Kategori arşivi: Yazılar

Yerli Filmlerimiz Neden “İş” Yapmaz?

1 – KAYBOLAN ELEŞTİRİ!..

Son yıllarda ülkemizde yapılan film sayısı oldukça arttı. Bu artışa bakarak, Türk Sineması’nın şahlandığını dillerine pelesenk edenler de var. Sinemamızın istatistik verileri doğru dürüst tutulmadığı için hâlâ geçen yıl ne kadar film çekildiğini net olarak bilmiyoruz. Geçen yıl için, “70’in üstünde” veya “100’e yakın” diyenler var! Box-Office listelerine bakınca vizyona giren popüler filmler dışındaki filmlerin büyük çoğunluğunun bir “Recep İvedik” filmi kadar hasılat yapmadığı görülüyor.

Bir ülke sinemasının başarı ölçütü nedir?

“Filmlerimiz uluslararası festivallerde birçok ödül alıyor” demek ne kadar doğru? Sinema sektörünün ana mecrası dışındaki birkaç yaratıcının aldığı ödülleri veri alarak bir sektöre başarılı diyebilir miyiz? Bu sinemanın içinde veya dışında durulan yere bağlı biraz? Zamanında bir yapımcımız (Kadri Yurdatap) bir filmi için şöyle demişti; “Allah kahretmesin! Bir film yaptık, şimdiye kadar 22 ödül aldık ama bir metre satamadık. Hâlâ da festivaller arasında mekik dokuyup para harcıyoruz” demişti.

Bir filme “başarılı” ölçütü veren sarkacın “otoriteler” ve “seyirci” arasında salındığını söyleyebiliriz. Otoriteleri; akademisyenler, sinema yazarları, festival komiteleri, jüriler, medya vb. olarak kabûl edersek, sarkacın diğer ucunda da seyirci var şüphesiz. Filmlerimizin “iş” yapmamasının birçok nedeni var kuşkusuz. Bu yazı dizimizle bu sarkacın her iki ucunda gidip gelerek, bu sorunun nedenlerini araştırmaya çalışacağız.

Sinemayı teorik olarak,

“Kapitalist üretim ilişkileri içinde, reprodüksiyonel bir kültür nesnesi olarak, alanlarında uzman zihni yaratıcı ve emekçilerin, bir senaryo doğrultusunda, aralarında bir işbölümü yaparak, çekim öncesi, çekim ve çekim sonrası aşamalarda, zihni ve fiziksel olarak birlikte ürettikleri yaşantının uzam/zaman taslaklarını, sette “motor” ve “stop” komutları arasında senkronize ederek, pelikül film veya digital olarak kayıt altına aldıkları, hareketli görüntü ve seslerle oluşturulan bir sanattır.”

diye tanımlayabiliriz. Şüphesiz bu teorik bir tanım. Yeni gelişen üretim araçlarını bir kolaylık olarak gören sinemacılarımız her zaman sinemanın değişen üretim ilişkilerini göz ardı ederler. Fakat teknolojinin belirlediği bir üretim tarzının ideolojik öğeleri, bir ülkeye ithal edilen teknolojiler kadar hızla gelip o ülkede bir zihniyet oluşturmuyor. Paralel olmayan bu geliş zamanla oluşur, insan ilişkilerine yansır, hatta onları ve kurumlaşmaları belirler. Klâsik metinlerin yaptığı “üretim araçları” ve “üretim ilişkileri” ayrımı bu yüzdendir. Bu değişim anlatmak için, eski bir yazımın bir bölümünü aşağı alıntılıyorum.

“Hareketli görüntünün ilk elli yılı, bir anlamda “pelikül film” çağıdır. Pelikül filmin üstünde görüntünün oluşumu, doğası gereği, önce optik daha sonra da kimyasal iyonların set, stüdyo ve lâboratuarlardaki işlemlerine dayanır. Bu çağda, hareketli görüntüyle üretilebilecek her tür dramatik, sanatsal, kültürel veya bilimsel ürün, tamamen pelikül filme bağlı bir manifaktür veya endüstri ürünü olarak üretildi. Pelikül üretim tarzı, (PÜT) doğası gereği Taylorist (bant usulü!) ve pahalı bir üretim tarzıydı. Dolayısıyla büyük sermaye ve onun yönetiminde çalışacak yetkin zihinsel, plâstik ve fiziksel uzmanlıklar ve işbölümleri gerektiriyordu. PÜT çağı bu yüzden on yıllarca hareketli görüntülerin dramatik formu olan sinemanın gelir – gider dengesi üzerine kuruldu. Hareketli görüntü alfabesinin diğer imkânları bu pahalılık yüzünden pek kullanılamadı. Bu üretim tarzının hukuki, ekonomik ve eğitim ideolojileri de hâlâ tüm devlet, sektörel kurumlaşma ve üniversitelerde egemen ideolojidir.

Hareketli görüntünün elektronik / digital (sayısal) üretim tarzı (EÜT) ise, dünya çapında ancak II. Dünya Savaşı’ndan sonra TV yayıncılığı yoluyla yaygınlaştı. Başlangıçta, kuruluş sermayesinin çoğunu sinema ve basın sektörlerinden alan bu sektör, soğuk savaş döneminde, genellikle devletlerin veya bazı gelişmiş Batı ülkelerinde büyük özel sermayelerinin egemenliğinde, ama daha çok tek taraflı bir yayıncılık olarak gelişti.

Hareketli görüntünün EÜT yoluyla üretim ve tüketimi, PÜT kadar pahalı değildir. Fakat bu özellikle soğuk savaş dönemi ve ona bağlı ekonomi politik ideolojiler yüzünden sürekli olarak ötelendi ve toplumsallaşamadı. EÜT ancak, 1980’li yılların ortalarında, dünya elektronik tekellerinin üretim ve tüketim araç ve gereçlerini ucuzlatıp piyasaya sürmesiyle, dünya çapında yaygınlaşıp toplumsallaşabildi.”

a) Kaybolan “İç” Eleştiri

Bilindiği gibi, eski Yeşilçam, 1980’li yılların ortalarına kadar (genellikle) PÜT içinde film yaptı. Bu sürecin aşamaları içinde yaratıcılar (yapımcı, yönetmen, senarist, vd.) da genellikle ayrı ayrı kişilerden oluşuyordu. Ve bu üretim tarzı içinde yapımcı bir sermayedar, yönetmen, senarist ve diğer yaratıcılar ise onların yanında çalışan birer ücretliler idiler. Doğru veya yanlış (!) bu üretimin süreci boyunca kendine özgü içsel bir eleştiri mantığı da vardı. Eleştiri daha başlangıçta, senaristin yazdığı film öykülemesini yapımcıya vermesiyle başlar, o öyküyü çekmek için bulunmuş yönetmen, diğer yaratıcılar ve işletmecilerle sürerdi. Film salonlarda gösterime girdikten sonra ise sinema yazarları, eleştirmen veya akademisyenler de kalemlerini ellerine alıp filmin serüvenine son noktayı koyardı. Bugün dışarıdan böyle gibi görünse de, sistem aşağıda göreceğimiz üzere hiç de eskisi gibi değil aslında.

Son yıllarda giderek dijitalleşen ve ucuzlayan hareketli görüntü üretimi de giderek KOBİ’leşti. Büyük bütçeli ve popüler çok az film hariç, sinema filmlerimiz artık büyük oranda (%90-95) bu KOBİ türü küçük şirketler tarafından yapılıyor. Yapısal olumlu ve olumsuz yanlarını ayrı bir yazımızda ayrıntılı olarak ele alacağımız bu üretim biçiminde senarist / yönetmen / yapımcı genellikle tek kişidir. İlk anda bir özgürlük alanı gibi okunabilecek bu süreçte öyküleme de aslında profesyonel süreç içindeki olası yapısal / sektörel eleştirisinin imkânlarına kendini kapatmış durumdadır. Eleştiri artık çoğu bir kişide toplanan senarist/yönetmen/yapımcının kendi/öznel bakışıyla sınırlı kalmakta veya yakın arkadaş/dostların (genellikle gerçeği söylemeyen) yüzeysel bir eleştirisinden öteye geçememektedir.

Geriye sadece dağıtım işletmelerinin eleştirisi kalmış durumdadır. Fakat üretici KOBİ’ler genellikle filmlerini bitirdikten sonra film işletmesi aradıkları için bu yönden gelecek bir eleştiriden de yoksun kalmaktadır. Dolayısıyla bu sürecin sonu, yani filmin işletilmesi bir diyalogtan çok “kabûl” veya “red” düzeyinde kalmaktadır. Bundan en büyük zararı da filmi bitirinceye kadar kimseyle pek diyalog kurmayan genç sinemacılar görmektedir. (“Genç Sinema Hareketi”nin ilk bildirisindeki “salon bulamama” şikâyeti tam da bu neden yüzündendir.)

İşletme veya salon sahiplerinden gelecek eleştiri kapısı hâlâ açıktır. Fakat KOBİ’ler çekim öncesi öykü veya senaryolarını işletmelere götürmedikleri müddetçe ilişkisizlik sürecek ve olması gereken organik bağ kurulamayacaktır.

b) Kaybolan “Dış” Eleştiri

Pelikül film çağında bitmiş bir film sadece sinema salonlarında vizyona girerdi. Filmi görmek isteyen seyirci mutlaka filmin vizyonda olduğu süre içinde gidip bir salonun gişesinden bir bilet almak zorundaydı. Fakat seyirci artık maddi ve manevi çok seçenekli seyir formları imkânları olduğunu biliyor. Onlarca ulusal veya ödemeli televizyon kanalı her gün yüzlerce film gösteriyor. Sermaye ve yaratıcılar artık “vakit ve nakit olarak” bu farklı (hatta bazıları bedava!) seçenekler içinde ürettikleri ürüne olası “ilgi”yi odaklamak zorunda. Seyir / tüketim formlarını genellikle günlük dilimizde yer almış biçimlerde (akademisyenler dahil!) kullanıyoruz. Bu formları artık seyircinin günlük yaşamındaki “vakit ve nakit olarak” ölçülerini dikkate alarak yeniden değerlendirmekte yarar var. Bunları kısaca aşağıdaki biçimde tanımlayabiliriz. (Daha geniş bilgi için bkz. www.birgun.net / “Bu Film Nasılsa Karşıma Çıkar!..”, Hüseyin Kuzu, 3 Mayıs 2010)

1- Sinema salonları: Aynı ürünün, aynı anda ve aynı mekânda toplu seyri,
2- Televizyon: Aynı ürünün, aynı anda ve farklı mekanâlarda kitlesel seyri,
3- Ödemeli (Kablolu veya Uydulu) Televizyon: Aynı ürünün, aynı anda, farklı mekânlarda, seçilmiş kitle tarafından seyri
4- Video bant, VCD, DVD, vb…: Aynı ürünün, farklı mekân ve zamanlarda, bireysel tasarruf altında seyri – 1
5- İnternet: Aynı ürünün, farklı mekân ve zamanlarda, bireysel tasarruf altında seyri – 2

Yukarıda görülen çok seçeneklilik seyircinin seyir ilgisini günlük yaşamı içinde çeşitli zaman kullanımı, maddi imkânlar vb. çeşitli seçim derecelerine bölmüş durumdadır. Seyirci artık film daha salonlarda vizyona girmeden, “Bu film nasılsa karşıma çıkacak!” rahatlığı içindedir. Oysa yapımcıya filmden, “kısa sürede ve büyük oranda” geri dönecek kazanç hâlâ sinema salonlarından gelmektedir. Bunu başaran filmler “iş” yapmakta, yapamayanlar ya zarar etmekte ya da orta vadede ancak maliyeti kurtarmaktadır.

Film seyrinin artan ve zamana yayılan seçenekleri karşısında filmin vizyona yönelik reklâmı da zamana yayılmak zorunda kalmakta, bu yüzden pahalıya mal olmakta, reklâmın olması gereken sürekliliği salon vizyonu dışında pek dikkate alınmamaktadır.

Eskiden olduğu gibi, kamuoyu oluşturma etkisini kaybetmiş güncel film yazarlığı / eleştirisi de ortaya çıkan bu yeni durumdan muzdariptir. Günlük basında çok az yer bulan eleştiri de gösterimin “vakit ve nakit” ölçüsünün seçeneklerine yayılarak internetin rastgele deryasının bulanık sularında yüzmektedir. Film eleştirisinin uzun zamandan beri “film tanıtımına” doğru bir eğilim göstermesi ise bir başka sonuçtur.

Gelecekteki “dış” eleştirinin yeni ipuçları da yok değil. Olumlu ve olumsuz özellikleriyle ayrı ayrı ele alınması gereken bu başlıklar; özellikle yabancı festivallerin daha çok senarist / yönetmen / yapımcılara yaptığı ekonomik katkılar, sponsor veya yakın gelecekte devreye girmesi muhtemel büyük sermaye ve ortaklıklar ve sinema / TV filmi yapmayı düşünen televizyon kanalları, olacak gibi gözüküyor.

(Bu yazı, yazarı ve alındığı yayın yeri belirtilerek, dileyen herkes tarafında izinsiz olarak yayınlanabilir veya bir kısmı alıntılanabilir.)

(18 Aralık 2010)

Hüseyin Kuzu
Senarist / Öğr. Gör.
Sine – Sen Eğitim ve Araş. Dai. Bşk.

Nijat Özön

On’lu yaşlardaydım. Kökçüoğlu Kitapevi’nin (Samsun) vitrininde Sinema adında bir kitap gördüm. Demek ki o zamanlarda da, sırf sinemada film seyretmek bana yetmiyordu, kitabı edinmek istedim, evde söyledim ama alınmadı, daha sonra eniştem habersizce, kitabı almaya gitmiş ve satılmış olduğunu öğrenmiş. O kitabın tam adının Ansiklopedik SİNEMA Sözlüğü olduğunu, yazarının da Nijat Özön olduğunu öğrendim. Özön, sözlük kısmını daha sonra Türk Dil Kurumu yayınları arasında önce Sinema Terimleri Sözlüğü, sonra da geliştirerek Sinema ve Televizyon Terimleri Sözlüğü adlarıyla yayınlandı. Daha sonra daha da genişletilerek tekrar (Sinema Televizyon Video Bilgisayarlı Sinema) yayınlandı. Kitabın “ansiklopedi” kısmı ilk kitapta kaldı, yayınlandığı dönem itibari ile sinemanın önemli kişileri hakkında ansiklopedik bilgiler veren bir içeriği vardı. Bunları sonradan kitabı incelerken gördüm. Kitap artık sahaflarda bulunur olmuştu.

Sonradan, 1961 yılında Özön, Türk Sinema Tarihi’ni yayınladı. başlangıçtan 1960 (hatta 1959) yılına kadar sinemamız tarihini bir araya getiren kitap o zaman hayli itibar görmüştü, hâlâ da görür. Oysa 1960’dan sonra sinemamızda bir çok gelişmeler olmuş, giderek artan film sayısı ile değişik -ilginç- çalışmalar yapılmıştı. Sinemamız içinde olan, o günlerde haftalık Akis Dergisi’nde sinema yazıları ve eleştiriler yazan Özön, 1960 ve sonrası sinemamızı kitabın sonraki basımlarında ele almamıştı, o günlerde bırakmıştı, hatta sonradan yapılan baskıları (iki kez) ilk basımın tıpkı basımı olarak basılmıştı. Özön, bu kitaplardan önce ve sonra başka kitaplar da çıkarmıştı. Başlangıçtan 1966 yılına kadar sinemamız hakkında bir rapor oluşturan Türk Sineması Kronolojisi ise çok ilginç bilgiler içermesine rağmen, bu bilgiler bir çok eksikliği de barındırıyordu. Genç yaşta yitirdiğimiz Nezih Çoş, Ulusal Sinema Dergisi’nde bu konuda bir yazı dahi yazmıştı.

Özön’ün 1960 yılına kadar ele aldığı sinema tarihimizi (rahmetli) Mustafa Gökmen de Sinema Tarihi kitabında 1950 yılına kadar ele alıyordu ve hatta satır başları olarak verdiği bilgilerle çok daha kapsamlı bir kitap oluşturuyordu. 1950’den sonrasının ele alınmamasını, “O tarihten sonrası beni ilgilendirmiyor” diye niteliyordu ama öncesini daha da derinlemesine araştırmaktan vazgeçmemişti. Özön’ün, bundan sonra Sinema El Kitabı yayınlandı. Sonradan Sinema adı ile tekrar yayınlanacak kitap, sinemanın tarihi yanında tekniğine de yer vermeye çalışıyordu. Bu kitabı bir arkadaş aracılığı ile elde edebilmiştim.

Bu kitapları okuyup anlıyordum, ama Özön’ün Payel Yayınları tarafından yayınlanan Eisenstein’den yaptığı çevirileri okumam mümkün olmadı. Bir dil bilimci / sözlük yazarı olan Mustafa Nihat Özön’ün de oğlu olan Nijat Özön’ün bu çevirilerde kullandığı dil, okuyup anlayamayacağım kadar yenileştirilmiş (Öztürkçe mi diyorlardı!) idi.

Bir zamanlar yazdığı eleştirilerde Adnan Ufuk adını da kullanan Özön, 1914’de çekildiği tartışılan Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı filmi üzerine de çeşitli yazılar yazdı. Burçak Evren’in bu filmle ilgili (yakın zamana kadar her 14 Kasım’da ortaya atılan) başlattığı tartışmaya kıyısından köşesinden katıldı ve filmin asıl adının Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Hatmi olduğunu belirtti. (Ki kanımca filmin -ne olursa olsun- bu isimle anılması gerekmektedir.)

Özön, sinemamız üzerine uzun süren dergi yazıları ve kitaplarla bizlere ulaşan çalışmaları ve birçok eksiklik (belki yanlışlar da) içeren çalışmalardan sonra aramızdan ayrıldı. Uzun süre Ankara’da yaşamış olması nedeni iledir belki, karşılaşmamış (ve tanışmamış) olmamız nedeni ile ilişkimiz olmadı ama sinema (sinemamız) ile ilk ilişkilerimde, özellikle Türk Sinema Tarihi kitabı ile beni (yazım alanında kalsa bile) sinemamız içine çekenlerden biri oldu. Sinemamız tarihinde yerini (!) alacaktır.

(18 Aralık 2010)

Orhan Ünser

Sultanın Sırrı

Sadi Bey’in Twitter Günlükleri:

İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti destekli ilk uzun metraj film “Mahpeyker: Kösem Sultan”ı ilgiyle izledik. “Şenlikname: Bir İstanbul

… Masalı” adlı fim de 17 Aralık’ta vizyona giriyor. Pek yakında ise “Sultanın Sırrı” adlı film “Koskoca Sultan Boş Bir Sandık …

… Yapmamıştır” alt adıyla gösterime girecek. Acaba diyorum, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti, uzun metraj filmlere destek verirken …

… konunun Osmanlı döneminde geçmesini mi şart koşuyor, yoksa İstanbul 1910 Avrupa Kültür Başkenti, hikâyeleri 2000’li yıllarda geçen …

… bir çok filmi desteklemişti de onun içün mü 5 – 6 ay içinde 3 adet Osmanlı dönemi filmi izliyoruz?

Restore edilen bir tarihi yapının yeniden açılışı sırasında sayın büyüğümüz, “Atalarımızın 2 – 3 yılda yaptığını biz bugünün tekniği ile …

… 11 yılda tamir edebildik” mealinde bir şeyler söylemişti. Öte yandan aynı atalarımızın “Yıkıp yeniden yapmak, tamir etmekten daha …

… kolaydır” sözünü hatırlayınca doğrusu hangisine inanayım karar veremedim, ne âlâkası varsa.

Televizyonda skiper anons ediyor: “D – 100 kapalı, trafik alt yola yönlendirildi.”

Diyelim ki bir yazarlar derneğinin onlarca üyesi yıllardır herhangi bir yerde yazı yazmıyor, ancak potansiyel yazarlık vasıfları …

… nedeniyle -herhalde- üyelikleri sürüyor. Öte yandan hemen hemen her hafta veya her ay yazanların üye olabilmek için bir sürü şartı …

… yerine getirmesi gerekiyor. Bu işte bir terslik var ya ben çözemedim.

TV skiperinin dediğine göre D – 100 açılmış, hayırlı olsun.

Eskiden tüm yabancı filmlerin Türkçe afişlerine orijinal adları da yazılıyordu. Son yıllarda çoğuna yazılmamaya başlandı, nedendir?

İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti projesinin destek verdiği filmler yılın son ayında peşpeşe ilk gösterimlerini yapmaya başladı. 7 …

… Aralık’ta galası yapılan “Şenlikname: Bir İstanbul Masalı”ndan sonra 9 Aralık’ta “Sultanın Sırrı”, 13 Aralık’ta “Isztambul”, 14 …

… Aralık’ta “İstanbul’da Bayram Sabahı” belgeseli, 17 Aralık’ta da “Unutma Beni İstanbul” filmleri sırasıyla görücüye çıkacak. Bir …

… söylentiye göre bu filmlerin ilk gösterimlerinin 2010 yılı dışına sarkmaması gerekiyormuş. Filmlere verilen desteklere bakınca …

… insanın gönlü İstanbul’u her yıl başka bir yere Kültür Başkenti yapası geliyor. İstanbul 2011 Asya Kültür Başkenti, İstanbul 2012 …

… Ortadoğu Kültür Başkenti, İstanbul 2013 Kafkasya Kültür Başkenti, İstanbul 2014 Balkanlar Kültür Başkenti vs. vs. Olur da bu önerim …

… ciddiye alınırsa deye bir de şart koşayım: Verilecek paraların kişi ve konular arasında adil dağıtılması gözetilmelidir.

(14 Aralık 2010)

Sadi Çilingir

17 Aralık 2010 Haftası

“Teslimiyet”, homofobik toplum kurbanlarından dört travestinin et pazarındaki günlük yaşamları ve birinin mahalledeki genç bir adama ilgisi üzerinden, onları sürekli yargılarken talep edenleri sorgulamayan herkese aynada ‘gerçeği’ gösteriyor: Sosyal ikiyüzlülüğü! Gerçek transseksüellerin falsosuz oyunculuklarıyla öne çıkan, minimal sinemanın cesur bir örneği!
Uzun eleştiri için tıklayınız.

“Karanlık Deniz”, bir üniversite öğrencisi kızın öldürülmesini araştırırken, tekinsiz, tahrik edici, heyecan verici ve ‘yasak’ cinsel bölgeye girerek, sevgilisiyle birlikte fantezilerin tutsaklığına çekilen dedektifin hikâyesi. İri lâflar etmeden, seyirciyi görünenin arkasındaki karanlık bölgeye, çok cesurca değil ama yeterli oranda götürüyor!

“Karanlık Cennet”, intihar girişimi sonrası ölümden kurtardığı enfes kadının ve bir bilgisayar oyununun etkisi altına girerek, sevgilisinin aksine saflığını yitirmeye başlayıp, tinsel – duygusal – cinsel anlamda ihtiras yüklü, bir o kadar da muhataralı dünyayla tanışan genç adamın baş karakter olduğu ilginç gerilim. Öyle başı – sonu belli filmlerden değil; zorlu bir ruhiyat çalışması. İzlemesi belki sabır istiyor fakat bitince de garip bir sinema zevki veriyor.

“Çakal”da, özellikle Amerikan Bağımsız Sineması’nın ilgilendiği bir tarz denenmiş ve hayli de başarılı olunmuş: ‘Büyük cengel İstanbul’un alt yaşamı / kültürü içinde, ailenin (babanın) hoyratlığıyla çevrenin suçu teşvik eden cazibesi arasında sıkışıp, akvaryumdaki balık gibi özgürlüğü tanıyamadan, günün birinde oksijensiz kalarak yitip gidecek genç adamın dramatik öyküsü! ‘İç ses’in doğru kullanılmasıyla, yüreğin iyiliğinin toplumsal koşulların karanlığında nasıl boğulduğuna dair, perdede gördüklerimizden çok göremediklerimizi anlatan, akıllıca çekilmiş, ritmi ve atmosferi bütünüyle doğru bir film. Oyuncu seçiminde bazı yanlışlar olsa da üzerinde durmuyor; İsmail Hacıoğlu’nun ilk kez ‘rol kesmeden’, karakterini başarıyla giyindiğini vurguluyorum. Öyle ki, kafasını gerçekten dumanladığına dair kuşkularım bile var!

“Başımıza Gelenler”, bir aile kurmak isteyen bekâr kadın ile hovarda erkeği, araba kazasında ölen ortak arkadaşlarının bebeğiyle aynı evde yaşamaya mahkûm bırakarak ‘bir taşla iki kuş vuran’ romantik komedi / kısmen dram. ‘Zıt kutuplar birbirini çeker’ yasası gereği, zoraki bir araya gelen çiftin çatışıp uzaklaşmasını ve hızla birleşmelerini anlatırken, kız bebeğin tüm sevimliliğini hikâyenin sürükleyici unsuru yapmak, az hüner değil. Cilâ ise, ışıltılı Amerikan yaşamları, hoş kadın, sportmen erkek vb. Sonuç: İzleyin, eğlenin, unutun!

“Ateşle Oynayan Kız: Millennium Üçlemesi II”de, koyu giysi – makyajı, ‘piercing’ ve dövmeleriyle uç stilleri temsil eden fiziki görünümü dışında cinsel rolleri de tersine çevirmeye kararlı, hapishaneden şartlı salıverilmiş ‘ayrıksı’ hacker kız Lisbeth Salender ile deneyimli gazeteci Mikael Blomkvist, bu kez karşılaşmadan / paralel biçimde, kadına yönelik şiddetin çerçevesini belirlediği , ‘medeni’ Avrupa’nın en önemli sorunlarından ‘fuhuş köleliği’nin üzerine gidiyorlar: Değişik ve sert bir suç gerilimi, seyri tahmin edilemeyen gerçekçi bir polisiye. Son yıllarda, sapkınlıkların uç örneklerini içermesi bakımından dünyanın gündemine bomba gibi düşen baba – kız ilişkilerinin nefret yüklü bir örneği de filmin bütününe sinerek, izleyene tuhaf biçimde kötü hissettiriyor.

(19 Aralık 2010)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı, Bu Filmleri mi Desteklemiş… Vah, Vah!

Opera binası olmayan, içinde yaşayanların çöpleriyle sürekli pislettikleri, ağaçlarına / hayvanlarına sistematik biçimde işkence edilen ve zaten binalarının da yarısı kaçak olan bir kültür başkenti! Bana göre bardağın yarısından fazlası boş! Ve bu başkentin (!), vatandaş vergilerinden oluşmuş fonlarını dağıtan bir ajans! Sinema ayağında bu fonlardan destek görmüş iki kurmaca film vizyonda! Biri, Şehir Tiyatroları’nın sıkıcı tarihi oyunlarından daha beter “Şenlikname: Bir İstanbul Masalı”; diğeri de beşinci sınıf macera “Sultanın Sırrı”! Düşünün, edebiyatımızda onca eser varken, tarihimizle ve ‘İstanbul denilen muhteşem alem’le ilgili sinema diye karşımıza bu acemilikler silsilesi çıkarılıyor. Yazıklar olsun! Bu filmleri, özellikle ikincisini izlerken ben utandım, yermek dahi istemiyorum; fakat gerçekleştirenler ve onlara halkın vergilerini akıtanlar hiç sıkılmamışlar! Pes!

(13 Aralık 2010)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

10 Aralık 2010 Haftası

“Turist”, ideal kadın formu Jolie ile rüyalara uçuran erkek Depp’in, çiftler için ‘seksapel bir kent’ olan ve duyuları aşan Venedik’te, ölümcül tehlikenin ortasında kalıp ‘tutkulu aşkın -neredeyse- kitabını yazdıkları’, hafif film. Hafifliği kim umurunda? Bir süreliğine ve bu şekilde perdeden içeriye kaçmak çekici yahu!

“Narnia Günlükleri: Şafak Yıldızı’nın Yolculuğu”, serinin başkahramanları olan dört kardeşten -ergenlik çağına girmiş olan- ikisinin, huysuz küçük kuzenle Narnia’ya dönüp katıksız bir deniz serüvenine atılmaları: Yeni bir ‘kendini tanıma, dışarıdakinden önce içindeki karanlığı yok etme ve cesaretini sınama hikâyesi’ daha! Düş gücünün sınırsız etki alanında, tehlike ve bu film hayli büyümüş. Üç boyut ve daha akıcı bir öyküleme ile dijital sanatçılar yeni meydan okumalara girişmişler. Dev deniz canavarının, gemi ile içindekilere saldırdığı uzunca bölümdeki komplike tekniğe özellikle dikkat!

(09 Aralık 2010)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

Vay Arkadaş Röportajı

Kemal Uzun’un ilk yönetmenlik denemesi olan “Vay Arkadaş”ı gösterime girmeden birkaç gün önce izledim. Hemen arkasında da sadibey.com adına yayınlanmak üzere hazırladığım soruları kendisine PR şirketi aracılığı ile gönderdim. Ancak üzerinden bir aydan fazla zaman geçmesine rağmen bir dönüş alamadım. PR şirketinden ise “Nedenini bilmiyoruz, hiç böyle olmazdı” cevabını aldım. Sonuç olarak, elimde cevapsız sorularla kalakalmıştım ki, Sadi abi müthiş bir fikirle çıkageldi: “Neden cevapsız sorularını yayınlamıyoruz ki?” Sanıyorum internet ortamında ilk defa böyle orijinal bir röportaj okumuş olacaksınız.

Öncelikle tebrik ediyor ve filminize başarılar diliyorum. TV izleyicileri sizi Genco, Gümüş ve daha birçok popüler TV dizilerinizden tanıyor. Uzun süredir sektörde olmanıza rağmen Vay Arkadaş: Manik, Tik, Dildo ilk sinema filminiz… Peki film çekmek için neden bu kadar beklediniz?

…..

Bir yönetmenin ilk sinema filmi çok önemli ve özeldir. Gelecek filmleri için de önemli bir referans olur. Gelecekte sizi yüksek bütçeli aksiyon – komedi tarzının yönetmeni olarak izlemeye devam mı edeceğiz yoksa farklı türleri de denemeyi düşünüyor musunuz?

…..

Vay Arkadaş: Manik, Tik, Dildo’nun hikâyesinde sizi çeken, heyecanlandıran neydi?

…..

Filminiz için yapılan yorumlardan biri de Guy Ritchie ile özdeşleşen Snatch tarzı bir film olduğu yönünde… Buna katılıyor musunuz?

…..

Bir de filmin özellikle açılış sahnesi ve birazda genel yapısı Her Şey Çok Güzel Olacak filmini andırıyor. Bir esinlenme söz konusu mu?

…..

Film için yapılan bir başka benzetme “Eğlenceli bir AVM sineması olduğu yönünde”. Bu konuyla ilgili ne düşünüyorsunuz?

…..

Siz nasıl bir sinema izleyicisiniz?

…..

Sinema yazarlarının filminize yaklaşımı ve gelen yorumlar ile ilgili ne düşünüyorsunuz? Bu tarz yapımlar genellikle estetik kaygısından öte seyirci çekme kaygısında olduğu için sinema yazarlarıyla ters düşer. Ancak sizin bir denge sağlamaya çalıştığınız açıkça görülüyor… Sinema yazarlarından gelen yorumlara da baktığımızda bu hassasiyetinize saygı duydukları görülüyor…

…..

Film müzikleri için geleneksel besteci anlayışı dışına çıkıp bir alternatif müzik grubunun (Multitap) bestelediği özgün müzikleri kullandınız. Nasıl karar verdiniz? Bundan sonraki filmlerinizde gene bu şekilde farklı tarzlarda müzik gruplarıyla çalışmalarınızı sürdürecek misiniz?

…..

(08 Aralık 2010)

Gizem Ertürk

Yavuz Turgul Sinemasında Mevsim Değişikliği

Alıcı gözüyle çok film seyretmeyi, gözün bakan kısmının kabuğunu soyup gören kısmı aydınlığa kavuşturma egzersizi olarak kabûl edersek, sinemanın ve edebiyatın en şanssız türü polisiye olacaktır. Külliyatından hallice faydalanmış olmak analiz kabiliyetini kuvvetlendireceğinden, polisiye eser klişelerden arındırılmış, meselesine ekstrem bir orijinallikle bakan bir iş de olsa vakanın çözümü çok erken vakitte kapımızı çalabilir dolayısıyla bu durum bulmacanın doğası gereği alınacak keyfi minimize edebilir.

Bana kalırsa son dönem polisiye filmlerin ve romanların en önemli farklılığı da, bu tehlikeyi ortadan kaldırmak için gittikleri taktik değişikliği. Bu işler, serim ve düğümü aşina olduğumuz şekilde (ilk akla gelecek örnekler envai çeşit Chandler ve Agatha Christie işi olabilir) sunuyorlar. Ortada bir vaka oluyor, görevi onu araştırmak ve nihayete kavuşturmak olan bir kahramanımız ve vakanın çember içine aldığı çeşitli cemiyetlerden tipler var ve kahraman çizilmiş çemberin içini muhatap alarak karineleri takip ediyor.

Değişiklik çözümde kendini belli ediyor. Eski işlerde kahraman yalnızca elinde olanlarla kıvrak zekâsını ve açıkgözlülüğünü aynı potada eritip noktayı koyardı, fakat “yeni” çemberin dışını da muhatap alıyor ve elde olanların hiçbir işe yaramayacağı hissini okuyucuya / izleyiciye aşılıyor. Başlarda bir ipucu bulunuyor, üzerine şüphe gölgesi düşmüş birileri ele geçiriliyor. Fakat biz biliyoruz ki esas kahramanları heyecana sevk eden bu durum hiç de dişe dokunur bir sonuç doğurmayacak. Çünkü asıl infilâk finalde. Çünkü biliyoruz ki finalde -bir kelime bir kavram bu kadar kısa bir sürede ancak bu kadar eskitilebilir- bizi bir sürpriz bekliyor.

Evet, sürpriz kavramı bilinen ilk polisiye işlerde de türün gereği olarak karşımıza çıkardı ama “yeni”nin sürprize bakışı, bilinen görünen her şeyin deforme edilmesi. Elinizdekilerle çözümün en ufak parçasına kani olamazsınız çünkü meğerse hiçbir şey bilmiyorsunuzdur. Kahramanın sizin (belki de kendinin) bilmediği bir özelliği ortaya çıkar, hatırlamadığı / hatırlamak istemediği bir anı peyda olur, zannedilmeyen tanışıklıklar, alışverişler bazı fitilleri ateşler, iyi aslında kötü, kötü aslında iyidir. Ve olayların nedenleri, kaynak arz eden bir kavramla temasallaştırılır.

Maxime Chattam, Jean-Christophe Grange, Tess Gerritsen gibi yazarlar bahsettiğimiz nedeni saf kötülükten beslenen bir ruh haliyle temasallaştırır, bizim edebiyatımızdan Ahmet Ümit ise kötülük kavramını temasına, ruh haliyle özdeşleştirmeden vuku bulan çok katmanlı bir dokunaklılıkla yerleştirir.

Av Mevsimi’ne bu girizgâhın ışığında bakarsak, Yavuz Turgul’un tercihleri “yeni”den ve dokunaklılıktan yana oluyor. Fakat Av Mevsimi’nin zayıf bir film olmasının sebebinin temeli bu tercihlerde değil, Yavuz Turgul’un bu tercihlerini kendi sinema görüşünden bağımsız bir şekilde servis etmesinde gizli. Nedir bu farklılıklar?

İlk olarak, Av Mevsimi’nde Turgul’un gözde teması yok. Yani düzenin eskittiği / istemediği adam yok, düzeni istemeyen adam var. Eski – yeni çatışması yok, tam tersine iki eski toprağın mücadelesi var. Bu olumsuz bir durum mu? Tabii ki değil ama bu değişikliğin ibresini olumsuz tarafa yatıran ikinci bir farklılık var: Turgul’un bir işinde ilk kez “karakter” yok. Sembolik isimleri dışında Avcı’nın hüviyetindeki basiret ve taraf olduğu cevval karşıtlığı, Deli’nin fütursuzluğu, Battal’ın nefse itimadı, Asiye’nin kesin kararlılığı, Çömez’in geçmek bilmeyen obsesyonu, bu karakterleri çevreleyen çemberin dışındaki karakterlerin birbirleriyle olan tahmin edilmez bağlantıları… Beklenen eksantrik sonda hepsi bir yere oturtuluyor, evet ama tüm bunlar bilâkis suni ve yalnızca oturtma telâşına hizmet eden bir resim çizmeye mahkûm. Turgul’un fıtri meziyetlerinden biri olarak kabûl görecek diyalog yazımı da bu karakter yoksunluğundan kaynaklanan yavanlıkta. Bu eksiklik en çok, Turgul’un en nefes alıp vermeyen antagonisti Battal’ın Avcı’yı izaz ettiği sahnelerde ve Avcı – Deli – Çömez’in çeşitli evveliyatlardan günümüze hareketle içlerini döktükleri anlarda kendini belli ediyor.

Üçüncü ve bence en önemli farklılık / eksiklik ise filmin tam olarak ne bir tema, ne bir cümlenin peşinde olması. Filmin tanıtımlarında kullanılan ve filmi açan, estetiği fetişizm boyutundaki sahnenin akla getirdiği tek şey var, o da gizem. Fakat filmin hareket ettiği cümle “Bir cinayetin hayatınızı sonsuza dek değiştireceğini bilseniz yine de peşinden gider misiniz?” muallâkı ve bu cümle gizem hissiyatıyla kesinlikle koşut değil ve cinayet hikâyesi tek katmanlı olup, değişen hayatlar da salt dramatiklik ve sinir harplerine yüklenince bu ikilinin geçimi zorlaşıyor, istikbâlleri parlak görünmemeye başlıyor.

Bu elzem eksikliklerin dışında popüler sinema gramerini çok iyi bilen bir adamın filminde tahmin edilemez poplukta sahnelerin yer alması (Deli’nin Ete Kurttekin parçasıyla özdeşimi), hareketli kamera kullanımındaki yapaylığın plân kesim ve plân bağlamalardaki uyumsuzlukla birleşmesi, bazı sahnelerin dekupajında ciddi sıkıntıların olması, Av Mevsimi’ni zayıf hazırlandığından ötürü çeşitli kutuların boş kaldığı, bazı durumlarda dolu kutuları da hesaba katmamızın gerektiği, bu yanlışlıkların çeşitli harflerin üzerinden başka harflerle geçmemiz zorunluluğunu ortaya çıkardığı, hevesle elimize aldığımız ama tüm bu aksaklıklardan ötürü zihnimize beklediğimiz jimnastiği yaptırmadan elimizden bıraktığımız keyifsiz bir bulmacaya dönüştürüyor.

Av Mevsimi’nden önceki Yavuz Turgul sinemasına getirilebilecek tek eleştiri “Bu adam farklı hikâyelerle hep aynı filmi yazıyor / çekiyor” olabilirdi.

Ama bu eleştiri onun o filmleri çok iyi kotarmasına engel teşkil etmiyor, çeşitli zorlukların altından en zor zamanda alnının akıyla çıktığı gerçeğini de değiştirmiyor.

Bir düşünün, Eşkıya’yı başarma olasılığı, o zamanlarda milyonlarca kişinin değerini bilmediği bir şeyin hayranlık uyandıran bir olaya dönüşmesiydi ve yaşananları hatırlıyorsunuz.

Tüm bunlardan hareketle Turgul’un önceki altı filmlik filmografisinde en iyi filmi olarak Muhsin Bey’i başa koyup, en alt sıraya da Gölge Oyunu’nu yerleştirdiğimde, Av Mevsimi’nin en zayıf işi olmasına karşılık Gölge Oyunu’nun altında yer almayıp yeni bir filmografinin en alt basamağına namzet olması gerektiğini düşünüyorum.

Bu durum Yavuz Turgul sinemasında yeni bir yolu işaret ediyor mu bilinmez fakat şayet öyleyse o yol Ridley Scott’ın Thelma & Louise, Christopher Nolan’ın Memento ve Shyamalan’ın Signs sonrası girdiği tarzda yollarla kesişmez umarım.

(07 Aralık 2010)

Ahmet Can Yıldız

ahmetcanyldz@yahoo.com

Çakallarla Dans

Sadi Bey’in Twitter Günlükleri

16. Gezici Festival vesilesiyle Çitlembik Yayınları’ndan 03 Aralık’ta satışa sunulacak olan, editörlüğünü Tül Akbal ve Aslı Güneş’in yaptığı …

“Taşrada Var Bir Zaman” adlı kitap bana Sait Faik’in “Alemdağ’da Var Bir Yılan” adlı öykü kitabını çağrıştırdı.

1. Malatya Uluslararası Film Festivali, Türkan Şoray, Fatma Girik ve diğer sevilen oyuncularımızın şehri büyük sevince garketmesiyle …

… başladı ve çeşitli hoşluklarla devam ediyor. İlk hoşluk açılış gecesinde konuşan milletimin vekilinin Malatyalı Kemal Sunal’ı …

… Türkiye’nin Sherlock Holmes’u ilân etmesiydi. Hani şimdi bu cümleyi şırrak diye burada kessem, sadibey.com’un karizmasını yerle bir …

… ederim deye devam edeyim. İzleyicilerin çoğunluğunun kanaatine göre milletimin vekili Türkiye’nin Şarlo’su diyecekti de …

… dalgınlığına geldi diye algılandı. İlla velâkin daha sonra konunun üzerine Kemal Sunal’ın oynadığı dedektiflik dizisi de …

… bindirilmedi değil. Belirtmiş olayım, bu da böyle biline. Festivalin daha da önemli hoşluğu ertesi gün yapılan bir sergi açılışında …

… gerçekleşti. Festival kapsamında gerçekleştirilen Mehmet Turgut’un 46 Dergisi için fotoğrafladığı eserlerden oluşan sergisinin …

… açılışına Ulaştırma Bakanımız Binali Yıldırım’ın katılması sinemasever vatandaşlarımızca takdirle karşılandı… da, bazı sinemasever …

… vatandaşlarımızın aklına gayri ihtiyari, Kültür Bakanımızın 47. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin açılışı yerine aynı tarihlerde Antalya’da …

… yapılan başka bir etkinliği ziyaret etmesi geldi. Demek istediğim o günden bu güne o cenahta güzel gelişmeler olmuş. Festival …

… bünyesinde düzenlenen sergi açılışına Bakan gelmesi az buzu şey değil.

1. Malatya Uluslararası Film Festivali tüm sevimliliğiyle sürüyor. Gürcü asıllı Fransız yönetmen Otar Iosseliani, aldığı “Yaşam Boyu …

… Onur Ödülü”nün takdimi sonrasında yaptığı konuşmada “Samimiyetle belirtmeliyim ki bu ödülü hakettiğimi düşünmüyorum” dedi ve ekledi …

… “Sinema ciddi bir iş değildir, uçuk kaçık bir iştir.” Ülkemizin ünlü bir yönetmeninin de -artık şehir efsanesi midir, nedir …

… bilemiyorum- göğsünü gere gere -nasıl geriliyorsa- “Ben kendi filmlerimi sinemada izlemem” şeklindeki söylemini hatırlayınca …

… ünlü ve onur ödüllü yönetmenin bu ifadesine sevineyim mi üzüleyim mi bir türlü karar veremedim. Yani bizler sinemasever olarak ömür …

… boyunca gayri ciddi, uçuk kaçık bir işin peşine mi düştük? Yaptığınız işi neden böyle küçümsersiniz anlayamam bir türlü. O zaman …

… sinema yapma, film çekme birader. Sevenler yapsın, bizde iki arada bir derede kalmayalım. Gayri ciddi ve uçuk kaçık işler peşinde …

… koşmayalım.

Malatyalılar şehirlerarası yolculukta minibüsten inecekleri zaman “Kocalar’da bir durak yapasın.” diyorlar. (Kocalar, Malatya ile Elazığ …

… arasında küçük bir yerleşim birimidir. Netekim ifade ayniyle vakidir.)

47. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin ne açılışına ne de kapanışına gel-e-meyen Kültür ve Turizm Bakanımız Ertuğrul …

… Günay, 1. Malatya Uluslararası Film Festivali’nin kapanış ve ödül törenine gel-e-bildi ve yaptığı konuşmasında festivalin …

… ikincisinin açılışının Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca tamamlanan Malatya Kültür ve Kongre Merkezi’nde yapılmasını diledi. Jüri üyesi …

… olan Yunanlı oyuncu Katerina Moutsatsos’un ödül vermek için çıktığı sahnede Türkçe olarak “Burada Yunanistan’ı, Atina’ya gittiğimde …

… ise Türkiye’yi temsil ediyorum” demesi sevimli bir jestti. Bilindiği gibi Biket İlhan’ın yönettiği “Kayıkçı” filminden bu yana …

… çeşitli TV dizilerinde de oynayan Katerina ülkemizde de çok seviliyor. Festivalden aynı uçakla toplu olarak dönen konukların …

… 12:15’te kalkacak olan uçağa, “Kalkış saatinin 11:40’a alındığı” şeklinde bir çağrıyla götürülmesi bazı konuklar tarafından nahoşluk …

… olarak nitelendirildi. Dönüşün özel bir havayolu şirketi ile yapılması ise festival ulaşım sponsoru Türk Hava Yolları’nın …

… sponsorluğunun festival odalarına dağıttığı gravatla sınırlı olduğu şeklinde yorumlandı ve farklı bir hoşluk olarak gülüşmelere yol …

… açtı. Ancak bu vesileyle, özel havayolu şirketleriyle yapılan yolculuklar hakkında yeni bilgiler de edinmiş olduk. Özel havayolu …

… şirketleri reklâmlarında hep ucuz seyahat imkânı sağladıklarını söylerler. Hakikaten doğru, ancak ucuzluk sadece bilet fiyatlarında …

… yapılıyor. Götürebileceğiniz valiz ağırlığı mümkün olduğunca az tutulmuş, fazla ağırlıklara neredeyse bilet ücretinden çok kargo …

… ücreti ödemek zorunda bırakılıyorsunuz. Keza uçağa bindiğinizde yapılan ikramlardan da aşırı ücret alıyorlar. Deyim yerindeyse …

… astarı yüzünden pahalıya geliyor. Bence tuvaletlerden de para alsalar iyi olur.

Festival danışma kurulu üyelerinden İzzet Günay’ı antikacı olarak da bilirdik, festivalde ünlü sanatçının “korkunç koleksiyoncu” …

… olduğunu da öğrendik. Pul koleksiyonundan tutun, oyun fişlerine, joker kartlarına kadar, ne bulursa her şeyi topluyormuş.

Oyuncu Nehir Erdoğan ve yönetmen Hüseyin Karabey, Malatya’nın aynı köyündenmiş.

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay ile İzzet Günay’ın bir akrabalığı var mı?

Ödül kazanan bazı sanatçıların sahneye kot pantolanla, yakası bağrı açık, eli cebinde, beli elinde, başında şapkasıyla, şapkasında …

… başıyla, vs. çıkması kınanırdı. 1. Malatya Uluslararası Film Festivali’nde çok şükür bu söylemde gerilerde kaldı. Sahneye kot pantolanla çıkan arkadaşın …

… birisinin çenesi sürekli oynuyordu. Artık çenesinin arka plânında şeker mi vardı, sakız mı vardı, onu ben bilemem, salonun …

… ortasından ancak o kadarını kayda geçebildim.

Bir insan yapmadığı olaydan dolayı takdir edilir mi? Malatya’da o da oldu. Sinemamızın delişmen ve sevimli sanatçılarından Malatya’lı Gani Rüzgar …

… Şavata’nın olay çıkaracağı söyleniyordu. Neyseki Gani Rüzgar Şavata’dan herhangi bir esinti gelmedi, durduk yerde takdir edilmiş oldu.

(04 Aralık 2010)

Sadi Çilingir

03 Aralık 2010 Haftası

“Memlekette Demokrasi Var”, 1960 yılındaki darbe ve sonrasında da indirilmiş başbakanın idamı sürecinde, ‘fikirlerini savunmasa da Menderes’i idamdan kurtarma operasyonu’na karar vererek ‘demokrasi’yi sadece lâfla savunmadığını ispata girişen Yassıada’nın karşısındaki köyün ‘deli’si / muhtar adayı ile çevresindekilere dair hikâyenin , ‘beylik Yeşilçam filmi’ gibi anlatıldığı komedi – dram. İşte tam da bu nedenle, ilgi çekici bir çıkış ve eksantrik tiplemeler yakalamasına karşın “kör kör parmağım gözüne” mesaj kaygısıyla acemilikler tuzağına düşüp heba olmuş bir çalışma. Oldukça rahat izlense de hani, geriye değerli bir şey kalmıyor. Kendi adıma, Mustafa Kuşçu’nun görüntü çalışmasının altını çiziyorum sadece.

“Av Mevsimi”, “Amerikan Sineması’nın polisiye türü” başlığı altında izlediğimiz yüzlerce örnekten ögeleri damıtıp, bizim topraklarımız, insanlarımız, erk – şiddet mekanizmalarımızla sentezleyen ve sinemada yapabileceklerinin sınırlarını gayet iyi bildiği için ayakları yere sağlam basan çalışmalara imza atan zeki bir yazar / yönetmenin Cem Yılmaz’a rol çaldırarak gerçekleştirdiği, sıkılmadan tüketebileceğiniz film.
Uzun eleştiri için tıklayınız.

(01 Aralık 2010)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

Acıyı Animasyonla Naifleştiren Film: Prensesin Uykusu

Film, ölüm gibi bir gerçeğin en acı halini, en naif sayılabilecek bir anlatımla anime ediyor ve belki de Aziz’in sert gerçekliği bizim en sevdiğimiz sahne oluyor.

Köhne bir ev, eski bir halıya boylu boyunca uzanmış üzeri örtülü bir ceset. Güneş, kirlenmiş perdelerin arasından odanın içine sızarken, sanki bir oyunun içindeymiş gibi sürekli tebessüm eden küçük bir çocuk. Ne başına gelecekleri biliyor, nede aslında neler olduğunu. Ama tüm kötülüklere inat: gülüyor.

Çağan Irmak’ın son filmi Prensesin Uykusu, bu küçük çocuğun yüzünden hiç eksik olmayan gülüşüyle, uyuyanları uyandırmak üzere anlatılan bir masal… Kendi küçük dünyasında sakin ve huzurlu bir hayat yaşayan Aziz, bir kütüphanede memur olarak çalışır. Bir gün, mahalleye yeni açılan kuaförün sahibi Seçil ve 10 yaşındaki kızı Gizem, Aziz’in oturduğu apartmana taşınır. Aziz’in yeni komşularıyla renklenen hayatı, küçük kızın daldığı uzun uykuyla gölgelenir. Gizem’in daldığı uykunun tetiklediği bambaşka olaylarla, sıradan görünen ama aslında rengârenk karakterlere sahip bu insanlar birlik olup, kaderi değiştirmeye çalışırlar.

Bizden olanı çözmüş bir yönetmen

“En büyük ilham kaynağını, yaşadığın toplumun günlük olaylarında bulacaksın” der Nijat Özön. Beyazperdeden yansıyan haller, yüzler, gölgeler arasında bize en yakın gelen, yine bizden olan hikâyelerdir. Bunun formülü çözmüş bir yönetmendir Çağan Irmak. Yeşilçam melodram yapısının formalarına uygun filmleri, izlerken ağlatır, ağlatırken güldürür. Adile Naşit sıcaklığında bir anne, Münir Özkul gibi cefakâr, emekçi bir baba, Irmak filmlerinde rastladığımız karakterlerdir. Öyle ki, Prensesin Uykusu filminde başarılı oyuncu Ayşenur Şamlıoğlu’nun canlandırdığı kütüphane hademesi Hatice, bizim yan komşu Hatice’den başkası değildir. Tanıdıktır ve onun doğaçlama hayat tecrübesi bize çok yakındır.

Filmi izlerken, eğer bir ‘sinefil’ iseniz bol çağrışımlar beyninizin gri hücrelerine gidip gelecektir. Bir kaza sonucu uyuyan bir kızı hiç ümidini kaybetmeden uyandırmaya çalışma çabası Luc Besson fantastik filmi Adele’nin Olağanüstü Maceraları’nı, hiç aşağıya sarkmayan yüz çizgileriyle Aziz karakteri, 1989 yapımı Gülen Adam filminde Kemal Sunal’ın canlandırdığı Yusuf karakterini anımsatır. Karakterler, olay örgüsü, 80’lerden sonra gelişen sosyal içerikli Türk filmlerine yaraşır avantür yönetmen Kahraman’ın hayat hikâyesi ve detaylarında esinlemelerle dolu bir filmdir Prensesin Uykusu. Yine Yeşilçam filmlerine yaraşır sadece bir gitar eşliğinde söylenen şarkıya, birden orkestra varmış gibi onlarca enstrümanın eşlikçi olması.

Kitaptan fırlayan ahtopot

Aile olgusunu ve masalımsı anlatımı birçok filminde kullanan Irmak, Prensesin Uykusu’nda animasyonları da gözü rahatsız etmeyecek şekilde sunuyor. Ölüm gibi bir gerçeğin en acı halini, en naif sayılabilecek bir anlatımla anime ediyor ve belki de Aziz’in sert gerçekliği bizim en sevdiğimiz sahne oluyor. Çizimlerde kullanılan arka plânların bizden oluşu, bu coğrafyanın insanını görmemiz ise filmde bütünlük sağlıyor. Sinemada hep gizemli bir mekân olarak kullanılan kütüphanenin, güleç görevlisi Aziz’in, tam da hayal dünyasına uygun olarak kitaplardan fırlayan ahtapotlar, rengarenk canlılar filmi zenginleştiriyor. “Ruhu olan, her seyredenin ‘vay’ dediği işler çıktı ortaya” diyerek animasyonlarını yere göğe sığdıramayan yönetmen, Türk sinemasında ağır ilerleyen bu alana, ümitvar olmamız gereken bir atış yapıyor.

Kaderimse çekerim

“Alnımda ne yazıyorsa o” diyerek renksiz bir hayat anlayışına sahip olan insanlara inat; kaderin değiştirilebileceğini savunuyor film. İnanmanın gücünü -yönetmen bunu bilinçli mi yaptı bilinmez-, olumlu düşünmenin enerji üzerine dönen dünya da, nasıl dua yerine geçeceğini ve mucizelere dönüşebileceğini gösteriyor. Tebessüm etmenin sadaka olduğu bir anlayıştan, gülen adamın deli yerine konduğu günümüze, Aziz gibi bir ağaca sarılmanın çok da çılgınca bir şey olmadığını söylüyor. Olmasa da olur dediğimiz üzerinden geçme cinsel sahneler ise, Çağan Irmak’ın aile filmi yaparsam modern sinemacı olamam kaygısı gibi iğreti duruyor.

Prensesin Uykusu, salondan çıkarken yüz çizgilerinizin yukarı doğru kaydığını hissedeceğiniz gülümsemek için yapılan bir film.

Künye

Yönetmen / Senaryo: Çağan Irmak
Senaryo: Çağan Irmak
Tür: Dram / Aile / Müzik
Yapım: 2010, Türkiye, 110 dk.
Oyuncular: Çağlar Çorumlu, Sevinç Erbulak, Genco Erkal, Alican Yücesoy, Şevval Başpınar, Ayşenil Şamlıoğlu, Funda Şirinkal

(30 Kasım 2010)

Ayşe Şahinboy Doğan

asahinboy@gmail.com

Gerçek Hayat Dergisi’nde yayınlanmıştır. (Kasım 2010)

Git Başımdan…

Haftaya kötü haberlerle başladık. Hangisinden başlasam bilemiyorum. Hollywood mizahının sevimli aktörü Leslie Nielsen’i kaybettik önce… Komedi oyuncularının ölümlerini kabûllenmek daha bir zor oluyor. Kemal Sunal’ın, Adile Naşit’in ölümlerini kabûllenemeyişimiz gibi. Hiç ölmeyeceklermiş gibi geliyorlar insana. Soğuk bir şaka gibi… Daha sonra İtalyan komedisinin büyük yönetmeni Mario Monicelli’nin ölüm daha doğrusu intihar haberini aldık. 95 yaşındaki yönetmen, kanser tedavisi gördüğü hastanenin penceresinden atlayarak -belki de artık dayanamadığı acılarını dindirmek adına- hayatına son verdi. Son olarak “Yüreğine Sor” filmiyle bizi 19. yüzyılda bir Karadeniz köyüne yolculuğa çıkaran Yusuf Kurçenli’ye beyin kanseri teşhisi konduğu haberi geldi. Kendisine acil şifalar diliyoruz.

Haftanın filmlerinden “Due Date / Git Başımdan” ile başlayalım. Son olarak “The Hangover / Felekten Bir Gece” ile uzun zamandır arayıp da bulamadığımız komedi keyfini yaşatmıştı bize Todd Phillips… Hal böyle olunca bir sonraki filmi için beklentilerimiz yüksek olacaktı. “Git Başımdan”ın oyuncu kadrosunda Robert Downey Jr. ve Zach Galifianakis ikilisini de görünce çıkan sonucun “Felekten Bir Geceyi”yi bile gölgede bırakacağını düşünüyordum ama yanılmışım. Evet yine bir yol hikâyesi var karşımızda. Ama siz sakın bu yola öyle büyük beklentilerle çıkmayın. Sakin, usturuplu, aklıbaşında ama eğlence dozu biraz düşük bir film var bu kez karşımızda. Ama kesinlikle sizi kandırmıyor ve sömürmüyor.

Bir de dün gece açılışında bulunduğum, “Bu Şehr-i İstanbul” kitabının açılışından söz etmek istiyorum. Kitap, Tahsin Aydoğmuş’un objektifinden çıkan 105 siyah – beyaz İstanbul fotoğrafından oluşuyor. Serginin açılışını da kim yapıyor tahmin edin, sevgili kültür bakanımız Ertuğrul Günay… Günay, “kültürel sorumluluk” lâfını 5 dakikalık konuşması boyunca 500 kere tekrarladı sanıyorum. Fotoğraf sanatçısı Tahsin Aydoğmuş’un kitabının, İstanbul’a olan kültürel sorumluklarımızı hatırlatacağını umduğunu söyledi durdu. Çünkü kendisi sık sık unutuyor ve gerçekten de birilerinin bunu kendisine her fırsatta hatırlatmasında fayda var. İstanbul’un çok değerli bir hazine olduğundan ve bunu korumak (!) için ellerinden geleni yaptıklarını söz etti. Acaba sergiyi gezerken yıkılmış Sulukule’nin döküntüleri arasında, gözlerinin içine içine bakan mahalle sakinlerinin fotoğrafına bakarken ne düşündü? Ben size söyleyeyim; hiç umurunda bile değildi. Neslişah ve Hatice Sultan mahallerinin de olduğu gibi… Fener, Balat, Ayvansaray’da olduğu gibi… Tarlabaşı, Emek Sineması ve Haydarpaşa Garı’ında olduğu gibi…

Son olarak Siyad üyesi Coşkun Çokyiğit’in Türk sinemasının 96. Yıldönümü için hazırladığı “Gazete Sayfalarındaki Türk Sineması” sergisini bir de ben hatırlatayım istedim. Bu sergiyi hazırlayabilmek için altı ay boyunca kendisini kütüphaneye kapattığını söyleyen Çokyiğit’in bu özel çalışmasını 15 – 30 Aralık tarihleri arasında Profilo Alışveriş Merkezi Tiyatro İstanbul Fuayesi Sergi Alanı’nda ziyaret edebilirsiniz.

Bir sonraki haftaya daha iyi haberlerle başlamak dileğiyle…

(01 Aralık 2010)

Gizem Ertürk

Bir Kısa Film Festivali

“Bir kısa film festivali” dedim ama kastım Batman’da yapılan 1. Yılmaz Güney Kürt Kısa Filmleri Festivali. Sinema önceki asrın son yıllarında icat edildi ve geçen asrın başlarında da İmparatorluğa geldi, tamamlanan ilk (kurmaca) film 1917’de çekildi. Sinemamız, özellikle oyuncular bakımından tiyatromuz ile hep etkileşim içinde oldu. Bu nedenle tiyatroda bazı özellikler edinmiş oyuncular bunu sinema perdesinde tekrar ettiler, bu sinemada sesin kullanımından (1931’den) sonra da giderek gelişti.

Ülkemiz, önceki İmparatorluk döneminden beri farklı unsurları içinde barındırmaktadır. Bu farklılıklar kendi sanatlarını da (ağırlıklı olarak müzik ve edebiyat) ürettiler. Ülke içinde Ermeni, Rum gibi azınlık durumunda bulunan gruplar yanında, Laz, Gürcü, Çerkez, Arnavut ve Muhacir gibi özellik gösteren gruplar da bulunmaktadır. Bunlara Kürtleri de ekleriz. Diğer sanat kollarının yanında sinema da ürünlerinde bu özellik gösteren grupları kullanmıştır. Kürtler, filmlerde diğer grup mensupları gibi özellikle şiveleri ile belirginlik kazanacak şekilde tali kahramanlar olarak yer almıştır. Zaman olmuş bu gruplar filmlerde komedi unsuru olarak kullanılmış, fakat herhangi bir ayrımcılık olarak ele alınmamıştır. 60’lı yıllardan sonra sosyal içerikli filmler ağırlık kazanırken, ülkenin Güneydoğusunda geçen filmlerde, bölgenin sosyal gerçekliği olan ağalık ve kaçakçılık konuları da bazen temanın geneli, bazen de tali unsuru olarak işlenmiş, bu nedenle bölgenin Kürt karakterleri toplumdaki konumları ile işlenmiştir.

Bu noktada kahramanlar bazen olumsuz da olmuş olabilir ama bir genelleme değildir. Ayrıca özellikle İstanbul’da yazılan bir takım şablon senaryolarda olaylar / kişiler gerçeklere uygun olmayabilir ama zamanla bölgeden çıkmış yapımcı – yönetmen – oyuncular veya konuyu yerinde ve daha kapsamlı inceleyen üreticilerin elinde gerçeklere daha yakın sonuçlara ulaşılmıştır. Olayların tüm özellikleri ile ele alındığı söylenemez, çünkü bir “sansür” kurumu vardır fakat bu yalnız bölge ile ilgili değil tüm sektörün üretimleri için geçerli bir kısıtlayıcı faktördür. Önceleri diğer grupların olduğu gibi sadece şive olarak kullanılan Kürt ağzı zaman içinde doğrudan Kürtçe olarak filmlerde yer almıştır.

1991 yılında Ümit Elçi’nin çektiği bir Kürt halk söylencesinden kaynaklanan Mem û Zin isimli film, (bildiğim kararı ile) ilk defa Kürtçe seslendirilerek (özgün seslendirmesi Türkçedir) bölgede gösterilmiştir. Bundan sonra başka Kürt söylenceleri de sinemaya uyarlanmıştır. Gani Rüzgâr Şavata 2001’de Doz, Kâzım Öz 2005’de Dûr gibi filmlerde Kürtçe isimler kullandılar, bu giderek devam etti.

Şimdi ise bir “Kürt Filmleri Festivali”. Filmlerin kısa olması durumu değiştirmez. Burada toplanılan filmlerin Almanya’ya götürülüp şu veya bu kentte Almanya’da Türk Filmleri Festivali yapmakla aynı şey değildir bu. Türkiye’de yaşayan çoğunluk olarak, Güneydoğu Anadolu’da yaşayan ama ülkenin tamanına dağılmış, hele metropollerde mahalleler oluşturacak duruma gelmiş, “yoksulluk”, “ezilmişlik” söylemine sarılınmasına rağmen toplumun her katına dağılmış, buralara yerleşmiş birçok Kürt kökenli -açıkça söylersek Kürt- yurttaşımız varken ve Kürtlük her zaman bir problem gibi söylenmesine rağmen, hiçbir zaman ne sosyal, ne de bürokratik -olumlu ve olumsuz- anlamda bir farklılık çıkışı oluşturmamıştır. Avrupa’ya ayak uydurmak için yapılan bir takım politik girişimler sonucu gündeme, toplumsal olgusundan daha fazla ağırlık verilen bu sorun, parlamentoda da siyasal yapılanma bulması yanında, “etnik” olmadığı (!) özellikle belirtilen birtakım etkinlikler de giderek ağırlık kazanmaktadır.

Sinemamızın hiçbir zaman görmezden gelmediği, şu veya bu şekilde, az veya ağırlıklı olarak kullandığı Kürt olgusu, son yıllarda çoğunlukla Kürt kökenli olan -bir kısmı da yurtdışında (Avrupa’da) yaşayan- kişiler tarafından sinema yolu ile perdeye taşınmaktadır. Bunlar bazen sırf yurtdışı gösterimlerde adını duyurmakta, zaman zamanda sinemalarımızda seyirci ile buluşmaktadır. Bu filmler seyircisiz kalmamaktadır, bu ise herhangi bir tartışmanın konusu olmamalıdır. Filmler, sırf yerel veya etnik bir özellik taşıyabileceği gibi, politik bir içerikte taşıyabilir. Bu içerikler tartışılabilirse de aslolan tartışılan konuya karşıt veya başka bir yönden bakabilen yapıtlar yapabilmektir.

Bu şekilde zıt kutuplu denebilecek filmlerin yalnız bu konuda değil, belirli bir süre suskun kalmış, karşıt her grup tarafından yapılması -yalnız slogancılık düzeyinde kalarak değil- yerinde olacaktır. Ülkemizde yeterli noktaya henüz getirilememiş kültür düzeyinin gelişmesine ne kadar katkısı olur, orasını bilemem ama sinema gibi estetik bir yanı da olması gereken aracın bu yönde gelişmesinin (geliştirilmesinin) bazı katkıları olur düşüncesindeyim.

İmdi, böyle bir ortamda yapılan bir film festivalinin adında Kürt adının bulunması yinede garip gelmektedir. Bir film festivaline “çocuk filmleri”, “komedi filmleri”, “animasyon filmler”, hatta “müzikal filmler”, “yol filmleri” v. s. gibi adlar verilebilir. Bir soru: “Kürt filmleri” festivalinde ünvanda yer alan “Kürt” neyin ayırt edici unsurudur? Burada söyleyeyim ki ben bu kısa filmleri görmedim, görmeyi isterim ama festivale katılmadım. Sorudaki gibi “Kürt”ün ayırt ediciliği ne? Filmlerin hepsi -45 film katılmış gazetelerde okuduğum kadarı ile- Kürtleri mi, Kürtçülüğü mü anlatıyor, yoksa hepsi Kürtler tarafından mı yapıldı? İkinci sorunun saçmalığı açıktır, ilk soru da filmler seyredilmeden yapıştırılacak yaftalar değildir. Aslında filmlerin bu şekilde yaftalanmasına her zaman karşıyım ama içerikleri bakımından bu özellikleri ile incelenmelidirler. İçeriği ne olursa olsun, yapan kişinin “etnik” (!) durumu nedeni ile sloganlaştırılmasını da benimseyemem ama, içerik açısından, yapanı tanımak / tanıtmak adına bu yapılabilir.

Bütün bunlardan sonra festivalin adının başına bir de Yılmaz Güney adının eklenmesini kabûl etmem mümkün değil. Bir festivalde, söz gelimi Adana, Antalya Festivallerinde Yılmaz Güney adına, Behlül Dal adına, Avni Tolunay adına ödüller verebilirsiniz. Festivalin adında, yapıldığı yer (Batman) yer almalıdır, yılı yer almalıdır, kaçıncısı olduğu belirtilmelidir, -özellikle- kısa film olduğu mutlaka yer almalıdır, hatta -yukarıda açıkladığım nedenlerle benimsemediğim halde- “Kürt filmi” (?) ibaresi de kabûl edilebilir diyelim (olmaz ama), fakat Yılmaz Güney de olsa bir sinema sanatçımızın adının, (peşindeki “Kürt” ibaresi ile birlikte) verilmesini kabûl etmek, benimsemek -benim için- mümkün değil. Son söz olarak, bütün bu karşıtlıklarımdan sonra, -hiç birini görmedim ama- filmlerin hiç birine (içlerinde belki beğenmeyeceklerim, eleştireceklerim olacak) karşıt olmadığımı belirtmek isterim.

(25 Kasım 2010)

Orhan Ünser

26 Kasım 2010 Haftası

“Yine mi Sen?”, hayatımızın bir bölümünde bize cehennemi yaşatan kişiyle ileride tekrar karşılaştığımızda ağzımızdan çıkan ilk sözcüklerdir. Tipik Amerikan ailesine gelin adayı olarak nüfuz etmeye başlamış çekici genç kadına, lise yıllarında yaşamı zindan ettiği evin kızının gösterdiği tepki gibi! Her ülkeden insanın yakın bulabileceği bu ‘çıkış noktası’nı yakalayan güldürü, bir araya geldiklerinde ‘havai fişek patlamaları gibi’ komedi anları yakalayan oyuncuların cazibeleri ile sulu meyvesine ulaşmak için iştahla yaladığınız şekere benzer diyalogları / mizansenleri birleştiren bir keyif olarak tanımlanabilir.

“Git Başımdan!”ın, ‘fiziksel, ruhsal, mesleksel olarak zıt iki adam ile birinin sevip diğerinin nefret ettiği köpeğin, ABD’yi bir uçtan diğerine otomobille geçmek zorunda kalması’ şeklindeki hikâyesi, komedide ‘delice uçup arsızca coşan’ yönetmen Todd Phillips’in iştahını iyice kabartıp, kahkaha attırmaya endeksli bir işe imza atmasını sağlamış. Benzer yol macerası “Planes, Trains & Automobiles”deki (1987) Steve Martin – John Candy ikilisinde olduğu gibi, Robert Downey Jr. – Zach Galifianakis’de de, gergin olanın başına her tür belanın geldiği ve kaygısız gibi görünenin de(aynı zamanda tombul olanın) duygusal yalnızlığının hüznünü sakladığı bir tuhaf arkadaşlık öyküsü! İç mantığına kolayca ihanet edip sınır tanımazlıkta köpürdükçe köpüren, bir yönüyle de, ‘yolda kendini ve yanındakini tanıma öyküsü’ olan “Due Date”, izlerken müthiş zevk veriyor. Ama sadece o kadar!

“Biri Beni Isırdı”, daimi bunalımlı ve liseli ergenlik dönemi kızının, ‘kırılgan’ beyaz vampir çocuk ile ‘agresif’ esmer kurt oğlan arasında ne istediğini bilemez halde gidip geldiği, bu soğuk – sıcak delikanlılarla da kızları hedefleyen bir ticari fenomene dönüşen “Alacakaranlık”ın anlamsızlığıyla yaman biçimde dalga geçiyor. Her üç oyuncu da, asıl filmde rol alabilecek yeteneklere ve fiziksel özelliklere sahipler. Bu film, öncelikle bunu ispatlıyor. Yani “Twilight” serisi, “Biri Beni Isırdı”nın iki erkek oyuncusuyla başlasa, dünyanın her köşesinden ‘her yaştan genç kız’ şimdi onlara tapıyor olacaktı. Dolayısıyla, ünlü film ve kişileri alabildiğine tiye alan filmler zincirinde, içine ne bulunduysa doldurulmuş bir çorba değil, parodinin özelliklerini başarıyla uygulayan bir örnek olarak sivriliyor.

(26 Kasım 2010)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

Durdurulamaz

Basında zaman zaman hep öyle oluyor. Birisi tutup bir haber yapıyor, gereği kadar araştırılmadan yapılan bu haber basında hızla yayılıyor ve senelerce izi silinmiyor. Sinemamızın Mahpeyker: Kösem Sultan’ı Selda Alkor’dan söz açıldığında ne zaman konu evliliğine gelse “Basketbolcu ile evlendi” diye bahsedilir durur. Doğrudur, eşi öğrencilik yıllarında iyi basketbol oynardı. Bilen bilir, zamanında İstanbul Teknik Üniversitesi basketbol takımında kaptanlık bile yaptı. Basketbol nezih ve güzel bir spordur, keza basketbolcu olmak da öyledir. Ama gelgelelim Selda Alkor’un eşinin İTÜ mezunu olarak 30 yıl Koç Holding bünyesinde üst düzey yöneticilik yaptığından kimse bahsetmez.

Benzer bir olay bendenizin de başından geçmiştir ve ne zaman gündeme gelse elimde olmadan üzülürüm, kendim de bir basın mensubu olduğum halde basına kızarım. Görev gereği Çağan Irmak’ın yönettiği ünlü Babam ve Oğlum filminin basın ve halkla ilişkilerini hasbelkader bendeniz yürütmüştüm. Filmin tanıtım materyallerini diğer yerli – yabancı filmler gibi tüm basına servis etmiştim. O sırada filmin yapımcı şirketi her ay neredeyse 2 – 3 adet yabancı film de gösterime çıkarıyordu. Babam ve Oğlum gösterime girdiğinde basın önce filmi sıradan bir Yeşilçam filmi gibi algılayarak ilgi göstermedi, yayınlarında fazla yer vermedi. Film sonraki haftalarda inanılmaz bir şekilde seyirciden ilgi görmeye başlayınca basın da bu gösterilen ilgiye kayıtsız kalmadı. Başladı ortalıkta “Film yeteri kadar tanıtılmadığı halde seyirci kulaktan kulağa birbirine tavsiye etti” şeklinde haberler dolaşmaya. Oysa aynı firmanın ithâl ettiği Quentin Tarantino’nun ünlü “Kill Bill” filmi için de aynı tanıtım faaliyeti yürütülmüştü. O filmin tanıtımına yer vermeyen medya organı neredeyse hiç yoktu, günlerce filmden bahsedildi. Neticede Kill Bill, Babam ve Oğlum’un yaklaşık beşte biri kadar seyirci tarafından izlendi.

Son günlerdeki “New York’ta Beş Minare” ve Mahsun Kırmızıgül’ün basınla ilgili olayını da bendeniz yukarıdakilerin benzeri bir olay olarak algılıyorum. Aslında ne sinema yazarlarının Mahsun Kırmızıgül’e, ne de Mahsun Kırmızıgül’ün sinema yazarlarına karşı bir tavrı yok. Birisi aslını bilmeden attı ortaya bir “Mahsun Kırmızıgül sinema yazarlarına yapacağı basın gösterimini iptal etti” lâfını, yayıldıkça yayıldı. Birde yaptığı özel gösterime Mahsun bir-iki tane ünlü sinema yazarını çağırıp, diğerlerini çağırmayınca iş dallandı budaklandı. Adam yaptığı özel gösterime Ömer’i çağırır da Mömer’i çağırmaz, size ne, bize ne. Aldığım duyuma göre Maçka Cinebonus G-Mall Sineması’nda bütün salonları kapatarak hemşerilerine açık büfe içecek servisi ile ibadullah bir gösterim de düzenlemiş. Aferim.

Sadi Bey’in Twitter Günlükleri:

06 Mart 2009’da sinemalarda gösterilen Yaşam Arsızının afiş ve jeneriğinde yönetmeni Yasemin Alkaya olarak yazıyordu. Satışa sunulan …

… DVD.sinin tanıtım bülteninde ise “Yönetmenliğini Adam Gierasch’in üstlendiği…” şeklinde yazıyor. Sinema tarihinde, vizyonunu …

… tamamladıktan sonra yönetmeni değişen ilk film herhalde. Büyük ihtimalle tanıtım zaafıdır, not düşeyim dedim. Filmi sevmiştim.

Cumhuriyet tarihinin -neredeyse- hepsinde yapılan yollardan daha fazlasının son 8 yılda yapıldığını gere gere duyurmuşlardı. Hani o …

… yıllarda dozerler, kanal açma makineleri, devasa kamyonlar falan Türkiye’nin dört bir yanında gırla gidiyordu, son yıllarda ise kazma…

… kürek kullanılarak yollar yapılmış ve rekorlar elde edilmiş idi. Bu sefer başka bir rekor daha kırılmış, az önce gelirken ilânını …

… gördüm, Cumhuriyet tarihinin en kapsamlı restorasyonu yapılan Süleymaniye Camii yarın sayın büyüğümüzün bayram namazına katılımıyla …

… yeniden ibarete açılacakmış. Cumhuriyet tarihinin en büyük şükürlerine vesile olur inşallah.

Bazı filmlere birden fazla afiş yapılıyor. Son örnekler olan “New York’ta Beş Minare”nin 3, Johnny Depp ve Angelina Jolie’nin oynadığı …

… “Tweet”in, pardon “Turist”in 2 afişi var. Çağan Irmak filmi “Prenses’in Uykusu” için 4 afiş yapılıp sinemaseverlerin seçimine …

… sunulmuştu. Sinemaseverler içlerinden birini sevdi, seçti fakat yapım şirketi herhalde sinemaseverlerin seçtiği afişi sevmedi, tuttu 5. …

… bir afiş yaptı. O zaman niye “Afişimizi sinemaseverlere seçtiriyoruz” diye ortalığı velveleye verdiniz, oldu mu yani? Farklı afişlere …

… alışmışken, şimdi de bir filmin değişik isimleri ortalıkta dolaşıyor. Film şirketinden yapılan açıklamaya göre 04 Şubat 2011’de …

… vizyona girecek filmle ilgili basına gönderilen bültenlerde film “Şov Bizinıs”, “Şov Biziniz” ve “Şov Bizınıs” olarak geçiyor. Doğru …

… adı için herhalde afişini ve jeneriğini beklemek durumunda kalacağız.

Markette dört kasanın ikisinde eleman olduğu için vatandaş kuyruk yapmış. Birisi dayanamayıp bağırdı: “Olur mu böyle rezalet, diğer …

… kasaları da açsanıza, müdür yok mu?” vs. vs. Sonunda “Bizim milletimizin de hiç sesi çıkmaz, koyun gibidir zaten” deyince, bayram …

… muzurluğu olsun diye sesimi çıkardım: “İyi de birader milleti niye hayvan yaptın?” Beklemediği bir tepki gelince şaşırdı tabi, ne …

… diyeceğini bilemedi. Hani genelde öyledir, vatandaşa “Köpek” veya “Eşek” diye seslensen kızar, köpürür, küplere biner, “Aslanım”, …

… “Kaplanım” desen kasım kasım kasılır, yüzünde güller açar. Oysa “Köpek” gibi sadık ve seven, “Koyun” gibi sessiz ve sakin insanoğlu …

… zor bulunur. Bendenize hangi cins hayvan adı kullanılarak hitap edilirse edilsin hiç kızasım gelmez. Şarkı ne kadar güzeldir: Kanaryam güzel …

… kuşum, ben sana vurulmuşum.

Geçtiğimiz günlerde yapılan “47. Uluslararası Antalya Film Festivali”nde yarışan Belma Baş’ın “Zefir” adlı filmi ile 22 Kasım’da başlayacak olan …

3. Uluslararası Dans Filmleri Festivali’nde gösterilecek olan “Zephyr” adlı filmin bir akrabalığı var mı? Josh Bush’un yönettiği, 5 …

… dakika 24 saniyelik dans filmi ile Belma Baş’ın uzun metraj filminin tabi ki bir ilgisi yok. Ama soru sorudur, her filmin, sevenleri …

… tarafından pür dikkat izlendiğine dikkat çekmek için sordum.

(20 Kasım 2010)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com