım zenginliği; insanlık tarihinin akıl almaz bir dönemini konu alırken insan ruhunun karmaşasının derinliklerine inme başarısı ile Spielberg’deki beylik ve yüzeysel yargılama, bence, karşılaştırılamaz bile. Spielberg, sinema ile araştıran bir yönetmen değil. Sinema tarihi bu tür yönetmenlere karşı acımasız. Hem ticari olup hem araştıran, sinemayı sorgulayan yönetmenler de var üstelik. İşte Hitchcock. İşte Coppola.

Greenaway ve Tarkovski filmlerinde sizi etkileyen neydi?

Greenaway, Ece Ayhan’dan alıntıladığım dizedeki gibi, “tersine yarışan bir at”. Yalnızca sinema tarihi ile değil resim tarihi ile de hesaplaşan bir yönetmen. Sinemayı, sanat tarihi içinde düşünen ve bunu ustalıkla yapan bir görüntü ve sanat cambazı. Sinemanın, tiyatro ve edebiyatla değil, resimle akraba olması gerektiğini başarıyla göstermiş bir sanatçı. Henüz sayısal teknolojinin yaygınlaşmadığı bir zamanda, sayısal teknolojinin olanaklarını sinemaya sanatsal ve estetik kaygılarla yansıtan bir öncü. Televizyon için yaptığı “Televizyon İçin Dante” ve uzun metrajlı filmi “Prospero’nun Kitapları” bunun örnekleri. Tarkovsky ise sinemayı insanın mistik boyutunu araştırmak için başarıyla kullanmış usta bir sanatçı. Estetik ve düşünceyi görselleştirme becerisine sahip ender bir yönetmen. Sinemayı, insanlık durumu üzerine estetik bir düşünce sergilemek için kullanmış bir doruk nokta.

Filmleri, çekildikleri, yönetmenlerinin yetiştiği topraklardaki sinema salonlarında izlemenin ayrıcalığı nedir? Film izleyene nasıl bir etki yaratır?

Söze dökmesi zor bir duygu. İnciri, Ege’de, ağacından koparıp yemek gibi bir şey. Rakıyı, yurt dışında değil, Türkiye’de bir lokantada içmek gibi bir şey. Futbolu, stadyumda izlemek gibi bir şey. Tadı, biraz daha güzel.

Sinema felsefesini bilen ve ona göre film üreten yönetmen var mı?

Usta yönetmenlerin çoğu, düşünceden, felsefeden yola çıkmak yerine sanatın gerektirdiği özgürlükle başlamayı, bu özgürlükle araştırmayı yeğleyen kişiler galiba. Sinema felsefesinden çok, felsefenin geneliyle sanatçı duyarlığıyla ilgili yönetmenler var. Antonioni, ilk renkli filmi “Kızıl Çöl”ü yaparken Goethe’nin renk kuramını okuduğunu söylüyor örneğin. Godard da felsefecilere sinemasında yer açan bir başka yönetmen. Alman dışavurumcu sinema da Alman romantik filozoflarından dolaylı ya da doğrudan etkilenmişler. Tabii, sinemanın kendisini konusu yapan, öyle de felsefe yapan yönetmenler de var.

Wong Kar – Wai ve Hal Hartley’in sizi, sinemaya yeniden ısındıran genç kuşak yönetmenler olduğunu yazmışsınız. Sinemadan ne zaman ve neden uzaklaşmıştınız? Bu yönetmenlerin özelliği nedir?
Sanırım 35 yaşıma geldiğimde, 1990’ların ortalarında, beni heyecanlandıran yeni yönetmen, yeni film bulamıyordum. Eski ustaların yeni yapıtlarını ve sinema tarihindeki önemli yapıtlar tabii ki halen heyecan veriyordu. Örneğin, Orson Welles’in, kaybolduğu sanılan “Otello”sunun yeni baskısını 1990’lu yılların sonlarında yeniden, DVD’den izlediğimde sinemaya yeniden aşık olmuştum. Ancak, bildiğiniz bir yönetmenin filmini izlemek, bildiğiniz bir tadı yeniden, yeni ayrıntılar bularak tatmak gibi. Sinemanın benim için, öbür sanatlara göre ayrıcalıklı yanı, bugün ve şimdi ile olan bağı. O yüzden, çağdaş yönetmenlerin filmleri önemli benim için. Wong Kar – Wai, sinema dilini çok iyi kullanan, renk, hareket, açı, ritim, mekân gibi öğeleri ustaca görselleştirerek sahici öyküler anlatan bir yönetmen. Godard ve Tarkovsky’i birleştirebilen ender bir örnek. Ayrıca, Hong Kong, ses ve görüntünün yumağa dönüştüğü çok kalabalık bir yer. Avrupa ile Çin’in buluştuğu, kapitalizmin uç noktalarının çıplak olarak göründüğü bir çağdaşlık durumu. Hong Kong’lular da bu çağdaşlık durumunun ruhsal yansıması. Zamanı araştırmak için olağanüstü bir yer ve kültür Hong Kong. Wong Kar – Wai bütün bu malzemeyi yaratıcılıkla görselleştirip evrenselleştiriyor. Hal Hartley ise kitapları seven, edebiyatı seven bir yönetmen. Bugünü, şimdiyi, çağdaş sorunları; edebiyata yaklaşarak, mekân ve oyunculardan görsel tadı doyumsuz koreografiler yaratarak, sinemanın klâsik konusu erkek ile kadın ilişkisini odağa alarak başarıyla araştıran, bağımsız bir Amerikalı yönetmen. Jim Jarmush’un getirdiği gönül serinliğini Hollywood’un dışında, New York’ta sürdüren güzel bir örnek.

Sinema eğitiminde sinema yazarlarını önemli bir konuma yerleştiriyorsunuz. Beğendiğiniz sinema yazarları kimler?

İki tür sinema yazarı var tabii. Film eleştirmenliği işi olanlar, sinema üzerine düşünenler. Sinema üzerine düşünenlerden beni etkileyenleri kitabımda anıyorum. Bunların arasında, Pasolini, Bresson, Tarkovsky, Godard gibi aynı zamanda sinema yönetmeni olanlar da var; Andre Bazin, Umberto Eco, Deleuze gibi eleştirmenler ve kuramcılar da var. Sinema, yalnızca izlenerek, filmler hakkında ansiklopedik bilgi sahibi olarak anlaşılacak bir sanat değil. Sinemayı, öbür sanatlarla eş tutan yönetmenlerin, yapıtların hakkını verebilmek için sinema kuramcılarını, sinema tarihini, yönetmenlerin yazdıkları ve söylediklerini de okumak gerekiyor. Yalnız hemen eklemek isterim: sinemayı bir yorum nesnesine indirgeyen aşırı dozda kuramsal akademisyenlerden genellikle kaçınma eğilimindeyim. Halen keyifle okuduğum sinema yazarı gazeteci, Financial Times’da Nigel Andrews. Sinema, sanat ve edebiyat bilgisini olağanüstü güzel bir dille haftalık sinema eleştirisi yazılarına dönüştürüyor. İyi sinema yazıları, iyi filmler denli keyif verebiliyor.

Beğendiğiniz yönetmenler kimler?

Kitapta andığım ve üzerine yazdığım yönetmenler. Burada tekrarlamak bir hayli uzun sürer. Ancak, ıssız bir adaya düştünüz ve yanınıza en fazla beş yönetmenin filmlerinin alabilirsiniz diye bir soru sorulursa yanıtım her halde şöyle olurdu: Antonioni, Bresson, Greenaway, Resnais ve aralarından birini seçmekte zorlanacağım biraz uzunca bir liste- Hertzog, Tarkovsky, Welles, Wong Kar – Wai, …

Türk sineması ve Türk yönetmenleri hakkındaki düşünceleriniz?

Kuşkusuz usta yönetmenler var. Auteur diyebileceğimiz yönetmenlerin sayısı ise az. Nuri Bilge Ceylan, önemli bir başarı elde etti. İstikrarlı bir biçimde Cannes’da eleştirel başarı kazanmak kolay bir şey değil. Bu başarı, Ceylan üzerine yazılacak eleştirel yapıtlarla sürerse kalıcı bir nitelik kazanır. Ancak son zamanda kendine güveni arttı Türkiye sinemasının. Nuri Bilge Ceylan yalnız değil Türkiye sinemasının son zamanlardaki atılımında. Mutlaka uluslararası ödül alması gerekmez başarılı bir yönetmenin. Benim sevdiğim yönetmenler ise sinemanın olanaklarını zorlayan, sinemanın kendisini de estetik düzeyde sorgulayan, öbür sanat dallarıyla hesaplaşabilen, öykü anlatmanın ve güzel görüntüler çekmenin ötesine geçmiş olanlar.

Size göre Türk sinemasının sorunları nedir?

Bunları anlamlı bir biçimde dile getirecek denli yakın değilim Türkiye’deki sinemaya. Yalnız, bir ülkenin sinemasını, o ülkenin genel kültür ortamından soyutlamak zor. Edebiyat, resim, düşünce, dans, müzik, sanat eleştirisi, sinemayı besleyen alanlar. İşin kuşkusuz endüstri yanı, ticari yanı da var. Bütün bunları da göz önüne almak gerekiyor. En son kertede, sinemanın milliyeti değil, yönetmenlerin, ülkelerini de aşan bireyselliği daha önemli.

Hangi ülkenin sinemasını beğeniyorsunuz? Neden?

Ülke sineması değil, yönetmenler daha önemli benim için.

Amerika’da sinema sektörünün son durumu nedir?

Geçen yıl sanırım Venedik Film Festivali‘nde yönetmen Ridley Scott güzel bir şey söyledi ve buna katılıyorum; yaklaşık şöyle bir şeydi: “Eskiden, Hollywood’dan çıkan filmlerin yüzde ellisi iyi olurdu. Şimdi ise yüzde beşi.” Sayısal teknoloji sinemayı, sanat olarak geriletebilir. Kompüter ekranında, büyük perde için estetik yaratmak olası değil. Martin Scorcese, “New York’un Çeteleri” filmini, kendisine, “sayısal teknolojiyi kulllanırsan onda bir ucuza maledersin” diyen George Lucas’ı dinlemeyip set kurarak ve çok sayıda figüran kullanarak çekerken bence doğru bir sinema tercihi yaptı. Tabii, bu ortaya çıkan filmin başarılı olmasını garantilemedi. Ancak, büyük perdeye uygun bir görsel yapıt çıktı ortaya. Filmin ilk sahnesini anımsayın. “Yüzüklerin Efendisi” dizisi ise, sayısal teknolojiyi, büyük perdeye başarıyla uygulayan filmlerdi. Sanırım, Amerikan sineması, sayısal teknolojiyle sınavını iyi vermediği sürece tehlikede. Bağımsız iyi yönetmenler ise her zaman çıkacaktır Amerika’dan.

Bağımsız sinema ve bağımsız yönetmenler hakkındaki düşünceleriniz?

Sinemanın kanı ve canı onlar.

Sinema yazılarınızda eğitimini gördüğünüz diğer dalların etkisi görülebiliyor. Sinema ekonomisi hakkında bir çalışmanız var mı?

Hayır. Ancak bu konuda yazan meslekdaşlarım var. Yazdıklarını bana okutmayı, hem sinema hem de ekonomiye olan yakınlığımdan tercih ediyorlar. Yalnız, ekonomi ve kültür üzerine yazmaya başladım son zamanlarda. Kültür endüstrileri önemli bir olgu durumuna geldi ve Adorno sonrası yeni eleştirel bir yaklaşımı gerektiriyor.

(29 Temmuz 2008)

Serpil Boydak

25 Temmuz 2008 Haftası

“Aşkın Yaşı Yok”, entelektüel bir ailedeki bireylerin, anneyi kaybettikten sonra birbirlerine yabancı gibi yaklaştıklarını ancak içlerine sızan üvey kardeş ile babanın eski öğrencisi sayesinde özel duyguları ‘yeniden keşfetme’lerini naklederken, mizahın, oyuncu performanslarının ve sımsıkı dokunmuş diyalogların en iyisini sunuyor: Dennis Quaid’in -bu filmdeki tarzıyla- fena halde Jack Nicholson’ı anımsattığını söylemem şart!

“BenX”, eğer kendi ‘özel dünya’nızda rahat bırakılmıyorsanız (gelişmiş bir ülkede yaşıyor olsanız da), farklılığınızı kabul ettirmek için onlar gibi dürüst olmayan bir oyun oynamanız gerektiğini, ilgili disiplinlerin yöntemlerini tartışmaya açacak denli cesurca anlatıyor: Filmin zeki buluşu, otistik genç adamın gerçek dünyadan kaçarak kurduğu bilgisayar oyununa benzer ‘kaçışlara’ ihtiyacı olanlar, özellikle izlesinler!

“Kara Şövalye”, bir gün gelip sadece ama sadece ‘kaos için kötülük yapan’ biri ile karşılaştığınızda ve suç – suçlu – polis – savcı – adalet – cezalandırma ezberiniz bozulduğunda, ruhunuzun en dibe, tam da kötülüğün merkezine ne kadar düşebileceğine dair çok esaslı bir sınava dahil ederken sizi, iki boyutlu bir çizgi romana her anlamda nasıl derinlik kazandırılabildiğinin de dersini veriyor: Hala insanlıktan umut kesilmemişken muhakkak görünüz; IMAX deneyimini tercih ederseniz, gerçeklik duygusunun katlanarak büyüyeceğini unutmayınız!

(24 Temmuz 2008)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Ben X

Belçika’nın Oscar adayı filmi Ben X’de yönetmen Nic Balthazar, yarattığı “Ben” karakteri üzerinden bir toplum analizi yapıyor. Filmdeki sanatsal kaygısı, farklılıklara karşı ne kadar hoşgörüsüz ve bencil olduğumuzu anlatabilmek.

Ben X, hem içerik hem de teknik olarak başarılı bir film. Çünkü her iki açıdan da ince elenip, sık dokunmuş, oldukça bir kafa yorulmuş. Ancak konu öyle sıra dışı değil. Bu yüzden de konunun içine orijinallikler katılmaya çalışılmış.

Nic Balthazar, hikâyesini anlatırken seyircisinin sabrını zorluyor ve kendisiyle yüzleşmesini sağlamaya çalışıyor. Bu yönüyle Balthazar’ın yürümeye başladığı sinematografik yolun bazı bölümlerinde, büyük usta Haneke’nin nefesini hissediyoruz. Tıpkı Haneke gibi Balthazar’ın da tezi; şiddetin kaynağının kendimiz olduğu… Ne kadar rahatsız oluyormuş gibi yapsak da aslında şiddetten acayip keyif alıyoruz.

Bir de filmde; “insanlar elindekilerin değerini ancak kaybettiklerinde anlar ama artık çok geç olmuştur” sözünü hem desteklemek hem de bu sözün klişe havasını yaşatmamak adına çok da zekice bir oyun hazırlamış. Zaten filmin en can alıcı, en yenilikçi tarafı da bu. Film boyunca bambaşka bir sona inandırılıyoruz. Üstelik bu son “Aaa kız gerçekte yokmuş, hayaliymiş vay be.” gibi bayat değil. Film bana bazı yönleriyle Biray Dalkıran’ın Cennet’ini anımsattı. Ayrıca Ben X’de hikâyeyi destekleyen efektler de gerçekten çok ustaca kullanılmıştı. Oyuncular çok iyiydi. Hikâye çok güzel beslenmişti. Keşke Cennet’in üzerinde biraz daha kafa yorulsaymış da bizden de Ben X gibi Oscar adaylık bir film çıksaymış, diye içimden geçirip, hayıflandım. Yani Cennet’te bulamadıklarımı Ben X’te buldum.

Ayrıca Balthazar’ın edebiyatçı yönü filme çok şey katmış. Ben çok gerçek bir karakter görüntüsü veriyordu. Yönetmen çevresini, gençleri ve dönemini çok iyi gözlemlemiş. Bu yüzden “Ben”in filmde yaşadıkları hiç de yerel değil. Umarım bizlerde filmden üzerimize düşen rahatsızlığı duyar, geç kalmış olmanın sızısını yaşamayız.

(24 Temmuz 2008)

Gizem Ertürk

Mamma Mia

Dünyanın en çok sevilen müzikallerinden biri olan Mamma Mia’nın beyazperde macerası başladı. Mamma Mia, S. O. S., Dancing Queen, Money Money Money, Chiquitita, I Have a Dream, Does Your Mother Know?… ve daha birçok Abba şarkısını Meryl Streep ve rol arkadaşlarının gösterdikleri yüksek performans eşliğinde izleme şansı buluyoruz.

Evlenmeden önce gerçek babasının kim olduğunu öğrenmeye çalışan Sohpie (Amanda Seyfried), ihtimal dahilindeki 3 baba adayını bir mektup yazarak düğüne çağırıyor. Tabii bu durumdan annesi Donna’nın (Meryl Steep) haberi yok. Donna’nın bir anda 3 gençlik aşkını karşısında bulmasıyla, hem müzikal hem de görsel bir şölen başlamış oluyor. O dakikadan sonra, nasıl geçtiğini anlayamayacağınız bir 108 dakika sizleri bekliyor.

Bu üç erkekten öne çıkan isim nam-ı diğer James Bond, Pierce Brosnan. Filmde oynaması için teklif geldiğinde, dans etmesi ve şarkı söylemesi gerektiğini duyunca soğuk terler döktüğünü itiraf eden Brosnan, çekimler başlayıncaya kadar kariyerinin en sıkıntılı günlerini geçirmiş. Brosnan filmde Meryl Streep ile birlikte S. O. S. şarkısını seslendiriyor. Üstelik hiç de fena sayılmaz. Brosnan, şarkı söylemeye başladıktan sonra çok rahatladığını söylese de, kontrolü elden bırakmayan hali gözden kaçacak gibi değil. Ama bu hali rolüne sevimli bir amatör ruh katmış.

Donna’nın hayatına giren diğer bir erkeği Colin Firth canlandırıyor. Bridget Jones’un biricik Marc Darcy’si bu filmde eski rocker Harry rolünde. Rockçı Harry yıllar içinde bir hayli değişmiş, saçları kesilmiş. Takım elbisenin içine girilmiş. Hele bir detay daha var ki yıllar yılı kadınların hayalindeki erkek profilini çizen Marc Darcy bayağı bir hayal kırıklığı yaratacak. Firth filmin erkek bloğunun en şen şakrak, biraz da saf ve naif kişisini temsil ediyor. Rockçı tiplemesinin biraz ti’ye alındığını da söylemeliyim. Ee ne de olsa dünyanın en büyük pop grubu Abba’nın ağırlık noktası olduğu bir filmdeyiz. Rockçı Harry tiplemesiyle yapılan bu gönderme de çok hoş görünüyor.

Üçüncü erkek Stellan Skarsgard. Genelde gösterişli kostümler ve koyu makyajlar eşliğinde gördüğümüz başarılı aktörü Skarsgard’ı çiçekli Havai gömleği ve terlikleriyle görmek de çok keyifiydi. Filmdeki ismiyle Bill, eski hippi ruhundan pek de bir şey kaybetmemiş. Ama diğerlerinden farkı evli, çocuklu ve biraz da göbekli bir adam olması. Ama Bill için bu detaylar bu pek de önemli değilmiş gibi görünüyor.

Mamma Mia’nın son erkeği Sophie’nin beyaz atlı prensinin canladıran Dominic Cooper. Bebek yüzlü aktör, 30’lu yaşlarının başında olmasına karşın, yeni yetme bir genci canlandırdığı Sky karakterine çok yakışmış. Filmde onu çok fazla görmüyoruz. Sophie ile birlikte kumsalda söyledikleri Lay All Your Love on Me isimli romantik bir şarkıları var. Performansı Pierce Brosnan’ın performansını andırıyor.

Ve filmin asıl karakterleri kadınlar… Bu durum ile ilgili Stellan Skarsgard’ın çok güzel bir tespiti var. “Filmin konseptinin kadın ağırlıklı olması nedeniyle biz erkek oyuncular bu filmde sanki yardımcı oyuncu konumuna düştük. Böylece erkek ağırlıklı filmlerde kadınların neler hissettiğini anlamış oldum. Hiç kimse biz erkeklerin psikolojisiyle ilgilenmiyordu. Kısacası biz üç erkek bu filmin ‘sürtükleri’ gibiydik” diyor. Gerçekten de öyle. Zavallı erkekler gittikleri her yerden kovuluyor, itilip – kakılıyorlar.

Donna’nın gençlik yıllarındaki Donna and the Dynamos adlı müzik grubundan arkadaşlarını Julie Walters (Rossie) ve Christine Baranski (Tanya) canlandırıyor. Kızlardan Rossie yıllar içinde ünlü bir yazar olmuş. Yemek kitapları yazıyor. Eski çılgın ruhundan o da pek bir şey kaybetmemiş. Filmin sonlarına doğru Stellan Skarsgard ile birlikte gösterdikleri performansa bayıldım. İkili çok sevimli görünüyordu. Diğer kız Tanya erkek grubu Harry’si gibi. Tanya, estetikle kafayı bozmuş durumda. Bir de adaya geldiği andan itibaren, peşinde dolanan çikolata renkli küçük bir çocuk var. O çocuğa hitaben söylediği Does Your Mother Know? adlı şarkısı çok eğlenceli.

Filmin yıldızı tabiki Merly Streep… Onun için söylenecek çok fazla bir şey yok. Kendi adıma Streep gibi muhteşem bir oyuncuyu izleme şansı bulabildiğim için çok sevinçliyim. Çünkü şu sıralar 20’li yaşlarını süren sinemaseverlerin izleme şansı bulduğu nadir oyunculardan. İlk defa bir müzikalde oynayan ve teklifi duyar duymaz kabul eden Streep’in ne kadar iyi olduğunu söylemeye gerek yok. 60 yaşına yaklaşan aktristi yaşına meydan okuyan dansı ve şarkılarıyla izlemenin keyfi bambaşka.

Donna’nın kızı Sophie’yi canlandıran Amanda Seyfried, hem rolüne hem de beyazperdeye çok yakışmış.

Mamma Mia gerçek insanların, gerçek hayatların filmi. Kuşaktan kuşağa süregelen ve hiç bir zaman değişmeyen aşk, pişmanlık, özlem, yaşlanma gibi duyguları, popun efsane grubu Abba’nın sımsıcak şarkıları eşliğinde fısıldıyor bizlere. 70’li ve 80’li yıllarda gençliğini geçirmiş olanlar için daha dokunaklı olacağı kesin. Hala genç olanlar içinse hayatlarını kontrol altına almaları ve içlerinden geldiği gibi yaşamaları konusunda çok iyi bir referans. Kısacası, her yaştan izleyicinin bir şeyler bulabileceği bir film Mamma Mia.

Bir müzikalin, gerçek hayatı nasıl bu kadar iyi anlattığına ve müzikaller hakkında ön yargıları olanlar için Karanlıkta Dans (Dancer in the Dark) filminden bir diyalog:

Jeff: – Ama insanlar gerçek hayatta durup dururken dans etmezler ki. (Peter Stormare)
Selma: – Doğru Jeff, sen etmezsin. (Bjork)

Bir de küçük dipnot: Mamma Mia müzikali Ekim ayında İstanbul’a gelecekmiş, ajandalarınıza not etmeyi unutmayın.

(20 Temmuz 2008)

Gizem Ertürk

Yaşamının Yolculuğunda Kendisine Eşlik Eden Yönetmene, Bilge Kişiye!

Koza’nın içinde başladı hikâye, Kasaba’da gitmek için bavulu hazırdı, sonra Mayıs Sıkıntısı başladı, ardından Uzak’lara gitti, İklimler’in kendisine eşlik edeceğini düşünde gördü, sonra Üç Maymun nasıl olunurdu ki; çünkü tutkuyla bağlı olduğu yalnız ve güzel ülkesi vardı, her insanı dönemine uyarak yalnız bırakıyordu, üç maymunu oynamanın zamanıydı, yoksa insan gittikçe yalnızlaşarak anlaşılamıyordu! Aslında ne de olsa insan maymundan yaratılmamış mıydı?

Bir kasaba yolculuğu ile başladı hikâye, tıpkı benim hikâyemde olduğu gibi fonda da kasabanın görüntüsü vardı küçücük bir dünyadan başka bir dünyaya açılan bir kız çocuğu kanatlandı, anlayamadığı dünya üzerine anlaşılabilir beni anlatan hikâyeler başladı böylece… Öyle bir şey istedi ki hayatında bazı dönemlerde konuşamadı şehrin kalabalığında olur da anlaşılmaz cümleler kurarım da haddi mi aşarım diye! Sonrasında fark etti ki konuşmadan da anlaşılabilirdi ya da çok şey anlatırdı insan. Birileri onu anlatırsa eğer rahat nefes alabilecek ve umuda yolculuk tazelenecekti yollarında… Zamanla sıkıntısı geçerdi nasıl olsa!

Sonra “Bilge” kişi içinden geçen hikâyeleri anlatmaya başladı, içinde kendisini gördüğü filmler de böylece başlamış oldu. Koza’dan ona kalan duygu; doğa kendini yeniler ama insan yenilenmek istemez çünkü içinde kalmıştır koza’nın tıpkı ipekböcekleri gibi. Oysa ipekböceği koza olduktan sonra kelebek olur uçar hayatın içinde ve bu yenilenmeden en değerli şeyi doğurur. Bazen ama ilişkiler yenilir doğaya her insan kendine kalır aslında. Yenen ya da yenilen yoktur sadece yenilenmek vardır zamanda!

“Ev üç katlı ahşap bir bina. En alt katı giriş ama orada insanların dışında yüne sarılı küçük böcekler, orta katında yaşlı iki insan, en üst katında annesi – babası ve bebek yaşıyor. Acaba bu dünyada insanların dışında bir de yüne sarılı böcekler mi yaşıyor diye düşündü uzun süre bebek. Hatta kendisini doyuran annesi arada sırada o böcekleri de doyuruyordu. Ben doğarken mi getirdim böcekleri diye düşündü. Niye dünyaya gelirken bir sürü böceği beraberinde getirir ki insan anlayamadı. Zamanla kozanın içine girdi böcekler. Belki de kendisi de büyüyünce bir şeyin içine girecekti ama neye sığacağını bebek olduğu için anlayamadı.” Yıllar sonra gözlemledikleri o dönemler bilmediği Kafka’nın dönüşümüne eşlik ediyordu, belki zamanla bu yolculuğu da anlayacaktı…

Koza’nın içinden çıkmayı başarmıştır artık O ve Kasaba’dan kelebek olup uçma vaktidir. Uzun yol vardır gideceği geriye dönüp bakar kuşaklara onlar gibi olmak istememektedir. Kasaba huzurdur ama bir o kadar yetmeyecektir kendisine belki de her mayıs da sıkıntı çöker içine tabir yerindeyse ya kurtaramazsa paçayı ve olduğu yerde hiçlikte kalırsa? Başka türlü geri dönmek ister doğduğu yere, hayalleri de topraktan beslenir, içi içine sığmamaktadır. Anneannesinin dediği gibi “çıplak ayakla toprağa bas sana güç verir toprak, öyle sağlam dur ki kimse yıkamasın uzak’larda seni!” Sırt çevirmeden dönmelidir özüne, kurtarmalıdır bir yerde neyi kurtaracağını bilemese de… Yıllar sonra dönüşü sıkıntılı da olsa O artık bir şey olmuştur, olmaya çalışmaktadır. Özündeki yalnızlık daha da büyümeye devam etmektedir oysa. Küçülüp Koza’nın içine girebilir mi acaba istediği zamanlarda, korunaklı bir dünya yaratabilir mi kendine? Geriye dönüş hiçbir zaman yoktur, zaman ilerler ve bir şeyleri değiştirir. Uzak’ta kalmıştır her şey ve rahat nefes alma vaktidir O bir şey olmuştur ama ne olmak istediği Koza’nın içinde şekillenmelidir yoksa yabancılaşma başlayacaktır zamanla aralarda gelgitler baş gösterir. Yalnızlık her şekilde iyi gelir ruhuna! Uzak’ta kalan uzaklara gitmiştir.

İklimler’e göre değişen bir ruh barındırır zamanla kendisinde, Mayıs’da başlayan sıkıntıları artık çiçekler açan şenlik olmuştur içinde, bir ruh eşine rastlama zamanıdır. Fonda grinin yoğunlukta olduğu bir gökyüzü vardır Kasaba’daki bereketli yağmurun işareti içindeki hüzne ve üşümeye işaret etmektedir şimdi. Doğa kadar acımasız sahici bir yalnızlıkla baş edemediği gibi bu kadar gerçek bir erkek doğasıyla da karşılaşmaya hazır değildir henüz. Ne çok ağlamıştı iklimlerin ardından bir dönem yazdığı şu cümleler geldi aklına sonra; “Kamburdu aşkının duruşu… Tıpkı bu ülkede belini bir türlü doğrultamayan insan yığınları gibi. Sana her dik dur dediğimde arkasında duramıyordun kendinin. Bir türlü veremiyordun ellerime yaşamını, anlattığın anda çöküyordu savaşın…”

İklimler gibi değişen ilişkilere ayak uydurmak için belki de Bilge kişinin son hikâyesini beklemesi gerekir. Oysa İklimlerin ardında düşünmeye başlamıştır algıda seçicilikleri; Görmek, duymak, dokunmak, koklamak, tatmak, hissetmek ya da Üç Maymun’u oynamak!

(19 Temmuz 2008)

Mutlu Hesapçı

İşsizlik Korkusu Ölümden Beter

Günlerdir, aylardır hatta yıllardır duyuyoruz… Tuzla’da yolunda gitmeyen bir şeyler var. Bir gün birisi ölüyor, diğer gün bir başkası, sonra bir başkası… Sonra hayat kaldığı yerden devam ediyor. Hiçbir şey olmamışçasına… Yaşamak kadar doğal karşılanıyor ölüm. Bir ölünün yerine başka bir ölü adayı geçiveriyor. Üstelik göz göre göre. İşsiz kalmaktansa ölmeyi yeğleyen insanlar.

Kimisi memleketine gitmek için para biriktiriyor, kimisi çocuğunun karnını o gün de doyurabilmek için orda. Kimisi üniversitedeki kardeşleri için alın teri döküyor kimisi ise zaten üniversite öğrencisi harçlığını çıkarıyor… Yarın ölürlerse o çocuk hep kalacak, belki kardeşleri üniversiteyi bırakmak zorunda kalacak… Bunlar düşünülmüyor, çünkü sistemin adı taşeronluk. Taşeronluk size günü kurtarmayı vaad ediyor. Artık ne kadar kurtulursa. Orada her şey bir “an” için yapılıyor. Zaten her şey de bir anda olup bitiveriyor. Tuzla’da yaşamda bir “an” ölümde…

Defalarca duymuşsunuzdur 4857’yi… 4857 bir iş kanunu, iş güvencesi. Yani yasal bir hak. Ancak madalyonun diğer yüzünde tanımı kölelik yasası, taşeronluk yasası… Petra Holzer ve arkadaşları da bu duruma daha fazla seyirci kalamamışlar.

Bu onların ne ilk ne de son çalışması. İş kazaları üzerine ciddi çalışmalar yapıyorlar. Tamamen kolektif ve gönüllü çalışmalarla seslerini duyurmaya çalışıyorlar. Holzer’e göre bu belgesel bitmez çünkü hayat devam ediyor.

Tuzla Tersanesi’ni belgeleme fikri nasıl oluştu?

Bunun hikâyesi aslında çok ilginç. İş kazaları ile ilgili bir komisyon kurulmuştu. Kurul bir sunum hazırlıyormuş. Bulgularını desteklemek için de görsellere ihtiyaçları varmış. Kuruldan Aslı Odman bizden görsel talebinde bulundu. Biz de gidip yerinde çekmenin çok daha etkili olacağını düşündük. Önce küçük bir film hazırladık ve seyirciyi çok etkiledi. Bizim durumumuz da oldukça vahimmiş dediler. Trajikomik yani. Ama ölümlerden çok bizi oradaki hayat şartları etkiledi. Yani ölüm değil hayat üzerine bir film yaptık.

Çekim iznini nasıl aldınız?

İlk başlarda hiçbir tersane konuya sıcak bakmadı ve izin vermedi. Biz de eskiden çekilmiş olan görüntülerle bir şeyler yapmaya çalışıyorduk. Tabii bu sırada oradaki işçilerin durumunu yakından takip ediyorduk. Sonra bir gün Desan Tersanesi çekim izni verdiklerini, ölümleri görmezden gelmenin imkânsız olduğunu ve yapılması gereken ne varsa yapmaya hazır olduklarını söyledi. Böylelikle hem komisyona hem de bize kapılar açılmış oldu. Ancak diğer tersaneler kabul etmediler hala da durum değişmiş değil. Bu anlamda Desan Tersanesi’ne duyarlıktan dolayı minnet duyuyoruz.

Neleri gözlemlediniz çalışmalarınız boyunca?

6 ay önce bu işe başladığımızda 84 ölü varmış ve şu an ölü sayısı 97’ye çıktı. Yaralıları saymıyorum bile… İnsanlarda garip bir kabullenmişlik var. Tabii bunların da çok güçlü sebepleri de var. İşçiler de alışmışlar sanki bu duruma. “Bugün belki ölebilirim, belki eve sağ dönebilirim” diyorlar. İşini kaybetmektense ölmeyi göze almış insanlar mevcut. “Bugün ben gitmesem yerime bir başkası geçecek öyle ise neden bırakayım” diye düşünüyorlar. Evlerini geçindirmek zorundalar. İşverenler ise konuşmak istemediler. Ancak basına yansıyan kısmını hepimiz biliyoruz. “Ölümler olabilir, bunlar çok normal” diyorlar.

İşçilerin sendikalara yaklaşımları nasıl?

Çoğu haklarının farkında değil. İşverenler tarafından sömürülüyor. Sigortalı olanlar bile bir gün bir bakıyorlar ki çalıştığının yarısı kadar bile ödenmemiş. Bunları sürekli takip de edemiyorlar. Sendikalılaşmaya gelince; Örgütlenmek ve sendikalılaşmak konusunda çok büyük engelleri var. En büyüğü de işlerini kaybetme korkusu. Ayrıca bu sebepten işlerinden çıkarılırsa başka bir yere de alınmıyorlar. Kara listeye giriyorlar yani.

Tüm bunların en büyük kaynağı da taşeronluk sistemi mi?

Evet, bir tersanede yaklaşık 50-60 taşeron şirket var. Gemi yapım sürecinin asıl iş alanı olan çelik profil ve sac işleme işinin İş Yasası’na aykırı olarak çeşitli tanımlar altında taşerona verilmesi kayıt dışılığa neden oluyor. Bu durumun kesinlikle engellenmesi gerekiyor. Normal şartlarda işçilerin günde 7,5 saat çalışması gerekiyor. Yani haftada 37,5 saat. Ancak bu sistemde mesaiye kalınca ek para verildiği için işçiler bazen gece yarılarına kadar çalışıyor. Günlük yevmiye 50 YTL ise mesaiye kalınca bir 50 YTL daha alıyorlar. Böyle olunca kazalarda kaçınılmaz oluyor. Meselâ bir iş için 2 haftalığına işçi lâzım; “öyle ise niye ben 2 hafta için sigortalı işçi çalıştırayım?” düşüncesi var.

Üstelik taşeronluk sistemi başka alanlara da yayılıyor değil mi?

Maalesef öyle. Artık hastanelerde bile taşeron hasta bakıcı bulunduruyorlar. Bu ne kadar korkunç bir şey düşünebiliyor musunuz? Belgesel gösterimde Hava – İş’ten bir arkadaşımızın konuşmalarını hepimiz dehşetle dinledik. Isparta’da düşen uçağın personeli taşeron şirketten getirilmiş. Yani bana ne deyip geçmemek lâzım. Yarın bundan herkes görebilir. Bu gidişe herkes tepki koymalı.

4857 diğer insanlara nasıl ulaşacak? Bu çok önemli bir çalışma ve mutlaka diğer insanlara da ulaşmalı; bunun için bir gösterim programı var mı?

Bu tamamen kolektif ve gönüllü bir çalışma. Bizim çok büyük reklâmlar yapma gibi şansımız yok. Ancak bunun gibi etkinliklerle, üniversitelerle yaptığımız çalışmalarla, festival gösterimleriyle elimizden geldiğince çok insana ulaştırmaya çalışıyoruz. Yani bu belgeseller kendi yolunu buluyor.

Üzerinde çalıştığınız başka konular var mı?

Öncelikle bu belgesel henüz bitmedi. Yani hala bir çözüme ulaşılmış değil. Bu film bitmez. Belgesel hayatın kanıtı, hayat devam ettiği sürece bunlarda devam edecek. Kot taşlama işlemi sırasında yaşanan ölümler dikkatimizi çekiyor. Hiç kimse benim giydiğim kotu yaparken ölmek zorunda değil. Hepimiz emekçiyiz, hepimizin yaşamaya hakkı var.

4857

Yönetmen: Petra Holzer, Selçuk Erzurumlu, Ethem Özgüven
Kamera: Selçuk Erzurumlu, Ömer Öztürk, Ethem Özgüven
Montaj : Selçuk Erzurumlu, Ömer Öztürk, Petra Holzer
Konu: Tuzla Mezarlığı, Tersaneler Bölgesi’ni kuşbakışı görür. Mezarlığın olduğu tepeden aşağı doğru inmeye başlayın. İşte solda geniş askeriye arazisi. Yemyeşil ve insandan arındırılmış. Sonra bıçakla kesilmişçesine betonarme apartmanlar başlar. Tuzla Havzası’nda çalışan işçilerin evleri, sabah yediden itibaren “dışarıda”, tersanelerde, deri sanayide, yan sanayide çalışanlar tarafından boşaltılır. Aile evlerinin arasına, ailelerin özlemi ve yataklarla doldurulmuş bekâr odaları karışır. Tepe aşağı devam edin, geminin ufacık parçalarını üreten atölyeler, E5 İçmeler Köprüsü’nün dinmeyen gürültüsü, dört yol ağzındaki hiç boşalmayan amele pazarı, banliyö treninin sesi. İçmeler İstasyonu’nu geçin, işte neredeyse Türkiye’nin bütün tersaneleriyle bezeli Aydınlı Koyu. Kırk sekiz ayrı kapıdan her gün geçen işçiler, yüz insan boyu vinçler, saclar, onları birleştiren hız ve terdir. Tersanelerin zaman birimi yere düşen izmarit, endişesi ölüm ve geçim, umudu ve derdi, hepimizin umudu ve derdidir. Tuzla Mezarlığı, Tersaneler Bölgesi’nin kuşbakışı görür. (Bu röportaj Aylık Mirror Dergisi’nin Temmuz sayısında yayınlanmıştır.)

(18 Temmuz 2008)

Gizem Ertürk

Alternatif Sinemanın İspanyolcası: Venturo Pons

İspanya Sineması denilince akla ilk gelen yönetmenlerden biri olan Venturo Pons, Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi’nin yaptığı özel bir organizasyonla Türkiye’ye getirildi. 05 – 15 Haziran tarihleri arasında da Pons’un muhteşem 5 filmini izleme şansı bulduk. Pera Müzesi’ne bu organizasyonu gerçekleştirerek alternatif filmlerin usta ismi Venturo Pons ile Türkiyeli sinemaseverleri bir araya getirdiği için teşekkür ediyoruz. Etkinlik boyunca izlediğimiz filmler şöyleydi:

* Anita Treni Kaçırmadı (Anita No Pierde El Tren)
* Aşkın Gıdası (Manjar de Amor)
* Barcelona
* Ölmek ya da Ölmemek (Morir o No)
* Her Şeyin Aslı (El Porque de Las Cosas)

Venturo Pons’un Türkiye’ye geleceğini öğrendiğimde gerçekten çok heyecanlanmıştım. Üstelik onunla özel bir söyleşi yapabilme ihtimalini düşündükçe heyecanım artıyordu. Müzenin Pr’ı Birgül Hanım’ın bir basın gösterimi çıkışında arayıp “Saat 15:00’te söyleşi için bekliyoruz” dediğinde saat 13:00’e geliyordu… Ancak onun karşısına oturduğumda alçakgönüllü tavırları ve sımsıcak gülümsemesi (ne de olsa bir Akdenizli) beni çok rahatlatmıştı. Yoğun programı arasında yaklaşık yarım saat sohbet edebilme şansım oldu. Sorularımı büyük bir içtenlikle cevaplandırmıştı. Sohbetimiz bittiğinde “Keşke Türkçe bilseydim ve sizinle uzun uzun sohbet edebilseydim” demesi beni gerçekten çok mutlu etmişti. Venturo Pons’un ülkemizi tekrar ziyaret etmesini ve yeni filmlerini merakla bekliyoruz…

Filmlerinize teatral bir hava hakim, bu anlamda tiyatro geçmişinizin sinemanıza etkisini öğrenebilir miyiz?

Tiyatro sayesinde oyunculara nasıl davranacağımı öğrendim. Yani onlarla daha iyi iletişim kurmam açısından çok yaralı oldu. Yaratmak istediğim atmosfere onları sokabilmem gerekiyor. Onlara ne istediğimi anlatmak ve onlardan en iyi geri dönüşümü almam için iletişim çok önemli. Tüm bunlar bana tiyatronun kazandırdıkları. Diğer taraftan da sinema ve tiyatro çok farklı iki sanat dalı. İyi bir hikâye, güçlü bir anlatım ve çok iyi bir rol dağılımı. Benim de yönetmen olarak yapmak istediğim bunları en mükemmel şekilde birleştirebilmek.

Hikâyenizi anlatırken zaman zaman bir anda bizi gündelik yaşamdan koparıp fantastik bir boyuta taşıyorsunuz… Bunu yaparak varmak istediğiniz nokta nedir?

Esas olan hikâyemi adamakıllı anlatabilmek. Hikâyemi ne kadar ilginç kılabilirsem izleyici o kadar içine girebiliyor. Beni etkileyen, bana dokunaklı gelen şeyleri anlatmaya çalışıyorum bu yüzden. Hikâye üzerinden sinematografik olarak seyirciye aktarabilmek mesele.

En karamsar hikayede bile bir “umut” teması hakim. Bunu en yoğun olarak Ölmek ya da Ölmemek’te gördük. Umut etmenin sizin için anlamı nedir?

Ben buna inanan, hep umut eden bir insanım. Hayatımda her şeyi mücadele ederek kazandım. Kimse bana bir şey hediye etmedi. Bir şey elde edebilmek için mücadele eden insanlara saygı duyuyorum. Bu yüzden filmlerimde hep onların hikâyelerini anlatmaya çalışıyorum. Her şeye rağmen hayata tutunan insanları da bu yüzden seviyorum. Ancak bahsetmek istediğim şey para değil. Manevi şeyler için yapılan mücadele. İnsani yönlerimize katkıda bulunacak mücadeleler… Benim karakterlerim hep mutluluk arayışı içerisindedir. Genelde bunu beceremiyorlar. (gülerek) Ama bunu becerememek de oldukça insani.

Filmlerinizdeki ağırlıklı konulardan biri de kadınlar. Kadınların zaaflarını, komik ya da sinir bozucu yanlarını ele alıyorsunuz; onları bu kadar iyi nasıl tahlil etmeyi başardınız?

Bunun sırrını ben de bilmiyorum (gülerek). Gözlemlemeye olan merakımdan kaynaklanıyor olabilir. Yılların getirdiği birikim mi desek (gülerek). Yani yaşadıkça bunları kendiliğinden anlatmaya başladığınızı görüyorsunuz. Zaten İspanya’da beni kadın oyuncuları çok iyi çekip çeviren bir yönetmen olarak tanıyorlar. Bu üstümde böyle kaldı (gülerek).

Her Şeyin Aslı’nda ilk sahnede bir taşa “Baba” dedirtmeye çalışan bir adam görüyoruz. Son sahnede de mantar cininden dilek dileyen bir adam var. Bu öykülerin mesajı nedir?

Bu gönüllük üzerine bir hikâye. Minimalist bir anlatım bu. Hikâyede üç bölüm var. Kadın – erkek ilişkilerinin anlatıldığı realist bir bölüm var. İlk ve son bölüm de fantastik. Son hikâye de şüphe üzerine. Hayatın iki yüzü gibi. Yani bir şeyleri yapmak için duyduğunuz gönüllülük. Diğer taraftan da sizi geri çeken tereddüt. Bu yüzden taş hikâyesinde gönüllülük, mantar cini hikâyesinde de tereddüt var. Her ikisi de iyi değil. Yani ne çok gönüllü olmak ne de çok tereddüt etmek.

Barcelona adlı filminizde faşizme yaptığınız vurgu dikkat çekiyor…

Faşistler Barcelona’ya geldiğinde insanlar “Yaşa Franko!” diye bağırıyorlardı. Belki savaşı kazandılar ama barışı kaybettiler. İspanya’da iç savaş 1939 yılında bitti. Batının özgürlüğe ulaşan son ülkesi Portekiz ile faşizm ile hesaplarını bizden 1 yıl önce kapattı. Filmde bu geçiş döneminin sıkıntılarını anlatmak istedim.

Son olarak size Türk Sineması hakkındaki düşüncelerinizi sormak istiyorum.

Çok değil. Birkaç film gördüm sadece. Fatih Akın’ı tanıyorum esas olarak. Aynı denizi paylaşıyoruz Türkler ve İspanyollar olarak. Ancak sinemasal olarak birbirimizi pek de tanımıyoruz. İtalyanlar ile de aynı durum geçerli. Komşu olarak nitelendirdiğimiz ülkelerin bile filmlerini göremiyoruz. Bu gerçekten çok üzücü. Böyle özel gösterimlerin, festivallerin olması gerçekten çok önemli. İletişimi ancak bu şekilde sağlayabiliyoruz. Bu filmlerin adamakıllı dağıtımı yapılsa insanlar ilgi gösterirler. O da yapılmıyor. Yani bu etkinlikler olmasa halimiz harap. (gülerek)

*****

Film Eleştirileri:

Her Şeyin Aslı

Venturo Pons, Her Şeyin Aslı’nda kadın – erkek ilişkilerine çok farklı bir bakış açısı geliştirmiş. Bir taşa -pa (baba) dedirtmeye çalışan bir adamı izliyoruz. Önce bize tam bir kaçık gibi görünüyor ve onun haline kahkahalarla gülüyoruz. Taşı alıp kucağında sevmeler, onunla karşılıklı yemek yemeler… ve tek bir sözcük -pa! Sonra adam öyle bir lâf ediyor ki gülüşmeler yerini derin bir sessizliğe bırakıyor: İnsanlar her zaman minerallerin sözel yeteneği küçümserler. Çok da doğru ve yerinde bir tespit. İnsanlar genellikle rasyonel gerçekliklere değer verirler. O yüzden elindeki taşa baba dedirtmeye çalışan adam bize komik geliyor. Sonra adam taşı fırlatıyor ve taş şehirden, ülkeden, uzaydan… sonsuz bir yola doğru yol alıyor. Sonra da kalabalık bir caddenin ortasına düşüveriyor. Ve düşerken çıkardığı sesi tahmin etmek hiç de zor değil: Pa! İşte Vantura Pons böyle deneysel bir anlatımla karşılıyor bizi Her Şeyin Aslı’nda.

Sonra kadın – erkek ilişkilerinde hiç de yabancısı olmadığımız durumları bir nevi skeçler halinde izliyoruz. Öyle güzel yakalamış ki kadın ve erkeklerin zaafını… Sanki dev bir aynası var ve bize doğru doğrultmuş. Üstelik çok da zekice harmanlamış. En bel altı replikleri bile bayağılığa kaçmıyor.

Pons’un mercek altına aldığı kavramlar ise şöyle; irade, bilgelik, dürüstlük, samimiyet, teslimiyet, rekabet, tutku, karşılıklı anlayış, ego, garez, kıskançlık, aşk sadakat ve süphe…

*****

Ölmek ya da Ölmemek

Bambaşka hayatların ve farklı insanların bir noktada buluşması… 21 Gram ve Paramparça Aşklar Köpekler ve Babil üçlemesini anımsatan bir film.

Ölmek ya da Ölmemek’te Venturo Pons bizi sorgulamaya davet ediyor. Sorgulanan kavramlar bir çoğumuzun tabusu olan Tanrı, kader ve ölüm üzerine… Tanrı gerçekten var mı? Kaderlerimizle oynayabilir miyiz? Ya da kader gerçekten var mı? Ölüm engellenebilir mi? Kısacası hayatınızın yönetimi Tanrıda mı yoksa sizde mi diye düşündürüyor. Verilmek istenen mesajda hiçbir çaba göstermeden işleri Tanrıya adamanın faydasız olduğu… Venturo Pons hikâyesini anlatırken oldukça cesur görünüyor.

Filme senaryosunu karısına anlatan bir adamı dinleyerek başlıyoruz. Adam anlattıkça sözler yerini görüntüye bırakıyor. Biz de kahramanlarımızın hayatlarını tanımaya başlıyoruz.

Filmin karakterleri anlatıcımız ve onun karısı, motosikletli genç çocuk, onun akıl hastası annesi, iki polis, bağımlı bir adam ve onun ablaları, öldürülmesi için kiralık katil tutulan başka bir adam ve bir komşu.

Film motosikletli çocuğa bir polis arabasının çarpması ile başlıyor. Arabadaki iki polisten kadın olan kafayı oldukça sıyırmış bir karakter. Yani polislerin egoist ve saldırgan tarafını temsil ediyor. Devriye arkadaşı ise durumu dengelemek istercesine yaratılmış iyi huylu, yardımsever bir polis. Böylece polisleri eleştirirken hepsi de öyle değil ama şeklinde bir parantez açılmış. Ancak bu noktada motosikletli çocuğun “Siz polissiniz kırmızı ışıkta geçme özgürlüğünüz var, peki size kim ceza yazacak?” replikleri zihinlerde yer ediyor.

Filmde tüm karakterlere iki seçenek sunuluyor. İlki ölüm… Motosiklet kazasında ölen çocuk, haberi alınca intihar eden akıl hastası anne, ablalarının rehabilitasyon talebini reddederek aşırı dozda uyuşturucu alarak hayatına son veren çocuk, boğazına yemek tıkanan çocuğun annesinin ilginç tepkisizliği sonucu can vermesi, hastane odasındaki adamın ani ölümü, kiralık katili tarafından vurulan adam ve anlatıcımızın hikâyesini anlatırken kalp krizi geçirip ölmesi… Hepsi ölüyor ve tüm ölümler siyah beyaz olarak çekilmiş.

Sonra ekran renkleniyor. Bu renklenme hayati ve her şeye rağmen yaşamanın mümkünlüğünü simgeliyor. Bu kez de motosikleti çocuk polisler tarafından zamanında hastaneye yetiştiriliyor. Hastane odasında yanında yatan adam fenalaştığı sırada düğmeye basarak onun hayatını kurtarıyor. Hayatı kurtulan adam da boğazına yemek kaçan çocuğu kurtararak zincirleme bir hayat kurtarma vakası gerçekleşiyor. Motosikletli çocuğun annesi hap içip intihar etmek yerine hastaneye oğlunun yanına gidiyor. Bağımlı çocuğu ziyarete gelen ablası, yanındaki küçük yeğeninin çekmecesinden hapları gizlice çalıyor. Böylece onlar gittikten sonra hapları bulamayan çocuk ablalarını arayarak tedaviyi kabul ettiğini söylüyor. Kiralık katili tarafından öldürülmek üzere olan adam ona yalvarmak yerine onu öldürürse hayatı boyunca yaşayacaklarını yüzüne vurarak katilini vazgeçiriyor. Kalp krizi geçiren anlatıcımız karısı tarafından ambulansın aranmasıyla hayatta kalıyor.

Filmin asıl amacı da zaten her şeye rağmen hayatta kalabilmenin önemi ve bu yetiye ne durumda olursa olsun her insanın yapacak gücünün var olması. Bu anlamda yer yer didaktik ve klişe örneklerle de olsa mesaj gözümüze sokuluyor. Bir de hikâyede çok fazla karakterin var olması filmin sonlarına doğru acaba nasıl toparlayacak telaşına düşürüyor. Telaşa mahal olduğunu da son bölümlerin apar topar geçiştirilmesi ile görüyoruz. Yani gelişme bölümünün çok fazla yayılması yönetmenin filmi toparlamasını zorlaştırmış. Ancak her şeye rağmen bir dili, estetiği ve derdi olan bir film olduğunu anlıyoruz. (Röportaj ve eleştiriler Aylık Mirror Dergisi’nin Temmuz 2008 sayısında yayınlanmıştır.)

(17 Temmuz 2008)

Gizem Ertürk

18 Temmuz 2008 Haftası

“Dünyanın Merkezine -3 Boyutlu- Yolculuk” ya da çocukluğumuzdan kalma adıyla “Arzın Merkezine Seyahat”, günümüze uyarlanmış biçimiyle hem düş gücünün önemine dikkat çekiyor, hem olağanüstü serüven yaşayan üç karakterin iç değişimlerini yansıtan iyi bir hikâye anlatıyor ve hem de sinemanın büyüsüne çekerek sizi, harika bir ‘dünyadan içeriye’ yolculuk yapmanızı sağlıyor: Bir de Real D Sinema farkıyla izlerseniz, zevkten dört köşe olursunuz!

“Kız Kardeşim Evleniyor”, birkaç günde geçen ve çevrelerindekilerin de etkileriyle birbirlerini ‘yeniden algılayan’ ve sert mizaçlı olana rağmen ‘et-tırnak’ gerçeğini olumlayan iki kız kardeşin, onlar hep varlarmışçasına duygudaşlık kurduğunuz hikâyesi: Her ayrılma, biliyorsunuz, aslında bir ayrılamamadır!

“Mamma Mia!”, herkesin yaşamına belli bir yerde dâhil olan ABBA şarkılarını, aşk, ayrılık, umut – umutsuzluk, hüzün, kavuşma, sevinç, tutku gibi tüm insanları ilgilendiren geniş içerikli bir öykünün malzemesi olarak kullanan, en depresyonda seyirciye bile “kendini iyi hisset”tirecek bir coşku, bir müjde: Eminim, şarkıları ‘bizzat’ yorumlayıp, danslarda da ‘döktüren’ oyunculara doyamayacak ve tekrar tekrar izleyeceksiniz (aynen benim gibi!).

“Ölülerin Günlüğü”, tükettikçe tüketen ve sonunda da ‘kendi kendini ısırıp, koparıp parçalayarak tüketen’ insanoğlunun çıldırışını gençlerin el kameralarından yansıtırken, şu ‘berbat dünya’da, kamerayla çektikleri kadarına inanan benmerkezci tiplere de ustalıkla dokunduruyor: Üstat Romero’nun filmine gidiniz; sinsi mizahını da ihmal etmeden korkuturken, zombileşmeyi fena halde hak ettiğimizi düşündürtüyor!

“Yalnız Kalpler”, bu vakur, duru, sert ve etkili film, yalnızlığı gidermeye, âşık olmaya, bir yuva kurmaya, temas etmeye ihtiyacın üzüntü verici sonuçları üzerine… Soru şu: Salt sizi deliler gibi sevdiği için başkalarını gözünü kırpmadan öldürebilen biri oldu mu hiç hayatınızda?

(16 Temmuz 2008)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Nijat Özön Röportajı

Nijat Bey, ne kadar zamandır Ankara’da yaşıyorsunuz?

II Dünya savaşı zamanında Almanların sınıra dayanması nedeni ile İstanbul’dan Anadolu’ya göç başlamıştı, biz de bu göçe katıldık ve 1939’da Ankara’ya geldik. Ondan sonra yavaş yavaş Ankaralı olduk. Ankara’ya geldiğim için hiç pişman olmadım.

Babanız Mustafa Nihat bey Edebiyat tarihçisi ve yazarı idi. Babanızdan etkilendiğiniz muhakkak ama siz özel olarak sinema ile ilgilendiniz. Neden?

Sinema ile kimse meşgul olmuyordu, ben meşgul olayım dedim. Sinema ile tanışmam çok erken oldu. Babam fotoğraf amatörü idi. Bizim banyo karanlık oda görevini görüyordu. Bizde hem alıcı hem gösterici makine vardı. Babam kiralık filmleri getirir, evde bize seyrettirirdi. Babam Çapa Kız Lisesi’nde iken her hafta film gösterimi olurdu, bizde gider izlerdik orada. Yani sinema merakı 3 yaşından itibaren başlamış oldu. İlkin seyirci idim ama büyüdükçe daha yakından ilgilendim. Baktım ki sinema ile ilgili uğraşan kimse yok, bende ortaokuldan itibaren sinema ile uğraşmaya başladım. İzlediğim filmler hakkında fişler hazırlardım. Kim oynuyor, kim yönetiyor diye. O dönemler sinema öğretecek kitap yok. Ortada 2 kitap var. Birisi Sedat Simavi’nin, diğeri Işık Tandoğan’ın. Bende yabancı kaynaklardan öğrenmeye karar verdim. Fransızca bildiğim için önce Fransızca kaynaklardan, daha sonra ise İngilizce kaynaklardan sinemayı öğrenmeye başladım.

Babanızdan başka hangi konularda etkilendiniz?

Babam 1928 – 1930 yılları arasında ilk çıkan yeni harfli kitapların bibliyografyasını çıkarmakla görevlendirildi. Bibliyografya adlı bir dergi çıkardı. Babamın bu yeteneğinden etkilendim. Ben Türkiye’nin ilk kütüphanecilerindenim. 1947’de Milli Kütüphane’yi kuran Adnan Ötüken, Dil Tarih’te kütüphanecilik kursu açmıştı. Oradan sertifika aldım. Sonra Dil Tarih’e girdim, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne. Kütüphanecilik dersi zorunlu idi. 6 ay daha eğitim gördüm ve kütüphaneci eğitimimi tamamladım. Başlangıçta babamın kütüphanesinin katalogunu yaptım. Daha sonra sinemanın filmografisini tutmaya başladım. Yerli ve yabancı.

Karagözden Sinemaya Türk sineması ve Sorunları kitaplarınız neden 2 ciltte kaldı ve devam etmedi?

Aslında durmadı, yeni baskısı yapılacaktı, 39 yazı daha ekledim, resimli falan, ancak yayınevi iflâs etti. Şimdi Agora basacak. 1955’den 2005’e kadar 50 yıllık yazı var, bir aksilik olmazsa Eylül’de çıkmasını bekliyorum.

Vedat Türkali’nin sineması üzerinde sizin etkiniz nedir? Bu etkinin sebebi nedir?

Aslında benim fazla bir etkim olmadı. Benim sinema çalışmalarım vardı Harbiye’de. Bir dönem beni de içeri aldılar. Bende içerde sinema dersleri vermeye başladım. 5 – 6 öğrencim vardı. Biriside Vedat Türkali idi. Tutukevi Müdürü beni çağırdı bir gün. “Tutuklulara ders veriyorsun ve morallerini yükseltiyorsun, artık vermeyeceksin, yoksa sinema kitaplarını içeri almam” diye tehdit etti. Bende derslere ara vermek durumunda kaldım. Kısa bir dönem oldu bu. 1952 – 53 yılları bu dönem. Diğer öğrenciler Yılmaz Çolpan, Kemal Bekir Özmanav, Aclan Sayılgan idi.

Sinemacılığa başladığınız dönem, Tiyatrocular Dönemi’nin bitiş dönemi. Bu dönemle ilgili 2 görüş var. “Muhsin Ertuğrul olmasaydı sinemaya daha erken geçecektik”; diğeri de “Muhsin Ertuğrul olmasaydı sinemaya sahip çıkacak kimse yoktu” diyenler. Siz hangi tarafta idiniz?

İki görüş de doğrudur. Ama Muhsin Ertuğrul’un bunda bir kabahati yok, İpekçilerin kabahati var. Ertuğrul tiyatroyu yapıyor diye sinemada yapar deyip onu ön plâna çıkardılar. Başkaları da ortaya çıkamadığı için bir tekel oluşuyor. Olaylar bu şekilde gelişiyor.

Sedat Simavi ve Muhsin Ertuğrul’un sinemanın ilk yıllarındaki çekişmelerinin sebebi ne idi?

İlk dönemde Sedat Simavi vardı. İkisi arasında bir rekabet vardı. Aynı odada kaldılar ama birbirlerini çekemiyorlardı. Hangisi öne çıkacak diye gizli bir çekişme vardı. Sedat Simavi önce başlamasına rağmen daha sonra basın yayın hayatına giriyor. O arada Almanya’da olan Muhsin Ertuğrul sinemayı öğrenmeye başlıyor. Kendisini hem tiyatro hem de sinemanın kompetanı sayıyor. Temaşa Dergisi’nde kendisini pazarlayıcı yayınlar sunuyor. Türkiye’ye gelmeden kendini afişe ediyor. Geldiğinde ise Sedat Simavi ile kavga edip darılıyorlar. İpekçilerin desteklenmesi ile ön plâna çıkıyor. Kendi yanında çalışan kimseninse ön plâna çıkmasını istemiyor. Şehir Tiyatrosu bir aile gibidir. Herkes bir birinin akrabası idi. Kışın tiyatro oynuyorlar, yazında onun filmini çekiyorlar. Muhsin Ertuğrul kendisinin iyi bir sinemacı olmadığını bilir. Tiyatro konusunda eleştiri olduğunda korkunç tepki verir ve savunur. Ama sinema hakkında eleştiri yapıldığında sesinin çıkarmaz.

Halıcı Kız ilk renkli filmdir ama daha öncesinde Ali İpar renkli film çekti ama tarihe geçemedi neden?

Ali İpar daha öncesinde Bir Şehrin Hikâyesi (1952) adlı belgesel çekti, sonrasında Salgın (1954) çekildi. Renkli olarak çekilen ilk Türk filmi idi ancak, Muhsin Ertuğrul’un Halıcı Kız adlı filminden sonra gösterime girdi. Film, 16 mm’lik el kamerası ve Singer Dikiş Makinesi motoruyla çekildi ve kurgusu ise Amerika’da yapıldı. Ancak sinema tekniğini tam anlamıyla bilmediği için olsa gerek filmi bir türlü vizyona sokamadılar. Bu yüzden Halıcı Kız daha önce davrandı ve öne çıktı. Zaten Muhsin Ertuğrul’un ilk olmak gibi bir tutkusu vardı. Ali İpar Amerikalı bir yıldızla evli idi. Sinemacılığı oradan gelir.

Günümüz Türk sineması hakkında neler düşünüyorsunuz? Gidişatımız nasıl sizce?

Türkiye’de yılda 50 film çekilmeye başlandı ve bu normal bir durum. Zaten 300 filmli döneme benim itirazım vardı. Bir sürü saçma sapan filmler çevrildi. Türkiye’nin 300 film çekebilecek kapasitesi yoktu. 50 film çevrilmesi demek hepsinin iyi olması anlamına gelmez. Çok az yönetmen sinema yapmaya başladı. Benim tuttuğum yönetmen Nuri Bilge Ceylan’dır. Türk filmlerinde ortak bir özellik vardır. Gevezelik, devamlı gevezelik. Konuşma dışında bir şey yapılmıyor. Nuri Bilge Ceylan sineması bunu kırar. Gevezeliği en aza indirir. Sadece görüntü ile filmi anlatır. Nuri Bilge Ceylan nasıl ortaya çıkmış onu anlamak lâzım.

Peki, nasıl oluyor da Zeki Demirkubuz ve Nuri Bilge Ceylan filmleri bol ödül almasına karşın Türk seyircisi tarafından kabûl görmüyor ve gişe hasılatı yapamıyor?

Gitmez tabiî ki… Bizde masal, orta oyunu, karagöz, meddah geleneği hep sözlüdür. Biz söz sanatı gelişmiş bir toplumuz. Seyirci yıllarca bu yönde alıştırıldı. Başka ülkeler kendilerini çabuk toparladılar. Sinemanın görsel sanat olduğunu anladılar ve değiştiler. Bir sürü sinema dernekleri kulüpleri var. Bizde maalesef yaygın değil. Sinemayı geliştiren derneklerimiz ve seyirciyi eğitecek derneklerimiz yok. Seyirci alışmadığı için donuk filmleri izleyemiyor. Bizim filmlere dışarıda gösterilen rağbet de şundan dolayıdır. Avrupa’da da Amerikan showuna karşı bir tepki var. Böyle filmlerin çıkması hoşlarına gidiyor ve hayrete düşüyorlar. Onlar için nostaljik önem taşıyor.

Amerikan sinemasının Türk sineması üzerindeki etkisi nedir?

Amerika her konuda show yapmayı sever. Sinemada da bu böyle. Teknoloji hızla ilerledikçe efektli filmler de artmaya başladı. Yani seyirciyi etkilemek uğruna her şey yapıldı. Bunun yansıması tabiî ki Türk sinemasını etkiledi. Onlarda aynı şeyi yapma peşine düştü.

Güncel sinemayı nasıl takip ediyorsunuz?

Maalesef takip edemiyorum. Hastalığım sebebi ile kalabalık yerlere girmem yasak. Ancak DVD.si çıkarsa izleyebiliyorum. Birde cep sinemaları beni deli ediyor. İnsanlar nasıl tahammül ediyorlar. Ses feci bir şekilde. Son derece kötü ortamlar.

Hangi sinema yazarlarını okuyor, beğeniyorsunuz?

Artık sinema yazar ve eleştirmenlerini okumuyorum. Adamlar internetten bakıyorlar IMDb’ye giriyorlar, sonra eleştiri yapıyorlar. Orada sanatçıların her türlü magazin haberlerini bulabiliyorsunuz. Öyle olduktan sonra ben kendim girer, doğrudan bakarım.

Sizce Türkiye’de sinema arşivciliği ne durumda, bu görev sizce kimde olmalıdır?

Türkiye’de nasıl ki Basın Yayın Enformasyon Genel Müdürlüğü varsa sinema ürünleri içinde böyle bir müdürlüğün olması gerekiyor. Bir ara yapmışlar, geçiş dönemi filmlerini toplamışlar. Bu görevde BYEGM’de imiş. Ben bunu keşfettim, izini de buldum. Sinematek’e söyledim “bunları alın” diye. 23 filmdir bu, mahzende kötü şartlar altında saklanmaktadır. Eskiden filmlerin birer video kopyası emniyete verilirdi. Daha sonra Kültür Bakanlığı’nın ilgili bölümü işi devraldı, ancak devam etmediler. Şimdi filmlerin kopyalarını DVD olarak verebilirler, ancak yinede işler yürümüyor maalesef. Eskiden Kültür Yüksek Kurulu’nda üye idim. Orada sinema yasası hazırladık. Ahmet Taner Kışlalı’nın Kültür Bakanlığı döneminde çıkacaktı, meclise gelemedi. Ecevit hükümeti düşünce yasa çıkmadı.

Kültür Bakanlığı fonları ve Euroimages yardımları sizce sinemanın temel yapısını bozuyor mu, sizce filmler devletten yardım almalı mıdır?

Olmalı tabiî ki. Fakat bu tür paraların yönetimi ve dağıtımı ahbap işi oluyor. Alması gereken alamıyor, almaması gereken alıyor. Türkiye’de bunu işletecek alt yapı yok. Bence fon vermekten çok, başarılı bir film çekmiş yönetmenin ikinci filmlerine verilebilir.

Türkiye’de sinema sektörü neden oluşmuyor? Neden Hollywood tarzı bir sinema endüstrimiz yok?

Baştan beri devletin ilgi göstermemesinden ileri geliyor. Devlet ciddi anlamda ilgilenmemiştir sinema ile. Dışarıya devlet bir sürü öğrenci göndermiştir ama sinema öğrensin diye kimseyi göndermemiştir. Tarihimizde devlet – sinema ilişkileri konusunda trajikomik olaylar var. İpekçiler bir zaman Atatürk’ün bir konuşmasını filme çekecekler ama makineye film koymayı unutmuşlar. Çankaya köşkünde yapılan çekimlerdeki aksaklıklar nedeni ile Atatürk “eşekler” diye bağırmış. Sonraları bir film stüdyosunda Nazım Hikmet ve arkadaşları dublaj için bekliyorlarmış. Orada da Atatürk’ün bir filmi oynuyormuş. Birden bire “eşekler” diye ses çıkınca şok oluyorlar. Atatürk yerli sinema ve yabancı sinema arasındaki farkı çok iyi biliyordu. Cumhuriyetin 10. yıl kutlamaları için Türkiye’ye gelen Rus sinemacılar Ankara’nın en güzel görüntülerini ve Atatürk’ün 10. yıl nutkunu çekmişlerdir. Hatta Avrupa ve Amerika’dan yönetmenler gelerek Atatürk’ün çeşitli görüntülerini çekmişlerdir.

Sinema hakkında serbest düşüncelerinizi alabilir miyim?

İletişim fakültelerinden her yıl binlerce kişi mezun oluyor. Hepsinin iş bulmaları gerçekten çok zor. Geçenlerde iletişim fakültesinden mezun olan bir arkadaşı telefon satıcısında gördüm. Başka iş bulamadığı için orada çalıştığını söyledi. Birde yeni mezunlar nedense hep yönetmen olmak istiyorlar. Hâlbuki sinemanın birçok dalı var. Niye senarist veya montajcı olmak istemiyor?

Sinemanın merkezi İstanbul ama siz Ankaralısınız. Ankara’da olmak sinema ile uğraşırken mesleğinizde bazı zorlukları getirmedi mi?

Hayır, aksine Ankara’da olmak bana daha fazla çalışma şansı verdi. 1959 yılında bir festivale gitmiştim. Eleştirmenlerin nasıl yönetmen tuttuklarını gördüm. Her eleştirmen kendi yönetmenini tutuyordu. Bu ortamlar benim hiç hoşuma gitmemişti. Bu tür durumlar beni İstanbul’dan uzaklaştırdı. Dedikodudan uzak durdum. Ankara’da daha huzurlu olma şansım oldu. Giovanni Scognamillo sağ olsun beni İstanbul’dan haberdar ederdi.

Röportaj için teşekkür ederim.

Ben teşekkür ederim.

*****

Kimdir?

Nijat Özön (1927), Türk dilci, sinema tarihçisi ve çevirmen. Nijat Özön, 25 Aralık 1927’de İstanbul’da yazın tarihçisi Mustafa Nihat Özön’ün oğlu olarak dünyaya geldi. 1956’da, Halit Refiğ ile birlikte yayınladıkları Sinema ve Kim isimli dergilerde sinema üzerine yazıları çıktı.Vedat Türkali’nin sinema ile ilgilenmesinin arkasında yatan kişi olarak da bilinir. Bir süre aynı cezaevinde birlikte kalmaları Türkali’nin daha sonraki dönemlerde sinemaya ilgi duymasını sağlamıştır. Nijat Özön evli ve 2 çocuk babası ve halen Ankara’da yaşıyor.

Eserleri:

Temel Yazım Kılavuzu
Büyük Yazım Kılavuzu
Büyük Dil Kılavuzu
Türk Sineması Kronolojisi 1895 – 1966
Söylenişli Fransızca – Türkçe Sözlük
Sinema, Televizyon, Video, Bilgisayarlı Sinema Sözlüğü
Karagözden Sinemaya Türk Sineması ve Sorunları Cilt: 1 Tarih, Sanat, Estetik, Endüstri, Ekonomi
Karagözden Sinemaya Türk Sineması ve Sorunları Cilt: 2 Eleştirme, Eleştiri Yazıları, Sinema ve Toplum
Sinema ve TV Sinema El Kitabı
Sinema Sanatı
100 Soruda Sinema Sanatı,
Nijat Özön, Mayıs 1972

Çevirileri:

Film Duyumu, Sergey M. Eisenstein
Film Biçimi, Sergey M. Eisenstein
Potemkin Zırhlısı / Harp Esirleri / Cehennemden Dönüş, Sergey M. Eisenstein
Çağdaş Sinemanın Sorunları, Andre Bazin
Cehennemden Dönüş, John Ford, (Çeviren: Nijat Özön), Mart 1967,
Harp Esirleri, Renoir, (Çeviren: Nijat Özön), Mart 1967
Sinemanın Temel İlkeleri, V. I. Pudovkin, (Çeviren: Nijat Özön), Haziran 1966

(12 Temmuz 2008)

Erhan Işık

http://www.yesilcam.gen.tr

Büyük fotoğraflar için üzerlerine tıklayınız.

Nijat Özön

Eşiyle Birlikte / Erhan Işık’la Birlikte

Giovanni Scognamillo / Nuri Bilge Ceylan

Muhsin Ertuğrul

11 Temmuz 2008 Haftası

“Bir Çılgının İçinde”, yüreğinizin ‘iyimser’ köşesini iyice ısıtmanız ve ailenizle birlikte mutlu hissetmeniz için gereken romantizme, mizaha, maceraya sahip bir bilim kurgu güldürüsü: Lütfen çok dikkat edin, karmaşık sayılabilecek bir öykülemeyi akıcı bir stile kavuşturan yönetim başarısı oldukça önemli.

“Narnia Günlükleri: Prens Kaspiyan”, çevreci bildirisi dikkat çeken, ‘büyüme ve cesareti sınama’nın öyküsü: İlkine göre daha karmaşık sahnelere sahip filmde itiraz ettiğimiz nokta ise, hem gerçekçiliğinin hem de masalcılığının ölçülerinde aşırıya kaçılmış olması!

(10 Temmuz 2008)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

04 Temmuz 2008 Haftası

“Aşkzede” ya da aday olduğunuzu hissediyorsanız, seyrediniz, en bütünleştiğinizi sandığınız kişiyle aranızda -aslında- uzak bir duygusal mesafe olabileceğini ve bir gün gelip bu yüzden terk edildiğinizde, o güne dek kaçındığınız özeleştiriyle de pekâlâ tanışabileceğinizi öğrenin: Tabii, cinselliğin ‘kırmızı çizgileri’ni bol bol ihlal eden bir mizahın içinde gülerek, gülümseyerek…

“Hancock”, doğaüstü güçlerle donatılmış ‘çok özel bir insan’ın L. A. kentindeki kurtarma hikâyelerini, bu ‘serseri’ kahramanın ‘yitikliğine’ odaklanarak sürprizli ve gerçekçi anlatsa da, eğlenerek izledikten sonra unutulmaya mahkûm bir film olmuş: ‘Homo’ diye dalga geçtiği o çizgi roman kahramanlarının çok abartılı sahnelerine -bir noktadan sonra- geçiş yaptığı için gerçekçi bakış açısını kaybettiğini vurgulamak da şart!

“Kadavra”ya giderken yanınıza kalın giysiler almanızı, her anlamda soğuk ve işte bu sebeple de tam amaçlandığı gibi bir gerilim olması nedeniyle öneriyorum: Rafları kalabalık morg, parçalanarak üzerinde çalışılan cesetler, katil doktorlar, ‘buz gibi’ renkler, güneşsiz bir hava, inanılmaz cinayetler karşısında donakalacaksınız!

“Kung Fu Panda”, başarmak için aynaya bakmanızın ve kendi potansiyelinizi görüp harekete geçmenizin yeterli olduğunu vurgularken, Çin kültür ve sanatının binlerce ayrıntısıyla çekici – büyüleyici bir dünya kuruyor, bir; savunma sporlarını müthiş bir koreografi ve hızla çok eğlenceli hale getiriyor, iki: Aklınıza gelen her tür ve tip seyirci için!

(02 Temmuz 2008)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Hasret Bitti, Peki Şimdi?

4 yıldır eski dostlarımızın yeni maceralarına hasrettik. Sonunda özlem dolu yüreğimize biraz olsun su serpildi. Benim Sex and the City’yle tanışmam yıllar önce oldu. Önce bir derginin kötü bir çeviriyle verdiği kitabı elime geçti. Açıkçası okuduğumda hiç haz etmemiştim. Candace Bushnell’in dünyası bana çok uzak gelmişti. Ne aşk ne cinsellik anlayışı bana dokunmuyordu.

Aradan yıllar geçti. Elime Sex and the City’nin DVD seti geçti. Başladım izlemeye. Aman Tanrım, işini iyi bilen bir ekibin eline geçince o metinden ne harikalar çıkmıştı. Carrie’de kendimi bulmuştum. Biraz Miranda’lık da vardı bende. Charlotte sonsuz iyimserliğiyle ve hanım hanımcık kız duruşlarıyla beni sinir ediyordu ama elimde değildi, onu bile seviyordum. Samantha’ya gelince, o benim hiçbir zaman olamayacağım ama hep hayran olduğum bir kadındır. Çok iyi arkadaştır, bedeniyle barışıktır. Evet, biraz bağlanmaya korkar, çılgınca yaşar ama birisine gönlünü koydu mu her zaman oradadır. Ve hep eşleştirilen cinselliği rahat yaşama ve aldatma birlikteliğini yıkar. Samantha istediği her erkekle birlikte olur ama koca dizi serisi boyunca bir kere bile arkadaşlarının erkeklerine göz diktiği görülmemiştir. O yüzden Samantha benim en sadık dostlarımdandır.

DVD setlerini o yıl yaladım yuttum. Evden çalıştığım için kendime iş ödülü gibi verdim her bölümü. Biraz çalışıyordum. İşimi bitirince de bir tane Sex and the City bölümü patlatıyordum. Bana terapi gibi gelmeye başlamıştı. Çevremdeki arkadaşlarımla konuştukça onların da aynı durumda olduklarını gördüm. Digiturk’ü olanlar her gece Sex and the City’nin tekrar tekrar yayınlanan bölümlerini yakalıyordu. Üzerlerindeki günün yorgunluklarını Sex and the City’den arkadaşlarıyla atıyorlardı.

Ben dinlenme, izlence, eğlenme, terapi gurubuma bir de rehberlik işini kattım. Hatta falcılık bile denebilir. Sex and the City’nin o günkü bölümünü “hadi bakalım bugün hayatımdaki bir probleme ışık tutsun” diye izlemeye başladım. İnanın, oldu da. Hem çok eğlenceliydi. Hem de kendimce keşmekeş gördüğüm problemleri dışardan izleyebildiğim için daha farklı çözüm yollarını görebiliyordum.

En güzeli de dünyanın neresinde olursa olsun, hangi dil, din, ırktan olursa olsun kadınların ortak bir dili olduğunu görüyordum. Erkeklere haksızlık etmeyelim; insanlığın ortak duyguları, düşünceleri ve dili vardı ve Sex and the City bunun en iyi göstergelerinden biriydi.

Altı yıllık dizi yolculuğunda Sex and the City’yle hem güldük hem ağladık. Sonra dostlarımız yeni maceralarından bizi mahrum bıraktılar. Pek koydu açıkçası. Ama neyse ki hem Digiturk hem DVD setleri sağ olsun, biz istediğimizde dostlarımızın eski maceralarıyla avunuyorduk. Sonra haber geldi, Sex and the City’nin filmi geliyor diye. Nasıl da sevindik. Acaba eski dostlar şimdi ne yapıyorlardı? Birlikteliğimiz Carrie’ler otuzlarındayken başlamıştı. Aradan 10 yıl geçtiğine göre kırklarında, olgun bir kadın grubu gelecekti karşımıza. (Hatta aramızda kalsın; Samantha ellilerinde olsa gerekti. Maşallah hiç göstermiyor.)

Film gösterime girdi, biz de heyecanla sinemalara koştuk. Filme giderken yol üzerindeki tüm gazete ve dergilerde Carrie bize göz kırpıyor ve filmine davet ediyordu. Heyecanla kurulduk koltuklara, başladık filmimizi izlemeye. Carrie epey yaşlanmıştı. Yüzü ne yaparsa yapsın ele veriyordu. İçi hala kıpır kıpır bir çocuktu ama elinde değil büyümüştü işte. Miranda hiç ummadığımız bir sorunla karşı karşıyaydı. Valla film sonrası dedikodularda bile çoğumuz eşinin yaptığına inanamadığımızı söylüyorduk. Ve sonra ekliyorduk, “hayat işte.” Charlotte, o beni sinir eden Charlotte benim gelecek için en çok hayalini kurduğum hayatı yaşıyordu. Acaba yıllar içinde ben de mi değişiyordum? Samantha da her zaman canımdı. O değişimlerine hem uyum sağlamaya çalışıyordu hem de yüzleşmelerini gerçekleştirip, özünü kaybetmiyordu.

Dostlar aynıydı, biraz daha yaşlı, biraz daha olgun ama özünde aynı. Film bir film olarak çok da matah değildi. Sanki 4 dizi bölümünü ardı ardına dizilmiş izler gibiydik. Ama olsun, yine de olsun, film sayesinde eski dostlarımı gördüm. Kadın hikâyelerini izledim. Tasvip edeyim, etmeyeyim, onların kadın hikâyelerini keyifle yine dinledim, izledim, hissettim.

Geriye ne kaldı derseniz? Umarım bir 10 yıl içinde birkaç film daha gelir. Kim bilir belki kırklarındaki Carrie, Miranda, Samantha ve Charlotte hikayeleri için yeni bir dizi üretilir. Akıllı prodüktörlere kalmış. Şimdilik bu farkında olmadan kurduğumuz kadın kulübümüzün toplantıları her gece 11:30’da Digiturk Mymax’te devam ediyor. Kapıları herkese açık. İstediğiniz gibi izleyin. İster bir çikolatalı dondurma eşliğinde, ister gazete okurken, ister ayaklarınızı uzatmış, ister eve getirdiğiniz işinizin son noktalarını koyarken. Kıyafet serbest. Pijama tercih edilir. Ya da renkli bir Carrie gece koleksiyonu. Hep birlikte hasret gidermek, dertleşip, gülmek üzere… Bu gece 11:30’da kadın dostlarım…

(01 Temmuz 2008)

Nur Özgenalp

Persepolis – Modern Bir Masal

Bir varmış bir yokmuş… Zamanlardan bir zamanda, doğunun güzel diyarlarından birinde bir memleket varmış… Perslerin yaşadığı bu güzel yere, Persepolis adını takmış öykünün biricik kadını. Memleket güzel mi güzelmiş, biricik kadın da öyle. İkisi de tarihlerinde inişler-çıkışlar yaşamış. Çok görmüş çok geçirmişler.

Persepolis yıllar içinde binbir ihtilâlden, yönetimden geçerken içinde yetişen biricik kadın da içinde bin bir ihtilâl yaşamış. Tıpkı bizim güzel memleketimiz ve güzel kadınlarımız gibi. Biz ortadoğu toplumlarının kadınlarının hali yamandır. Hem ortadayızdır, hem doğuda, hem de eğitimlerimizle batıda. Batıyı bir batılıdan daha iyi tanırız, çünkü onu dışardan inceleriz ama hiçbir zaman batıyı yaşayamayız çünkü anlamsızdır bizim için. Belki biraz ayıp edeceğim ama yüzeyseldir batı en doğru tabiriyle. Köklerimizin çıktığı yerde, doğuda öyle zengin bir kültür vardır ki, batıdan öğrendiğimiz analitik düşünce hiçbir zaman onun yerini tutamaz.

Doğuda zaman yoktur, mekân yoktur. İnsan vardır. Tüm zamanlarla tüm mekânlarla iç içe bir hayat sürer. Bu yüzden masal gibidir. Zamanlardan zaman içinde… Dinler tarihi üzerine yazmıyorum. Bakın masallarımıza. Bizim masallarımızda Keloğlan yola çıkar, gider de gider. Bir sürü şey öğrenir ama hep gider. Öyle batı kalıbında giriş-gelişme-sonuç değildir anlatılanlar. Vardır dersleri ama öyle kesin hatlarla çizilmemiştir. Yaşayarak özümsenir.

Minik kızımız da işte böyle güzeller güzeli bir diyara açmış gözlerini ilk. Ortadoğunun en köklü kültürlerinden birinin bağrında doğmuş. Ama memleketi daha o küçük yaştayken kaynıyormuş. O daha doğmadan önce de kaynamışmış bir kere. O doğmadan Şah geçmiş başa, onun çocukluğunda da dini yönetim gelmiş. Bununla da bitmiyor tabii. Sen alıp, komünist aileden gelen bu kızı bir de dini yönetimde harcanmasın diye Viyana’ya Fransız okuluna yollarsan, olacakları gör. Kızımız bir güzel en bir soğuğundan Alman kültürünün bağrında sanki Alman kültürü yetmezmiş gibi Fransız okuluna gitsin. Benim de sık sık düşündüğüm bir şeyi dile getiriyor filmde: Onca kitap okudum, yine de hala bu batı kültürüne dair anlayamadığım şeyler var.

Sırf bu yönden değil, Persepolis’in biricik kızı bizlere, 80 kuşağı Türk kadınlarına bir çok yönden çok benziyor. Aşkı iliklerine kadar yaşıyor. Öyle ki filmin bir yerinde bunu da çok güzel dile getiriyor. Onca ihtilâl gördüm, ölüm gördüm ama beni banal bir aşk hikâyesi ölümün eşiğine getirdi. Doğrudur, her şeye meydan okuyabiliriz. Güçlü kadınlarız biz. Ama kalbimizden vurulmaya görelim, en ağır yaralar orada açılır. Bu kocaman kalpli minik kadını bir aşk budalası da sanmayın. Az sever, öz sever. Ve gerektiğinde kendini de ilişkilerini de bir bir eleştirir. İlişki dediğimiz şeyle aşk aynı değildir ne de olsa. Bu yüzdendir ki ilk evliliğini bitirmeyi de öğrenir.

Filmin incisi kanımca anneannedir. O sağlam duruşu, mükemmel hayat görüşüyle tam bir anaerkil kadındır. Öyle olağanüstü bir karakter değildir. Hepimizin anneanneleri, babaanneleri gibidir. Biriktirdiği hayat deneyimleriyle, onları güzel aklıyla işleyişiyle engin bir denizdir o. Bakınız anneannelerinize, babaannelerinize. Bir sözleri bin nasihat barındırır. İnce elenmiş, sık dokunmuş öğütlerdir bunlar. Yılların çınarlarının nesillerine aktardıkları özlerdir. Günümüzün özenti dünyasında bazen onlarla bağımızı yitiririz, yollarımızı kaybederiz. Yine böyle bir zamandaysanız, bir durun, tek yapacağınız o yüce ninenizi aramak, onunla biraz sohbet etmektir. Onun bilgelik pınarından içmektir. Bir de hayatta olduğuna dua edin. Çok şanslısınız.

Filmin anneannesi en kök değerleri anlatır torununa. Kendini, nereden geldiğini hiçbir zaman unutmamasını, her zaman kökleriyle gurur duymasını öğretir. Herkese eşit, hakkına göre davranmak gerektiğini, kendi çıkarları için başkalarını ezmemesini öğretir. Gönlü geniş, başı dik biri olmasını sağlar. Minik kadınımızın kendisiyle yaptığı en büyük yüzleşmelere vesile olur. Kocasıyla ilişkileri yürümediği için ahlayıp vahlarken anneannesi küçük kadınımıza kadın olmanın dersini verir. Ona ağlamayı kesmesini çünkü ağlamasının ayrılıyor olmasından değil, hata yaptığını kabûl edemiyor olmasından kaynaklandığını söyler. Hepimiz aslında bir ilişkiye veda ederken buna ağlamaz mıyız? Üzüldüğümüz aşkımız kaybetmek değildir. Aşk olsa oralara varmayız zaten. Üzüldüğümüz çoğunlukla aşk nesnesi olarak seçtiğimiz kişinin gerçekten aşk nesnemiz olmadığını fark etmemizdir. Oturup ağlarız, nerede ne hata ettikde bu kişiyi seçtik diye. Ve onca emek vermişsek (hem çevreyi hem de kendimizi onun “O” olduğuna inandırmak için) hayal kırıklığımız dillere destandır. Kabûllenemeyiz işte. Yeni bir sayfa açmanın cesaretini toplamak yerine çoktan eski olmuş kişi için yanar yakılırız.

Eğer bizim gibi kadınların hikâyelerini görmek, hissetmek istiyorsanız, seyredin bu filmi. Ben sinemada izlemekle kalmadım, DVDsini de edindim. Arada sırada izleyip, kim olduğumu hatırlamak için kullanıyorum. Kendimle ve benim biricik kadınlarımla gurur duyuyorum. Çünkü bizler öyle köklerden geliyoruz ki o kökler engin zenginliklerle dolu. Filmin en güzel sahnelerinden biri de anneannenin her gün güzel kokmak için sutyenine yasemin çiçekleri doldurduğunun anlatıldığı sahnedir. Öyle deodoranttı, parfümdü değil, en doğalından kokularla donatır kendini bu kadınlar. Ben böyle incelik, çevreye ve kendine saygı görmedim. Her izlediğimde şakır şakır ağlamaya başlıyorum o sahneyi. Evet, biricik kadınlarım, hepimize yasemin kokulu günler dileğiyle. Özümüzü unutmayalım.

(01 Temmuz 2008)

Nur Özgenalp