Kategori arşivi: Yazılar

Yazlık Sinema Gösterimleri

Sayın Yapımcı, Yönetmen, Senarist, Oyuncu, Sinema Emekçisi ve Sinema Aşığı;

Özellikle son iki yıldır belediyeler “Yazlık Film Gösterimleri”, “Yazlık Film Şenliği”, “Açıkhavada Sinema Günleri” gibi muhtelif adlar altında son yılların popüler Türk filmlerini T. C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan aldıkları DVD’ler aracılığıyla kültürel etkinlik adı altında parklarda ve mahalle aralarında kötü görüntü ve ses düzenekleri ile halka göstermekte ve filmlerin olası yaz sezonu sinema gelirlerini sıfırlamaktadırlar.

Birçok sinemanın her yaz düzenlemekte olduğu toplu Türk filmleri gösterimleri de doğaldır ki bu nedenle özellikle son iki yıldır yapılamadığı için kazanç mahrumiyeti yaşanmaktadır.

Bu etkinliklerde filmleri gösterilen yapımcı ve yönetmenlerle yaptığımız görüşmelerde gerek yapımcılar, gerekse yönetmenler, kendi bilgi ve onayları alınmadan eserlerinin belediyelerce kullanıyor olmasından duydukları rahatsızlığı ifade edip tepkilerini dile getirmekteler.

Yaptığımız araştırmada T. C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Telif Hakları ve Sinema Genel Müdürlüğü’nce yapım aşamasında destek alan filmlere ilişkin imzalanan “FİLM YAPIM DESTEK SÖZLEŞMESİ’nin 11. maddesi olan (önceki yıllara ait anlaşmaların 9. maddesi) Diğer Yükümlülükler maddesinin b fıkrasının son paragrafında;

“Desteklenen yapımlar, desteğin verilmesine ilişkin taraflar arasında yapılacak sözleşme çerçevesinde İdare tarafından ticari amaç taşımayan kültürel faaliyet, festival ve benzeri etkinliklerde gösterilebilir.”

ibaresi karşımıza çıkmaktadır.

Bu maddeye istinaden yazlık sinema günleri düzenlemek isteyen her belediye T. C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Telif Hakları ve Sinema Genel Müdürlüğü’ne müracaat ederek kullanmak üzere DVD film talep etmekte ve taleplerine de olumlu yanıt almaktadırlar.

Oysaki görüştüğümüz gerek yapımcılar, gerekse yönetmenler bu maddedeki cümlenin kendi anladıkları ve yorumladıkları şeklin çok dışında kullanıldığını ifade etmektedir. Ayrıca çoğunlukla kötü görüntü ve ses düzeneği ile kötü bir DVD sistemi üzerinden yapılan bu gösterimlerin sinema sanatına zarar verebileceğini de dile getirmekteler.

Filmlerini dağıttığımız yapımcı ve yönetmenler, KTB’na eserlerinden örnek vermelerindeki sebebin gerek kendi sinema eserlerinin, gerek Türk sinemasının, gerekse ülke değerlerinin, sinema sektörünce de kabûl gören tescilli Uluslararası ve Ulusal Film Festivallerinde gösteriminin ve tanıtımının sağlanabilmesi amacına yönelik olması gerektiğini belirtmekte ve ilgili maddede ifade edilen “kültürel faaliyet… benzeri etkinliklerde gösterilebilir” ibaresinin sınırlarının net olarak belirlenmesi ve hangi teknoloji ile yapılacağına dair açıklık getirilmesi gerektiğini ifade etmektedirler.

Kötü kayıtlı DVD ve VCD’lerden ilkel teknik donanımla bu tür gösteriler yapan belediyelere gerek yapımcı, gerekse dağıtımcı sıfatımızla uyarı nitelikli yazılar gönderiyoruz.

Ancak yapımcı, yönetmen, senarist, oyuncu, sinema emekçisi ve bir sinema aşığı olarak, -ticari kaybı nazarı dikkate almayarak- KTB’na bir yazı yazıp filminizin/filmlerinizin DVD ve VCD gibi bir sistemle çok kötü görüntü ve sesle insanlara seyrettirilmesinin sinema sanatına saygısızlık olduğunu ve yapılsa dahi bu gösterimlerin çağımıza yakışan gerek görüntü gerekse ses açısından modern teknik donanımlarla 35 mm’lik sinema makinesi üzerinden olması gerektiğini dile getirirseniz eminiz ki görüşleriniz konunun önemini anlayan birilerinin dikkatini çekecektir.

Saygılarımla

(27 Ağustos 2009)

Adnan M. Şapçı

Orijinal yazı için tıklayınız.

28 Ağustos 2009 Haftası

“Son Durak 4”, konsepti belli bir serinin son halkası olarak beklentilerinizi karşılıyor… Hatta 3 Boyut teknolojisinde çığır açacak “Avatar”ın yönetmeni Cameron ve ekibinin yeni “Fusion System”inin yarattığı alan derinliğini kullanan dijital 3D sürümüne giderseniz, fazlasıyla tatmin ediyor. Benim için en ilginci, ölümün hazırladığı sürpriz tuzaklardaki ayrıntıların ve örneğin küçük bir objenin zincirleme etkiyle yol açacağı felâketin sürecindeki çekimlerin zenginliği.

“Günışığı Temizleme Şirketi”, modern sistemlerin dayattığı rollerin dışında, yaşamın kirliliği ve geçmişin-anıların kalplerde bıraktığı izlerin acılığı içinde, başarısızlıklara karşın, her duyguyu insan gibi hissetmenin verdiği dirençle mutluluk anları yakalamaya çalışan ailenin öyküsü. Aynen “Küçük Gün Işığım” gibi. Zaten aynı yapımcılar ve her iki filmdeki dede de Alan Arkin. Yanı sıra, yeni yüzyılın yükselen genç kadın oyuncuları Amy Adams ve Emily Blunt, intiharlar, bir başına ölümler ve cinayetlerin geride bıraktığı mahalleri temizlerken, birbirlerini yeniden tanıyan kız kardeşlerde tam bir sinerji yakalamışlar. Kadın karakter ve tiplerin ağırlıkta olduğu filmin, senaryo yazarı ve yönetmeninin de kadın olduğunu anımsatalım.

(27 Ağustos 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Olay Mahalli Temizliği

Günışığı Temizleme Şirketi (Sunshine Cleaning)
Yönetmen: Christine Jeffs
Senaryo: Megan Holley
Müzik: Michael Penn
Görüntü: John Toon
Oyuncular: Amy Adams (Rose), Emily Blunt (Norah), Alan Arkin (Joe), Jason Spevack (Oscar), Steve Zahn (Mac), Mary Lynn Rajskub (Lynn), Clifton Collins Jr. (Winston)
Yapım: HanWay (2008)

Yeni Zelandalı kadın yönetmen Christine Jeffs’in, filmin ardından düşünmeye başlayınca zihinde anlamlaşmaya başlayan ‘Günışığı Temizleme Şirketi’, Amerikan toplumundaki yalnızlığı ve boşluğu alttan alta hissettiriyor.

Kadınların bir araya gelip ortaya koydukları bu iç burucu ve yer yer mizahın da olduğu “Sunshine Cleaning – Günışığı Temizleme Şirketi”, Amerika’nın geri kalmış ve yoksul bölgelerinden manzaralar sunuyor. Bu film, Amerika’nın varoşlarından yalnızlıkların sonuçlarını gösteriyor seyirciye. Sosyolojik olarak gerçekten öğretici ve güçlü bir film bu. Çoğunlukla yalnız başına yaşayan yaşlılar intihar ediyor filmde. Yönetmen, aslında çarpıcı ve beklenmedik bir açılışla seyircisini tam anlamıyla şok ediyor. Bir orta yaşlı bir adam, arabasında fişeği cebine koyuyor ve ardından silâh satan dükkâna giriyor. Tüfeği incelerken, fişeği tüfeğe birden yerleştiriyor ve elbette acı son gecikmiyor. Film, bu korkunç intiharın peşinden gideceğini düşünürken bambaşka yerlere gidiyor yönetmen. Filmin derinliğinde yansıyan tüm intiharlar yalnızlıktan, terk edilmişlikten ve buna benzer şeylerden oluyor. Lisede ponpon kız olan Rose Lorkowski’nin lisedeyken ve şimdi sevgilisi olan Mac, Rose’a “olay mahali temizliği” işini buluyor. İntihar etmiş insanların geride bıraktıklarını birilerinin temizlemesi gerekiyor. En azından dünyada böyle bir işlerin olduğunu da öğrenmiş oluyorsunuz. Mac, liseydeken oyun kurucuymuş. Ponpon kız Rose’u büyülemiş. Büyüdüklerinde o polis olmuş ve liseden başka bir kızla evlenmiş. Rose’un sekiz yaşında Oscar adında bir oğlu da var. Babası Joe ve bir işte dikiş tutturamayan kız kardeşi Norah da hayatında Rose’un. Norah, Oscar’a hayal gücünü zorlayan masallar anlatınca, Oscar o masalların etkisinde kalıyor ve masaldaki olayları okulda uygulamaya başlıyor. Annesi Rose da sık sık okula gitmek zorunda kalıyor. Oscar’ı devlet okulundan alan Rose, Oscar’ın eğitimi için işte bu olay mahali temizliği işine sarılıyor. Rose’un hayatına, Amerika’nın savaşlarının birinde kolunu kaybetmiş Winston da giriyor. Winston’ın temizlik malzemeleri satan bir dükkânı var. Rose ve Norah’nın da geçmişte zihinlerinde yaralar açmış travmaları var. Belki de bu yeni işleri travmalarının azalmasını sağlıyordur. Annelerinin intiharından en çok Norah etkilenmiş. Bunu da ilk işlerindeyken fark ediyorsunuz. Küçük bir çantanın içinde fotoğraflar bulan Norah, Lynn adında genç bir kadına ulaşıyor. Onunla dostluk kuruyor. Belli etmeden Lynn’in acısına ortak olmak istiyor. Ama, hiçbir şey düşündüğü gibi gelişmiyor Norah’nın. Ondan sonra da yaşlıların neden yalnızlğa terk edildiğini anlamaya çalışıyorsunuz bu filmde.

“Sylvia”nın yönetmeninden…

Filmin hikâyesi New Mexico taraflarında geçiyor. Gerçekten bu bölgeler Amerika’nın geri kalmış çok yoksul yerleri. Filmde Latin kökenliler az yansıyor nedense. Daha çok beyazlar var hikâyede. Onlar da yalnız, yaşlı ve terk edilmiş. Bu yalnızlıkları da onları intihara götürüyor. Sosyal bir soruna dokunan kadın yönetmen Christine Jeffs, savaşlara giden paraların Amerikalıları yoksullaştırdığını ve yalnızlığa ittiğini söylüyor bu filmiyle alttan alta. Yönetmen Christine Jeffs, 1963’te Yeni Zelanda’nın başkenti Wellington’da doğdu. Sinemaseverler bu iyi yönetmeni, 2003 yapımı “Sylvia” filmiyle hatırlar belki. “Sylvia” filmi, Amerikalı kadın şair Sylvia Platt’ın hayatını anlatıyordu. 1974’te İtalya’da doğan bu filmin lokomotifi Amerikalı oyuncu Amy Adams, Steven Spielberg’ün 2002 yapımı “Catch Me If You Can-Sıkıysa Yakala” filmindeki Brenda performansıyla hatırlanıyor. Sessiz ve içine kapanık Rahibe James’i canlandırdığı 2008 yapımı “Doubt-Şüphe” en çok aklımızda kalan filmi bu güzel oyuncunun. “Şüphe”yi John Patrick Shanley yönetmişti. Başrolünü Tom Hanks’le paylaştığı Mike Nicholson’ın 2007’de yönettiği “Charlie Wilson’s War-Charlie Wilson’ın Savaşı”yla da hatırlanabilir Amy Adams. Bu filmde Norah’a hayat veren İngiliz oyuncu Emily Blunt, 1983’te Londra’da doğdu. Bu güzel oyuncunun, Pawel Pawlikowski’nin 2004’te yönettiği “My Summer of Love-Aşk Yazım” filmindeki Tamsin karakteri akla geliyor hemen. Hollywood’un emektarlarından 1934 New York doğumlu Alan Arkin de, bu filmde her daim girişimci ruh taşıyan Joe karakterinde. Hem mizahın hem de kederin olduğu bu filmde, Amerika’ya dair keşifler yapabilirsiniz belki. “Günışığı Temizlik Şirketi”ni gördükten sonra Amerikalıların birer uzaylı olmadıklarını anlıyorsunuz en azından. Bu filmin görselliğinin de iyi olduğunu belirtmeliyiz. Filmin girişinde öfkeli olan kamera, hikâyenin derinliğinde sakinleşiyor. Yönetmen, doğal ışığa yakın ışık düzenlemeleri yapmış mekânlarında. Dış mekânlarda, hatta gece atmosferlerinde bile bu estetiği fark ediliyor.

(26 Ağustos 2009)

Ali Erden

Hürmüz’ler ve Kocaları / Sinemacılar Yine Eksildi

Tatildeydim. Gazete bayiinde gazetede bir başlık gördüm. “3 Hürmüz ve 21 kocası” hemen aklıma sinemamızdaki iki eski, bir de çevrilmekte olan Yedi Kocalı Hürmüz-ler geldi. Ama yanılıyormuşum. Sinemamızdaki Hürmüz-ler sırasıyla Suna Pekuysal (Yılmaz Atadeniz) ve Türkan Şoray (Atıf Yılmaz)’dı, yeni Hürmüz’ümüz ise Nurgül Yeşilçay (Ezel Akay). Ama gazetede Pekuysal yerine Ayten Gökçer vardı. Tiyatronun “ikinci” Hürmüz’ü, ondan öncesi Ayfer Feray’dı. Böylece 5 Hürmüz’ümüz olacak, koca-ların sayısı ise 35’e yükseldi.

Oyunu Sadık Şendil yazdı. Osmanlı döneminde geçen tam bir fantezi. Atadeniz 1964’de sinemaya uyarlarken, filmi biraz geri çekerek, filmin çekildiği günlere getirerek, tarihsel görünümünden uzaklaştırmış. Filmde, yılların oyuncusu Suna Pekuysal tek başrolünü oynuyor. Atıf Yılmaz 1971’de Türkan Şoray’ı Hürmüz yaparken konununda el vermesi ile, anlatım dili olarak geleneksel gösteri sanatlarına sinemada uyarlanabildiği ölçüde bağlı kalarak bir yönetim denemesi yapmıştı. Sinemamızda çok şey değişti, yönetmen kuşakları değişti, sinema teknolojisi, yapım anlayışı ve de biraz anlatım değişikliğe uğradı, yeni bir Hürmüz entresan olur. Bu arada eserin aslı tiyatro olduğu için Hürmüz’lerimiz üç tane değil beş tane. Türkan Şoray, Hürmüz’ü oynamadan önce o günkü deneyimli Hürmüz, Ayfer Feray ile görüşmeye tiyatrosuna gitmiş, misafirini karşılayan ve “işte kocalarım” diye oyun arkadaşlarını tanıştıran Feray, Şoray’ın “biraz” utanmasına neden olmuş. Bu gayet normal, birden “kocalar” olarak tanıtılan yedi kişi ve bunlar oyunun her gösterisinde “kocalık” yapıyorlar. Bereket Şoray’ın kocaları bir kez yaptılar ama bu görsel olarak her gösterimde yenilenen bir kocalık. Ne yazık ki Feray’ınkilerin yaptığı kaydedilmiş herhangi (benim bildiğim) bir “kocalık” yok. Bereket versin Hürmüz’ü tiyatroda oynayan Gökçer’in oyununun kaydedilmiş görüntüleri var da, hiç değilse Şoray’ınki (kopyası var mı?) ile birlikte Yeşilçay’ınki ile -karşılaştırmak değil- zaman içinde birlikte seyredebileceğiz. (Sanırım Pekuysal’ın oynadığının bulunması hayli zor.)

[Yedi Kocalı Hürmüz’ün Feray ve Gökçer dışında başkalarınca -çeşitli Anadolu sahnelerinde- oynanmış durumu var mı bilemiyorum, onun için basına yansımış, büyük merkezlerde oynamış ve sinemalaştırılmış örneklerini sıralayabildim sadece. Bunlar dışında realize edilmiş örnekleri varsa, bunlar hakkında da bilgi edinmek, Hürmüz birikimimi geliştirir ve notlarıma eklememe neden olur.]

*****

Geç saatte TV.de haberleri izlerken öğrendim, Yücel Çakmaklı’nın vefatını. Yeşilçam günlerinin öne çıkmış isimlerinden biri daha aramızdan ayrılıyordu. Kendi tarzını (daha çok konular bakımından) koruyan birisi idi (çektiği uzun metrajlar açısından bakınca / 1970-1994.) Son filmini çekeli 15 yıl olmuştu, ama hâlâ sinema içinde idi, sinemadan kopmamıştı. Yeni projeleri vardır, bir sinemacının her zaman yeni projeleri vardır zaten. Haberin üzerinden iki gün geçti, sadibey.com’da hakkında yazılar çıktı. Tam “yeni bir şey yazmaya gerek yok” diyordum, gazetelerde ölümüyle ilgili haber yazılarını görünce, yüreğim acıdı. Ölümünün ertesi günü bir, sonraki gün iki farklı gazetede Çakmaklı’nın ölümü ile ilgili iki haberde, kendisinden bahsederken, sinema öncesi çalışmalarından, yönetmen, senarist ve yapımcı olduğundan, “milli sinema”dan, TRT TV’sine yaptığı dizilerden, son yıllarda geçmişteki çalışmaları nedeni ile aldığı ödüllerden söz ediliyordu da, sinemada yaptığı 15 filmin hiç birinin adı anılmıyordu. Sanatçı olan bu adam, 15 yıl süren faal (yönetmenlik) döneminde 15 film yapmıştı ama ölümünü haber yapan gazeteler filmlerden birinin adını bir yerlerden bulup haberlerine koyamamışlardı. Agâh Özgüç, Burçak Evren, yönetmenler üzerine hazırladıkları sözlükleri boşuna mı yapmışlardı? Ömrü sona eren bir yönetmen filmleri ile anılmalı değil mi?

(26 Ağustos 2009)

Orhan Ünser

Bir Macera Yoludur Sinema

Sinema az daha Rönesans’ta bulunuyordu. Da Vinci “camera obscura”yla sinemaya yaklaştı. Sonra birçok bilim insanı denemelerini sürdürdü. Sonunda 1895’te ilk film gösterimi gerçekleşti. Sinema hemen ilk dahilerini yarattı: Georges Méliès, Robert Wiene, Abel Gance, Sergey Ayzenştayn, David Wark Griffith vs…

Sinema, birçok deneme ve araştırma sonucu bulundu. Bu, Rönesans’a kadar uzanıyor. Leonardo da Vinci, “camera oscura/karanlık oda”yı bularak sinemaya yaklaşmıştı. Ama, bu teknik önce fotoğrafın yolunu açtı. 1835’te fotoğraf makinesi bulundu. Sonra da 1895’te Fransa’da Lumiere kardeşler “cinematographie”yi buldu. Ama öncesinde, Edison, 1893’te sinema kamerasını bulmuştu. Tüm sinema tarihçileri, kameranın bulunuşunu değil, filmi oynatan projeksiyonun bulunuşu sinemanın doğuşu olarak değerlendiriyorlar. Çünkü, Lumière kardeşlerin bulduğu projeksiyon, ticari sinemanın da doğuşudur. Bir mucit olan Thomas Alva Edison, birçok buluş yaptı. En bilineli de ampüldür. Bu Edison, New York’ta sinemacıların başına geçti ve onlara ahlâki terör estirdi. Belki de bu yüzden New Yorklu filmciler, Los Angeles’taki Hollywood banliyösüne göçtüler.

Serüven başlıyor…

Kameranın ilk bulunuşundan itibaren araştırmacılar, gerçeklikteki hızın peşine düştüler. 1832 yılında “Fenakistiskop” (phenakistoscope), 1884’te “zoetrope” gibi optik buluşlar görüntüleri hareketlendirse de gerçeklikteki hız oluşturulamıyordu. Fenakistiskop, 1831’de Belçikalı Joseph Plateau ve Avustuyalı Simon von Stampfer tarafından birbirlerinden habersiz bulundu. Bu, çizgi filmlerin (animasyon filmlerin) bulunmasına neden oldu. Yunanca “dönen hayat” anlamına gelen “zeotrope”ta, silindir üzerine çizilmiş resimler, silindir döndürülünce hareket ediyormuş hissi veriyor. Edward Muybriagef, 1877’de yan yana dizdiği fotoğraf makineleriyle koşan atları hareketli çekti. Fransız Etienne Jules Marey 1882’de kuşların uçuşunu incelemek amacıyla, saniyede 12 fotoğraf çeken bir kamera geliştirdi. 1887’de Amerikalı Hannibal Goodwin’in fotoğraf çekiminde selüloit film kullanması, 1888’de George Eastman’ın bu uygulamayı geliştirerek makaraya sarılı selüloit film şeridinin seri üretimini başlatması, sinema filminin gerçekleştirilmesi için bütün koşulları hazırladı. Edison, yardımcısı William K. L. Dickson’ın yaptıklan “kinetograf”, sinema kamerasının ilk biçimi olarak ortaya çıktı. Bu aygıtla, kenarlarına düzenli delikler açılmış 15 metrelik filmler üzerine saniyede kırk görüntü saptanabiliyordu. Edison, “kinetoskop” adını verdiği bir gösterim aygıtı aracılığıyla da bu görüntüleri hareketli bir biçimde yansıtmayı başardı. Edison, kitlesel film çekimi yapılabilen ve güneşin durumuna göre tekerlekler üzerinde döndürülen ilk film stüdyosu “Black Maria”yı inşa etti. İlk film gösterimini de Lumière kardeşler 1895 yılında Paris’in Capucine Bulvarı’ndaki Grand Cafe’de gerçekleştirdiler. Ama, hâlâ gerçeklikteki hıza yakın 24 kare bulunamamıştı. Bunun için 1927 yılının beklenmesi gerekiyordu. Samson Raphaelson’un oyunundan uyarlanan ve yönetmen Alan Crosland’ın Warner Bros için çektiği “The Jazz Singer-Caz Şarkıcısı” sinema tarihinin ilk sesli filmidir. Sinemada saniyede 24 kare bulunmuştu artık. 1970’lerin ortalarında “Dolby Stereo” bulundu. Sinemada film seyretme keyfi bambaşkalaştı. Günümüzde “Dolby Digital” ses sistemleriyle sesi artık neredeyse görüyorsunuz.

Püsküllü koruya akın…

Amerika’da sinemacılar Los Angeles’a göçmeye başladılar. Los Angeles’ın bu küçük banliyösü Hollywood’u sinemanın “kâbe”si yapanlar Yahudilerdi. Devlet sübvansüyonuyla bankalar sinemaya yatırım yapanlara yüzde bir faizle kredi veriyordu. İlk önce Lasky and Zukor adlı film şirketi 1912’de geldi “püsküllü koru” anlamına gelen Hollywood’a ve sonra Paramount Pictures adını aldı hemen. Jesse Lasky ve Adolph Zukor’un kurduğu Paramount’un ardından 1915’te Carl Laemmle, Universal Pictures’ı kurdu. 1919’da Cohn-Brandt-Cohn Film Sales (CBC) kuruldu, 1924’te bu şirket Columbia Pictures adını aldı. Columbia’nın kurucuları da Harry Cohn ve Joe Brandt’dı. 1919 yılında United Artists (Büyük Sanatçılar demek) Hollywood’daki yerini aldı. Kurucuları Charlie Chaplin, David Wark Griffith, Mary Pickford ve Douglas Fairbanks’di. 1923’te Harry, Albert, Sam ve Jack Warner kardeşler Warner Bros stüdyosunu kurdular. İlk sesli film “Caz Şarkıcısı”nı bu stüdyo çekti. Metro-Goldwyn-Mayer (MGM) stüdyosu 1924’te kuruldu. Stüdyonun ünlü logosu “Aslan Leo”yu Howard Dietz tasarlamıştı. MGM, birkaç şirketin birleşmesiyle oluştu. Stüdyo, Samuel Goldwyn, Louise Burt Mayer ve Marcus Loew tarafından kuruldu. Marcus Loew’un Metro Pictures’ı, Sam Goldwyn’in Goldwyn Pictures’ı ve Louis Burt Mayer’in Louis Burt Pictures’ı birleştiler ve MGM adını aldılar. MGM’in “Aslan Leo” logosunda Latince “Ars Gratia Artis” yazar. Anlamıysa, “Sanat Sanat İçindir…” 20th Century Fox, 1935’te kuruldu, ama aslında bir birleşme sonucu oldu bu. William Fox’un Fox Pictures (1915) şirketiyle Darryl F. Zanuck’un 20th Century Pictures’ı (1933) birleşmişlerdi. William Fox’un film şirketi New York’tayken Edison ve adamları, “ahlâksız film çekiyor” diye Fox’un şirketini basmış ve her şeyi kırıp dökmüş. William Fox, bu korku yüzünden Hollywood’a kaçmış.

Avrupa, Avrupa…

İlk film şirketleri Avrupa’da doğdu. Fransız Charles, Emile, Theophile ve Jacques Pathe kardeşler, 1886’da, sinemanın doğuşundan önce şirketlerini kurmuştu. Müzik alanında başlayan işleri sinemayla devam etti. Gaumont da 1885’te kuruldu. Leon Gaumont’un kurduğu şirket, Pathé’yle birleşti ve ortaklıklarını hâlâ sürdürüyorlar. İki şirket de film üretimlerine devam ediyor hâlâ. Almanya’nın başkenti Berlin’de 1917’de kurulan UFA (Universum Film AG), dünyanın en büyük film stüdyolarındandı. Dışavurumcu akımın filmleri de bu stüdyoda çekildi. Naziler, bu stüdyodan çok yararlandılar ve stüdyo savaş sonrası 1945’te kapandı. İtalya’da Cinecitta, 1937’de Roma’da faşist diktatör Mussolini tarafından kuruldu. Mussolini, sinemanın gücünün farkına varan ilk diktatördü. “Sinema şehri” anlamına gelen Cinecitta’da, Hollywood’un görkemli tarihsel filmleri de çekildi. “Ben Hur” en bilinenidir. İngiltere’de, “altın gong” adıyla anılan ünlü Rank Organisation doğdu 1937’de. Kurucusu da J. Arthur Rank’tı. Londra’nın batısında “çamkoru” anlamına gelen Pinewood stüdyoları da kurulmuştu 1934’te. Hâlâ “007 James Bond” serisi bu stüdyoda çekiliyor.

İlk renkli filmlerin peşinde…

İlk renkli film, Fransa’da Gaumont-Pathé tarafından 1912-13 yılında (6 dakika 19 saniye) çekildi. Halkın günlük yaşamı görüntülenmiş belgeseldi bu, “La Plage et Le Front de La Mer”… Bu film, “Die Belle-Époque in Farbe” olarak da anılıyor. Fransa’nın Normandiya kıyılarından görüntüler, plâjdaki insanlar, şehir ve caddeler yansıyordu. “Chronochrome üç renk süreci” deniliyor buna. Üç renk siyah, beyaz ve mavi birleşerek renkler oluşuyordu. Hollywood’da sessiz sinema döneminde Paramount’un kurucularından ve isim babalarından yönetmen-yapımcı Cecil Blount DeMille, 1917 yapımı “Joan the Woman” (Kadın Jeanne) filmine renkli bölümler ekledi. Buna “handschiegl renk süreci” (color process) deniliyor. Yani, hareketli resimlerde gerçeğe yakın renkleri yakalamak gibi bir anlamı var. Rupert Julian’ın başını çektiği yönetmenler grubu tarafından çekilen Universal filmi 1925 yapımı “The Phantom of the Opera-Operadaki Hayalet”, Gaston Leroux’nun aynı adlı eserinden uyarlanmıştı. Filmin diğer yönetmenleriyse Lon Chaney, Ernst Laemmle ve Edward Sedgwick’di. Filmde, renklendirilmiş bölümler vardı. 1934 yılında Metro-Goldwyn-Mayer, William K. Howard’ın yönettiği “The Cat and the Fiddle-Kedi ve Dalavere” müzikal filminde renkli bölümler kullanmıştı. İlk renkli film konusunda tartışmalar var. “Technicolor” olarak çekilen ilk film Rouben Mamoulian’ın 1935’te RKO için çektiği “Becky Sharp” filmiydi. İnsana, sonradan bilgisayarla renklendirilmiş filmlerin tadını veriyordu Mamoulian’ın bu filmi. 1936 yapımı Lloyd Corrigan’ın “Dancing Pirate” (Korsan Dansçı) filmi de ilk renkli filmler arasındaydı. Daha doğrusu, “technicolor” tekniğinin tam anlamıyla denendiği ilk filmdi bu. 1938’de Michael Curtiz-William Keighley ikilisinin ortak yönettikleri “The Adventures of Robin Hood-Vatan Kurtaran Aslan”, baştan sona renkli çekilen ilk filmlerden. Warner Bros yapımı bu film, 8 Kasım 1939’da ülkemizde gösterime girmişti. 1939’da Victor Fleming’in başında olduğu yönetmenler grubu “The Wizard of Oz-Oz Büyücüsü”nü çekti. Filmin diğer yönetmenleriyse Mervyn LeRoy, Richard Thorpe ve King Vidor’du. Oz dünyası renkli yansıyordu perdeye. “Oz Büyücüsü”, Metro-Goldwyn-Mayer yapımıydı. Fleming, yine aynı yıl “Gone with the Wind-Rüzgar Gibi Geçti”yi tümüyle renkli çekti. Amerika’daki iç savaşı anlatan bu film, 1941’in ilk yılı Amerika’da gösterime girdi. “Rüzgar Gibi Geçti” de Metro-Goldwn-Mayer ortaklığıyla çekilmişti. Renkli filmleri başlatan “Technicolor”da, üç renk üst üste getirilip “teknik renk” elde ediliyordu. “Rüzgar Gibi Geçti”den sonra gelişen “technicolor”da perdede renkler büyü saçıyordu. Gökyüzünün mavisi, sarımsı-turumcumsu topraklar, kopkoyu yeşil renk ve birçok renk koyu tonda yansıyordu perdeye. Ama, daha sonraki yıllarda renklerin kendi tonları fark edilmeye başlandı. İlk “technicolor” çekilen film, Chester M. Franklin’in 1922’de çektiği “The Toll of the Sea” (Denizin Çanı) filmiydi. Daha saniyede 24 kare daha bulumadığı için film hızlı akıyordu. İlk renkli çizgi filmse, Walt Disney’in 1932’de yapıtığı “Flowers and Trees-Çiçekler ve Ağaçlar”ıydı. “Panavision”un ortaya çıkmasıyla sinemanın kaderi de değişti sayılır. 1954’te, sinemaskop filmlerin çoğalmasıyla geniş açılı objektifler üreten “Panavision”, öyle gelişmeler sağladı ki, artık sinemaskop filmler, 35mm filmlere de basılabiliyordu. Sadece bunlar değil, renk konusunda da gelişme sağladı ve “technicolor”un üç şeritli filminden tek şeritli filme geçildi. Yönetmenler, özgürce renkler üzerinde oynayabilirdi. Hatta, gelişen mercek ve filltrelerle yönetmenlerin ufukları da açıldı. Öncelikle 1960’lı yıllarda. 1970’ler bir devrim oldu kamera ve aksesuvarları açısından.

Genişperdenin büyüsü…

Sinemanın ilk “CinemaScope” (sinemaskop) film, 1953 yılında Henry Koster’in yönettiği “The Robe-Zincirli Köle”yle gerçekleşti. Sinemaskop, 1953’ten 1967’ye kadar 2:66 formatındaydı. Neredeyse negatifler, 35mm filmlerin iki katıydı ve her şey zorlu oluyordu. Sinemaskop teknik 2:35 formatına çekilmeye başlanınca 35mm filme basılabildi. Projeksiyonun önüne objektif takılınca sıkışan görüntüler açılıyordu ve görüntü genişliyordu. “Zincirli Köle”nin yapımını Fox stüdyosu üstlenmişti. “Cinerama” da aynı zamanlarda ortaya çıkmıştı Hollywood’da. Sinemaskop gösterimlerde sinema perdesi uzunlamasına yatay ve hafifçe içe doğru da yayvandır. Görüntü bu perdenin üzerine düştüğünde derinlik duygusu yaşanıyor. Sinemaskopun rakibi “Cinerama”, 12 projektörün yarım küre şeklindeki bir perdeye yansıtılan görüntü dizisi sonucunda doğmuştu. Arka taraf hariç, başınızı çevirdiğiniz yerde görüntüyü “panoramik” olarak seyrediyordunuz. Bu tekniğe benzer deneme ilk önce Fransız yönetmen Abel Gance’ın 1927 yapımı “Napoleon-Napolyon” filmiyle ortaya çıkmıştı. Hollywood’da ilk “cinerama” filmi 1962 yılı yapımı “How the West was Won-Batı Nasıl Kazandı” westerniydi. Filmi Henry Hataway, John Ford ve George Marshall yönetmişti. Filmin kameramanlıklarını da William H. Daniels, Milton R. Krasner, Charles Lang ve Joseph LaShelle yapmıştı. “Batı Nasıl Kazandı” filminin yapımını Metro-Goldwyn-Mayer üstlenmişti. İlk cinerama denemesi 1952’de “This is Cinerama-İşte Cinerama”yla başlamıştı. Cinerama, genel olarak 2:71 formatındaydı. Ama, “Batı Nasıl Kazandı” westerni 2:89 formatındaydı. Bu filmi televizyon ekranında izlediğinizde yukarıdan aşağıya belli belirsiz aralıklı iki siyah çizgiyi de fark ediyorsunuz. Cinerama, aslında sinema salonlarında reklam filmleri göstermek için bulunmuştu. Hep üzerinde araştırmalar yapılan “üç boyutlu” (3D) filmlerin “altın çağı”, sinemaskop tekniğinin ortaya çıkmasıyla doğrudan “üç boyutlu” filmler yapılmaya başlandı. Yoğun olarak 1952-55 arasında. Arch Oboler’ın yönettiği 1952 yapımı “Bwana Devil” (Şeytan Bwana), ilk uzun metrajlı “üç boyutlu” filmdi. Sessiz dönemde, 1922’de “Power of Love” (Aşkan Gücü) sinemanın ilk “üç boyutlu” filmi kabûl ediliyor kimi otoritelerce. Bu filmi United Artists dağıtmış. Teknoloji gelişmeye başlayınca günümüzde “üç boyutlu” filmler hareketlenmeye başladı. IMAX diye adlandırılan “üç boyutlu” devasa gösterim imkânları da doğdu.

Sinema ışığın müziğidir…

Fransız usta Abel Gance, öncü filmleriyle sinemaya çok şey kattı. Sinemanın önemli yönetmenlerinden Gance, 25 Ekim 1889’da Paris’te doğdu, 10 Kasım 1981’de yine Paris’te öldü. Avantgard, yani öncü Fransız sinemasının Georges Melies’le beraber ilk önemli yaratıcı yönetmenlerinden biri olan Gance, sinemayı ışığın müziği olarak tanımlamıştı. Kurgu ve kameranın farkına varan bu büyük usta, notaların yerini pelikülde harekete dönüşen görüntülerin aldığını belirtiyordu. Sinemada tekniğin devrimcisi olarak anılan ve avangard sinemanın içerisinde yer alan Gance, “empresyonist/izlenimci” bir yönetmen. Gance, sinemanın bir ticari mal olmasına da karşıydı. Çünkü sinema bir sanattı. Gance’ın, kurgu dili olarak da sinemaya katkıları oldu. 1922 yapımı “La Roue-Tekerlek” adlı sessiz filminde, hız kullanımı olmadan bir lokomotifin sürekli artan hızını görüntü olarak yansıtabildi. Gance, “Tekerlek” filminde tam dört kameraman kullanmıştı. Filmin kurgusunu kendisiyle beraber Margueritte Beauge yaptı. Gance bu filminde bir makinisti ve ailesini melodramatik bir dille anlattı. Bu filmde bir lokomotifin hızla yol alışını çarpıcı bir görsellikle yansıyordu. Burada “kontrast montaj/karşıt kurgu” tekniği denilen, ancak perdede görülünce anlamlaşacak bir yeni kurgu tekniği denedi. Öyle ki, lokomotifin hızla gidişini seyirci gerçekliğe yakın bir hızla algılıyor perdede. Gance, kurgu anlamında Ayzenştayn’ın filmlerini takip ediyordu. “Tekerlek” filminde “bindirme” tekniği denilen, görüntüleri üst üste yansıttı “gerçeküstücü” sinemacılar gibi. Bu filmde, inanılmaz kurgu denemeleri de vardı. Gance, sinemada hep yeni bir şeyler denedi. İlk filmini çekebilmek için başka yönetmenlere senaryolar yazdı ve sürekli kısa filmler çekti. Kısa filmlerde yaptığı denemeler, sinemasına katkıda bulundu. İlk defa “öznel bakışı” bu kısa filmlerinde buldu. Karakterlerin bakış açılarıyla olayları yansıtabildi bu teknikle. Gance, 1. Dünya Savaşı boyunca, Fransız Ordusu için propaganda filmleri de çekti. İlk önemli çıkışını 1919’da “J’Accuse-İtham Ediyorum”la yaptı. Bu filmin yapımcısı devlet olduğu halde, savaş karşıtı bir film çıktı ortaya. Gance, 1929’dan sonra sesli filmler çekmeye başladı. Avrupa’nın çok kötüye gidişinden (faşizmin ayak seslerinin duyulamasından) karamsarlığa kapıldı ve filmlerine kötümser hava hakim olmaya başladı.

Hep “ilk”leri yaşadı…

Georges Méliès… Sinemanın ilk dahisi. Çünkü, sinema sanatında “trük” denilen “hile”leri ilk o buldu. Sinemada yaratılan birçok “özel efekt”te onun imzası vardı. Hayatı boyunca 531 film çeken Méliès, Paris’te bir garda yoksulluk içinde öldü. Ölümüyle bile bir ilki gerçekleştirdi Méliès. Bu dahi sinemacı, sinemanın geleceğini de görmüştü.

O, her şeyi denedi. İlk bilimkuguyu, ilk korku filmini çekti, filmlerin karelerini boyayarak renkli filmi denedi. Sinemada geçeküstücülüğü buldu. “Örtü” denilen “hile”leri denedi. Bu teknikle, kamera sanki bir dürbünle ya da kapı kilidinden bakıyormuş izlenimini yaratıyor. Bu önemli buluş sinemada “kaş” denilen tekniği geliştirdi. Méliès, “stop motion”u da buldu. Bu teknikte, kamerayla önce tek bir hareket filme alınıyor, daha sonra maket biraz hareket ettirilip bir sonraki kare çekiliyordu. Méliès, “stop trick” denilen tekniği de tam anlamıyla tesadüfen buldu. Çalışırken kamerası bir çalışıp bir durunca merak edip filmleri banyo ettiren Méliès, görüntüleri seyrettikten sonra çok etkileniyor. Keşfedilen bu teknik şöyle açıklanabilir: Kamera, bir nesnenin filmini çekerken durduruluyor ve filmi çekilmekte olan nesne kameranın görüş açısından çıkarıldıktan sonra kamera tekrar çalıştırılıyordu. Bununla seyirciye, filmdeki nesnenin ansızın ortadan kaybolduğu, değişime uğradığı izlenimi verilmek isteniyordu. Melies, “bindirme” tekniğini de buldu. Bu teknikte, çekilen görüntüler üzerine yeniden görüntü çekiliyordu. Méliès, rüya ve kâbus sahnelerinde bu hileyi kullandı. Bu teknikten yola çıkarak “zincirleme” denilen tekniği de buldu Méliès. Sinemanın vazgeçilmez tekniklerinden biri de “kararma/açılma”dır. Méliès bu tekniği de bulmuştur. Bir illüzyonist ve tiyatrocu olan Méliès, bu yönlerini sinemaya yansıtabildi. O, gerçekten sinemanın ilk büyücüsü ve fantastik ustasıydı. Méliès, 8 Kasım 1861’de Paris’te doğdu, 21 Ocak 1938’de yoksulluk içinde yine Paris’te öldü. Ailesi ayakkabıcıydı. Méliès’in tam adı Maries-Georges-Jean Méliès’ti. Bu büyük sinemacı, illüzyonistlik yaptığı Houdin Tiyatrosu’nun sahibiydi. Lumière kardeşler “sinematografi”yi bulunca, Méliès, bu yeni buluşa ilgi gösterdi. Méliès, Lumiere kardeşlerden kameralarını ona satmasını istedi, ama kardeşler kabûl etmedi. Londra’dan Edison’ın buluşu “kinetoskop”u satın alan Méliès, birçok kısa film çekti. 1902’de, Jules Verne ve H. G. Wells’in bilimkurgu kitaplarından “Le Voyage dans la Lune-Aya Seyahat”ini sinemaya uyarladı. Filmin başrolünde de Méliès oynadı. Méliès, bu bilimkurgu filmini New York’ta da göstermiş ve gişe başarısına ulaşmıştı. Ama, Amerikalılar Méliès’e hiç para ödemediler. Méliès, çok az kazandığı parayı hep sinemaya yatırdı ve denemelerinde kullandı. Bu yüzden pek parası olmadı. Star Film adını verdiği stüdyosunda yönetmenlik, oyunculuk, senaristlik, makyözlük, dekorculuk, montajcılık, özel efektçilik ve birçok görev yaptı. Sinemanın büyücüsü Méliès, Verne’den 1907’de “20.000 Lieues Sous en Les Mers-Denizaltında 20.000 Fersah”ı da uyarladı.

Méliès, “mizansen kurgusu” denilen bir anlatım tekniğini de sinemaya armağan etti. Bu deneyim, tiyatroculuğundan geliyordu. Tiyatrosunda sahneleri ayrı ayrı çekerek onları montajla birbirine yapıştırdı. Bu buluş, teatral olsa da sinemada sonradan gelen yönetmenlerin önünü açtı. Méliès, bilimkurgu gibi korku sinemasında da ilk örneği verdi. 1889’da “Le Diable au Cauvent-Manastırdaki Şeytan”ı çekti. Korku sinemasında bu filmde keşfedilen motifler kullanılmaya başlandı sonraları. Gotik ortaçağ manastırları, mezarlar, yarasa şeklinde şeytan ve vampir gibi motifler sinemacılara ilham verdi. Méliès, 1886’da Houdin Tiyatrosu’nda ilk filmlerinden birini çekmeye başladı. “Escamotage d’une Dame Chez Robert Houdin-Robert Houdin’de Bir Kadının El Çabukluğuyla Gözden Kaybedilişi”ydi bu film. Méliès, filmlerini yaratırken, panayırları hayal ediyordu. Bu yüzden belki de, hiç akla gelmeyecek teknikleri denedi. Méliès, sadece fantastik ve komedi filmleri yapmadı. Gerçekçi ve politik filmleri de vardı. 1899’da “L’Affaire Dreyfus-Dreyfus Davası”nı çekti. Méliès’in “La Civilization a Travers les Ages-Çağlar Boyunca Medeniyet”, yüzyıllar geçse de uygarlaşamayan toplumlardaki hoşgörüsüzlüğe ve şiddete karşı yaptığı bir filmiydi. 1905’te Méliès ilk “yol filmi”ni de çekmişti, “Le Raid Paris-Monte Carlo en Deux Heures-İki Saat İçinde Paris-Monte Carlo” filmiyle.

Dışavurumcu Caligari…

24 Nisan 1873’te doğan ve 17 Temmuz 1938’de ölen Robert Wiene, dışavurumcu (ekspresyonist) akımın yaratıcılarındandı. Üzerinde durmamız gereken filmi, korku sinemasının da temellerini atan 1919 yapımı “Das Kabinett des Dr. Caligari-Dr. Caligari’nin Muayenehanesi…” Kullanılan mekanlar, dekorlar, kostümler ve abartılı oyunculuk hemen göze çarpıyor. Bu filme değinmeden önce, dışavurumculuğu anlamak gerekiyor. Almanya’da doğan bu akım, Alman karamsarlığıyla da buluşuyor. Natüralist ve empresyonist (izlenimci) estetiklerin tam karşıtı olan dışavurumculuk, daha çok iç dünyaya ilgi duyan bir modern akım. Karamsarlık, ruh sıkıntısı, çıkışsızlık dış mekânlarda tuhaf bir görsellikle yansımasını bulur. Görüntüler, dekorlar biçim bozumuna uğratılır. Her şey devasa ve çarpıktır. Dışavurumculuk, Alman toplumunun depresyonundan beslendi. Orada karamsarlık ve geleceğe dair umutsuzluk vardır. Dışavurumcular sanayi devrimine, maddeciliğe ve burjuva ahlâkına karşı dururken, insanın derinine inmiş, hayal ve rüya dünyası yaratmıştır. Kullandıkları ışık düzenlemelerinde gölgeler dramatik anlatıma önemli katkılarda buldu. Dışavurumculuğun, ışık düzenlemeleri ve iç dünyanın zenginliğini yansıttığından dolayı 1940’larda kara filmlere ilham vermiştir. Dışavurumculuğun bir özelliği de, kamera mercekleriyle görüntüleri bozarak perspektifi yok etmesi.

“Dr. Caligari’nin Muayenehanesi” filmi aslında, Almanya’nın 1. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmasının ve toplumsal içekapanıklığın dışavurumunun filmidir. Parçalanmış ve dağılmış toplumun, depresyonla içe dönmesi, umutsuzluk, karamsarlık ve ruhsal çöküntüsü yansır filmde. “Dr. Caligari”, ideolojik bir ilk film olarak da değerlendiriliyor. Bir akıl hastanesinin yöneticisi Dr. Caligari, Cesare adındaki bir genci hipnotize eder ve sonra da onu bir fuarda teşhir eder. Ardından Dr. Caligari, genci geceleri cinayet işlemeye zorlar. Bu film, gerçekten de yenilmiş Alman toplumunun tüm ruhsal yönlerini dışavuran bir yapıttır.

Griffith anlatısı…

22 Ocak 1875’te doğan ve 23 Temmuz 1948’de ölen David Wark Griffith’in sinemasının temelinde roman tekniği, daha doğrusu anlatımı vardır. Griffith sinemasının en önemli özelliği betimlemeli (düzdeğişmeceli) anlatımıdır. Bir hikâyenin bir girişi, gelişimi ve sonucu vardır. Griffith, Sergey Ayzenştayn’ın kurgusundan ve gerçeküstücülerin metaforik (eğretilemeli) anlatımlarına uzak durdu. Griffith’e göre, bir görüntüde ne görünüyorsa anlam odur. Buna şöyle örnek vermek gerekebilir: Griffith, bir insanı genel çekimden boy çekimine, ardın da yakın çekimine “kesme” (cut) yaparak gösterir. Bu “kesme” denilen kurguyla betimleme yaratılır ve başkaca da bir anlamı yoktur. Griffith’in 1916’da çektiği “Intolerance-Hoşgörüsüzlük”teki mahkeme sahnesindeki çekimler çok önemlidir. Tutuklu kocası Boy’un duruşmasını izleyen Dear One’ın ruh halini Griffith birkaç “kesme”yle yansıtır. Peş peşe yakın çekimler yapar. Dear One, korku ve endişeyle kararı beklerken yakın çekimle yüzü ve elleri gösterilir. Griffith bunu böyle yaparken, seyircisini hem karakterle özdeşleştiriyor hem de geciktirim yaparak gerilim duygusunu arttırıyor.

Griffith’in sinemasında seyircinin atmosferin içine girebilmesi için başkarakterlerle özdeşleşmesi de gerekiyor. Griffith, üç bin yıllık anlatım geleneğinden beslendi. Aristo formel mantığıyla filmlerini kurdu. Bu anlatıda bir eğri, en baştan finale kadar dramatik bir eğri oluşturur. Eğrinin bazı noktalarında “gerilim” olur ve seyirci “katharsis”e uğrar. Yani zihinsel anlamda boşalır ve finalde tam bir rahatlama yaşar. Bir de Griffith, “koşut” ve “çapraz” kurguları buldu. Koşut kurguda, iki farklı olay iç içe anlatılıyor. Çapraz kurguda, iki olaydan daha fazla olay iç içe geçirilerek seyirciye yansıtılıyor. Elbette “leit motif”ler de var. Bazı “şey”ler sürekli tekrarlanır bu teknikte. Griffth, Charlie Chaplin, Mary Picford ve Douglas Fairbanks’le beraber Hollywood’da 1919’da United Artists (Büyük Sanatçılar) film stüdyosunun kurucularındandı.

Gerçektüstücü dünya…

22 Şubat 1900’de doğan İspanyol yönetmen Luis Bunuel, 29 Temmuz 1983’te öldü. Gerçeküstücü sinemanın yaratıcısıydı. İlk filmi “Un Chien Andalou-Endülüs Köpeği”ni 1929’da çekti. Senaryoyu ressam Salvador Dali’yle yazan Bunuel, bu ilk gerçeküstücü (sürrealist) filmle seyircilerden büyük tepki almıştı. Filmleriyle, faşizme ve burjuvaziye karşı mücadele veren Bunuel’in filminde simgesel anlatım ağırlıkta olduğundan seyirciler anlam yaratmada çok zorlanmışlar. Filmin girişinde, bulut ayı keserken, yakın plânla usturalı el de kadının gözünü keser. Bu metafor hiç anlaşılamamış ve tiksinti verici olarak değerlendirilmiş zamanında. Bunuel, burjuva değerlerinin yıkılması için, sanatta ve hayatta ilk filmindeki gibi şok edici anların olmasını istiyor. Gerçeküstücülük onun için bir yöntem. Gerçekliğe ancak düş aracılığıyla ulaşılır. Bunuel’in anarşist bu ilk filminde ortaya çıkan sonuç, liberal özgürleşmenin ötesinde özgürleşmek. Gerçeküstücü estetik insanda bir rüyadaymış izlenimi uyandırıyor. Gerçeküstücülük, biçimsel olarak da diğer anlatılardan farklıdır. Ara yazıların olması, üst üste binen görüntüler (zincirleme), metaforik anlatım, kararma-açılma tekniği, bindirme, örtüleme gibi kurgu çeşitleri vardır. 1930 yapımı “L’Age d’Or-Altın Çağ”da Bunuel, burjuvaziyi tüm çıplaklığıyla perdeye yansıtır. Filmin girişi şok edicidir. Çünkü film, akrepleri anlatan bir belgeselle başlıyor. Genç akrepler, yaşlı akreplerle savaşa hazırlanıyorlar. Yani sınıfsal bir savaş başlıyor. Yeni değerler eskilerin yerini alacaktır. İnsanı yabancılaştıran burjuva değerlerini yerden yere vuran Bunuel, burjuvaların ikiyüzlülüğünü de seyircisine gösteriyor. Burjuvalar, kendi iç sorunlarıyla çok ilgilenirler. Varlıklarını sürdürebilmek için faşistlerle bile işbirliği yapan burjuvalar, kendi çıkarları dışında aslında hiçbir şeyle ilgilenmiyorlardı.

Montajı keşfediş…

Sergey M. Ayzenştayn (Sergei Mihailovich Einsenstein), 23 Ocak 1889’da Letonya’nın başkenti Riga’da doğdu, 10 Şubat 1948’de Moskova’da öldü. Ayzenştayn, mühendis olmasından dolayı öncelikle sinemanın teknik yönleri üzerine birçok denemeler yaptı. Montajı keşfetti. Ustanın en önemli filmi, 1925 yapımı siyah-beyaz ve sessiz “Bronyenosyets Potyomkin-Potemkin Zırhlısı” filmiydi. Bu film, sadece konusu açısından değil, anlatım dili açısından da çarpıcı bir yapıttır. Rusya’nın Karadeniz filosuna bağlı savaş gemisi Potemkin’de, mürettebatın Çar rejiminin subaylarına karşı başlattıkları bir ayaklanmanın sonunda gemiyi ele geçirmeleri ve sonrasında gelişen olaylar anlatılıyor. Ayzenştayn bu filmindeki Odessa Merdivenleri, sinema tarihinde üzerinde en çok yazılan ve konuşulan sahne oldu. Çar askerlerinin katliamı sürerken, bir bebek arabası merdivenlerden aşağı doğru giderken, gerilim de üst noktaya çıkıyordu. Ama, belki de en önemlisi bu uzun sekanstaki kurgu diliydi. Ayzenştayn, buradaki kurguyu bir beste yapar gibi yapmıştı. Ayzenştayn’ın burada denediği kurgu biçimi müzik terimleriyle ifadelendiriliyor. “Minör” (küçük) ve “majör” (büyük) parçalar iç içe geçerken, gerilim duygusu da üst noktaya çıkıyordu Odessa Merdivenleri’nde. Ayzenştayn’ın birçok filmi için “minör” ve “majör” terimleri kullanılıyor. Hatta, Ayzenştany’ın kurgu diliyle beste yapılacağı bile söyleniyor. Ayzenştayn’ın 1924 yapımı “Stachka-Grev” filmi de Ekim Devrimi’nin hizmetindeydi. Greve giden işçilerin Çar askerlerince katledilişini anlatan bu film de kurgu diliyle yol gösterici. “Grev” filminde, unutulmaz ve etkileyici bir sekans vardı: Halkın, atlı askerlerce arazide kıyıma uğratıldığı bölümle mezbaha sahnesi üst üste bindirilmiş görüntülerle yansıtılıyordu. Köylülerin katliamıyla mezbahada boğazlanan hayvanlar arasında metafor yapılıyordu. Bir başka sekansta, askerler kasaturalı tüfekleriyle halka cefa verirken, başka bir sahnede zengin bir adam meyveyi sıkacağa yerleştirir ve meyvenin suyunu çıkartır. Ayzenştayn’ın filmlerinde metaforlar çok güçlüydüler ve sinema diline çok şey kattılar.

Doğuştan dahi…

Orson Welles, 1915’te Winconsin’de doğdu, 10 Ekim 1985’te Kaliforniya-Hollywood’da öldü. Welles, Herman J. Mankiewicz’le ortak yazdığı senaryodan 1941’de çektiği siyah-beyaz “Citizen Kane-Yurttaş Kane”, her yönüyle bir olay filmdir. Hem anlattıklarıyla hem de sanatsal diliyle. Welles’in yirmi altı yaşında çektiği bu film, sinema tarihi içindeki soruşturmalarda tüm zamanların en iyi filmi oldu hep. Filmde kısaca, bir basın imparatorunun hayatı geriye dönüşlerle anlatılıyordu. Gazete patronu Charles Foster Kane’in ölürken söylediği bir son söz vardır. Kane, “rosebud” der. Yani “goncagül…” Kimse bunun anlamını bilmez. Bir gazeteci bu kelimenin anlamının peşine düşer ve dışarıya karşı çok güçlü, ama zavallı bir adamın hikâyesiyle karşılaşır. Welles’in anlatım dili çok çarpıcıdır. Film, şimdiki zamanı, gazetecinin araştırmalarıyla yansıtırken, geriye dönüşleri de belli bir sırayla yansıtmıyor. Hangi tanık neyi anlatıyorsa film onu gösteriyor. Böyle olunca seyirci parçaları birbirine ekleyip bir bütünlük oluşturuyor zihinsel olarak. Bu filme bir kişi karşı çıktı: Amerika’nın basın imparatoru William Randolph Hearts… Çünkü, filmde anlatılanların kendi hayatına benzediğini öne sürdü. Filmi yapan RKO şirketi, gelen baskılara dayanamayarak filmin kurgusuyla oynadı.

Öncelikle bu film, 1940’lardan başlayarak günümüze kadar birçok sinemacıyı etkiledi. Filmin kurgusunun şaşırtıcılığıyla beraber, teknik yönleriyle de etkilemiştir sinemacıları. Filmin görüntü yönetmeni Gregg Toland’ın kamerası da sinemada devrim yarattı. Öncelikle kullandığı objektiflerle. Bunlar bir ilk olduğu için, çekimlere deneysel olarak bile yaklaşıldı. Kameraman Toland, bugün çok basit olan teknik işlemler yapmıştı filmde. Kamerada kısa odak uzaklıklı objektifler kullanarak “alan derinliği” yarattı. Bu teknik durum, Rönesans’taki “perspektif”in bulunuşu kadar önemliydi. “Yurttaş Kane” filmine kadar görüntüde derinlik duygusu belirgin değildi. Aslında bu olay, basit bir teknik gelişim değil, gerçekliğin yeniden yorumlanması için de sanat estetisyenlerine yeni bakış açıları verdi. Sinemada gerçekçi geleneğin “Yurttaş Kane”le başladığı söyleniyor hep. Bu teknikle, mekânların (uzamların) bütünlüğü sağlandığı ve kurguyla gerçekliğe müdahale edilemediği için, seyirci gerçekliği yorumlayabiliyordu. Welles’in bu önemli filminin bir diğer özelliği, “dışavurumcu” estetiği de yetkin bir dille perdeye yansıtabilmesiydi. Özellikle ışık düzenlemeleriyle. Gölgeler ve derinliği hissettiren ışık düzenlemeleriyle, karakterlerin ruh hali perdeye yansıyabiliyordu böylelikle.

(24 Ağustos 2009)

Ali Erden

Milli Sinema’nın Öncüsünü Kaybettik

1970’lerin başında kurduğu ‘Millî Sinema’ akımıyla Yeşilçam’ın tarihine damgasını vuran öncü yönetmen Yücel Çakmaklı, tedavi görmekte olduğu Çapa Tıp Fakültesi’nde dün hayata vedâ etti. 9 Temmuz günü ağır bir kalp ameliyatı geçiren sanatçı, bu operasyon sonrası yaşadığı tıbbî komplikasyonlar nedeniyle o tarihten beri gözetim altında tutuluyordu.

1970’lerin başlarında kurduğu “Millî Sinema” akımı ve bu akımın temel ilkelerine bağlı kalarak çektiği öncü nitelikteki sinema-televizyon filmleriyle Yeşilçam’ın tarihine damgasını vuran ünlü yönetmen Yücel Çakmaklı, yakalandığı rahatsızlıktan kurtulamayarak dün öğleden sonra hayata vedâ etti. 72 yaşındaki Çakmaklı, yaklaşık bir buçuk ay önce ağır bir kalp ameliyatı geçirmişti ve o tarihten bu yana da tıbbî gözetim altında tutulmaktaydı.

Ameliyat Sonrası Komplikasyonları Yenemedi

Artan sağlık sorunlarından dolayı yaz başında geniş çaplı bir kontrolden geçen Yücel Çakmaklı’ya “üç kalp damarının tıkalı olduğu” teşhisi konulmuş ve sanatçı 9 Temmuz Perşembe günü İstanbul-Medipol Hastanesi’nde kalp cerrahı Prof. Dr. Bingür Sönmez başkanlığındaki bir ekip tarafından ameliyat edilmişti. Bu ameliyatta, Çakmaklı’nın hemen hemen bütünüyle tıkanmış durumdaki kalp damarları değiştirildi ve yanı sıra da düzenli çalışmayan kalp kapakçığına onarım yapıldı.

Ameliyatın oldukça başarılı geçmesine karşılık, solunum ve böbrek yetmezliği gibi diğer sağlık sorunları nedeniyle toparlanmakta güçlük çeken ünlü yönetmenin durumu ilerleyen günlerde gitgide kötüleşti. Ameliyat sonrasında kısa bir süreliğine “yoğun bakım” ünitesinden normal servise alınmasına rağmen, genel sağlık tablosunun kötüleşmesi nedeniyle iki hafta kadar önce bir kez daha yoğun bakıma aktarılan Çakmaklı, son olarak geçen Perşembe günü ailesi tarafından, bir ayı aşkın bir süredir yatmakta olduğu Medipol Hastanesi’nden Çapa Tıp Fakültesi’ne nakledildi. Burada da uygulanan tedavilere olumlu cevap vermeyen Çakmaklı, son bir kaç günü “derin koma” durumunda geçirerek dün saat 16:30 sularında hayata veda etti.

Sanatçının ölümü üzerine Yeni Şafak’a bir açıklama yapan oğlu Bahadır Çakmaklı, “Sevgili babamızın bu badireyi atlatıp yeniden işine ve sevenlerinin arasına dönebilmesi için tıbbın bütün imkânlarını seferber ettik, doktorlar da yapılması gereken her ne varsa iyi niyetle yaptılar. Ancak, kendisinin ilerlemiş yaşına bağlı bazı kronik sağlık sorunları mevcuttu. Hastaneye yatmasına vesile olan kalp ameliyatı büyük oranda başarılı geçmişti, ancak solunum ve böbrek yetmezliği kaynaklı diğer sorunları, onun nekahet devresinde kendisini toparlamasına bir türlü izin vermedi. İnanmış insanlar olarak, biz de bu sonucu Yüce Yaratıcı’nın takdiri olarak kabul ediyor ve şu mübarek Ramazan ayında kendisi için bütün sevenlerinden dua bekliyoruz” diye konuştu.

Çakmaklı’nın cenazesi, 25 Ağustos Salı günü İstanbul-Fatih Camii’nde kılınacak öğle ve cenaze namazını müteakip, ailenin belirleyeceği bir kabristanda toprağa verilecek.

Daima “İlk”lerin Yönetmeni Oldu

1937 yılında Afyon’un Bolvadin ilçesinde dünyaya gelen Yücel Çakmaklı, 1959’da İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsü’nden mezun oldu. Mesleğe 1963’de, askerlik hizmetini tamamladıktan hemen sonra dönemin önde gelen gazetelerinden Yeni İstanbul’da film eleştirileri yazarak başlayan Çakmaklı, diğer yandan da uzunca bir süre Erman Film Stüdyoları’nda yönetmen asistanı olarak çalıştı. 1968’e kadar 50 dolayında filmde Dr. Arşevir Alyanak, Osman Seden ve Orhan Aksoy gibi yönetmenlere asistanlık yapan sanatçı, bütünüyle kendisinin yönettiği ilk çalışması olan “Kâbe Yolları”nı (belgesel film) 1968 yılında çekti ve aynı yıl da Elif Film şirketini kurdu. Sonraki yıllarda kendine özgü ideolojik-estetik çizgisiyle Türk sinema tarihine geçen bu öncü şirketin bünyesinde, uzun süredir teorik temellerini attığı “Millî Sinema” akımının ilk örneklerini vermeye başlayan Çakmaklı, söz konusu akımı başlatan 1970 yapımı “Birleşen Yollar” ile o dönemde Türk sinema çevrelerinde büyük tartışmalara yol açtı. Yeşilçam’ın sultanı Türkan Şoray’ın beyazperdede ilk kez “baş örtülü” olarak göründüğü film olan “Birleşen Yollar”, millî ve manevî değerlere saygı çerçevesinde senaryolar üzerinden ilerleyen “Millî Sinema” akımının da başlatıcısı olarak tarihe geçti.

Yeşilçam ortamında tek başına verdiği çetin çeviz bir mücadeleyle, 1972’de “Zehra” ve “Çile”, 1973’de “Oğlum Osman”, 1974’de “Memleketim”, “Kızım Ayşe”, “Garip Kuş” ve “Diriliş” gibi çok tartışılan, manevî mesajları ağırlıkta filmler çeken Çakmaklı, sektörde elde ettiği büyük başarı ve kazandığı yüksek saygınlık nedeniyle, o dönemde yeni yeni gelişen TRT kurumunun da dikkatini çeken bir sanatçı oldu.

1975-1990 yılları arasında TRT için birbirinden başarılı televizyon dizileri ve filmlere imza atan sanatçı, Türk sinemasına, aralarında “Çok Sesli Bir Ölüm”, “Çözülme” “Denizin Kanı”, “Küçük Ağa”, “Osmancık”, “Dördüncü Murad”, “Aliş ile Zeynep” ve “Hacı Arif Bey”in de yer aldığı pek çok unutulmaz yapım kazandırdı.

Çakmaklı, 1990’ların başına kadar ağırlıklı olarak TRT kurumu adına projeler gerekleştirdikten sonra, o dönemde, yeni kurulan Feza Film Şirketi’nin çağrısına uyarak beyazperdeye iddialı bir dönüş yaptı ve “Minyeli Abdullah”ı (1989) çekti. Yazar Hekimoğlu İsmail’in popüler bir romanından uyarlanan ve Diktatör Nasır döneminde Mısır’da yaşayan dindar bir adamın uğradığı siyasî baskıları anlatan bu yapıt, sinemayla ilişkileri öteden beri son derece sınırlı olan muhafazakâr kesimin yurdun dört bir köşesinde salonlara akın etmesini sağlayarak gerçek anlamda bir toplumsal çığır açtı; aynı zamanda elde ettiği büyük gişe başarısıyla da gösterime girdiği yılın en çok izlenen filmi oldu. Çakmaklı, uzun bir aradan sonra yeniden döndüğü sinemada yakaladığı bu göz kamaştırıcı başarı üzerine, ertesi yıl “Minyeli Abdullah-2” adıyla bir devam bölümü çekti ve o film de ilkine yakın bir ilgiyle karşılandı. Popüler sinemanın dili ve estetiğiyle maneviyatçı bir dünya görüşünün başarıyla harmanlandığı bu yapıtlar, kimi tarafgir eleştirmenler tarafından yerden yere vurulduysa da her seferinde geniş bir kamuoyu ilgisiyle karşılanıp yapımcılarına hem ciddi boyutta maddî kazanç, hem de yüksek bir prestij sundular.

Öte yandan, tıpkı filmlerinin kahramanları gibi özel hayatında da ödünsüz bir dindar olan Çakmaklı’nın, gerek sinema gerekse televizyon dünyasında attığı bu cesur adımlar, yıllar içinde Türk sinema piyasasında onun ideolojik ve estetik çizgisini takip eden bir dizi genç yönetmenin yetişmesine de vesile olacaktı.

Son yıllarında aktif yönetmenlikten uzaklaşmasına karşın, özelliklere genç sinemacılara yol gösterici olarak sektörle ilişkilerini sürdüren Çakmaklı, 10 Temmuz 2008′de TBMM tarafından “Devlet Üstün Hizmet Madalyası”na lâyık görülmüş, 19 Ekim 2008’de de Kültür Bakanlığı tarafından kendisine Türk sinemasındaki 50 yıllık hizmetleri nedeniyle “Emek Ödülü” verilmişti.

Çakmaklı, Türk sinemasında hayatın temel meselelerine mistik-maneviyatçı bir perspektiften bakan ilk yönetmen olduğu gibi, yaklaşık on yıl boyunca sürdürdüğü sinema yazarlığındaki ideolojik-estetik yönelimiyle de yine “Türkiye’nin muhafazakâr çizgideki ilk sinema yazarı” unvanına sahipti.

Yeni Şafak yayın ailesi olarak kendisine Yüce Allah’tan sonsuz rahmet, yakınlarına ve sevenlerine de başsağlığı diliyoruz. Mekânı cennet olsun.

(23 Ağustos 2009)

Ali Murat Güven

Tarantino’dan Masallar

Çocukken okuduğum ünlü masal yazarı Jean de La Fontaine’nin “La Fontaine’den Masallar” kitabını hiçbir zaman sevememiştim. Üstelik şu en meşhur masallarından birisi olan “Ağustos Böceği ve Karınca” masalını okuduğumda nasıl da öfkelendiğimi hatırlıyorum. İlkokul öğrenimim boyunca bu masal her fırsatta kutsal bir öğüt misâli tekrarlanıp durmuştu. Günün birinde Metin Demirtaş’ın “Tersinden Okunan Masallar” kitabını okuduğumda büyülenmiştim. Yüzümdeki kocaman gülümseme hâlâ hafızamda. Kitabın içindeki şu bölüm acayip hoşuma gitmişti; “Merak devrimci bir duygudur, diyor bir bilge. Çünkü değiştirir insanı, iyiye doğru. Kuşku da öyle… Bugüne değin kimi ünlü masalları okudunuz hep düzünden… İstedim ki benim yorumumla okuyasınız, bir de bu yüzünden.” O günlerden bu güne hep ve her alanda masalları tersinden okumaya çalıştım. Masalları tersinden okuyan ya da yeniden yazanlara hep büyük bir hayranlık duydum. Tıpkı Quentin Tarantino’nun son filmi Inglourious Basterds / Soysuzlar Çetesi ile tarihin tozlu sayfalarına meraklı bir çocuk dalıp bilgece yeniden yazmasına duyduğum hayranlık gibi…

Soysuzlar Çetesi’ni daha önceki işlerinde yaptığı gibi bölümlere ayıran (Bir Zamanlar Nazi İşgâli Altındaki Fransa, Soysuzlar Çetesi, Paris’te Alman Gecesi, Sinemada Çalışma ve Koca Surat’ın İntikamı) Tarantino, spagetti westernlere selâm etmeyi de sürdürüyor. Yönetmen yeni filminde her ne kadar eski alışkanlıklarını sürdürse de hem kendi filmlerine hem de sinema alemine taze bir nefes getiriyor. Ve başlıyor kendi masalını anlatmaya; Bir zamanlar Nazi işgâlinde bir Fransa varmış… İkinci Dünya Savaşı’nın artık ezberlediğimiz tarihsel iskeletine sadık kalan fakat o iskelete kendince bir elbise diken Tarantino göz alıcı bir sinema şaheseri yaratıyor. Zaten birçok yerde de ifade edildiği gibi film tarihle sinemayı kapıştırıyor ve sinemanın görkemli zaferiyle nihayete eriyor. Ayrıca filmde herkesin kendi diliyle konuşması ve dillerin sürekli değişmesi inanılmaz keyif veriyor. İngilizce, Fransızca, Almanca derken başımız dönüyor. Bir de Brad Pitt’in birkaç kelime İtalyanca konuşması sahnesi var ki yazarken aklıma geldikçe gülmekten kırılıyorum. Tabii filmdeki tek mizah, daha doğrusu kara mizah bununla sınırlı değil. Bir de Brad Pitt filmde oldukça az görünüyor onu da ekleyelim. Yani her ne kadar filmin reklâm kısmında Brad Pitt’in büyük etkisi olsa da film boyunca yönetmen sırtını Pitt’e dayamıyor. Zaten buna ihtiyacı da yok.

Yönetmenin Hitler ve yaltakçılarını bir sinema (!) içinde cayır cayır yakıp kül ettiğinden haberdarsınızdır ama filmin tek şaşırtıcı sahnesi bu değil. O yüzden filmi daha fazla açık edip heyecanı kaçırmayalım. Quentin Tarantino’nun Los Angeles’ta porno filmlere yer göstericiliği ile başlayan sinema serüveni artık zirvede. Seveni kadar sevmeyeni de had safhada olan yönetmene gelen en büyük eleştiri, film avcısı yönetmenin sinema konusundaki derin bilgisini, hatta birçok insanın hiç izlemediği filmleri belki de defalarca izlemesi ve onları kendi filmlerine uyarlaması. Bu kimilerine göre hırsızlık kimilerine de göre de otantiklik. Yeri gelmişken Altyazı Dergisi’nin Temmuz-Ağustos sayısındaki Jim Jarmush dosyasından alıntı yapayım. Dosyanın içinde Jim Jarmusch’un Movie Maker Dergisi’nde yayımlanan “Altın Kurallar”ı da Türkçeye çevrilmişti. Jarmusch’un 5 numaralı kuralını aynen aktarıyorum: “Hiçbir şey orijinal değildir. İlham uyandıran ya da hayal gücünüzü kamçılayan her şeyden çalıp çırpın. Eski filmleri yiyip yutun, yeni filmleri, müziği, kitapları, mimariyi, köprüleri, sokak levhalarını, ağaçları, bulutları, nehirleri, gölleri, ışığı ve gölgeleri yiyip yutun. Eğer bunu yaparsanız çıkardığınız iş (yaptığınız hırsızlık) otantik olur. Otantiklik paha biçilmezdir özgünlük diye bir şey ise yoktur. Hırsızlığınızı gizlemeye tenezzül etmeyin hatta gerekirse herkesin gözüne sokun. Her halükârda, Jean Juc Godard’ın ne dediğini hiçbir zaman unutmayın; bir şeyi nereden aldığınız değil onu nereye götürdüğünüz önemlidir.” Hırsızlık olayını tam anlamıyla gerçekleştiren -hatta orijinalleştiren-, fena halde dalgacı, şımarık, çok bilmiş ve çılgın yönetmen Quentin Tarantino olgunluk dönemi filmi Inglourious Basterds ile sahalara harika bir dönüş yapıyor. Soysuzlar Çetesi’nin emanetlerini çok ileriye taşıdığına da hiç şüphe yok.

(20 Ağustos 2009)

Gizem Ertürk

Mustafa Altıoklar’a Cevap: Ev Sahibini Bastırmak Diye Buna Denir

Birgün Gazetesi’nin 10 Ağustos 2009 tarihli sayısında, Zahit Atam’ın yaptığı “Mustafa Altıoklar’ın Hikayesi: Basın ve Linç” başlıklı söyleşide, Altıoklar sinema eleştirmenlerine yine veryansın ediyor; bu arada “Asansör”ün çalıntı olduğuna dair suçlamalar bahsinde benim ismimi anıyor. (Sadece ön adım geçiyor, ama sinema yazarları çevresinde hiç adaşım olmadığı için kimi kastettiği açık.) Beni neredeyse “müfteri” konumuna iten itham ve iddialarına karşılık, cevap hakkımı kullanarak aşağıdaki açıklamayı yapma ihtiyacı duyuyorum.

Gazetede tam sayfa yayımlanan söyleşinin önemli bir bölümü, yönetmenin toptan bir mağduriyet psikolojisi içinde basın tarafından linç edildiği, dışlandığı, görmezden gelindiği iddialarına ayrılmış. Bu konudaki en güçlü dayanağı da, “Asansör”e yöneltilen hırsızlık suçlamaları olmuş. Altıoklar’ın, filmleri eleştirmenler tarafından kıyasıya eleştirilmiş, ‘en kötü 10 Türk filmi’ listelerine alınmış, (söyleşi dizisinin başlığında belirtildiği gibi) “dertli” bir yönetmen olması ayrı bir konu. “Asansör”ün senaryosunun çalıntı olduğu gerçeği ise, tamamen ayrı ve daha ciddi bir mesele. Birinin varlığı ötekini dışlamaz.

“’Asansör’ filmi bir Fransız yazarın ‘Yırtıcıların Alacakaranlıkta Savaşı’ adlı bir romanından çok etkilenerek, ama o romanı alıp büyük oranda değiştirerek yapılmış bir filmdi” dedikten sonra şunları anlatıyor Altıoklar: “Filme konu olan [‘romanı konu alan’ demek istiyor] bir başka Belçika filmi varmış, ondan haberim bile yoktu. Ben filmin post-prodüksiyonunu bitirirken haberim oldu, Cine 5 göstermiş. Filmi çekerken o filmi görmemiştim bile. Filmi montajdan sonra izledim. Romanı birebir sinemaya aktarmışlardı. Film Cine 5’te yayınlanır yayınlanmaz bizim çok akıllı eleştirmenlerimiz şöyle bir başlık attı: ‘Yavuz Hırsız’. Ve bu 8 sütuna manşetti. Kişiliğime hakaret var, yaptığım işe hakaret var, esere hakaret var. Kim olduğunu hatırlamıyorum, günahını almayayım ama Necati gibi kalmış aklımda.”

Altıoklar doğru hatırlıyor, o yazıyı ben yazmıştım. Sekiz sütuna manşet değildi, başlığı da tam öyle değildi, ama bunlar ayrıntı… Asıl şu konuda yanılıyor; sözkonusu yazı “Asansör”ün Belçika yapımı filmle değil (filmi henüz görmemiştim), Henri-Frederic Blanc’ın çok beğendiğim romanıyla olağanüstü benzerliği üzerineydi. O zaman kitabı okumuş “Asansör”ü de sonuna kadar izlemiş biri olarak, bugün yine hiç tereddütsüz savunacağım gibi, filmin kitaptan intihal olduğunu yazmıştım. Hoş, bu konuyu benden başka bir çok yazar/izleyici dile getirdi. Kitabı bilenler kitaptan, öteki uyarlamayı görenler ise filmden arak olduğunu yazıp çizdi. O zamanki yazılar internette mevcut değil, ama şimdi bile kitabın adıyla “asansör” kelimesini google’a girip arama yapınca, bu yönde pek çok kanaata rastlanabilir. (Bir okur mektubu: “Kitabı alıp okumaya başladığımda hayal kırıklığına uğradım. Çünkü kitap 1999’da Mustafa Altıoklar’ın çektiği ‘Asansör’ filmi ile aynı içerikteydi. Birkaç nokta hariç benzerlik cidden had safhadaydı.” Ya da bir Eksisözlük yazarının görüşü: “[roman] ‘vahşi oyunlar’ adıyla sinemaya uyarlandı. mustafa altıoklar’ın ‘asansör’ denen rezilliği de bu filmden uyarlandı ya da araklandı.”)

Mustafa Altıoklar, muhteşem bir savunma mekanizmasıyla, bu eleştirileri şöyle gerekçelendiriyor söyleşide (gramer hatalarına dokunmadan aktarıyorum): “Kendi zekâlarından biraz -megaloman da bir söylem de olsa söylemeden geçemeyeceğim- daha zeki olan bir zekânın karşısında saygı duymak yerine dayak atmak gibi bir ilkellik bu.”

Kitabı okuyan ve ortalama bir zekâya sahip olan herkes (Altıoklar gibi “zeki bir zekâ” olması gerekmiyor), filmi izlediğinde bu kitabın uyarlaması ile karşı karşıya olduğunu anlar; aradaki fark, filmin romanın yapısını aynen alıp içeriğini tamamen boşaltan çok kötü bir uyarlama olması. Hakkını yemeyelim; yönetmen ince bir zekâ kıvraklığıyla “Asansör”ün jeneriğine “falanca romandan esinlenilmiştir” diye bir not eklemişti. Ne var ki bu, senaryonun intihal olduğu gerçeğini değiştirmez. Siz kalkıp bir romanın dramatik yapısını ve hikâye örgüsünü yağmalayıp bundan bir film yapacaksınız; sonra da “esinlendim işte canım” deyip işin içinden çıkacaksınız. Senaryoya da kendi imzanızı atacaksınız. Altıoklar ne derse desin, dünyanın her yerinde bunun tek bir adı var: İntihal!

“Adaptation pirate turque!”

Kitabı okuyup filmi izlememiş olanlar, dilerse bütün bu dediklerimi yine de “iddia” olarak kabûl edebilir. Acaba ‘ev sahibi’, yani romanın yazarı bu konuda ne düşünüyor? Bunu merak edenler, lütfen internete girip şu linke tıklayıversin:

http://theatre-namur.be/press/151648660886_press.doc

Karşınıza Henri-Frederic Blanc’ın kendi yazdığı bibliyografisi çıkacak. (Üzerinde adres ve telefonları da yazıyor, meraklısı arayıp doğruluğunu teyit edebilir.) Yazarın yazdığı tüm eserler, onlardan yapılan uyarlamalar, vs ile birlikte listeleniyor. “Combat de fauves au crepuscule”ün, yani dilimize Halil Gökhan tarafından çevrilen “Yırtıcıların Alacakaranlıkta Savaşı”nın altında da, kitaptan yapılan film, tiyatro, dans, vb. uyarlamalar arasında, gelin görün ki “Asansör”ün de adı geçiyor! Ama aynen şu şekilde:

“Adaptation cinématographique pirate turque de Ozen Film (Asansör, de Mustafa Altioklar, 1999)” Türkçe meali: “Özen Film tarafından Türk korsan sinema uyarlaması (Asansör, Mustafa Altıoklar, 1999)”

Gördüğünüz gibi, Altıoklar’ı linç etmeye meraklı olan sadece bizim eleştirmenler değilmiş. Şimdi Altıoklar’a düşen, ya bu ağır “iftira”dan ötürü romanın yazarı Blanc’i dava edip kendini aklamak, ya da meslek hayatı boyunca bu gerçekle birlikte yaşamaktır. Bugün, tüzüğünde herhalde korsanla mücadele misyonu da bulunan Film Yönetmenleri Derneği gibi bir kurumun başkanı olması ayrı bir ironi tabii…

(20 Ağustos 2009)

Necati Sönmez

Tarantino’dan Bir Armağan

Soysuzlar Çetesi (Inglourious Basterds)
Yönetmen-Senaryo: Quentin Tarantino
Kurgu: Sally Menke
Görüntü: Robert Richardson
Oyuncular: Brad Pitt (Aldo Raine), Mélanie Laurent (Shosanna Dreyfus), Christoph Waltz (Albay Landa), Diane Kruger (Bridget von Hammersmark), Daniel Brühl (Zoller), Eli Roth (Çavuş Donovitz), Jacky Ido (Marcel), Sylvester Groth (Goebbels), Martin Wuttke (Hitler), Julie Dreyfus (Francesca), Til Schweiger (Çavuş Stiglitz)
Yapım: Universal-Weinstein (2009)

Sinemanın büyük yönetmenlerinden Quentin Tarantino’nun 2. Dünya Savaşı atmosferinde geçen hayali filmi ‘Soysuzlar Çetesi’, sinema anlarıyla sinemaya bir armağan film gibi. Unutulmaz ve belleğe yazılan görüntülerin olduğu bu film Tarantino sinemasında bir başyapıt belki de.

Quentin Tarantino, hem geçmiş filmlerini çağrıştıran hem de farklı bir filmle geldi. 62. Cannes Film Festivali’nde “Altın Palmiye” için yarışan “Inglourious Basterds-Soysuzlar Çetesi”, 2. Dünya Savaşı yıllarında Fransa’da geçiyor. Filmin açılışı da gerçekten vurup geçiyor sinema adına. Tarantino, 2004 yapımı “Kill Bill I-II” filmindeki gibi hikâyelere bölmüş filmini. Her bölümün bir adı var, tıpkı “Kill Bill”deki gibi. Tarantino, bu filminde geçmişteki kendi filmlerinin ruhuna da dokunuyor. Sinemada “spagetti western”in büyük ustası Sergio Leone’ye de selâm gönderiyor yer yer. Tarantino, bir an seyirciye Leone’nin (1929-1989), “spagetti üçlemesi”nin son filmi 1966 yapımı “The Good, the Bad and the Ugly-İyi, Kötü ve Çirkin” filminin ruhunun içerisinde dolaşıyormuş duygusunu da yaşatıyor. Filmdeki “iyi” Shosanna, “kötü” Aldo ve “çirkin” de Landa… Fonda, Ennio Morricone’nin tadını veren müzikler de duyuluyor. Tarantino filminde Ennio Morricone ustanın başka filmlerde kullandığı bestelerini de kullanmış. Bunun yanında Dimitri Tiomkin, Charles Bernstein, Elmer Bernstein, Lalo Schifrin gibi ustaların da çeşitli filmlerde kullanılmış bestelerine de yer vermiş Tarantino. Ne chansonlar, ne de 2. Dünya Savaşı yıllarındaki Fransız direnişçilerinin dinlediği ve onları anlatan bir müziği de kullanmamış yönetmen.

Birinci Bölüm (Bir zamanlar Nazi işgâli altındaki Fransa): Gözünden hiçbir şey kaçmayan zeki ve acımasız “Yahudi Avcısı” Albay Hans Landa, Perrier LaPadite’in (Denis Menochet) çiftliğine gelir. Landa, duygulara ve ortamlara göre hareket eden, ardından da ulaşmak istediği bilgilere rahatça ulaşan biri. Sanki “an”ların tadını çıkartıyor Landa. Yahudi komşuları Dreyfusleri evinin mahzeninde saklayan LaPadite, bir noktadan sonra gözyaşları içinde konuşmak zorunda kalıyor. Bir genç kız olan Shosanna Dreyfus, bu katliamdan kurtuluyor. Paris’te teyzesinden kaldığını söylediği sinema salonunu işletiyor. En büyük yardımcısı da, belki de sevgilisi, siyahi makinist Marcel.

İkinci Bölüm (Soysuzlar çetesi): Başını Lando’nun çektiği Yahudi Amerikan askerlerinden oluşan “Soysuzlar Çetesi”, Nazi askerlerini buldukları yerde infaz ediyorlar. Lando, çetesine kuralları söylerken Apaçiler gibi Nazilerin derilerini yüzmelerini söylüyor. Çete çok acımasız ve irkiltici bir şiddetle Nazileri öldürüyor. Çavuş Donny Donowitz, elinde beyzbol sopasıyla vahşice ve acı içinde inleterek katlediyor Nazileri. Bir grup Nazi’yi katleden çete, kendilerine ispiyonculuk yapan bir askeri serbest bırakıyorlar. Ama önce Lando’nun askerin alnına bıçağıyla “gamalı haç” imzasını attıktan sonra. Asker, Hitler’e gidiyor ve çeteyi anlatıyor. Tarantino, Hitler’i komik ve karikatürize biçimde yansıtmış. Bazı anlarda neredeyse ne kadar da sevimli diyorsunuz. Çavuş Stiglitz, 13 gestapoyu öldürmüş. Çavuş Donny’yse Nazi öldürmeye gelmiş Bostonlu bir Yahudi berber.

Üçüncü Bölüm (Paris’te Alman gecesi): Birinci bölümde Landa’nın katliamından kurtulan Shosanna, Paris’te teyzesinden kaldığını söylediği sinemayı makinist Marcel’le işletiyor. Shosanna, Emmanuelle Mimieux kimliğine bürünmüş. Shosanna, afişin yazılarını sökerken yanına bir Alman eri Fredrick Zoller geliyor. Shosanna’nın büyülü güzelliğinden etkilenen Zoller, binanın tepesinde tek başına bir keskin nişancı gibi “düşman” askerlerini öldürmüş ve kahraman olmuş. Gesatpo, onun bu kahramanlığını “üstün ırk” Alman halkına göstermek için sinemaya bile uyarlanmış “Ulusun Gururu” adıyla. İşte bu filmin Paris’te galası yapılacak ve üstelik galaya Hitler de gelecek. Shosanna ve Soysuzlar Çetesi’nin bu gala için birbirinden habersiz plânları uygulamaya geçiyor gecikmeden. Nazilerin Propaganda Bakanı Joseph Goebbels, galayı Shosanna’nın sinemasına aldırıyor. Böylece her şey daha da kolaylaşıyor. Shosanna, propaganda filminin arasında kendi çektiği filmi ekliyor.

Dördüncü Bölüm (Sinemada Çalışma): Soysuzlar Çetesi’nden Wicki, Stiglitz ve sinema eleştirmeni Hicox Alman sinemasının önemli kadın oyuncularından Bridget von Hammersmark’ın gece verdiği randevu için bodrum katındaki La Louisiana barına giderler. Hiç hesapta olmayan Nazi askerleri de orda olunca her şey karışıveriyor. Nazi askeri Wilhem baba olunca bir kutlama yapıyor askerler bu mekânda. Sonu kanlı bitiyor bu bardaki muhabbetlerin. Plân değişince Aldo, Donny ve Omar, İtalyan sinemacılar gibi galaya gidiyorlar Hitler’e suikast için.

Beşinci Bölüm (Koca Surat’ın intikamı): Albay Landa, La Louisiana’daki katliamda bulduğu Bridget von Hammersmark’ın topuklu ayakkabısını galada Bridget’e “Külkedisi” gibi giydirince orada bir şeylerin ters gittiğini anlıyor. Kendini İtalyan sinemacılar olarak tanıtan Soysuzlar Çetesi’nin başı Aldo’yu tutukluyor. Shosanna da plânını uygulamaya başlıyor. Kaos içinde Hitler’le Goebbells ve birçok insan ölüyor. Filmin final bölümü de çarpıcı.

Sürprizlerle dolu anlar…

62. Cannes Film Festivali’nde Avusturyalı oyuncu Christoph Waltz, Albay Landa karakteriyle “En İyi Erkek Oyuncu” ödülünü almıştı. Waltz, Tarantino’nun filminde hayatının performansını ortaya koyuyor. Sadece oyunculukla da değil. Anadili Almancanın yanında Fransızca, İngilizce ve İtalyancayı da da muhteşem bir akıcılıkla konuşuyor bu filmde. Yabancı dilleri konuştuğu sahnelerde en az anadili kadar başarılı olan Waltz, Cannes’daki bu ödülünü hak etmiş. Tarantino, bu filmiyle başta Fransa olmak üzere, Avrupa’nın sinema kültürüne daha yakın olduğunu da hissettiriyor seyircisine. Sinema önünde Shosanna’yla Zoller’in ilk karşılaşmalarındaki konuşmalar insanı heyecanlandırıyor. Shosanna, Fransızların dünyanın tüm yönetmenlerine değer verdiğini söylüyor bu anda. Tarantino’nun bu filminde hiçbir şeyi tahmin edemiyorsunuz. Zihninizde tasarladığınız hiçbir şey gerçekleşmiyor. Gerçekten “Soysuzlar Çetesi”, zeki ve yaratıcı bir şiddet yüklü hayali film. Onca kanın ve şiddetin olduğu bu filmde kahkahalarla güldüğünüz sağlam mizah da var. Tam bir kara mizah bu. La Louisiana’daki bölümlerde bir an kendinizi, yönetmenin ilk filmi, 1992 yapımı “Reservoir Dogs-Reservuar Köpekleri”nin ruhunun içindeymişsiniz gibi hissediyorusunuz. Hatta “geriye dönüşler” bile bu duyguyu yaşatıyor. Yönetmen, 1994 yapımı “Pulp Fiction-Ucuz Roman” filmindeki gibi sekans tekniğini öne çıkarmış. Bu yüzden bazı anlar insanın zihninde kalıyor. Sinemada son zamanlarda gördüğümüz en muhteşem açılışlardan olan birinci bölümdeki katliama kadarki sekans çok çarpıcıydı. La Louisiana bölümündeki tüm bir sekans da. Dördüncü bölümdeki Shosanna’nın göründüğü bazı anlar, büyük yönetmen François Truffaut’nun ruhuna dokunduruyordu. Hatta Jean-Luc Godard sinemasının tadı bile vardı bu sinema anlarındaki sekansta. Tarantino, tüm bir Avrupa sinemasına, hem kelimelerle hem de görüntülerle bir saygı sunuşu yapmış “Soysuzlar Çetesi”yle. Gerçekten bu film, “Ucuz Roman” kadar çarpıcı ve unutulmaz. Belki de bir başyapıt. Bu sinemaskop filmi sinema perdesinde görünce o anların tadını çıkartabiliyorsunuz. Bu armağan film görülmeli. Tarantino, “Inglourious Basterds” adını, İtalyan yönetmen Enzo Girolami Castellari’nin 1977 yapımı “Quel Maledetto Treno Blindato” (Kahrolası Zırhlı Tren) filminden esinlenmiş. Yönetmen Castellari’nin bu filmi Amerika’daki sinemalarda “The Inglourious Bastards” olarak gösterilmiş. Yani, “Şerefsiz Piçler” adıyla…

(19 Ağustos 2009)

Ali Erden

21 Ağustos 2009 Haftası

“Soysuzlar Çetesi”, alternatif bir tarih yaratarak, 2. Dünya Savaşı’nda milyonlarca insanı mahveden Üçüncü Reich’ın diktatörü Hitler ile önde gelen adamlarını bir sinema salonunda peliküllerin yanması marifetiyle yok ediyor; Avrupa’nın ormanlık alanlarında avladıkları Alman askerlerinin kafa derilerini yüzen Amerikalı Yahudileri de en az Naziler kadar vahşileştiriyor. Nasıl? Çok mu uçuk? Ama itiraf etmek gerekirse, göze ve kulağa hoş geliyor.

Her bölümü değerli ve lezzetli (örneğin ilk bölüm bir küçük başyapıt) bu Tarantino filmi, bolca mizah, çok önemli sinema oyunculuğu dersleri (örneğin, sorguladığı kişinin -adeta hipnotizma ile- aklına ve ruhuna sızan ‘Yahudi avcısı’ Nazi rolünde Christoph Waltz), sağlam bir tarihsel altyapı içeriyor; ‘spagetti western’, ‘film noir’gibi türlerle sevişiyor: Bilinen konulara farklı açılardan bakıp yorumlamak gibi sinemayı sanat yapan bir ilkenin, izleyeni tatmin eden örneği. Yönetmen denli, yapımcıların ve teknik ekiplerin zaferi!

“O’Horten”, demiryolu işletmesinden emekli olduktan sonra, yaşamın dakik ve düz bir çizgiden değil, bilakis, eğri büğrü bir seyirde çılgınlıklar, hüzünlü uçarılıklar, sürpriz serüvenlerden oluştuğunu keşfeden adamın soğuk iklimde geçen sıcak öyküsü. Her an bitebilecek mevcudiyetimizin değerini bilmek ve tekaüde ayrılmayı beklemeden kalp atışlarımızı fark etmek üzerine, her öğesi yerli yerinde bu Norveç filmi, tipik bir minimal sinema örneği.

“Gerilim Hattı”, Hırvatistan’ın dağlık bölgesinde sarp yamaçlarla kayalıklara tırmanıp uçurumlardan geçerek adrenalin seviyelerini yükselten beş genç insanın, önce içlerinden birinin yükseklik kaynaklı ölüm korkusunu aşması ve sonra da bir dağ adamının taze avı olmamak için verdikleri mücadelede, ‘bir taşla iki kuş vurulmuş’. Yolculuklarında, irtifanın artışına paralel kendi içlerindeki gerginliğin de tırmanması ve gerilimin, giderek, ‘slasher’ türü korkuya yer açması ile geniş bir kitle hedeflenmiş; fakat çekimlerin canlılığına karşın hikâyenin bayatlığı aşılamamış.

(19 Ağustos 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Kan Gölü: Bu Sefer Dehşetin Kaynağı Başka…

Kan Gölü sıradan bir gerilim filmi diye başına geçilen ve gitgide içinden çıkılmaz olan sıkı bir gerilim filmi. Filmin İngilizce adı tam da İngilizlere özgü bir ironiyi içeriyor: Eden Lake, Cennet Gölü anlamına geliyor. İki sevgilinin cennette gibi geçirmeyi plânladığı bir haftasonu tatili gitgide bir kan gölüne dönüşüyor ve Türkçe adını buluyor.

Romantik Steve, kız arkadaşı Jenny’yi tatlı bir haftasonu geçirmek için kamp yapmaya götürüyor. Kamp yeri olarak da yakında inşaatlarla doğası bozulacak olan maden gölünü ve onu çevreleyen ormanı seçiyor. Asıl amacı tatillerinin en güzel anında Jenny’ye evlenme teklif etmek. Maalesef ki hiç bir şey hesapladığı gibi gitmiyor.

Böyle bir filme gidince ilk olarak ya doğaüstü güçleri olan canavarlar ya da Halloween’in Michael Myers’ı veya 13. Cuma’nın Jason Voorhees’i gibi eli baltalı-bıçaklı bir katil bekleniyor. Oysa hiç biri değil. Bu film tarzıyla ve anlattıklarıyla daha çok Haneke filmlerini anımsatıyor. Kana susamış canavarlar herkesin en masum gördüğü canlılar olan çocuklar.

Kasabanın İngiliz alt ve orta sınıfından ailelere mensup çocukları yaz tatillerini göl çevresinde geçiriyorlar. Bisikletleriyle gölün çevresindeki avuçlarının içi gibi bildikleri ormanda vızır vızır dolaşıyorlar. Daha ilk günden göl başında kamp yapmaya gelen Jenny ve Steve’in huzurunu kaçırmaya başlıyorlar. Önce dinledikleri müziğin sesini yükseltiyorlar, ardından küfrediyorlar. Gerilimin dozu ince ince arttırılıyor. Basit tacizler gitgide akıl almaz vahşete dönüşüyor. Filmin asıl gerilimini ise bu oluşturuyor: Yok canım, iki üç masum çocuk bu kadarını da yapmaz dediğimiz şeylerin bal gibi de yapılabileceği, hatta büyük ihtimalle olduğu hissi.

Kan Gölü hepimizin hayatında olağan olan öğelerle dev bir gerilim hattı oluşturuyor. İzlerken kâbusun bitmesi için dua etmeye başlıyorsunuz ama aslında kâbusun tüm hayatınıza yayıldığını fark ediyorsunuz. Filmin kadın oyuncusunun her kurtulma ümidinde, başına şimdi ne gelecek endişesiyle doluyorsunuz. Tam bitti derken aslında tüm ümitlerin suya düştüğünü anlıyorsunuz.

Jenny rolündeki Kelly Reilly, Jenny’nin dönüşümünü çok iyi sergiliyor. Tatlı, duyarlı, anaokulu öğretmeni Jenny’nin tehlike karşısında, mecbur kalınca, her gün sevgiyle kucakladığı çocuklara karşı mücadele savaşı açması görülmeye değer. Filmin başında çifti arabada radyo programları dinlerken izliyoruz. Radyo programlarında çocuk yetiştirme ve eğitim sistemi üzerine bol bol yorum yapılıyor. Filmin temelleri incelikle atılıyor. Jenny her gün güvenli ve korunaklı sınıf ortamında eğitmeye çalıştığı çocuklarla sınıf-dışı dünyada karşılaştığında kuralların değiştiğini görüyor. Haneke’nin sosyal gerilim dünyasına biraz da Sineklerin Tanrısı sosu eklenince gerilim en üst düzeye tırmanıyor. İnsanın kafasında “çocuktur yapar mı diyelim?”, “eğitimsizlik mi bunlara sebep oluyor?”, “günümüz toplumlarının doğadan koparak vardığı nokta bu mudur?” gibi bir çok soru dolaşıyor. Soru tohumları ustalıkla atılıyor ve uçları açık bırakılıyor. Çünkü gelişen olayların kaynağı ne sadece çocukların çocuk olması ne de eğitim seviyeleri… Filmin sonunda sorunun kaynağının sadece çocuklar olmadığı, bunun çok basit bir çıkış olacağı, çocukların sistemin sadece dişlilerinden biri olduğu ve aslında sistemin tüm dişlilerinin içiçe geçerek işlediği vurgulanıyor.

Kan Gölü küçük bütçeli, az mekânlı, az oyunculu ama dolu dolu bir film. James Watkins hem senaryosunu yazmış hem de yönetmenliğini yapmış. İlk yönetmenlik çalışması olan Kan Gölü’nde çok başarılı olduğunu söyleyebiliriz. İzlenmeye değer bir film. Yine de eğer korku filmi seyredip, çıktığınızda da gülüp geçmeyi plânlıyorsanız başka bir film seçmenizi tavsiye ederiz. Filmi seyrettikten sonra uzun bir süre iç geriliminiz ve değerlendirme çalışmalarınız devam ediyor.

(17 Ağustos 2009)

Nur Özgenalp

Franklyn: İki Dünya Arasında Gidip-Gelenler İçin…

Yönetmen Gerald McMorrow’un ikinci filmi olan Franklyn bir çok farklı öğenin karışımından oluşan bir film. Öncelikle Franklyn iki ayrı dünya arasında içiçe geçen öyküleri anlatıyor. Dünyalardan biri günümüz Londra’sı, diğeri de Meanwhile City adındaki, inanç ve dinin hüküm sürdüğü, hem geçmişten hem de gelecekten sinyaller veren bir metropol. Meanwhile City’de bir inancı ya da dini olan kişi kendine yer bulabiliyor. Herkes istediği inancı seçebiliyor ya da istediği zaman inancını değiştirebiliyor. Önemli olan sonunda bir inancının olması. Londra’da inancını yitiren insanlar dolaşırken, Meanwhile City’de bir inanç patlaması yaşanıyor.

Franklyn’in dört ana karakteri var. Körfez Savaşı gazisi Esser, Meanwhile City’de kayıp oğlunu arıyor. Aynı zamanda koca Meanwhile’ın inançları reddeden tek üyesi dedektif Preest intikam peşinde koşuyor. Başına kimliğini belli etmeyen bezden bir maske takan Preest, Individual (birey) adındaki suçluyu arıyor. Tüm bunlar olurken günümüz Londra’sında Milo evleneceği kadın tarafından terk ediliyor. Milo tekrar aşk, sevgi gibi güçlü duyguları hissedebilecek mi anlamaya çalışıyor. Güzel sanatlar öğrencisi Emilia, tüm ruhsal halini içine boca ettiği intihar konulu sanat projeleri üretiyor. Bir yerden sonra projelerin mi ruh halini oluşturduğu, ruh halinin mi projeleri oluşturduğu belirsizleşiyor ve tıpkı bu paralel iki dünya gibi Emilia’nın da dünyası birbirine geçmeye başlıyor.

Franklyn film okumaktan zevk alan birisi için bol sembolik malzeme barındırıyor. Aslında herkes kendine has tanımı olan bireyi arıyor ama birey olmak suçlu olmak anlamına geliyor. Herkesin popülerleştirdiği inanç sistemleriyle ortak noktalarda buluşup, kendilerini dev aileler içinde hissettikleri bir ortamda birey olmak dışarıda kalmak anlamına geliyor. Preest bir kelime oyunu olarak İngilizce Rahip anlamına gelen Priest’e çok benzer bir isim taşıyor. Kendi isminin tanımı bir inanç sisteminin temsilcisiyken kendisi inancı reddediyor. Preest de aslında içinde bulunduğu ortamın biricik değer yargısını, yani inanç sistemlerini reddederek bireyleşiyor ve peşinde olduğu kişiye dönüşüyor. Aynı şekilde Emilia da sürekli intihar üzerine proje üretiyor ve intihar ediyor. Yalnız her intihar denemesine başlamadan önce ambulansı arıyor ve kendisini kurtarmalarını sağlıyor. Sanat üretmek kendinden sonraki nesillere yaratılan ürünle kalmaktır. Yani bir çeşit ölümsüzlüktür. Emilia intihar ederek ölümsüzleşmeye çalışıyor.

Franklyn ilginç bir deneme. Tüm bu sembollerle filmi seyretmek ve okumaya çalışmak bir noktaya kadar eğlenceli. Yönetmen bize İngiliz bilim kurgu, Film Noir ve çizgi romanvari bir atmosferi başarıyla içiçe sunuyor. Yalnız öyküler birbirlerine öyle karışıyorlar ki sondaki süprizi fark etmek zorlaşıyor. Filmin tüm ihtişamlı atmosferine karşın izlenmesi epey zor. Film sanki uzuyor ve gitgide sıkıcılaşıyor. Sıcak yaz günlerinde karanlık bir sinema salonunda, çoğunlukla soğuk renklerin kullanıldığı bir film izleyip biraz serinlemek isteriz diyenler deneyebilir.

(16 Ağustos 2009)

Nur Özgenalp

Bu Macera “Cannes”lı Olacak

61. Cannes Film Festivali’nde “En İyi Yönetmen” ödülü kazanan Nuri Bilge Ceylan, başka yönetmenlerin filmlerinden esinlenir mi? O, katı ahlâkçı ve ikiyüzlü bir yönetmen mi? Ama, bir şey var, o iyi bir yönetmen…

Nuri Bilge Ceylan, Yılmaz Güney’den sonra en heyecan verici yönetmenlerden biri belki de. Dünyada da Yılmaz Güney’den sonra en çok adı duyulmuş sinemacımız. Hem Güney hem Ceylan, kaderin yolları birleştirdiği gibi ikisi de Cannes’da ödül kazandılar. Güney, Şerif Gören’in yönettiği “Yol”la 1982’de “Altın Palmiye” alırken, Ceylan da, tam 26 yıl sonra yine Cannes’da “Altın Palmiye”den sonraki en büyük ödül olan “En İyi Yönetmen” ödülünü kazandı “Üç Maymun”la. Ceylan’ın Cannes’la siyah-beyaz kısa filmi “Koza”yla tanıştı. Ardından da çektiği her film ödül kazandı. Ceylan’la Cannes’ın aşkı yıllara dayanıyor. Bu aşktan kazanan Ceylan ve sineması olacak. Cannes, Ceylan’a Avrupa sinemasında eserler ortaya koyması için fırsatlar yaratacak belki de. Böyle olacaksa gerçekten heyecan verici bir şey bu.

Ceylan, “Üç Maymun” filmine kadar, hep ailesinin ve bildik çevresinin etrafında kurdu filmlerini. “Uzak” ve “İklimler” filmlerinde bildiği sokağın dışına çıkmayı denedi. En azından mekânlarını değiştirdi. Ama, “Üç Maymun” onun tümüyle sokağının dışına çıktığı bir ilk film. 1999 yapımı “Mayıs Sıkıntısı” filminde, 1995 yapımı kısa ve siyah-beyaz filmi “Koza”nın ortaya çıkmasının macerasını anlattı. “Mayıs Sıkıntısı” filminde dingin ve sakin anlatımı vardır Ceylan’ın. Uzun plân-çekimler, durgun geçen zaman, doğal oyunculuk hemen dikkati çekiyordu filmde. Bu filmde Andrey Tarkovski’nin ruhunun dolaştığını hissediyorsunuz. Bu ruh Ceylan’ın tüm filmlerinde var. Ama, Tarkovski’nin filmlerinde mistik ve ruhani derinlikler de var. Elbette Ceylan’dan bunları beklemek ona bir haksızlık olabilir. Ceylan’ın ilk uzun filmi 1997 yapımı siyah-beyaz “Kasaba”nın hikâyesi de Ceylan’ın doğduğu yerlerde geçiyordu. Ceylan, üç kuşağın hikâyesini anlattı bu filminde. “Kasaba”, en büyük ödülünü 1998 yılında Berlin Film Festivali’nde “Caligari Ödülü”yle aldı. “Koza”, “Kasaba” ve “Mayıs Sıkıntısı” filmleri, tümüyle ailesinin ve bildiği mekânlarda doğdu. Ceylan, 2002 yapımı “Uzak” filmiyle kasabasının, sokağının dışına çıkmaya çalıştı ve bir başka bildiği mekânlara gitmek istedi. Yine de çevresinde tanıdığı insanlar vardı. Mekânları İstanbul’da olsa bile. Sokağın dışına çıkma çabası 2006 yapımı “İklimler”de iyice belirginleşti. 2008 yapımı “Üç Maymun”la da başka sokaklarda dolaşmaya başladı. Annesini, babasını, kuzenini, eşini filmlerinde oynatan Ceylan, “Üç Maymun”la daha profesyonel oyunculara yöneldi. Sonra da 61. Cannes Film Festivali’nde “En İyi Yönetmen” ödülünü aldı. Ceylan törende ödülünü alırken, “Benim yalnız ve güzel ülkeme ithaf ediyorum” dedi konuşmasında. İnsanların yurtlarını sevmelerine hakkı var. Ceylan, 1995 yılında “Koza”yla Cannes’ın “Uluslararası Kısa Film Yarışması”nda ilk ödülünü almıştı. 2003’te “Uzak” filmiyle “Büyük Jüri Ödülü”nü alırken, başoyuncuları Mehmet Emin Toprak ve Muzaffer Özdemir, “En İyi Erkek Oyuncu” dalında ödülü paylaştılar. 2006’da 59. Cannes Film Festivali’nde “İklimler” filmiyle “FIBRESCI Ödülü”nü aldı Ceylan. Son olarak “Üç Maymun”la kazandığı “En İyi Yönetmen” ödülü, onun Cannes’da kazandığı dördüncü ödül oldu. Ceylan, yurtiçinden ve yurtdışından başka festivallerden de ödüller almayı sürdürdü. Ama, hiçbir aşk Cannes aşkı gibi derin ve anlamlı olmadı. Çünkü Cannes onu dünya sinemasının kollarına bırakıyor. Ceylan, “Üç Maymun” filmiyle 81. Akademi’de “En İyi Yabancı Film” dalında ilk dokuza kalmıştı ve az bir farkla Oscar’a aday olamamıştı. Amerikalılar Ceylan’ı çok sevdi. Coen kardeşler de. 60. Cannes Film Festivali’nin şerefeine bir dolu ünlü yönetmenin bir araya gelmesiyle otaya çıkan “Chacun son Cinéma-Herkesin Kendi Sineması”nda Coen kardeşler “World Cinema” kısa filmleriyle Ceylan’a ve “İklimler” filmine selâm göndermişlerdi. Ceylan, 62. Cannes Film Festivali’nde de jüri üyeliği de yapmıştı.

Uzakta bir iklim…

“Uzak” filmi, Ceylan’ın ahlâkçı taraflarının az çok yansıttığı bir filmdi. “Uzak”ta burjuvalaşmaya çalışan yabancılaşmış bir fotoğraf sanatçısını anlatıyordu. Ceylan, kasabada bıraktığı insanları şehre taşımış bu filminde. Fotoğrafçı Mahmut, gemilerde iş bulmak umuduyla İstanbul’a, yanına gelen akrabası genç Yusuf’a soğuk davranıyor. Öyle ki, aşağılıyor onu. Fotoğraflar çekiyor. Ceylan, bu filminde Tarkovski’yi de andı “Stalker-İz Sürücü”yle. Filmdeki görüntüler, Ceylan’ın fotoğrafçı ruhunu da iyi yansıtıyordu. Karlı İstanbul manzaraları, Rus sinemasının şiirselliğini perdede yeniden yaratıyordu. Çok az Türk filminde imgeler insanın zihninde kalıyor. Bu filmde, karlı ve soğuk İstanbul’da Mahmut’un yalnızlığını duyuran fotoğraflar insanın sinemasal belleğine yerleşiveriyordu. Sokağın biraz daha dışına çıktığı “İklimler” filminde, Ceylan’ın ahlâkçılığı daha bir öne çıkıyordu. Bu filmde başrolü eşi Ebru Ceylan’la paylaştı Ceylan. Filmin başkarakterleri İsa ve Bahar, iki sevgili ve ayrılmanın eşiğindeler. Mevsim yaz. Aşkın kaynadığı bir mevsim. Ama, sonbaharı yaşıyordu bu iki insan. Bu filmi seyrederken insanın zihnine Woody Allen’ın 1979 yapımı “Manhattan” filmi düşüyordu. “Manhattan”da 42 yaşındaki sanatçı Isaac, 17 yaşındaki sevgilisi Tracy’den ayrılmak için ne gerekiyorsa yapıyordu. Ama, onu gerçekten kaybedeceğini anladığında Tracy’ye dönmek için büyük çaba gösteriyordu Isaac. “İklimler” filminde de yaklaşık olarak böyle. “İklimler”de, İsa, kendinden epey genç sevgilisi Bahar’dan ayrılmak için her şeyi yapıyordu. Kış mevsiminde Bahar aşkını arıyordu.

“İklimler…”

Ceylan, iki insanın, İsa’yla Bahar’ın tükenmiş aşkları üzerine açılıyor. İsa, Güzel Sanatlar Fakültesi’nin fotoğraf bölümünde öğretim görevlisi ve doçentlik tezini vermek üzere. Bahar, televizyon dizilerinde çalışıyor. İsa, Bahar’a göre yaşlı ve aralarında epey mevsimler var. Bahar, hep kendini küçük gören, azarlayan İsa’dan az da olsa sevgi ve şefkat bekliyor. İki sevgili aşklarının sonlarında Kaş’ta tatil yapıyorlar. Güneşin kavurucu ve parlak ışıkları altında kasvetli bir atmosfer yansıyor perdeye. Buna karşılık, soğuk ve karda sımsıcak anlar da yaratıyor film. Ayrılan sevgililer kendi yollarına gidiyorlar. Kamera, İsa’nın peşinden ayrılmıyor. İstanbul’a sonbahar indiğinde İsa, tekdüze hayatına dönüyor. Diğer yandan İsa’nın eski tanıdıkları da giriyor hikâyeye. Bahar’dan önce İsa’nın ilişkiye girdiği Serap’la İsa’nın eski heyecanları da geliyor. Ama, Bahar’ı unutabilir mi İsa? Rastlantıyla Bahar’ın Ağrı’da çekimlerde olduğunu öğrenen İsa, hemen oraya, Ağrı’ya gidiyor. İlelebet bir romantik aşık olamayan İsa, Bahar’ı yeniden dünyasına katması o kadar kolay mı?

Ceylan, “İklimler”de modern insanın yalnızlığının peşine düşmüş. İsa ve çevresindeki birkaç insan aracılığıyla çürümüş burjuva değerlerini de eleştiren yönetmen, yine filmde yansıyan birkaç insan aracılığıyla da hâlâ bozulmamış değerleri de gösteriyor. Filmi seyrederken bunları fark ediyorsunuz. İsa, Bahar hayatından çıktıktan sonra yalnızlığını dolduramıyor. İsa’nın eski sevgilisi Serap, şimdilerde reklâmcılık yapan eski arkadaşıyla çıkıyor. Yine de Serap’la ilişkiye girmekten çekinmiyor İsa. Çünkü yapayalnız ve hayatında kadınları özlüyor.

Ceylan, fotoğraf sanatının estetiğiyle bir film yapmayı denemiş. Filmin girişi de sanki fotoğraf sanatına saygı gibi. Aslında filmin genelinde bu hissediliyor. Bazı anlarda Ceylan, önceki filmlerindeki gibi uzun çekimlerle Tarkovski ruhuna bir daha ulaşıyor. İzlenimci denemeler de yapıyor yönetmen görsel olarak. İzlenimci ruh, öncelikle Ağrı bölümlerinde daha bir fark ediliyor belgesel tadında anlatımla. İshakpaşa bölümleri ve karlar altındaki Ağrı gerçekten unutulmuyor. Ceylan’ın bu imgesel yalnızlık üzerine filminde gerçekten unutulmaz birkaç an da var. Her şeyden önce şunu belirtmeli, Ceylan’ın mizah duygusu insanı kahkahalara boğuyor. Hem “kaba” hem de ince espriler seyircileri tam anlamıyla mutlu edecek. Evet, bu film Ceylan’ın önceki filmlerinden daha esprili ve daha erotik. Serap’ın evinde neredeyse bir insanın yaşayacağı tüm duygularla vahşice sevişen İsa ve Serap, tüm tutkuları, özlemleri, nefretleri ve birçok şeyi bu kısa anda yaşıyorlar. Bu sekans, kadınla erkek üzerine (sahnenin başından sonuna kadar) bir belgesel gibi. Bir de erkekleri ironik yorumladığı bir sahne daha var Ceylan’ın. Ağrı’da film ekibinin minibüsünün içinde İsa’nın Bahar’a yakarışı ve o anda yaşananlar kadınlara mutlu kahkahalar attırıyordu belki de. Filmin finali açık uçluydu. İyimserliğinize ve kötümserliğinize göre anlamlaşıyordu bu final. Evet, Ceylan’ın değeri Batı’da daha iyi anlaşılıyor. Ceylan’ın filmleri perdede görülmeli. Bu filmde, gelecekte belki de sinemamızın önemli kameramanlarından olacak Gökhan Tiryaki’yi de keşfetmiştik.

“İklimler” filminindeki Ceylan, uç noktada ahlâkçıydı belki de. Kimileri, bu ahlâkçılığı ikiyüzlü bir ahlâkçılık olarak da yorumlayabilir. İsa’nın eski sevgilisi Serap’a tecavüz ettiği sahnede sevişme ayrıntılarıyla gösteriliyordu. Ama, gerçek hayatta eşi olan Ebru Ceylan’ın canlandırdığı Bahar’la İsa’nın Ağrı’da bir otel odasındaki sevişmesi doğrudan gösterilmemiş ve izlenimde yaratılmıştı. Bununla beraber “İklimler”, fotoğraf sanatına yaklaşan bir filmdi. Özellikle filmin girişindeki bölümde. Ceylan, filmlerinin yolu gözlenen önemli ve nadir yönetmenlerden.

“Üç Maymun…”

Sinemamızın yaşayan önemli yönetmenlerinden Nuri Bilge Ceylan’ın 61. Cannes Film Festivali’nde “En İyi Yönetmen” ödülünü kazanan filmi “Üç Maymun”, sinemaskop ve dijital çekildi. Cannes Film Festivali, bir yönetmeni bağrına basmışsa bu derin bir aşktır ve yönetmen, bu aşkla dünyaya açılır gider. Filmin adı, evrensel bir deyişten geliyor. Üç maymunun anlamı, görmeme, duymama ve konuşmama… Ceylan, üç maymunu perdede görselleştirirken, vicdan azabına da dokunuyor yer yer. Şoför Eyüp, yemekhanede çalışan karısı Hacer ve üniversite sınavını kazanamayan oğlu İsmail’le iletişimi kopmuş bir aile babası. Milletvekili seçilmek isteyen işveren Servet’in şoförlüğünü yapıyor Eyüp. Film, trajedileri başlatacak bir kazayla başlıyor. Seçimlerin hemen öncesinde yolda bir insanı ezen Servet, suçu Eyüp’ün üstlenmesini istiyor. Ona, maddi ve manevi destek vereceğini de söylüyor. Patronuna boyun eğen Eyüp hapishaneye giderken, geride bıraktıkları, oğlu ve karısı ne yapacaktır? Hayat eskisi gibi mi sürüp gidecek, yoksa bambaşka yollar mı çıkartacak bu hayat? Ne üniversiteyi kazanabilen, ne de bir baltaya sap olabilen İsmail, annesini zorlayarak Servet’ten para istemesini söylüyor bir araba satın alabilmek için. Bu da sonun başlangıcı oluyor melodramatik yönden. Her şey ipinden kopup savrulmaya başlıyor. Belki de klâsik bir melodramda daha derin trajediler yaşanabilirdi. Belki Yılmaz Güney’in 1971 yapımı “Baba” filminde olduğu gibi. Ama Ceylan, filmini yoğun melodramdan çıkartarak günümüze ahlâki açıdan bakıyor.

Suçlar ve suçluluk duygusu…

Ailenin kaderine giren Servet, bu ahlâkın odağında mı? Ya diğerleri nerede? Gerçek suçlular ve günahkârlar, kendi cezalarını vicdan azabıyla mı çekecekler? Elbette, Servet bir kapitalist ve pragmatist bir insan. Koşullara göre yönünü belirleyebiliyor. Ya geleneksel yapıdaki aile? Hapisten çıkan Eyüp, bir şeylerin yolunda olmadığını hissediyor. Sonra da her şey yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlıyor. Hacer, belki de kocasında bulamadığı tutkuyu Servet’te buluyor ve onun kendisine ilgisiz kalmasını anlamlandıramıyor. Eyüp’le Hacer’in oğulları İsmail, en baştan her şeyi biliyor. Arabaya sahip olabilmek için tepkisini içine atıyor ve öfkesi yavaş yavaş büyüyor. Sonra Servet cinayete kurban gidiyor ve ardından film alttan alta polisiye bir hikâyeye dönüşüyor. Seyircinin zihninde katil kim, gerilimi bir an için bile olsa kalıyor. Suçu doğrudan göstermeyen Ceylan, soruna ahlâkçı bir bakış atıyor. Eyüp, kahvede çıraklık yapan gariban Bayram’a bu suçu satıyor ve her şey birbirine bağlanıyor böylece. İster burjuva, ister genel ahlâk olsun, ikisi de bir yerlerde kirlenmiş ve dibe vurmuş günümüzde. Suçun cezasız kaldığı birçok film var sinema tarihinde. Ceylan’ın filmi uzaktan da olsa o filmlerin ruhunda dolaşıyor. Fritz Lang’ın 1945 yapımı “Scarlet Street-Scarlet Sokağı”nda da suçlu, yani katil cezasını çekmiyordu. Ceylan’ın filminde de suçlular cezalarını başkalarına çektiriyorlar işte. Duymama, görmeme ve konuşmama, yani üç maymun tamamlanıyor. Böylece sorunlar kökten çözülüyor mu? Eyüp’le İsmail’in ortak suçluluk duyguları da var geçmişten gelen. Film bittikten sonra bile, vicdan gökyüzündeki bulutlar gibi ailenin üzerine çökecek belki de. Hiçbir şey eskisi gibi değil artık. Çünkü belleği temizleyen bir şey yok daha.

Ceylan’ın bu ilk sinemaskop filminde, görsellik ve kurgu gerçekten çarpıcıydı. Mekân kullanımları ve ışık düzenlemeleri sanatsal açıdan insanı etkiliyordu. Yanından banliyö treninin geçtiği ailenin kaldığı ev, insana yer yer huzur verirken, yer yer de huzursuzluk veriyordu. İnsana tuhaf duygular yaşatıyor bu ev. Filmin son sahnesi unutulmaz bir an yaşatıyordu seyirciye görsel açıdan. Genel plân çekimde ev, deniz ve adalar aynı çerçevenin içinde görülüyordu. Metaforik olarak insanı hayli zorluyordu bu son sahne. Ceylan’ın mizahi duygusu, bu suç filminde de zaman zaman kendini duyuruyordu. Öncelikle Hacer’in cep telefonu çalarken. Ceylan, “İklimler” filminde fotoğraf sanatının içinde dolaşırken, bu filminde hem fotoğraf hem de sinema sanatını buluşturabiliyor. Filmi seyrederken, kameranın arkasında bir yönetmenin olduğunu her an hissediyorsunuz. Ceylan’ın bütün filmleri iyi ve sinemaseverler tarafından belleğe alınmayı gerektiriyor. Ama, “Üç Maymun”, suç ve suçluluk duygularıyla tam anlamıyla evrenselliğe ulaşıyordu. Ceylan, “Üç Maymun” filmindeki karakterlerine de sevgiyle yaklaşmış ve onlara derinlik katabilmiş. Kameraman Gökhan Tiryaki, yine görüntüleriyle sinemaseverleri büyülüyordu.

(15 Ağustos 2009)

Ali Erden

Kız Kardeşimin Hikâyesi

“Kız Kardeşimin Hikayesi”, daha küçücük bir kızken kansere yakalanan ve uzun yıllar boyunca bu hastalıkla mücadele eden bir genç kız ve ailesinin zorlu sürecini anlatıyor. İşin içine bir de donör olarak dünyaya getirilmiş bir kız kardeş girince film daha ender rastlanan bir aile dramına dönüşüyor.

“Kız Kardeşimin Hikayesi”ni izleyip izlememek konusunda çok tereddüt ettim. Takdir edersiniz ki benzer bir durumu kendi ailesinde yaşayan birisi olarak sadece bir film izliyormuşum gibi davranmam imkânsızdı. Hatta bu filmi izlememin bana daha fazla acı vereceğini ve kendimi gereksiz yere bu hengâmenin içine atmamam gerektiğini düşündüm. Sonuçta bir şekilde filmi izlemek için hazırdım. Film boyunca kendi yaşadıklarımızla karşılaştırmalar yapıp durdum. Kabûl etmeliyim ki bazı anlarda dayanamayacak gibi oldum ve kendimi salondan dışarı atmamak için zor tuttum. Nihayetinde dayandım ve filmi sonuna kadar izlemeyi başardım. Ve şimdi iyiki de izlemişim diyorum. Hiç çekinmeden de bu hastalık ile mücadele eden insanların ve onların ailelerinin filmi izlemesi gerektiğini söyleyebilirim.

Kim ne derse desin, bu hastalık size veya ailenizden birinin başına gelmeden önce bunu yaşamanın nasıl bir duygu olduğunu anlamanıza imkân yok. Tüm hayatınız bir anda ve bir daha asla eskisi gibi olmamacasına değişiyor. Bu süreç ne kadar sancılı olsa da sağlıklı günlerinizde hiç yaşamadığınız anları yaşıyor ve birbirinize daha sıkı sarılıyorsunuz. Hayata bakışınız, gülüşünüz, ağlayışınız her şeyiniz değişiyor. Birlikte geçirdiğiniz anlar da öyle özel ve sonsuz gibi geliyor ki zamanı dondurmak istiyorsunuz ama zaman geçiyor ve hayat akıyor. Olacak olan ne varsa oluyor, buna hazırlanmanın imkânı yok. Tabi o an tek düşündüğünüz o kişinin hayatta kalması olduğu için bazen yaşabileceğiniz güzel anları, hastane köşelerinde hem onu hem de kendinizi tüketerek geçiriyorsunuz.

Diğer taraftan dünyanın herhangi bir yerinde sizinle benzer durumda olan insanların olduğunu görmek, yalnız olmadığınızı hissettiriyor ve güç veriyor. Zaten filme sadece bir film olarak bakmadım, film boyunca yaşanan birçok durum bu düşüncemi güçlendirdi. Bu yüzden oyunculuklar, yönetim ve benzeri unsurlara pek fazla değinemiyorum. Çünkü pek fazla objektif bakamadığımı söylemek durumundayım. Şu kadarını söyleyebilirim ki, Cameron Diaz filmin hiçbir anında benim için romantik komedi ve aksiyon filmlerinin gösterişli kızı olduğunu hatırlatmadı. Sadece bir anneydi ve bana bu duyguyu geçirebildiği için hiç de fena olmadığını düşünüyorum. Kate rolündeki Sofia Vassilieva müthişti, Sofia’nın makyajının da çok önemli bir etken olduğunu düşünüyorum. Bir ders niteliğindeydi. Bizim makyaj ekiplerimizin özellikle dikkat etmesi gerektiğini düşünüyorum.

Ölümü kabûllenmek zordur, özellikle de en sevdiklerimizin ölümünü kabûllenmek zorunda olmak en acısı… Filmde ne olursa olsun ölümün hayatın doğal bir süreci olduğu vurgulanıyor. Ailenin en küçük üyesi Anna’nın söylediği gibi “bir mucizenin olduğunu ve size ablamın kurtulduğunu söylemek isterdim ama öyle olmadı.” Ölüm ölümdür işte, kılıflar uydurmanın mânâsı yok. Filmde de zaten hiçbir şey filmlerde olduğu gibi gitmiyor, her şey alabildiğine gerçek. Hayat bazen ne kadar güzelse ve ne kadar acıysa hepsi iç içe… Ve zor da olsa hayat devam ediyor…

(14 Ağustos 2009)

Gizem Ertürk

Gösteri Toplumunda Mahremiyet

Tıkanma (Choke)
Yönetmen-Senaryo: Clark Gregg
Roman: Chuck Palahniuk
Müzik: Nathan Larson
Görüntü: Tim Orr
Oyuncular: Sam Rockwell (Victor Mancini), Kelly Macdonald (Paige Marshall), Anjelica Huston (Ida J. Mancini), Brad William Henke (Denny), Clark Gregg (Lord Charlie), Jonah Bobo (Genç Victor)
Yapım: Fox Searchlight (2008)

Amerikan toplumunu hicveden sert romanlar yazan Chuck Palahniuk’un ‘Tıkanma’ romanından uyarlanan bu soft pornografik film, ilhamını ve yaratıcılığını tüketmiş postmodern toplumlara kara mizahi bakışla eleştiri getiriyor.

Oyuncu, senarist ve yönetmen Clark Gregg, Amerikan edebiyatının yükselen yıldızı Chuck Palahniuk’un “Choke-Tıkanma” romanını heyecanlı ve ilham verici bir dille beyazperdeye uyarlamış. “Tıkanma”, metaforları çok olan bir film. “Tıkanma”, seks hastalığına tutulmuş bir toplumun hicvi gibi. Aslında bu romana/filme Freudyen bir yorum getirilebilir. Babasının kim olduğunu bilmeyen Victor Mancini’nin Alzheimer hastası annesi Ida’nın hastane masraflarını karşılamak için yapmadığı numara yok. 1700’lerin Amerika’sındaki kolonyel yerleşimleri canlandıran bir turistik parkta seyislik yapan Victor, lokantalarda lokma boğazına takılmış numaraları da yaparak iyi bir oyuncu olduğunu da gösteriyor seyircilere ve okurlara. Palahniuk, “Dövüş Kulübü” romanında tüketim toplumuna sert eleştiriler getiriyordu. Yazar, “Tıkanma” romanıyla da tıkanmış, ilhamını yitirmiş, yaratıcılığı tükenmiş bu postmodern toplumlara kara mizahi bir eleştiri getiriyor. Kendisi tükenmiş ve çürümüş bir toplum, kafasının estiği yerlere saldırarak aslında psikanalitik olarak “iktidarsız”lığını ortaya koyuyor. “Tıkanma”daki “soft porno” sınırındaki sevişmeler, Amerika’nın mahremiyetini de yansıtıyor sanki. Palahniuk için, “gösteri toplumu”nu yansıtan önemli yazarlardan deniliyor. Aslında Gregg, bu ilk yönetmenlik deneyiminde Palahniuk’un ruhuyla buluşabilmiş mi, diye de düşünülebilir. Eğer bu romanı büyük İngiliz yönetmen Peter Greenaway çekseydi nasıl olurdu diye düşünürseniz, Gregg’in bu filmi memnun etmeyebilir belki.

Seks müptelası toplum…

1962 yılında Washington’da doğan yazar Chuck Palahniuk, “Figth Club-Dövüş Kulübü”nün yazarı olarak biliniyor daha çok. Bu romanı, 1999 yılında yönetmen David Fincher sinemaya uyarlamıştı. Asıl adı Charles Michael Palahniuk olan Chuck Palahniuk, Gregg’in “Tıkanma” filminde şu tanıma çok daha iyi oturuyor: “Romanlarındaki tavır isyan gibi görünse de, aslında varoluşumuza özlem duymamıza neden olur…” Tıkınma, aşırı seks, tiksinme, varoluş ve birçok şey bu “Tıkanma” filminde perdeyi kuşatıyor. Kitapları Ayrıntı Yayınları tarafından Türkçeye çevrilen yazarın “Dövüş Kulübü”, (Fight Club), “Gösteri Peygamberi” (Survivor), “Görünmez Canavarlar” (Invisible Monsters), “Tıkanma” (Choke), “Ninni” (Lullabay), “Kaçaklar ve Mülteciler” (Fugitives & Refugees), “Günce” (Diary) bulunabiliniyor. Palahniuk’un bu sert romanı “Tıkanma”, Türkiye’de “halkın ar ve hayâ duygularını rencide ettiği gerekçesi” gösterilerek yasaklanmıştı. “Tıkanma” filminde gerçekten bir gösteri toplumuna dikiz yapıyorsunuz. Hatta bir noktadan sonra dikizleme bir tarafa itilip mahremiyetin içine dalınıyor. Sevişme şovları, striptiz izlenir gibi izlenmeye başlanıyor bir yerden sonra bu filmde. Postmodern toplumlarda her şey göz önünde mi olacak? Mahremiyet nereye gidecek? Kadın ve erkek arasındaki o soylu duygular ve aşk, mahremiyet perdesi indirilirek bir striptize mi dönüştürülecek? Filmdeki sevişmeler, duygulardan arındırılmış ve pornografikleştirilmiş. Yönetmen ve yazar, aşkın olmadığı yerde pornografi olur diyorlar. Filmdeki sevişmelerin pornografik düzeye indiren bir şey de, Victor’un beraber olduğu kadınlara dokunmaması. Her şey duygulardan soyutlanmış ve vahşice. Michelangelo Antonioni usta, 1995 yapımı son filmi “Al di là delle Nuvole-Bulutların Ötesinde” filminde postmodern toplumu eleştirdiği bir sahne vardı. Kadın ve erkek, otel odasında birbirlerine dokunmadan sevişiyorlardı. Antonioni, postmodern toplumların “dokunma duygusu”ndan uzaklaştığını fark etmişti. “Tıkanma” filminde bu hal, pornografik dibe kadar gidiyor.

Ya aşk olursa…

Seks müptelâlığı yüzünden rehabilite merkezine bile takılan Victor, en kadim dostu Denny gibi aşkın sınırlarında dolaşmaya başlıyor sonra. Hastanede kendini doktor olarak tanıtan Paige’e yakınlık duyan Victor, onunla sevişemiyor. Çünkü duyguları uyanıyor. Denny, kadınlarla olmuyor ve onları hayal ediyor sadece. Mastürbasyon hastası Denny, ellerinin boş durmaması için taşlara ilgi duyuyor, sonra da striptizci kız Beth’e. Kendisine doğru gelen aşka kalbini açan Beth, Denny’ye “el”lerini unutturuyor. Öte yandan aşkın kıyılarına kadar gelen Victor, Paige’in de akıl hastası olduğunu öğrenince seks müptelâlığı cehenneminden çıkamıyor. Victor, Alzheimer hastası annesinden babasının kim olduğunu öğrenmeye çalışırken, annesinin günlüğünü buluyor. Ama, İtalyanca bu günlüğü çözemiyor. Annesi ölürken, ona gerçeği söylerken gidiveriyor. En azından Victor, Hz. İsa gibi olmadığını anlıyor. Aslında Victor’la annesi Ida arasında tuhaf bir ilişki var. Sürekli çocukluğunu hatırlayan Victor, annesiyle ordan oraya sürüklenip duruyor. Belki de, psikanalitik açıdan kadınlarla annesi arasında bir bağ vardır Victor’un. Evet, Clark Gregg’in “Tıkanma”sı “kült film”e dönüşebilir. Belki de bir başyapıt olabilir. En azından “Dövüş Kulübü” kadar has bir film bu. Hatta “Dövüş Kulübü”nden daha dürüst. Hiç olmazsa sol gösterip sağ indirmiyor “Tıkanma” filmi. Bir not: Oyuncu-yönetmen Clark Gregg, Robert Zemeckis’in 2000 yapımı “What Lies Beneath-Gizli Gerçek” filminin senaryosunu da yazmıştı. Yönetmen Gregg, 1962 yılında Massachusetts-Boston’da doğdu. Yönetmen bu filminde despot Lord Charlie karakterinde de görünüyor. Kolonyel parkta Ursula’ya (Bijou Phillips) sırılsıklam ve umutsuzca aşık biri o…

(12 Ağustos 2009)

Ali Erden