Kategori arşivi: Yazılar

Dokunmayın Dünyama

İnternetteki bloger’lar gittikçe önem kazanıyor, yazılı medyadan bile daha güçlü hale gelmeye başladılar. Tabi bu dediğim disiplinli hareket eden ve doğru bilgilendirme yapanlar için geçerli. Bizim sinema sektörü da yavaş yavaş onlara verdiği önemi özel gösterimler yaparak ve reklâmlarında yazılarından alıntılar yaparak göstermeye başladı. Bazen onlarda da doğal olarak -yanlış demeyeyim de- eksik ve tek yanlı haberler yayınlanıyor. Birisi geçenlerde vefat eden sanatçılarla ilgili mealen “biz kuru kuruya sanatçıların ölüm haberlerini verip bir çeşit istismar ve duygu sömürüsü yapmak yerine o sanatçıyla ilgili geniş bir araştırma yapıp yayınlamayı tercih ediyoruz” diye yayın yaptı. sadibey.com’da ısrarla vefat eden sanatçıların ölüm tarihlerini ve nereye defnedildiklerini harita eşliğinde haber yapmaya çalıştığımızdan üzerimize alındık. Bu şekilde haber yayınlayan bir internet medyası olarak niyetimiz kesinlikle duygu istismarı ve “kuru kuru” haber yapmak değildir. Cenazeye iştirak etmek isteyenler içinde cami, kilise, havra veya mezarlık yerini bilmeyen olabilir. Bir kişiye de olsa yardımcı olsak yeterlidir düşüncesiyle, ayrıca tarih ve yer belgesi bırakmak amacıyla o şekilde yayın yapmaktayız. Keza eskiden gazetelerin Atatürk’ümüzün ebediyete intikal ettiği 10 Kasım günlerinde siyah başlıklarla çıkmalarının hatırlanmasıyla, kaybettiğimiz sanatçıya saygı olarak 2 gün web sitemizin başlığını siyah olarak yayınlıyoruz.

Diğer bir web sitesi de şu günlerde gündemde olan Beyoğlu Emek Sineması’nın yıkımının engellenmesi amacıyla harekete geçirilen “Emek Sineması Bizimdir, Yıktırmayız” eylemlerini, eylemleri değil de harekete geçiren kuruma dokundurmak maksadıyla olsa gerek “Biz öyle şeylerle uğraşacağımıza sinemanın tarihi ile ilgili geniş bir araştırma yayınlıyoruz” şeklinde haber yayınladı. Sinemanın tarihini bilmek, yıllarca oradan kimler gelmiş, kimler geçmiş öğrenmek, bu eylemlerin ne kadar haklı olduğuna sağlam bir gerekçe teşkil eder tabi ki. Bu vesileyle bendeniz de tarihi anılarımdan ikisini yazayım. Geçen gün bir basın gösterimi öncesinde “Emek yoksa, bende yokum” diyerek Emek Sineması hakkında kamuoyunun ilgisini yeniden harekete geçiren duayen sinema yazarımız Atilla Dorsay’a anlattığımda “Yaz bunları” dediğinden tekrar yazıyorum.

Emek Sineması’nın ilk matinesi genelde 12:15’te başlardı. 10-15 yıl önce sabah saat 08:00 mi, 09:00’mu Emek Sineması’nın önünden geçerken baktım fuaye ışıkları yanıyor, salon kapıları açık, salonunda ışıkları yanıyor. Daldım içeri, doğrudan salona girdim. Salonun ortasında 3×3 metre ebadında tavana kadar çelikten bir iskele kurulmuş, sinemanın efsane işletmecisi İsmet Kurtuluş iskelenin üstünde tavana yakın çalışan işçilere işaret ediyor. “Hayırdır İsmet abi” dedim. Tavanı işaret etti, “Şurada altın işlemenin birisinin boyası dökülmüş, onu boyatıyorum” dedi. İşaret ettiği yer ise ben diyeyim 15 santimlik bir yer, sen diyesin 20 santimlik bir yer. Söyleyecek şey bulamadım. Rahmetli İsmet Kurtuluş’un bu özenini, eğer yıkılırsa Emek Sineması’nın yıkımına sebep olanlara, başta Kültür Bakanımız Ertuğrul Günay’a ithaf ediyorum.

Emek Sineması yıllarca İstanbul Film Festivali’ne hizmet etti. Hepimiz biliriz, festivallerin özel seyircileri olur. Bu tür seyirciler genelde normal zamanlarda sanatla temaşada bulunmazlar, ne zaman ki festivaller, şenlikler, galalar vs. olur, o zaman piyasaya çıkarlar. Çünkü oralarda görünmek de bir çeşit modadır. İşte yine bir festival günü Emek Sineması’nın fuayesinde olsun, salonunda olsun dolaşan kedileri görünce bu tür seyircilerden birisinin kedileri İsmet abiye şikâyetine şahit olmuştum. Bilmeyenler veya unutanlar için yazayım. Emek Sineması’nın içinde zaman zaman sinemasever kediler dolaşırdı. Ayrıca kapısında da uzun yıllar sinemasever bir köpeğin yattığını biliriz. Bunlar hiçte sayın elit seyircinin şikâyet ettiği gibi öylesine yoldan geçerken kapıyı açık bulup sinemaya giren kediler değildi. Özel olarak Emek Sineması işletmecisi ve çalışanlarının sahip çıktığı, sevip besledikleri hayvanlardı. Keza bir gün konuyu açtığımda rahmetli İsmet abimiz, “Sadiciğim kediler patilerini kaşırlarken koltuk kumaşlarını harap ediyorlar, pedikür yaptırmayı düşünüyorum fakat hayvanlara ayıp olur diye karar veremiyorum” dediğinde gülüşmüştük.

Günümüze gelirsek, geçen hafta mı, 10 gün önce mi ne, bu sefer Emek Sineması’nın önünden değil Taksim’e doğru paralel caddeden, Atıf Yılmaz Caddesi’nden İstiklal Caddesi’ne çıkıyorum. Baktım soldaki ünlü Ağa Camii’nin etrafını perdelerle çevirmişler, “Eyvah” dedim, “Emek Sineması’nın başına gelen Ağa Camii’nin de mi başına geliyor” derken devasa perdenin üzerinde “Tarihi Hüseyin Ağa Camii, Mirören şirketler grubunca restore edilmektedir” mealindeki yazıyı okuyunca rahatladım. Büyük bir holdingin tarihi camiye sahip çıkması, restore etmesi ne kadar güzel, gururlandım, sevindim. Tabi o arada hemen bendenize ilham geldi. Gelen ilhamı sizlere de sunayım: Malûmunuz sinemalar için sinemaseverlerin mabedi denir. O halde Emek Sineması’nı da iki adım ötedeki Ağa Camii gibi verin bir Holding’e, meselâ Zacıbaşı’na, aslına uygun restore etsin. Veya her ikisini de, aralardaki Yeşilçam Sokağı ve Atıf Yılmaz Caddesi ile birlikte verin bir AVM inşaatçısı şirkete sinemayı da camiyi de asansörlü kaldırma sistemiyle yukarı taşısın, altını da mis gibi AVM yapsın.

Ampulünü de al git he mi?

Yılbaşlarında veya bayramlarda ağaç ve çiçekliklerin küçük ampullerle süslenmesi yasaklansın. Veya yasaklanmasın, bu işi yapan veya yaptıranların da aynı şekilde yılbaşlarında veya bayramlarda küçük ampullerle süslenerek dolaşmaları mecburiyeti getirilsin. Hatta bu işlemi -adıyla, sanıyla, yeriyle, adresiyle yazayım- Bakırköy’deki Galleria AVM yetkililerinden başlansın. Şu sıralar oradan hava karardıktan sonra geçerken Yeşilköy’den Yenikapı’ya giderken kafanızı sağa, Yenikapı’dan Yeşilköy’e geçerken kafanızı sola çevirdiğinizde o muhteşem güzelliği görürsünüz. Yol boyunca AVM’nin önündeki kamuya ait yeşillikleri küçük ampullerle kendilerince süslemişler, bana sorarsanız yeşilliklere eziyet eder olmuşlar. Ağaçlara ve yeşilliklere “Size ampul takabilir miyiz?” diye sordunuz mu kardeşim? Ampulünüz patlasın e mi? Ampulünü de al git he mi?

(21 Aralık 2011)

Sadi Çilingir

Sıradan Bir Açıklama

Sebahat Altıparmakoğlu’nu tanıyor musunuz? Ben tanımıyordum, şimdi sadece isim olarak tanır oldum. İşin öncesine bakarsak, Vedat Türkali edebiyat eğitimli biri olarak, -daha önce yazdığı edebiyat türleri olabilir- 1960’da Yeşilçamlı olarak senaryo-lar yazmaya başlıyor. Senaryocu olarak adı ilk kez Üsküdar İskelesi (Kaner – 1960) ve Dolandırıcılar Şahı (A. Yılmaz – 1960) adlı filmlerde görülüyor. Hemen belirtelim ki Dolandırıcılar Şahı çok serbest bir Gogol / Müfettiş uyarlamasıdır. Adını rekortmene çıkarmış senaryo yazarlarımız yanında Türkali az senaryo yazmıştır ama senaryo yazarı olarak Yeşilçam’a damgasını vurmuştur. Hemen anabileceğimiz senaryoları olarak Otobüs Yolcuları (Göreç – 1961), Şehirdeki Yabancı (Refiğ – 1962), Üç Tekerlekli Bisiklet (Akad / Ün – 1962), Karanlıkta Uyananlar (Göreç – 1964), Bedrana (Duru – 1974), Kara Çarşaflı Gelin (Duru -1975)… sayılabilir.

Türkali yazdığı üç senaryoyu da kendisi yöneterek, sinemada bir adım daha atmıştır. Türkali’nin yazdığı yedi senaryo iki kitap olarak yayınlanmıştır. Üç Film Birden: Kara Çarşaflı Gelin, Güneşli Bataklık (Duru), Analık Davası (çekimi yapılmamıştır) – Eski Filmler: Otobüs Yolcuları, Karanlıkta Uyananlar, Bedrana, Umutsuz Şafaklar. Umutsuz Şafaklar senaryo olarak yayınlandığı zaman filme çekilmemişti; bu arada senaryo habersiz olarak Batsın Bu Dünya (Seden) adı ile filme çekildi ve dava konusu oldu. Sonraki yıllarda adı Fatmagül’ün Suçu Ne? olarak değiştirildi ve Süreyya Duru tarafından çekildi (1986), başrolü -Fatmagül- Hülya Avşar oynadı.

1980’de Yeşilçam dönemi sinemamızda bitti ama sinemanın bitmesi söz konusu değildi. Film çekimleri devam etti. Bir süre sonra Yeşilçam anlayışının eksikliği, giderek tekeli kırılıp yerini özellerinin de boy göstermeye başladığı televizyon kanalları almaya başladı. Yeşilçam anlayışında filmlerin üretilmesinden sonra, sinemamızın da birçok kez yaptığı gibi edebiyat eserlerinin uyarlanmasına geldi sıra. Aslında başlangıçtan beri edebiyat uyarlamaları yapılmakta idi ama Yaprak Dökümü’nün TV uyarlaması yeni bir anlayışla uyarlamaların biçimini değiştirdi. Güntekin’in hem roman, hem oyun olarak yazdığı Yaprak Dökümü ilk kez 1958 yılında Süavi Tedü tarafından sinemaya uyarlandı. Dokuz yıl sonra, 1969’da ise filmi Memduh Ün çekecekti. Her iki uyarlama da Yaprak Dökümü’nün uyarlamaları idi. Bir süre sonra televizyon devreye girecek ve Yaprak Dökümü’nü sahnede oynanırken filme kaydederek yayınlayacaktı, sonradan -renkli olarak ve esere sadık kalarak- yeniden çekilecekti.

Televizyonun, piyasanın -Yeşilçam’ın- boşluğunu doldurmasından sonra, -her zaman olduğu gibi- yeni baskıları yapılan (160 sayfalık) Yaprak Dökümü, üç sezon sürecek -uzatılmış- ve modernize edilmiş (?) (günümüze taşınmış) hali ile -bu kez sinemaya gitmeyen- evde (evinde) oturan seyirciye sunulacaktır. Bunun paralelinde -biraz gecikerek- başlayan Aşk-ı Memnu’ya gelince… Uşaklıgil’in romanı sinema için -her zaman için- ilginç bir kaynak olmakla beraber, sinemamız o cesareti gösterememiştir. Refiğ TRT adına romanı -olabildiğince sadık kalarak- 6 bölüm halinde dizi olarak çeker. Sinemadan gelen Refiğ, romanı sinema tekniğini göz önünde bulundurarak çeker, yurtdışı gösterimleri için ise 6 bölümlük diziden 220 dakikalık bir sinema versiyonu hazırlanır. Dizi zamanına uygun hali ile çekilir. Yaprak Dökümü’nün başına gelen Aşk-ı Memnu’nun da başına gelir, dizi modernize edilmekle (günümüze taşınmakla) kalmaz, eklenti ve genişletmelerle uzatıldıkça uzatılır. Roman bir yerde biter, dizi de bitirilir ama -oldukça acemi bir biçimde…

Yaprak Dökümü ve Aşk-ı Memnu’dan söz edince Hanımın Çiftliği’nden söz etmemek olmaz. Önce romandan başlamak lâzım, öncelikle adı Hanımın Çiftliği değil, Vukuat Var. Bu 1958’de yayımlanan birinci cilt, ikinci cilt 1961’de -şimdi adına geliyoruz- Hanımın Çiftliği adı ile yayımlanıyor. Biri diğerinin devamı, ikincisi, birincinin bittiği yerden başlayan, Türkiye’nın 1950 sonrası toplumsal düzenine -araya siyaseti de az biraz karıştırarak- göz atan romanlar. Öncelikle söyleyelim, Vukuat Var romanı sonunda Kemal öldürülür. (Hanımın Çiftliği’nde Kemal yoktur, Muzaffer’in kız kardeşi diye ortaya salınan Halide ise romanda -her ikisinde de- hiç yoktur.) Ve romanın sonunda (Hanımın Çiftliği) çiftlik, dizide adı Yılmaz’a çevrilen -eski- çalışanlardan Habib tarafından yakılır. Muzaffer Bey daha önce öldürülmüştür. Habib, yangın paniği içinde karşılaştıkları Serap’ı (Güllü) kucağındaki çocuğu yüzünden öldürmez ve kayıplara karışır. Roman(lar) burada biter.

Vukuat Var / Hanımın Çiftliği’ni Saydam sinemaya uyarlar. Kemal’i -olayların geldiği yerde- öldürür ama handikapı Güllü’yü (Serap’ı) Türkân Şoray’ın oynamasıdır. (Acar Film -o yıllarda- filmlerinde -starlara- rol vermektedir.) Bir yerden sonra Saydam’ın filmindeki Güllü, O. Kemal’in romanındaki Güllü değildir, artık Şoray’dır. (Muzaffer Bey’i öldürmek isteyenleri de Güllü defedecektir.)

Aradan zaman geçer, televizyon yayınları başlar ve Hanımın Çiftliği (◄Vukuat Var) bu kez televizyona uyarlanır. Tüketim ekonomisine dayanan televizyon tekrar Vukuat Var / Hanımın Çiftliği’ni ele alırken, Vukuat Var adı ortadan kaybolur, Hanımın Çiftliği olarak anılır olur. Ve dizi, yukarıda değinildiği gibi -en azından ve en başta- Kemal (ve Halide) ile romanın çok uzağına düşer ve romanla ipler çoktan kopmuştur. Sonunda uzatıla uzatıla sürdürülen dizi de biter ama komedi bitmez.

Romanın yazarı Orhan Kemal, Yeşilçam’a bazı eserleri ile kaynaklık etmekten başka senaryolar ve film hikâyeleri de yazmıştır. Yazdığı bir film hikâyesi, Vedat Türkali tarafından senaryolaştırılır ve Lütfü Akad tarafından çekilmeye başlanmasına rağmen yarım kalır, filmi iki yıl sonra Memduh Ün tamamlar: Üç Tekerlekli Bisiklet. Orhan Kemal’in yazdığı metin İstanbul’da geçer, mandırasını elinden almak isteyenleri öldüren adam kaçarak, nikâhsız kocası yıllar önce Almanya’ya gitmiş, bir daha da arayıp sormamış bir çocuklu çamaşırcılık yapan kadının gecekondusuna sığınır. Bir süre burada kalır, çocuk adamın babası olduğuna inanır. Orhan Kemal, yazdığı bu metni (film hikâyesi) romanlaştırırken, erkek kahramanını, Hanımın Çiftliği’ni yakıp kaçan ve yakalanmayan Habib olarak değiştirir. Bu roman KAÇAK adı ile Orhan Kemal’in ölümünden (1970) sonra yayınlanır. (Kaçak romanı Memduh Ün tarafından -finali değiştirilerek- sinemaya uyarlanacaktır / 1982).

Şimdi yukarıda sözünü ettiğimiz roman uyarlaması dizilerin yayınlarının başlamasından sonra, kitaplarının yeni baskıları piyasaya çıkarılmış ve satışlarında dikkat çekici bir artış olmuştur. Bu Vukuat Var / Hanımın Çiftliği için de geçerlidir. Yalnız Vukuat Var, üst başlığı Hanımın Çiftliği 1 (Vukuat Var) olarak yayınlanmış, Hanımın Çiftliği -yani Vukuat Var’ın devamı- Hanımın Çiftliği 2 olarak yayına sürülmüştür. İş burada bitse denecek hiç bir şey yoktur fakat -yukarıdaki açıklamalara rağmen- Kaçak romanı, Hanımın Çiftliği 3 (Kaçak) olarak yayınlanmıştır. Hanımın Çiftliği 3 olarak çıkarılan bu kitapta, çiftliği yakarak kaçan (Hanımın Çiftliği romanında adı: Habib) Habib’ten başka çiftlik ile âlâkalı kimse yoktur. “Kaçak” romanının sonunda polisler gecekonduyu sarınca -Habib sigarasını unutarak- kaçar ve kaçmaya devam edecektir. Polisler içeri girip Habib’i bulamayıp, sigarayı sorduklarında gecekonduda oturan kadın “benim” diyerek -ilk kez- bir sigara yakar. (O. Kemal) “Kaçak” filminin sonunda ise, kaçak çemberin daraldığını anlayınca kaçmaya karar verir. Gecekonduda oturan kadın da birlikte gitmeye karar verir. Birlikte kaçarlarken, otogarda polisle karşılaşırlar (M. Ün) [“Üç Tekerlekli Bisiklet”in sonunda ise gecekondu sığınmacısı Ali, sarılan gecekonduda dışarı çıkarak yakalanır. Ali, polisler tarafından götürülürken kadın ise, gecekonduda oturan, yıllar sonra evine dönmüş fakat çaldığı kapı açılmamış nikâhsız kocasının bakışları altında çocuğu ile birlikte Ali’nin (ve polislerin) peşinden gider.]

Vedat Türkali’ye dönersek, senaryolar, oyunlar, şiirler yazan Türkali roman da yazar. Romanları: Bir Gün Tek Başına (1974), Mavi Karanlık (1983), Yeşilçam Dedikleri Türkiye (1986), Tek Kişilik Ölüm (1990), Güven (1999 – 2 cilt), Kayıp Romanlar (2004), Yalancı Tanıklar Kahvesi (2009)… ama Yaprak Dökümü ve Aşk-ı Memnu’dan sonra, sıra romanlardan sonra “eski” filmlere de gelince, Fatmagül’ün Suçu Ne ele alınır. Reklâmları gazetelerde ve ekranlarda boy gösterir. Buraya kadar diyecek bir sözümüz yoktur, 1986’da çekilen bir filmin televizyon uyarlaması yapılacaktır… ama tanıtımda “Eser: Vedat Türkali” ibaresi yer alır. Türkali’nin böyle bir eseri yoktur. Sonradan Fatmagül’ün Suçu Ne adı ile filme çekilecek Umutsuz Şafaklar isimli bir SENARYOsu vardır. Hadi, senaryo adının değil filmin adının kullanılmasını kabul edelim ama bu Türkali’nin metnidir, eseri değil. [Senaryonun edebi bir metin olup olmadığı tartışmalı bir konudur. Ben olmadığı düşüncesindeyim, çünkü senaryo “bir başka yapıya yönelik bir yapı” (PPP) olarak kaleme alınır.]

Bütün bunlarada sessiz kalınabilirdi ama Türkali’nin eseri diye sunulan dizi uyarlaması, Türkali’nin yazdığı senaryoyu (Umutsuz Şafaklar) çoktan gerilerde bırakmıştır. Senaryoda hiç olmayan kişiler dizinin ağırlıklı (nesi – ?) olmaya başlamışlardır. Bu aşamada ben bir iki yerde Türkali’nin Fatmagül’ün Suçu Ne isimli eseri olmadığı hem yazdım, hem söyledim de. Zaman beni yalancı durumuna düşürdü. Şimdi kitapçılarda Fatmagül’ün Suçu Ne adında bir kitap var ve yazarı yerinde de Vedat Türkali adı… ama dahası da var, kapakta bir de Sebahat Altıparmakoğlu adı var. Altıparmakoğlu, halen yayını devam etmekte olan televizyondaki diziyi öyküleştirmiş ve kitap olarak yayınlamış… (buna da peki) ama aklıma gelen sorulara kim cevap verecek:

1) Dizi halen devam etmekte iken Sayın Altıparmakoğlu, dizi için Melek Gençoğlu ve Ece Yörenç tarafından yazılan senaryoyu okuyarak mı yazmıştır bu öyküyü?

2) Bunun yapılabilmesi için, çekimleri devam eden dizinin şu anda bitmiş (bitirilmiş) bir senaryosu var mıdır?

3) Eğer bitirilmiş bir senaryo yok ise Sayın Altıparmakoğlu öyküleştirmeyi hangi verilere göre sonuçlandırmıştır?

Bu sorulara ne şekilde cevap verilirse verilsin, ben durumun bu hali ile Fatmagül’ün Suçu Ne’yi Vedat Türkali’nın bir eseri olarak kabul edemeyeceğim ama unutulmaması gereken bir şey var, Vedat Türkali’nin Umutsuz Şafaklar isimli bir senaryosu vardır ve bundan Süreyya Duru’nun yaptığı Fatmagül’ün Suçu Ne isimli bir filmi. (Goggle’da Fatmagül’ün Suçu Ne isimli dizi için Vedat Türkali, hem senaryo yazan ekip içinde, diğerleri ile birlikte, hem de eser “sahibi / yazarı” olarak gösterilmektedir ??!??)

(18 Aralık 2011)

Orhan Ünser

Ekonomik Krizin de Mizahı Var

Acı Tatlı Tesadüfler (Ma Part du Gâteau)
Yönetmen-Senaryo: Cédric Klapisch
Görüntü: Christophe Beaucarne
Oyuncular: karin Viard (France), Gilles Lellouche (Steven), Audrey Lamy (Josy), Raphaële Godin (Mélody), Marine Vacth (Tessa), Flavie Bataille (Lucie), Lunis Sakji (Alban)
Yapım: Studio Canal-France 2 Cinéma (2011)

Şehirlerin yönetmeni Cédric Klapisch’in “Acı Tatlı Tesadüfler” filminde ekonomik çöküntünün finans dünyasından olduğunu söylüyor. Emekçilerden yana olan bu sol ruhlu film seyircileri kahkahalarla da güldürüyor.

Kocasından ayrılmış ve üç kızıyla yaşayan kırklı yaşlarının başlarındaki France, fabrika kapanınca, diğer 1.200 kişi gibi işsiz kalıyor. Film, bir doğum günü pastası üstüne açılıyor. Pasta kesilirken France’ın orada olamadığı fark ediliyor. France, depresyona girmiş ve intihar etmiş. Filmin girişinde gösterilen pastanın anlamı var. Hem de nasıl! Orijinal anlamı “Pasta Dilimim” olan 2011 yapımı “Ma Part du Gâteau-Acı Tatlı Tesadüfler” filmindeki pasta bir metafor. Kapitalistler daima ekonomik bölüşümleri “pasta metaforu”yla yaparlar. İşte çarpıcı yönetmen Cédric Klapisch, son birkaç yıldır ekonomik krizle boğuşan Avrupa’daki pasta dilimlerini en çok kimlerin götürdüğü üstüne yoğunlaşıyor bu son filminde. France ve diğerlerinin nasıl işsiz kaldığını hiç gecikmeden gösteriyor yönetmen. Finans çevresi tarafından. Dunkerque’deki fabrikanın kapanmasında Londra’da borsada oynayan Fransız Steve. Aslında tam adı Stéphane Delarue… Steve, bir finans şirketinde çalışıyor ve İngiliz patronu biraz da Fransa’da para kazanması için Paris’e gönderiyor onu. Diğer tarafta France, iş kursuna gidiyor ve bu iki insanın yolu Paris’te buluşuyor. France temizlikçi olarak, dairesinde bir küçük bir borsa mekânı kurmuş Steven tarafından işe alınıyor.

Yönetmen bu Fransız “yuppie”sinin hayatından anlar da gösteriyor. “Yuppie”, 1980’lerde Reaganizmle ortaya çıkmış bir terim. Açılımıysa, “Şehirli Genç Profesyoneller” (Young Urban Professional)… Ağırlıklı olarak finans işlerinde çalışan, yirmili yaşlarının ortalarından başlayıp otuzlu yaşlarının başlarına kadar inanılmaz bir servetin sahibi olduktan sonra hızla yere çakılırlar. Bu hepsi için geçerli. “Hızlı yaşa genç öl” misali gibi. İşte otuz yaşındaki Steve, bu unutulup gitmiş “yuppie”lerin fosili gibi. Steve, çapkın ve zamanı işi dışında pek olmayan biri. İş dışındaki her şeyi hızlı başlayıp bitmeli. Aslında France’ın hayatına girmesi Steve’in hayatını az da olsa yavaşlatıyor. Buna Steve’in küçük oğlu Alban’ın da katkısı oluyor. Karısı tatile çıkınca Alban’a bakmak zorunda kalıyor işi başından aşmış Steve’in. Elbette yakınında France’ın olması işini kolaylaştırıyor. Üç çocuk annesi France, temizlikçilik yanında dadılık da yapmaya başlıyor. Bir Londra seyahatinde bir duygusal yakınlaşma olsa da France karşısındaki kapitalistin duygularının olmadığını yatağı ısıttıktan sonra fark ediyor. Ama bir şey de öğreniyor: Katillerinin kim olduğunu. Mizahı güçlü bu yapıt, final bölümüyle bir anda suç filmine dönüşüyor ve rüya da olsa emekçilerin kazanımlarıyla bitiyor.

Bu Normandiya büyülüyor…

Fransa’nın en kuzeyindeki Yukarı Normandiya’daki Dunkerque… Flamanların yoğunlukta yaşadığı Belçika sınırı. İngiltere’ye de Manş Denizi’ndeki tünelden kolayca geçiliyor buradan. Flamanca buraya “Duinkerke” deniliyor. “Kumul Kilise” anlamına geliyor. Fransa’da Belçika’nın Flaman sınırına Nord-Pas-de-Calais bölgesi deniliyor. Buradaki kültür diğer bölgelerdeki Fransızlar için de hayli yabancı ve onları kendileri gibi Fransız da görmüyorlar neredeyse. Kuzeyliler, kendilerini diğer Fransızlara kanıtlamak için 1896 yılından bu yana “Paris-Roubaix” adıyla bir günlük bisiklet yol yarışı düzenliyorlar. Bu yarışa da “kuzeyin cehennemi” adını takmışlar. Nisan ayının bir pazarında koşulan “Paris-Roubaix”, klâsiklerden “Tour de France”, yani “Fransa Bisiklet Turu”na da ilham olmuş 1903’ten günümüze kadar. Her yıl Temmuz ayında koşulan üç haftalık bisiklet yol yarışı “Tour de France” için büyük yönetmen Orson Welles, “Dünyanın en büyük filmi” demiş bir vakitler. Bisiklet yarışlarının hepsi, Mart başından Ekim sonuna kadar EuroSport kanalında Türkçe yayımlanıyor, belirtelim.

Yönetmen Klapisch’in “Acı Tatlı Tesadüfler” filmi Londra, Venedik ve Paris’e de uğruyor. Her ne kadar Paris pencerelerin dışından yansısa da. Yahudi kökenli 1961 doğumlu Fransız Klapisch, filmlerini şehirlere adayan yönetmenlerden. Paris’e adanmış 1996 yapımı “Chacun Cherche Son Chat-Herkes Kendi Kedisini Arar”, Barcelona sokaklarında dolaşan 2001 yapımı “L’Auberge Espagnole-İspanyol Pansiyonu”, St. Petersburg’u büyüleyici ve gerçekçi yansıtan 2004 yapımı “Les Poupées Russes-Rus Bebekler”, Paris’i ve sakinlerini gözleyen 2008 yapımı “Paris” bu yönetmenin sinemaseverlere armağan filmleri. “Acı Tatlı Tesadüfler” filminin sinemaskop görüntülerinin muhteşem olduğunu da belirtmeliyiz. Normandiya kıyıları da büyülüyor. Bu filmde bir de Karin Viard denilen muhteşem bir oyuncunun seyretmeye doyulmaz oyunu karşısında büyülenmiş gibi oluyorsunuz. Ayrıca tüm Klapisch filmleri DVD arşivlerine katılmalı.

(16 Aralık 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Devrim ve Aşk Bitti

Aşk ve Devrim
Yönetmen: F. Serkan Acar
Senaryo: M. Serkan Turhan
Müzik: Kemal Sahir Gürel
Görüntü: Feza Çaldıran
Oyuncular: Gün Koper (Kemal), Deniz Denker (Leyla), Bedir Bedir (Abidin), Ayberk Pekcan (Pala), Serkan Tınmaz (Hikmet), Nefrin Tokyay (Şirin), Derya Durmaz (Aysun)
Yapım: Film Fabrik-Kuzey Film (2011)

F. Serkan Acar, “Aşk ve Devrim” filminde, reel sosyalizmin sonlarının yaklaştığı dönemde bir sol fraksiyonun devrim hayallerini anlatıyor. 18. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nde ödüller kazanan film görülmeye değer.

Yönetmen F. Serkan Acar, ilk yönetmenliği 2011 yapımı “Aşk ve Devrim” filminde bir örgütün tam içinden manzaralar yansıtıyor. Sol örgütler ezelden beri fraksiyonlara bölünmüş ve kendi aralarında da her daim tartışmışlar. Filmden yansıyan sol fraksiyon gerçeklikte de böyle olabilir. Genelde iki kanadı olan bu tür örgütlerde her şey aşama aşama gelişiyor. Başlarda sematizanlık ve heyecan var. Okul boykotları, bildiri dağıtmalar, karşıt görüştekilerle hafif çatışmalar. Genç insanlara macera dolu anlar yaşatıyor. Elbette hücre evlerine benzer komünal yaşam da var. Arada sokaklara çıkıp duvarlara yazı yazmak ve afişler asmak var. Sonrasıysa geriye dönülmez bir labirent olan şiddet kanadı. Orada ele silâh veriyorlar. Sonuçtaysa ölüm veya hapis çıkıyor karşılarına. “Aşk ve Devrim” filminde hepsi yansıyor. Ama yönetmen her şeyin tam ortasında kalmış ve zaman zaman da kafa karışıklığı hissediliyor. Çünkü eleştiriyle sempati sürekli zihninde çatışmış yönetmenin. Ama, son jenerikte yönetmen saygılarını gönderdiğinde bu defa da seyircilerin zihni karışıveriyor. Bu propaganda filmi mi yoksa? Franksiyon yapılanmalarını görsel anlamda da iyi yansıtan yönetmenin aşk üstüne yanıldığını düşünüyoruz. Bu fraksiyonlarda her şey olabilir, ama aşkın oralara uğradığını hiç sanmıyoruz. Militanlarına asla izin vermezler. Zaten kadın militanlarına “bacı” diyor bu fraksiyonlar. Yönetmen gerçekliğe bir an sırtını dönmeseydi “Aşk ve Devrim” çok önemli politik bir filme dönüşebilirdi.

Romantik bir Kemal…

Anne-babası zamanında Almanya’ya göçmüş, kendisi Almanya’da doğmuş Kemal’i babaannesi büyütmüş. Derslerini takip etmediği fakültede okuyor. Fraksiyonundan Leyla’ya da platonik aşık bir de. Abidin’le aynı evi paylaşan Kemal, küçük eylemlere katılıyor. Fraksiyonun İstanbul’daki yöneticisi Pala. Talimatları ondan alıyorlar. Fraksiyon, grevdeki işçilere de eylemleriyle destek veriyorlar. Kemal’in, gözlerinin üstünde olduğu Leyla bu ilgilisine karşılık vermiyor başlarda. Ama, birkaç serserinin saldırısına uğrayan Kemal’e yavaş yavaş ilgi göstermeye başlıyor. Belki de bu ilgi aşktan çok şefkatle ilgili. Banyo sahnesini düşünün. Leyla’nın Kemal’le öpüşmesi aşkla ilgili değildi belki de. Abidin, meyhaneye takılan serseri saldırganları tespit ediyor ve fraksiyondan birkaç kişiyle onlara derslerini veriyor. Ama, bir süre sonra Abidin siviller tarafından ortadan kaldırılıyor ve işkence görmüş cesedi çöplükte bulunuyor. Pala, Kemal’i Hikmet’in yanına yerleştirdikten sonra bu genç militanı silahlı kanada alıyor. Bir kuyumcu soygununda kuyumcuyu yaralayınca İstanbul’dan uzaklaşmak zorunda kalıyor sonra. 37 plakalı arabayla geldiği kıyı kasabasında yaşıyor bir süre. Hatta ilk cinselliğini bile yaşıyor orada. İstanbul’a döndüğünde ne kadar çok şeyin değiştiğine ve bazı şeylerin, yani aşkın imkânsızlığını fark ediyor Kemal. Berlin’de duvarlar yıkılıyor. Sovyetler’de reel sosyalizm çöküyor. Fraksiyonun yurtdışındaki lideri teslim oluyor. Aşk gibi hayal kırıklıkları peş peşe düşüyor Kemal’in üstüne.

Filmin estetiğinin çarpıcı olduğunu belirtmeliyiz. Sinemaskop görüntülerle yansıyan kış atmosferindeki İstanbul insanı büyülüyor. İç mekân çekimlerinde de, özellikle komünal hayatın sürdüğü evler sahici ve sıcak yansıyor filmden. Elbette karakterlerin yansıyışı da etkileyici. Kemal’in aşkını hisseden Pala’nın gençliğinde yaşadığı umutsuz aşkını anlattığı sahnenin sıcaklığı insanın içine akıyor. Abidin’le Kemal’in denize karşı sohbetleri de bu sıcaklığı çoğaltıyor. Evlerinin yakınından geçen trenlerin sesleri de bir müzik gibi duyuluyor fonda. Ünlü oyuncu Macit Koper’in oğlu Gün Koper’in performansı muhteşem. Bu genç oyuncu, Ahmet Ümit’in romanından uyarlanan ve Ersan Arsever’in yönettiği “Bir Ses Böler Geceyi” filminde de oynadı. Leyla’yı oynayan Deniz Denker’i, 2003’te TRT’de yayımlanan “Mühürlü Güller” dizi filminden hatırlıyoruz. Küçük Elif büyümüş ve sinemamızın iyi oyuncuları arasına katılıyor şimdi. “Aşk ve Devrim” filmi, 18. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nde “Umut Veren Genç Erkek ve Kadın Oyuncu” dalında Gün Koper’le Deniz Denker’e ortak ödül getirdi. Bu film ayrıca aynı festivalde “En İyi Sanat Yönetmeliği” ve “Jüri Özel Ödülü”nü de aldı. Yönetmen Acar, 1975 Artvin doğumlu. 2007 yapımı “Sonbahar” filminin yapımcılığını üstlendiğini belirtelim.

(Bu yazı 16 Aralık 2011 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

(16 Aralık 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Cyril Hayatın Sıcaklığını Ararken

Bisikletli Çocuk (Le Gamin au Vélo)
Yönetmen-Senaryo: Dardenne Kardeşler
Görüntü: Alain Marcoen
Oyuncular: Thomas Doret (Cyril), Cécile de France (Samantha), Jérémie Renier (Guy), Egon di Mateo (Wes), Laurent Caron (Gilles), Youssef Tiberkanine (Mourad)
Yapım: Film du Fleuve (2011)

Dardenne kardeşlerin “Bisikletli Çocuk”, 64. Cannes Film Festivali’nde Nuri Bilge Ceylan’ın “Bir Zamanlar Anadolu’da” filmiyle “Büyük Jüri Ödülü”nü paylaşmıştı. Dardenne kardeşler, yine Avrupa’ya ve sosyal devlet anlayışına öfkelerini gönderiyorlar.

Belçika sinemasının medar-ı iftiharı Dardenne kardeşler, sadece Avrupa sinemasının değil dünya sinemasının da önemli yönetmenlerinden. Kardeşlerden Jean-Pierre Dardenne 1951’de, küçük olan Luc Dardenne 1954’de doğdu. İkisi de Liège şehrinden. Onların filmlerinde kapitalist Avrupa’nın ikiyüzlülüğü vardır. Sinemalarına göçmenleri ve çocukları sorun yaparlar. Bu sosyalist kardeşlerin seyrettiğiniz her filminde Avrupa’nın gerçek yüzünü görürsünüz. Bu kardeşlerin filmlerine daha çok film festivallerinde karşılaşıyor sinemaseverler. 2005 yapımı “L’Enfant-Çocuk” ve 2008 yapımı “Le Silence de Lorna-Lorna’nın Sessizliği”, bu kardeşlerin bütün filmleri gibi sinemaseverlere gerekli filmler. 48. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde gördüğümüz 2011 yapımı “Le Gamin au Vélo-Bisikletli Çocuk”, üstatların yine çocuklar üzerinde durduğu önemli filmlerden. Bu film de “Lorna’nın Sessizliği” gibi Liège şehrinde geçiyor. Liège, Belçika’nın Valonya bölgesinin ormanlarla kuşatılmış, içinden nehir geçen muhteşem şehirlerinden biri.

Babayı aramak…

Liège şehrinde, geçici olarak yuvada kaldığını sanan 11 yaşındaki Cyril Catoul, babasını ve bisikletini arıyor. Sessizce kimseye haber vermeden ortadan kaybolmuş baba da bisikletini satmış. Kırmızı montlu Cyril, kuaför Samantha’yla tanışıyor. Samantha, Cyril’in koruyucu ailesi oluyor sonra. Hafta sonlarını Samantha’yla geçiren Cyril, Samanta’nın yardımıyla başka bir yerde babası Guy’ü buluyor. Aniden ortadan kaybolan Guy, bir restoranda aşçılık yapıyor. Sorumluluklarının altında ezilen Guy, oğlunun bir daha kendisini görmesini istemiyor. Samantha, Cyril’in annesi ve babası gibi oluyor. Samantha, Cyril için sevgilisinden bile ayrılıyor. Cyril, bu çocuk omuzlarında hayatın bu ağırlığını taşırken içinde bir öfke ateşi var. Boşlukta hissediyor kendini küçük kalbi. Bisikletini sürekli çalan yeşil elbiseli çocukla kavga ettikten sonra çetenin başı Wes’le tanışmak zorunda kalıyor. Wes de yuvada yetişmiş. Çetesiyle küçük suçlar işliyor. Cyril’i de kendi yanına çeken Wes, Cyril’i soygun nasıl yapılır onu öğretiyor. Hatta soygun bile yaptırıyor Cyril’e. Dardenne kardeşler, Avrupa’daki sosyal devlete eleştiri getirdiği bu filminde sevgi ve şefkatin altını çiziyor. Sürekli kaçan, bir şeylere öfkelenen Cyril, bir yerden sonra Samantha’nın içten gelen sevgisine karşılık veriyor. Final bölümünde ağaçtan düşen Cyril’in ölmediği için insanlar mutlu oluyordu. Yönetmen kardeşler bu filmlerinde de kamerayı yer yer öfkeli kullanmışlar. Hafif el kamerasıyla çekilmiş anlar, küçük Cyril’in içindekilerinin, öfkesinin dışavurumu gibi sanki. Dardenne kardeşlerin filmlerinin daima ruhu olan kameraman Alain Marcoen’in hafif el kamerası kullandığı anlar ilham verici. Bir de Cécile de France var. 1975 doğumlu Belçikalı bu muhteşem oyuncu, Fransız sinemasının ışık saçan oyuncularından. Çocukluğundan beri Dardenne kardeşlerin filmlerinde oynayan, onların filmlerinde büyüyen Jérémie Renier, sorumluluğundan kaçan baba rolünde inandırıcı bir oyunculuk ortaya koymuş. Dardenne kardeşlerin “Bisikletli Çocuk” filmi, bu yıl 64. Cannes Film Festivali’nde Nuri Bilge Ceylan’ın “Bir Zamanlar Anadolu’da” filmiyle beraber “Büyük Jüri Ödülü”nün sahibi olmuştu. Cyril ağaçtan aşağıya düşerken bir an koltuktan kalkıyorsunuz ve ona bir şey olmamasını diliyorsunuz. Filmin finalinin açık uçlu olduğunu belirtmeliyiz. Tıpkı “Lorna’nın Sessizliği” gibi. Bu filmi ve küçük Cyril’i seveceksiniz.

(Bu yazı 16 Aralık 2011 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

(16 Aralık 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Minimal Sularda Maksimum Trajedilere Yolculuk: Rêç / İz

Kürt coğrafyasında yaşanan şizofrenik (devlet kaynaklı) tarih ve bu tarih belleğindeki kayıtlara ilişkin yapımlarıyla kötü bir sezon geçiren (neredeyse tek örnek hariç) sinema sektörünün o coğrafyada yaşananlar konusundaki sınavı devam ediyor. Vizyona giren ve kurulan ölüm gergefini beyaz perdeye aktaran son film olan İz/Rêç de seyirciyi bir ölüm yolculuğuna çıkararak, ‘toprağına gömülmemiş anaların’ ağıdına dikkat kesiyor.

Yavuz Ekinci’nin ‘İncir’ isimli öyküsünden yola çıkılarak yönetmenliğini ve senaryo yazarlığını Tayfur Aydın’ın yaptığı, Necmettin Çobanoğlu, Bilâl Bulut, Melahat Bayram ile Serdar Orçin’in rol aldığı film, yaşanan baskı ve yasalardan dolayı Türkiye’nin batısına sürülmüş binlerce Kürt ailesinden birinin ölüm yolculuğuyla sınanan inadını beyazperdeye aktarıyor.

İlk uzun metraj yönetmenlik deneyiminde tamamına yakını genç oyunculardan oluşan kadrosuyla, zor koşullarda ve kısıtlı imkânlarla sert bir coğrafyada seyircisini bir cenazenin peşinden yola çıkaran Aydın, dün olduğu kadar henüz bugün de geçerli olan tarafına ışık tutuyor madalyonun.

Türkiye sinemasında bahsi geçen coğrafyanın kan akışını hakim otoritenin desturu ölçüsünde ele almayan filmler konusunda kısmi bir bereket yaşandığı söylenebilir sinema dünyası açısından. Yaşanan ve hâlâ yaşanmakta olan sarsıcı hikâyeler konusunda gelecek yıllarda bu sektörün ilgisini daha çok çekeceği kesin olan Kürt trajedisini bu sezon birçok film ele alıyor. Ancak, maalesef bunların bir iki örnek harici bildik bir karikatürize biçemiyle yola çıktığından elek altında kalmaktan kurtulamadı. Gişe ve gündem çapları da bunun kanıtı oldu. Bu imtihana dahil olan Rêç ise olayın karikatürize edilmeden ele alınması açısından kendisine ait bir iz sürüyor. Ancak Ekinci’nin öyküsünün hakkını verdiği de söylenemez…

Filmde, 80 yaşındaki Şeristan bir sürgün olarak İstanbul’daki gecekondulardan birinde; oğlu Mirza, torunları Hevi, Leyla ve Meryem ile birlikte gerginlik dolu bir yaşam sürdürmektedir. Bir sabah kötü bir düşten uyanan Şeristan’ın sıradan yaşamı, sıra dışı bir yolculuğu doğuracak şekilde sona erer. Oğlu Mirza ve torunu Hevi ile birlikte 20 yıl önce göçe zorlandıkları için terk ettikleri Batman’a doğru yola çıkarlar. Zira Şeristan’ın son isteği kendi toprağına gömülmektir aslında.

Şeristan’ın yıllar boyunca bir sır olarak sürdürdüğü hayatına dair bütün gerçekler bu yolculuk sürecinde ortaya çıkar. Mirza için en büyük yük annesine verdiği sözü yerine getirmektir. Hevi ise bu yolculuğu başından beri istemediği ve İstanbul’dan yanına kötü anılar alarak yola çıktığı için babası Mirza ile sürekli çatışır.

Yolculuk sırasında Şeristan’ın hayatını kaybetmesi ise Mirza’nın omuzlarındaki yükü ağırlaştırdığı gibi, yolcuğu da bambaşka bir minvale çeker. Öyle ki sözü yerine getirmek, ölümü bin kez tatmak demektir artık Mirza için. Verili sözün bir inada, öfkeye ve aynı zamanda intikama dönüştüğü yolculukta coğrafyanın sert yüzü, otoritenin demirden çekilmezliği ise işin tuzu biberi olur.

Kısıtlı imkânlarla çekildiği her karesinden hissedilmesi açısından izleyiciyle samimi bir bağ kuran filmde ağırlıkta Kürtçe tercih ediliyor. Elbet coğrafyanın ve acının diliyle aynı olması kaçınılmazdı, lâkin başrol oyuncusu Çobanoğlu’nun yabancı olduğu bu telâffuzun hem oyunculuğunu güme götürmesi hem de karakterler arasındaki irtibatı rahatsız edici bir boyuta getirmesi talihsiz ve kaçınılmaz bir sona neden oluyor. Hiçbir oyunculuk deneyimi olmayan ve Şeristan karakterini canlandıran Melahat Bayram’ın oyunculuğu ise hem göz doldurucu hem de sahne ve kamera deneyimli tüm ekibi geride bırakıyor. Karakter kurgularının senaryoda hem birbirleriyle olan irtibat hem de bütüne hizmet bağlamında zayıf bırakılması oyunculuk konusunda bir şanssızlığa neden oluyor film için.

Kısa hikâye uzun film

Genelde Türkiye sinemasında özelde ise Kürt sinemasında yaygın bir handikap olarak seyircinin yakasını bırakmayan kısa hikâyelerin saatleri bulan filmlere aktarılması ise yine denen bir yöntem olmuş. Burada da elbette iş yönetmene düşüyor. Ekinci gibi bir kalemin oldukça sarsıcı söz konusu öyküsünü hakkıyla işlemek yerine, plân ve sahnelerin uzatılmış olması filmi akmaz hale getiriyor. Özellikle İstanbul sahnelerindeki gereksiz uzamalar, tren yolculuğunun neredeyse yol uzunluğunda tutulması da bunun kanıtı oluyor.

Bazı karakterlerin yönelişleri itibariyle filmde hizmet dışı kalması ise bir başka negatif katkı sunuyor yapıma. Öyle ki filmin birçok yerinde gerekçe ya da meselenin geçmişi verilmeden, yönetmenin kendi kafasındakini seyircinin anlaması bekleniyor. Bu da oyunculuk meselesini etkileyen minik bir faktör elbette.

Alternatif sinemadan özdeşlik kurma taktikleri

Gerekçelerin boş bırakılması eleştirisine örnek verilmesi gerekirse, Hevî’nin aşık olduğu üniversite arkadaşı ile yaşadığı durum gösterilebilir. Aralarında tek taraflı bir aşk olmasına rağmen, kadın karakter Hevî’yi evine çağırır ve birlikte olur. Ancak anlaşılmaz bir gerekçeyle evinden kovar ve kendisini bir daha aramamasını ister. Ancak ilerleyen zamanlarda ise telefonuna cevap verir. Yine aile içindeki, özellikle de baba oğul arasındaki sert irtibat ve daimi gerginlik ise gerekçelendirilmeyen bir başka örnek.

Filmdeki biçem-kurgu itibariyle belki de alternatif sanat adına en tehlikeli yanı ise, seyirciyi plân ve sahne çekimleri itibariyle bir özdeşliğe sokarak olayın içine sürüklemesi. Özellikle ilk yarısında çok fazla yakın çekim plânlarla bir dizi tekniği kullanılırken, ikinci yarısında ise daha çok genel çekimlere yöneliniyor. Bunun gerekçesi elbette ki yönetmenin coğrafyayı fon olarak kullanmak istemesi ancak, başta Brecht olmak üzere, alternatif-devrimci, ezilen vs. kuramcıların gözleri üstümüzde…

Yine ekonomik imkânsızlıklarla çekilmesi son derece kabul görür bir gerekçeyken, atmosferin yer yer fazlasıyla minimalize edilmesi ise trajedisi maksimumda olan yolculuğun, seyircide kabul görmeyecek gerekçeler ortaya çıkarmasına neden oluyor. Maalesef ki hiçbir gerekçe hiçbir sonu makûl gösteremiyor…

Filmin devam sorunları ise özellikle kar, yağmur ve güneşli çekimlerde su yüzüne çıkıyor. Aynı ilin sınırları içinde topu topu iki günlük zaman akışı olmasına rağmen, yoğun yağmurlu bir sonbahar atmosferinden bir süre sonra karakış ve kara saplanan seyirci, aynı gün karın söz konusu olmadığı bir bahar güneşiyle karşılaşıyor adeta.

Yolculuk başladıktan sonra filmin neredeyse önemli bir bölümünde bulunan tüm karakter ve olaylar ise bir daha karşımıza çıkmıyor. Yani ailenin değir fertleri trene binişle birlikte geride kalıyor artık. Yan öykülerin bütün filme hizmet edecek biçimde betimlenmemesi, yolculuğun her sonraki adımında, bir öncekilerin işlevsizleşmesine neden oluyor. Yine evin en büyük ve evli olan kızının kürtaj konusunda eşiyle olan kapışması başlangıçta film boyu görülecek gibi gösterilmesine rağmen, trenin kapısı kapandığında o da “ben de aslında gereksiz bir yan hikâyeydim” diyor. Yani, “bir filmde bir silâh görünüyorsa mutlaka patlar” aforizması, hak getire…

Hikâye ve tüm kadronun samimi emeğine ve yaklaşımına karşın aceleye ve acemi taktiklerin gazabına uğrayan bir filmin, sürprizsiz (çünkü bütün sürprizler için ön bilgi veriliyor) ‘İz’ine dönüyor sinemanın çarkları…

(11 Aralık 2011)

Rawin Sterk

DVD: Jane Eyre

“Jane Eyre”, sinema / televizyon uyarlamaları açısından şanslı eserlerden. Bu hafta sinemalarımızda, yepyeni bir sinema uyarlaması gösterime girdi. Meraklılar için raflarda bulabileceğiniz, BBC yapımı diziyi de önermek istiyorum.

Jane Eyre
(2006)
Yönetmen: Susanna White
Oyuncular: Ruth Wilson, Toby Stephens
BBC/Tiglon

“Eğer yaşayan tek bir yakınınız yoksa hayal kırıklığına da uğramazsınız”. – Mr. Edward Fairfax Rochester

Sırasıyla 30, 29 ve 39 yaşlarında genç ölümleri tadan Emily, Anne, Charlotte Bronte Kardeşler’in, 19. yüzyılın ilk yarısında geçen yalnızlık içindeki hayatlarında yazdıkları roman ve şiirleriyle İngiliz edebiyatına kalıcı iz bıraktıklarını anımsatalım. Özellikle “Wuthering Heights – Rüzgârlı Bayır”ı yazan Emily ile “Jane Eyre”le ün kazanan Charlotte, roman sanatına lirizmi sokan teknikleriyle edebiyat tarihinde yer alırlar. Bir Anglikan papaz baba ile anne öldüğü için devreye giren geçinmesi zor halanın kız kardeşler üzerindeki etkisi de, örneğin Jane Eyre’in geçmişinde açıkça görülür. Anne – babası ve onu çok seven dayısının ölümünden sonra çok küçük yaşta kötü bir yenge ile kuzenlerin insafına terk edilen, yetimhaneye bırakıldıktan sonraki acılı yıllarda ise mürebbiyelik yapabilecek olgunluğa erişen Jane’in öyküsü, bu kez bir mini dizi olarak sunulmuş.

Televizyon dizilerini sanat düzeyi yüksek eserler olarak hafızalara kazıyan BBC yapımı “Jane Eyre”, Bayan Susanna White’ın yönetiminde hem aslına sadık, hem de çok ‘canlı’ bir uyarlama olmuş. Jane’in, evlâtlığını eğitmek üzere malikânesine yerleştiği, geçmişi sırlar ve günahlarla örülü Mr. Rochester ile olan ilişkisindeki ‘ateş’i, tutkuyu, sevgiyi, aşkın yoğunluğunu tam olarak duyumsatan bir parlak yapım. 50’şer dakikalık 4 bölüm, birbirlerinden tam olarak ayrıldığı için, dilerseniz her gün bir bölümü izleyebilirsiniz. Olasılıkla, benim gibi arka arkaya tümünü izleyeceksiniz. Başlıca neden, bu ilk rolüyle büyüleyen 24 yaşındaki Ruth Wilson. Mr. Rochester rolündeki tanıdık isim, “Die Another Day” adlı Bond filminin kötü adamı Toby Stephens’in de ‘kıvılcımlar saçtığını’ belirtelim. Dizinin ilk 14 dakikasında küçük “Jane” olarak karşımıza çıkan Georgie Henley, “Narnia Günlükleri”deki Pevensie Kardeşler’in en küçüğü olan Lucy’nin ta kendisi.

(11 Aralık 2011)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

Zengin Takımları Daima Yenmek

Kazanma Sanatı (Moneyball)
Yönetmen: Bennett Miller
Roman: Michael Lewis
Senaryo: Steven Zaillian-Aaron Sorkin
Müzik: Mychael Danna
Görüntü: Wally Pfister
Oyuncular: Brad Pitt (Billy), Jonah Hill (Peter), Philip Seymour
Hoffman (Howe), Robin Wright (Sharon), Chris Pratt (Scott)
Yapım: Columbia (2011)

Ünlü yönetmen Bennett Miller’ın “Kazanma Sanatı”, Amerika’nın gözde sporu beyzbol üstünden kirlenmiş spor dünyasına bakıyor. Her şeyin para olduğu bu alemde Billy’nin mücadelesi etkiliyor.

Son zamanlarda Oscar’ın muhtemel adayı filmler peş peşe gösterime çıkmaya başladı. Ünlü yönetmen Bennett Miller’ın 2011 yapımı “Moneyball-Kazanma Sanatı” filminde Oscarlar kazanmış sanatçılar bir araya gelmiş. Bu film, sporda amatör saflığın yitip her şeyin endüstriyel spora yönelmesine eleştiri getiriyor. Zengin kulüpler, sporcuları mal gibi alıp satıyorlar. Yaptıkları sayılara değil, popülerliğine para veriyorlar. Seyirciler taraftar olarak değil müşteri olarak görüyorlar. Hatta sporcunun fiziksel görünümleri bile büyük takımlara transferi için yeterli. Bu şımarık ortamda Oakland Athletics’in genel sorumlusu Billy Beane ne yapabilir? 200 milyon bütçeli takımlara karşı 40 milyon bütçeyle savaşamayacağını fark eden Billy, play-off finalinde şampiyonluğu kaçırdıktan sonra farklı strateji geliştirmek istiyor. Takımın birkaç yıldızı büyük takımlara gidince takımı yeniden oluşturmak için transfer toplantıları düzenliyor Billy. Masadakiler, tıpkı bütçesi büyük takımların yolundan giden klâsik yöntemler önerseler de Billy, bir transfer görüşmesi sırasında Peter Brand’ı keşfediyor. Yale’de iktisat okumuş Peter tam bir istatistikçi. Billy, Peter’ın değerlendirmeleriyle takımı yeniden kuruyor ve elbette başarı gelmiyor. En büyük sorun takımın koçu Art Howe. Birkaç da beyzbolcü. Seri mağlübiyetlerin ardından bazı sporcuları başka takımlara gönderen Billy’nin bu kumar tutuyor ve galibiyetler peş peşe geliyor. Yirmi galibiyeti üst üste Amerikan beyzbol tarihinde hiçbir takım elde edememiş 2001 yılına kadar. Billy, yine de play-off finalinde şampiyonluğu kaçırıyor. Hâlâ da takımı play-off finalinde şampiyon olamıyor. Bütçesi geniş takımlar bu Billy zaferlerinden elbette rahatsız oluyorlar. Çünkü kendi düzenleri sarsılıyor.

Başarısız bir beyzbolcüydü…

Bu biyografik spor filmi, Michael Lewis’in “Moneyball: The Art of Winning an Unfair Game” romanından uyarlanmış. Yazarın “Yalancının Pokeri” 2007’de, “Büyük Açık: Kıyamet Çarkının İçinde” 2011’de Scala Yayıncılık tarafından kitapseverlere ulaştırıldı. Billy Beane hayatta. 1962’de Florida’da doğan Billy, kazandığı bursla üniversiteye gidecekken kendini keşfeden menajerin cazip teklifiyle 1980’de Major Lig’de mücadele eden beyzbol takımı New York Meats’e katılıyor ve başarısız oluyor. Üniversite hayalleri geride kalmış Billy, kendine yeni bir yol seçmiş ve genel sorumlu olarak 1998’de Oakland Athletics’in başına geçiyor. Hâlâ orada. Karısından ayrılmış Billy, zaman zaman müzik tutkunu küçük kızıyla vakit geçirmeye de zaman ayırıyor. Filmin senaristleri de muhteşem sanatçılar. Senaryo yazarı Steven Zaillian, Steven Spielberg’ün 1993 yapımı “Schindler’s List-Schindler’in Listesi” filmiyle “En İyi Uyarlama Senaryo” dalıyla Oscar kazanmıştı. New Yorklu oyun yazarı ve senarist Aaron Sorkin de, liberal bakışlı yapıtlarında devlete ve hükümete eleştiriler getiren, zaman zaman sistemi sorgulayan bir sanatçı. “Sorkinesque” diye adlandırılan kendi tarzını kabul ettirmiş biri ayrıca. Onun senaryosunu yazdığı, 2007’de Mike Nichols’ın yönettiği “Charlie Wilson’s War-Charlie Wilson’ın Savaşı” ve David Fincher’ın 2010 yapımı “The Social Network-Sosyal Ağ” filmleri hemen akla geliyor. Sorkin, “Sosyal Ağ” filmiyle bu yıl “En İyi Uyarlama Senaryo” dalında Oscar almıştı. Şikagolu kameraman Wally Pfister’ın fotoğraflarını, çarpıcı yönetmen Christopher Nolan’ın filmlerinden hatırlayabilirsiniz. Pfister, Nolan’ın 2010 yapımı “Inception-Başlangıç” filmiyle bu yıl “En İyi Görüntü Yönetmeni” dalında Oscar kazanmıştı. Pfister, Miller’ın filminde yer yer öfkeli kamera da kullanmış. Renk tonlarıysa soluk filmde. 1966 New York doğumlu yönetmen Miller, 2005 yapımı “Capote” biyografik-suç filmiyle biliniyor. Miller, ünlü yazar Truman Capote’un hayatından bir bölünü anlattığı bu filmiyle yönetmen olarak Oscar’a aday olmuştu. Ama çocukluk arkadaşı Philip Seymour Hoffman, “En İyi Erkek Oyuncu” dalında heykelciğe uzanmıştı “Capote” filmiyle. Hoffman’ın “Kazanma Sanatı” filmindeki performansı gerçekten etkileyici. Elbette Brad Pitt’in de. Akademi bu muhteşem oyuncunun performansını bir gün takdir edecek. Bu filmin bir muhteşem oyuncusu daha var. O da Jonah Hill. Peter karakterine mizah da katmış muhteşem oyunculuğunun yanında. Fonda duyulan müzikler de “Kazanma Sanatı” filmine ruh katmış.

(09 Aralık 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Simon’dan Hayata Matematik Ayarı

Aşkın Formülü Yok (I Rymden Finns Inga Kanslor)
Yönetmen: Andreas Öhman
Senaryo: Jonathan Sjöberg-Andreas Öhman
Müzik: Josef Tuulse
Görüntü: Mikael Johansson
Oyuncular: Bill Skarsgard (Simon), Martin Wallström (Sam), Cecilia
Forss (Jennifer), Sofie Hamilton (Frida)
Yapım: Naive Film (2010)

Bu yılki Oscar’da İsveç’in aday adayı olan “Aşkın Formülü Yok”, yönetmen Andreas Öhman’ın da ilk uzun filmi. Dünyaya “asperger sendromlu” Simon’un gözüyle bakan filmin mizahı da güldürüyor.

Simon, “asperger sendromlu” 18 yaşında bir genç. Simon’un bu sendromunda, plân yapma ve hayal gücü yüksekken, sosyal etkileşim ve iletişim bozuklukları fark ediliyor. Otizme gibi bir sendrom bu. Simon, sığınağı bidonunun içine girip kendini dış uzayda olduğunu sanıyor. O, matematik dahisi. Her şeyi matematikle formüle ediyor. Bir sabah, anne ve babasının yalvarmalarına rağmen girdiği sığınağından çıkmayan Simon, bu yeryüzünde hayatına anlam katan abisi Sam’ın evine yerleşiyor sonra. Sam, sevgilisi Frida’yla yaşıyor. İşi de oto tamirciliği. Simon, kendi gibi olan gençlerle beraber çevre temizliği yaparak sosyalleşmeye çalışıyor her gün. Simon dakik. Her sabah, sokaktaki kavşağı aynı saatte geçiyor. Haftalık mönüsünün değişmesine büyük tepki veriyor. Sabah ve akşam öğünleri daima aynı saatlerde yeniyor. DVD’den de filmler sadece haftanın bir günü izleniyor. Kendisine dokunulmasından hoşlanmıyor. “13” sayısını seviyor. Çünkü, bu asal sayı kendisi gibi sadece kendine bölünebiliyor. İşte bu Simon’un matematiksel doğrularla bir araya getirdiği denklemler bir yerde takılıyor ve gerçek anlamda dış dünyayla tanışıyor. Sancılı olsa da. Simon, Sam’ın hayatındaki en değerli şey. Sam, onun için kız arkadaşından bile ayrılıyor; sonunda depresyona girse bile. Frida, Simon’un matematik doğruluğundaki hayatından boğuluyor ve çekip gidiyor. Abisinin mutsuz halinin farkına varan Simon, abisine yeni bir Frida aramaya koyuluyor. Yeni kız arkadaşı hemen bulmak zorunda. Çünkü kendi dakik düzenini hemen düzeltmesi gerekiyor Simon’un. Matematiksel doğruluktaki testlerle yeni kızın peşine düşen Simon, sabahları çarpıştığı Jennifer’i kestiriyor gözüne. Abisi ona, anlayacağı dilde kadın ve erkeğin “çekimi” üstüne konuşmasından sonra karakteri abisine en uzak Jennifer görüyor matematiksel mantığına göre. Romantik anlar bile hazırlıyor onları tanıştırabilmek için. Ama, aşkın kimi nerede ve ne zaman bulacağı belli olmuyor. Erkek arkadaşından yeni ayrılmış Jennifer kararını çoktan vermiş çünkü.

İsveç’ten sıcak hikâye…

Bu film bir İsveç yapımı. Ama tahmin ettiğiniz gibi soğuk değil. Tam tersine sıcak bir film. Zaman zaman da insanı güldürüyor mizahıyla. Filmin görselliği de çarpıcı. Görüntülerdeki yazılar ve şekillerle gerçeküstü estetiğin de kıyılarında dolaşıyor film. Sarı tonların kuşattığı anlardaysa bir an Van Gogh tablosu karşısındaymış gibi de hissettiriyor insana. Müzikleri de kulağa hoş gelen filmin hikâyesi, İsveç’in kuzeyindeki Vasternorrland şehrinin yakın ve uzak ilçelerinde geçiyor. Filmi seyrederken filmin tek bir yerde geçtiği izlenimine kapılıyorsunuz. Buna sinemada “Kuleşov etkisi” deniliyor. Büyük Rus yönetmen Lev Kuleşov (1899-1970), kurgu denemeleriyle sinemaya yeni anlamlar katmıştı. İsveççe adı “Uzayda Yok Olan Hisler” olan 2010 yapımı “I Rymden Finns Inga Kanslor-Aşkın Formülü Yok”, İsveç’in Oscar aday adayı olmuştu bu yıl. Yönetmen Andreas Öhman, filminin İsveççe adına nazire yapar gibi, “Tabii ki uzayda his var” demiş bir röportajında. Ayrıca bu ilk filmi için, İngiliz yazar Mark Haddon’ın “The Courious Incident of the Dog in the Night-Time” romanından ilham aldığını da belirtmiş yönetmen. Haddon’ın bu romanı, İş Bankası Kültür Yayınları’nca “Süper İyi Günler/Ya da Chrisopher Boone’un Sıradışı Hayatı” adıyla 2004’te yayımlanmıştı. 1986 Stockholm doğumlu genç yönetmenin “Aşkın Formülü Yok”, 2011 Filmekimi’nde de sinemaseverlerle buluşmuştu. Yönetmenin bir saygı sunuşu da var “Aşkın Formülü Yok” filminde. Yönetmen doğrudan göstermese de Simon, Sam ve Frida’ya, Stanley Kubrick’in bilimkurgu klasiği “2001: A Space Odyssey-2001: Uzay Yolu Macerası” filmini de seyrettiriyordu DVD’den.

(09 Aralık 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Bir Yolculuktan Derin İzler

İz (Rêç)
Yönetmen-Senaryo: Tayfur Aydın
Müzik: Mustafa Biber
Görüntü: Emre Konuk
Oyuncular: Necmettin Çobanoğlu (Mirza), Bilal Bulut (Hêvi), Melahat
Bayram (Şêristan), Serdar Orçin (Bekir), Ozan Diyar (Osman), Tarçın
Çelebi (Buse)
Yapım: Arti Film (2011)

Tayfur Aydın, “İz” filminde yaşlı bir kadının doğduğu yerlere doğru uzun yolculuğunu anlatıyor. Bu yolculukla yakın ve uzak geçmişin de izine bir yolculuk var.

Yönetmen Tayfur Aydın’ın 2011 yapımı “İz-Rêç”, bu ülkenin coğrafyasına derin yolculuk yapan önemli bir film. Öncelikle yolculuk bölümleriyle. Türkçeyi sonradan öğrenmiş Hêvi, kendine Kenan diyor. Fakülteden Buse’ye da aşık Hêvi. Aşkına karşılık bulamıyor. Çünkü aralarında sadece kültürel uzaklık yok, sınıfsal farklılıklar da var. Öte taraftan evin ninesi Şêristan, düşüp yaralanmış. Hastanede tedavi gördükten sonra eve getiriliyor Şêristan. İki kızı evli, iki kızı çalışan, bir oğlu Hêvi okuyan Mirza, oğlu Hêvi’ye karşı sert ve öfkeli hep. Bir de Mirza’nın Bekir’le evli kızının dramı var. Önceki kürtajda zarar gördüğünden doğurma gücünü kaybetmiş. 80 yaşındaki Şeristan, oğlu Mirza’dan kendisini “vatanı”na götürmesini istiyor. Ölmeden oraları solumak için. Tren, İstanbul’dan Batman’a doğru yola çıkıyor. Bu yolculuk, sinemamız için de önemli bir yolculuk. Sinemamız “yol filmi” denilen türe hep uzak kaldı. Yönetmen Aydın, bu yolculuğu trenle sonlandırmamış, doğunun sert ikliminde de sürdürmüş. Gerçekten özel bir yolculuk bu. Görsel anlamda da çarpıcı. Finale yaklaştıkça manevi yolculuk da anlam kazanıyor seyircinin zihninde. Her zaman acıların yaşandığı bu coğrafyalarda huzura nasıl varılacak?

Verilen sözü tutmak…

Yönetmen Aydın, Batman’da 1980’de doğmuş. Yönetmen, 2009 yapımı iki filmde “Kayıp Özgürlük” ve “Press” filmlerinde de oynamış. İşte bu yönetmen ilk uzun filminde, yaşlı kadın Şêristan üstünden, hem günümüzdeki (1990’lardaki) hem de geçmişteki acıları iç içe geçirerek anlatıyor. Elbette geçmiş zihinsel. Yakılan ve terk edilen köyler, geçmişte de yakın zamanlarda da hep olmuş. İnsanlar hep tehciri yaşıyor. Tren yolculuğu sürerken kompartımanda uykusundan uyanan Şêristan, “Arto’yu öldürdüler” diye mırıldanıyor. Film bu andan itibaren seyircinin zihninde başka anlamlar almaya başlıyor. Mirza bir Kürt. Annesi Şêristan bir Ermeni. Kocası köy baskınında öldürülmü Şêristan, vakti zamanında Mirza’nın babasıyla evlendirilmiş ve hep “gâvur” diye aşağılanmış. Şêristan, köyündeki Ermeni mezarlığında gömülmek istemiş hep. Mirza, annesinin vasiyetini yerine getirebilmek için inatçı kişiliğini ortaya koyarak terk edilmiş köye doğru oğluyla yola devam ediyor. Zorluklar bitmiyor. Korucular köye gitmelerine izin vermeyince karlı yollara yayan düşüyor baba-oğul. Filmde bir şey fark ettik. Yönetmen, hikâye derinleştikçe yavaş yavaş genel plan çekimlerini öne çıkarmış. Yayan yolculukta her şey alabildiğine geniş açıyla kaplıyor perdeyi. Bu yolculuk, gerçekten çarpıcı bir görsellikle yansıyor perdeye. Sinemaskop görüntüler üzerinde en geniş açıyla görüyorsunuz bu muhteşem doğayı. Yıkılmış köprünün yerine yapıştırılmış gibi duran asma köprüden tabutla geçme sahnesi bu filmden unutulmayacak anlardan. Terk edilmiş köyün enkaza dönüşmüş hali de insanı burkuyor. Tüm tren sahneleriyle karlar da büyülüyor estetik anlamda. Fonda duyulan müzikler de insanın yüreğine akıyor bu filmden. Sinemamızın önemli oyuncularından Necmettin Çobanoğlu’nun performansı her övgüyü hak ediyor. Serdar Orçin de. Diğer oyunculara da övgü gönderilmeli.

(Bu yazı 09 Aralık 2011 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

(09 Aralık 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

CELAL TAN… Anayasa Profesörü…

Anayasa profesörü Celal Tan’ın (iki çocuğunun anası) karısı bir trafik kazasında ölür. Celal Tan boğaza? (arabası ile?) düşen bir genç kızı kurtarır, bir süre sonra evlenirler. Bunlar hep gazetelere (fotoğraflı) malzeme oluşturur. (Yeni karısı, ilk evliliğinden olan kızından da küçük-tür?) İlk karısı öldüğü zaman da Celal Tan profesör müdür, yoksa ölümden ve de ikinci evliliğinden sonra mı olmuştur. Şimdi ise yaş günü kutlaması için evinde hazırlık yapılmaktadır. Sürpriz parti. Geldiği anlaşılınca ışıklar söndürülür… Celal Tan kapıyı -anahtarı ile açıp- içeri girer ama bir türlü ailesinin beklediği salona giremez. Annesinin isteği üzerine (yeni) karısı çıkıp bakacak olur -seslerden anladığımız kadarı ile- Celal Tan karısına saldırır, -herhalde- boynuna sarılır, başını duvara vurur, yere yatırır, boğazına sarılır, boğar… Kapalı kapı aralanır, sesleri duyan aile Celal Tan’ı karısının boğazına sarılmış olarak görür. (Karanlıktadırlar). Celal Tan, onları göremez (aydınlıktadır) ama orada olduklarını bilir. Tekerlekli sandalyedeki annesi, kızı, oğlu, (kızından) torunu… Sonra çıkıp gider ve AHUD’da (?!) 35 yıllık arkadaşı, emekli anayasa profesörü, pankreas kanseri, -doktorların “üç ay ömrün kaldı” dediklerinin üzerinden iki ay geçmiş- sancılarını kendine morfin yaparak dindiren arkadaşından, karısını “öldürdüğünü” söyleyerek, suçu üstlenmesini ister.

Sonra… Şimdiki anayasa profesörleri böyle mi -hikâyenin günümüzde geçtiğini varsayarsak- bilmiyorum ama benim öğrencisi olduğum anayasa profesörleri (Bülent Nuri Esen ve İlhan Arsel) böyle değildi, -cinayet işleyip işleyemeyeceklerini bilmiyorum ama herhalde- İslamiyet hakkında bu kadar bilgisiz olamazlardı. Bizim zamanımızda da öğrencisi ile evlenen profesörler vardı. Yani Celal Tan gibi kızı yaşındaki kızlarla evlenenler… Ama Ünlü’nün filmine konu aldığı Celal Tan ailesi fertlerinin -hepsinin- tümünün durumu ilginç… Kızı Jülide’nin sevgilisi kim? opera şarkıcısı (besteci!) Ozan mı? Yoksa komiser Hüseyin mi? Celal Tan, öldürdüğü karısını (Özge) kiminle öpüşürken gördü? Uzun saçlı (Celal Tan öyle görüyor), peruk takan operacı Ozan ile ise -ki öyle değil- karısının mektuplaştığı AHUD’da solistlik yapan Okan’ın saçları niye kısa? (En azından uzun saçlı denmeyecek durumda)…

Sonra… Celal Tan’ın kayınbiraderi kör Ergün, -cinayet sonrası ailenin bir araya geldiği zaman, gecikerek eniştesinin yaşgünü partisine geldiğinde- ilk uzun söylevine başlar ve renklerin (!) dil-inden söz eder… Bir çok yerde daha cinayet, suç, suç-luluk soruşturması (kendi kendine / ortaya) sözlü olarak yapacaktır…?

Celal Tan’ın babaannesinin adını taşıyan oğlu Kâmuran’ın ise -filmin açılışındaki- koltuk nutku… Babasının öldürdüğü üvey annesi Özge ile konuşmaları… Mektubunu bulduğu Okan’ı gidip sorgulaması. Öncesinde ise bu mektup (ve Özge ile konuşmaları) konusunda ablası Jülide ile konuşmaları… Ailenin diğer fertlerinden farlılık mı?

Anne Kâmuran, birlikte kaçacakları Nida Bey’in ölümünü televizyonda gördükten sonra tekerlekli sandalyesi ile balkona gidip, tekerlekli sandalyesinden kalkarak, balkonun korkuluklarına tırmanıp aşağı atlaması… Ve tüm ailenin bunu seyretmesi… Anne Kâmuran’ın kumanda aleti elinde devamlı televizyon seyretmesi gibi…?

Absürd bir film ise, Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikâyesi evet absürd ama absürd olan “aşırı acıklı hikâye” değil, filmin kendisi. Sinemamızda saçma denebilecek pek çok film olagelmiştir, absürd film pek hatırlayamıyorum, Celal Tan…’dan sonrada hatırlayamayacağım.

[AHUD Anayasa Hukukçuları Derneği demekmiş. Ben böyle bir dernek bilmiyorum. “Filmdir bu, olabilir” derseniz kabul ederim ama neden Hukukçular Derneği değil de “Anayasa Hukukçuları Derneği” (1)? Celal Tan madem emekli anayasa profesörü, neden hiç anayasadan söz etmeyip -aslında hiç gereği yok, zaten filmde…- hep Ceza Kanunu’ndan -ellerinde ölen arkadaşı Turan Altaylı’yı “kendi suçu için”, suçlamak için- söz ediyor (2)?]

(04 Aralık 2011)

Orhan Ünser

Scorsese’den Sinemaya Bir Saygı

Hugo
Yönetmen: Martin Scorsese
Kitap: Brian Selznick
Senaryo: John Logan
Müzik: Howard Shore
Görüntü: Robert Richardson
Oyuncular: Ben Kingsley (Méliès), Jude Law (Baba), Asa Butterfield (Hugo), Chloë Grace Moretz (Isabelle), Helen McCrory (Jeanne), Emily Mortimer (Lisette), Sacha Baron Cohen (Müfettiş Gustav), Christopher Lee (Labisse), Richard Griffiths (Frick), Michael Stuhlbarg (Tabard), Fances de la Tour (Emilie), Ray Winston (Claude)
Yapım: GK Films-Infinitum Nihil (2011)

Sinemanın yaşayan büyük ustalarından Martin Scorsese’nin ilk dahilerden Méliès üzerinden sinemanın ilk yıllarına selâm gönderdiği üç boyutlu “Hugo” filmi, kimsesiz bir çocuğun babasının rüyasının peşine düşüşünü anlatıyor.

Brian Selznick’in 2007’de Amerika’da yayımlanmış “The Invention of Hugo Cabret” (Hugo Cabret’nin Buluşu) resimli (illüstrasyon) tarihsel çocuk kitabından uyarlanan 2011 yapımı “Hugo”, Martin Scorsese ustanın üç boyutlu çektiği muhteşem bir film. Selznick’in kurgusal kitabında bir karakalem çalışması tadını veren siyah-beyaz resim çalışmaları çok çarpıcı. Selznick’in çizdiği bu illüstrasyonlar Amerika’da ödül de kazandı. Kamera, karlar yağan Paris’in üzerinden uçarak tren garına giriyor ve saat ayarcısı kimsesiz küçük Hugo’nun peşine takılıyor. Paris, 1931… İri mavi gözlerine hüznün çöktüğü 12 yaşındaki Hugo, saatçi babasının rüyasını gerçekleştirmek istiyor. Babası yangında ölmeden önce, “automaton” üzerinde çalışıyor. O dönemlerde robot kelimesi bilinmediği için “automaton” diyorlar robotlara. Bu robot filmin de önemli bir karakterine dönüşüyor hikâye geliştikçe. Babası öldükten sonra ayyaş amcası Claude’un himayesine giren Hugo, amcası ortadan birdenbire kaybolunca tren garının saatlerini tek başına ayarlıyor. Robotu tamir edebilmek için de parçalara ihtiyacı var. O da kendine gerekli parçaları gardaki yaşlı oyuncakçının dükkânından aşırıyor. Yaşlı adam her şeyin farkında. Seyirci, çok geçmeden o yaşlı adamın sinemanın ilk dahilerinden Georges Méliès (1861-1938) olduğunu öğreniyor. Méliès, Hugo’nun defterini alıyor. Hugo defteri geri alabilmek için Méliès’i evine kadar izliyor. Hiç arkadaşı olmayan Hugo’nun arkadaşı Méliès’in vaftiz kızı Isabelle oluyor. Méliès’in sinemayı yasakladığı Isabelle, kitapların dışındaki maceraları da yaşamayı hayal ediyor. Hugo, ona macera dolu bir sinema macerası yaşatıyor salona kaçak girerek. Sinemada ünlü komedyen Harold Lloyd’un saatin yelkovanına asılı kaldığı 1923 yapımı “Safety Last!” filmi gösteriliyor. Hugo da filmin finaline doğru aynı duyguları yaşıyor despot müfettiş Gustav’dan kaçarken. Scorsese, Lumiere kardeşlerin 28 Aralık 1895 yılında Paris’te gösterdikleri “L’Arrivee d’un Train a La Ciotat-Trenin Gara Girişi”ne de selâm gönderiyor. Scorsese, bu anı öylesine göstermiyor elbette. Lumiere kardeşler bu gösteriye Méliès’i de davet etmişler zamanında. Scorsese’nin filminden yansıyan tüm sessiz klâsikleri üç boyutlu olarak görüyorsunuz perdede.

Méliès’in rüya dünyası…

Hugo, Isabelle’i garda kendi yaşadığı saatlerin olduğu yere götürüyor. Orada robotu çalıştıracak kalp şeklindeki anahtarın Isabelle’in boynunda asılı olduğunu gören Hugo, robotu çalıştırmayı başarıyor ve robot Méliès’in 1902 yapımı “Le Voyage dans la Lune-Aya Seyahat” filmindeki ikonlaşmış resmini çiziyor. Bu film, sinema tarihinin de ilk bilimkurgularından. Ayrıca Méliès (Melyes okunuyor) bu ve bazı filmlerini elle boyayarak sinemanın ilk renkli filmlerine de katkı sağladı. Méliès, sihirbazlığından gelen numaralarını sinemada denemiş ve başarmış. Sadece bununla kalmamış, sinemanın ilk özel efektlerini ve hilelerini de bulmuştu. Sinemada yapılan birçok şey onun hayal gücünden geliyor. Sinemada “bindirme” ve “örtü” teknikleriyle “zincirlemeli geçişi” bu üstat bulmuştu. Sinemaya küskün Méliès, hayatının kadını ve eski oyuncularından Jeanne’la evlenmiş, mutsuzluk içinde yaşayan bir ihtiyar. Gardaki oyuncakçı dükkânını da filmlerini satarak kurmuş. Hugo ve Isabelle, “Sinema Akademisi Kütüphanesi”nde sinema tarihçisi Rene Tabard’la tanışıyorlar. Tabard, Méliès’in öldüğünü sanıyor ama çocuklar onu Méliès’e götürüyorlar. O andan itibaren Méliès’e ve sinemaya bir “hommage”, yani “saygı sunuşu” başlıyor. Méliès’in Jules Verne’den uyarladığı 1907 yapımı “20.000 Lieues Sous les Mers-Denizler Altında 20.000 Fersah” filminin setinden de anlar yaşıyor perdeye. Méliès filmlerini kurduğu Star Film’in stüdyolarında çekti hep. Elbette Scorsese’nin bu filminde küçük küçük hikâyeler de yansıyor perdeye. Garın, savaşta ayağından yaralanmış duygusuz polis müfettişi Gustav’ın, güler yüzlü çiçekçi kız Lisette en büyük aşkı. Ona nasıl ulaşacağını bilemiyor Gustav. Madam Emilie, aşk için destek oluyor Gustav’a. Elbette çörekçi Frick de Madam Emilie’ye tutkun. Isabelle’in vaftiz annesi Jeanne da hikâyeye anlam katıyor, hem de nasıl!..

Etkileyici mekânlar…

Kasvetli görünen Montparnasse Tren Garı, görsel anlamda gerçeküstücü ve dışarumcu yansıyor perdeye. Bu gar, gerçeğine uygun olarak setlerde yaratılmış ve de çok inandırıcı. Kendinizi o gardaymış gibi hissediyorsunuz. Filmin setleri Londra’daki Shepperton Stüdyoları’nda kurulmuş. Hugo’nun saatleri ayarladığı yüksekteki mekândan garın görsel anlamda derinlikli yansıyan fotoğrafları insanı tam anlamıyla büyülüyor. Bir de bu film üç boyutlu olunca büyü daha da çoğalıyor. Scorsese, 1930’lardaki Paris’ten de görüntüleri yansıtıyor filminde. Asıl büyüleyense kamera. Hugo’nun yaşadığı yerde Hugo’yu takip eden bu kamera dar geçitlerden ve merdivenlerden süzülüyor adeta. Büyük kameraman Robert Richardson, görsel anlamda öğretici fotoğraflar oluşturmuş. Elbette fonda duyulan senfonik müzikler de etkiliyor. Tüm oyuncu performanslarına övgü gönderirken Méliès’e ruh katan Ben Kigsley, Hugo olan Asa Butterfield ve Isabelle’in hayat dolu coşkusunu perdeden gönderen Chloë Grace Moretz bu filmin her şeyi. İnternette ünlenmiş Sacha Baron Cohen, Gustav kompozisyonuyla kendini gerçekten aşmış. Scorsese’nin sinemaya tüm aşkını yansıttığı bu filmin Oscarlara aday olma ihtimali var. Bu özel filmi kendinize armağan edin.

(Bu yazı 02 Aralık 2011 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

(02 Aralık 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Çeteyle Tek Başına Savaş

İntikamın Bedeli (Seeking Justice)
Yönetmen: Roger Donaldson
Senaryo: Robert Tannen
Müzik: J. Peter Robinson
Görüntü: David Tattersall
Oyuncular: Nicolas Cage (Will), January Jones (Laura), Guy Pearce (Simon), Harold Perrineau (Jimmy), Xander Berkeley (Durgan)
Yapım: Endgame (2011)

Avustralyalı yönetmen Roger Donaldson’ın “İntikamın Bedeli” filmi, ahlâkçı bir çetenin içine düşen bir öğretmenin örgütle giriştiği nefes kesici mücadelesinin hikâyesi.

Louisiana’nın New Orleans şehri. Bu şehir, acıların ve “blues”un ülkesi. Will Gerard, lisede İngilizce öğretmeni. Senfoni orkestrasında çello çalan Laura’yla mutlu. Evliliklerinin yıldönümünü otelde kutlayan çifti beklenmedik bir trajedi bekliyor. Yakın zamanlarda hapisten çıkan bir adam, gecenin bir yerinde orkestra provasından çıkan Laura’ya tecavüz ediyor ve öldüresiye dövüyor. O sırada Will, arkadaşıyla satranç oyununu sürdürüyor. Bu iki anı koşut kurguyla yansıtan yönetmen filminin ruhunu da seyircisine sunuyor. Şok bir girişle başlıyor aslında film. Arabasının içinde bir adam kaza süsü verilerek öldürülüyor. Seyirci bu anı nereye yerleştireceğini bilemiyor. Karısı komada olan Will’in yanına kendine Simon diye bir yabancı yaklaşıyor hastanede. Karısının intikamını almak için Will’den onay istiyor. Zor durumdaki Will, zihni karışık ve Simon’ın önerisini pek düşünmeden kabul ediyor. Tecavüzcü öldürülüyor. Altı ay sonra Simon bir defa daha karşısına çıkıyor. Kefaretini ödemesi gerekiyor Will’in. Bir adamın bilgileri ulaşıyor Will’e. Adamın tecavüzcü olduğunu söylüyor bu bilgiler. Will’in adamı öldürmesini isteniyor ahlâkçı çete. Will dirense de onlardan kaçamıyor. Adamı köprüde sıkıştıran Will, adamın ölümüne neden olmasa bile adam aşağı düşüyor ve ölüyor. Polis, Will’i tutukluyor ama içeriden polis teğmeni Durgan kaçmasına yardımcı oluyor. Buraya kadar biraz olsun ayrıntılı anlattığımız hikâyenin derinliğinde beklenmedik gelişmeler ve sürprizler var. Bu sağcı çetenin içine polisler ve öğretmenler bile nüfuz etmiş. Will, köprüden düşüp ölen adamın araştırmacı bir gazeteci olduğunu öğreniyor ve tam anlamıyla bir çıkmazın içine düşüyor. Çünkü bu gazeteci çetenin izini sürüyormuş.

Nefes kesici kurgu…

2011 yapımı “Seeking Justice-İntikamın Bedeli” filminin senaryosu gerçekten zekice. Seyirciyi bir noktaya kadar şaşırtıyor ve gerilim içine düşürüyor. Bir yerden sonra bazı karanlıkta kalan şeyler seyircinin zihninde aydınlanmaya başladıktan sonra hikâyenin sanki biraz uzadığı hissine kapılıyorsunuz. Seyirci için bazı anlarda anlamsız ayrıntılar da hikâyeye giydirilmiş. Belki de bu yüzden nefes kesmesi gereken final bölümü az bir gerilimle geçip gidiyor perdeden. 1945 Avustralya doğumlu yönetmen Roger Donaldson, 1987 yapımı Soğuk Savaş ruhunu iyi yansıtan “No Way Out-Çıkış Yok” politik gerilim filmiyle hatırlanıyor daha çok. 1988 yapımı “Cocktail-Kokteyl”, 1990 yapımı “Cadillac Man” ve birçok filmi buralara geldi Donaldson’ın. Yönetmen, “Çıkış Yok” filmindeki gibi beklenmedik olayların içine sürükleyebiliyor seyircisini. Biraz kısaltabilseydi, belki de “Çıkış Yok” gibi gerilim sinemasının klâsiklerine karışabilirdi “İntikamın Bedeli…” Ama yine de görülmeye değer bir film bu. 1964 doğumlu muhteşem Nicolas Cage her zamanki iyi oyunculuğunu “İntikamın Bedeli” filminde de sunma fırsatını bulmuş. Cage, senaryoyu ayrıntılı bilmiyormuş gibi yüzüne çoğu anda şaşkınlık ifadesi yerleşiyor. Her şeyi seyirciyle beraber keşfediyormuş gibi sanki. Filmin diğer muhteşem ası, 1967 İngiltere doğumlu Avustralyalı Guy Pearce. Bu etkileyici oyuncuyu, Christopher Nolan’ın 2000 yapımı “Memento-Akıl Defteri” filminde sürekli bellek kaybı yaşayan Leonard karakteriyle hatırlayabilirsiniz.

(Bu yazı 02 Aralık 2011 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

(02 Aralık 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Aşk Küskününe Yeni Bir Aşk

Mavi Pansiyon
Yönetmen-Senaryo-Müzik: Nezih Ünen
Kurgu: Aziz İmamoğlu
Görüntü: Soykut Turan
Oyuncular: Yunus Güner (Ahmet), Fadik Sevin Atasoy (Bahar), Özlem Tekin (Esra), Nail Kırmızıgül (Kerim), Pelin Acar (Zeynep), Veysel Diker (Halil), Nathalie Griffin (Erika), Tan Sağtürk (Koray), Zeynep Beşerler (Elif)
Yapım: DFİ (2011)

Belgeselcilikten gelen yönetmen Nezih Ünen “Mavi Pansiyon” filminde, aşk kırgını bir insanın Bodrum’da yeniden aşka düşmesini anlatırken, mekânlarıyla ve insan hikâyeleriyle belgeselci ruhunu da yansıtıyor.

Elif’le Ahmet’in aşk evliliği bir zaman sonra nihayete eriyor. Birbirlerine deliler gibi aşık olduğunu sanan çift zamanın hızına yeniliyorlar. Her şey çabuk tükeniyor. Modern zamanlarda şehirlerdeki insanlar kariyer peşinde hep. Kendilerini ve aşklarını ister istemez ikinci yere koyuyorlar. Ayrıldıktan sonra Ahmet, aşkla bundan sonra işinin olmadığını düşünüp barlarda tanıştığı kadınlarla geçici ilişkiler yaşayıp duruyor. Bu dünyada pek ekonomik sorunları olmayan Ahmet, her yaz gittiği Bodrum’un Gümüşlük beldesindeki Mavi Pansiyon’a yerleşiyor. Yazın güneşinin altında uzanan masmavi durgun bir deniz. İnsan bu atmosferde aşık olamayacaksa bile aşık olur. Ahmet de iç sesiyle aşkı sorgulayan kelimeleriyle bu muhteşem atmosfere boyun eğiyor ve piyanist Bahar’a sırılsıklam tutuluyor. Pansiyonda akşamları piyano resitali yapan Bahar, konservatuardan en yakın arkadaşı Esra’yla da tatil yapmış oluyor. Kadınlara yaklaşmakta uzman Ahmet bu iki arkadaşın arasına girmekte pek zorlanmıyor ve Bahar’ın ilgisini çekiyor karizmasıyla. Ama yine de her şey istediği gibi gitmiyor Ahmet için. Bahar için biraz çaba göstermesi gerekiyor. Ortaya bir de reklâmcı Koray çıkıyor. Bahar’ın zihni karışıyor sürekli. Ahmet’le Koray arasında kalbi gidip geliyor. Ama alttan alta da kalbi Ahmet için atıyor.

Belgeselci yönetmenden…

Yönetmen Nezih Ünen, 2008 yapımı “Anadolu’nun Kayıp Şarkıları” belgeselini yapmıştı. Müziğe çok yakın olan yönetmen, müzikleri de kendi besteliyor. Yönetmenin Chopin’e karşı hayranlığı da fark ediliyor. “Mavi Pansiyon”, yönetmenin kurgusal ilk uzun filmi. 2011 yapımı “Mavi Pansiyon” filmine yönetmenin belgesel ruhu da sinmiş. Bu durum, görselliğe ve kurguya yansımış. Filmin kurgusunun altını çizmeliyiz. Yönetmen, an ne kadar gösterilecekse o kadar gösteriyor. Ne uzun ne kısa. Gereksiz ayrıntıları ayıklıyor ve seyircisinin zekâsına saygı gösteriyor. Filmdeki geçişleri de yönetmen “kararma” tekniğiyle yapmış. Ege’nin yere dik düşen sert ışığını yumuşatan yönetmen, sinemaskop çerçeveleriyle seyircisini o anların içine alabiliyor. Senaryonun, oyunculuğun ve kamera kullanımın muhteşem olduğu filmde diyaloglar da iyiydi. Ama Ahmet’in iç sesiyle düşen kelimeler biraz daha işlense iyi olurmuş. Bir de şarkılar var. Şarkılar güzel. Belki bazı anlarda hikâyeye anlam katıyorlar. Ama öyle çoklar ki, insan yolunu kaybettiğini sanıyor. Final bölümündeki tango şarkısı ve dansı finale gerçek anlamda katkıda bulunuyor. Çünkü seyircinin zihninde bir şeyler oluşturuyor bu. Yönetmen Ünen’in filmine, ünlü rock şarkıcısı Özlem Tekin’i yatağa sokan film diyecekler belki. Rockçı Tekin’in performansı fena değil. Ünen’in “Mavi Pansiyon” filminde görülen her şey gerçeklikte de böyle olabilir. Tatil yerlerini bilenler böyle hikâyelerin uzak olmadığını bilirler. Yönetmene bir övgü de yan karakterlerin hikâyeye kattığı zenginlik. Pansiyonu işleten Kerim ve genç eşi Zeynep, Alman eşi Erika’yla tatile gelmiş Halil, kısa filmci gençler hikâyenin parçaları oluyorlar. Son dönemde yeni Yeşilçam’da aşk filmlerinde bir şey fark etmeye başladık. Yönetmen Ünen doğrudan üzerine almasın. Basın gösteriminde ayaküstü konuşma fırsatımızda oldu yönetmenle. Yeni Yeşilçam’ın, aşkın sadece burjuvalara yakın olduğu telkinini yapması. Siyah-beyaz Yeşilçam’da çok az da olsa emekçilerin aşkları yansırdı perdeye. Acaba yönetmenler ayrımcı mı yaklaşıyorlar? Elbette bir de modern zamanlar diye bir şey var. Günümüzde her şey çabuk gelişiyor ve ritüeller hakkı verilerek yaşanamıyor. Flört dönemi de kısa. Çünkü insanların zamanı yok. Her şey hızla gelişiyor. Ardından da yorgunluk ve bıkkınlık başlıyor. Bu filmde bunlara da dokunuyorsunuz.

(Bu yazı 02 Aralık 2011 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

(02 Aralık 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Dedemin İnsanları

Çağan Irmak’ın son filminin ilk üç gününde seyirciden çok iyi rağbet görmesi basına “Dedemin İnsanları, Çağan Irmak’ın en iyi açılış yapan filmi oldu” şeklinde yansıtıldı. Bu ifade diğer filmlerinin ilk 3 gün hasılatlarıyla karşılaştırıldı. “Issız Adam”a bir şey demeyeceğim ama yapımcısı Avşar Film’de çalıştığım sırada vizyona giren “Babam Oğlum”a basın koordinatörü olarak kenarından köşesinden bulaşmışlığım var. O nedenle bir hatırlatma yapayım. “Dedemin İnsanları” belirtildiği gibi ilk 3 gününde 490 salonda vizyona girdi ve 164.500 kişi tarafından seyredildi. “Babam Oğlum” ise ilk 3 gününde 35 salonda vizyona girdi ve 35.101 kişi tarafından seyredildi. Rakamları salon adedine indirgersek Çağan Irmak’ın En İyi Açılış Yapan Filmi hâlâ “Babam Oğlum”, çünkü Dedem’i 3 günde salon başına 336 kişi, Babam’ı 1.101 kişi izlemiş. Şimdiden yazayım “Dedemin İnsanları” vizyonunu tamamladığında benzer bir kıyaslama yapılırken “Babam ve Oğlum”un vizyonunu -yanlış hatırlamıyorsam- 175 kopya ile tamamladığı da dikkate alınsın. Birde “Çağan Irmak’ın filmleri genelde kulaktan kulağa yayılarak seyircinin ilgisini çekiyor” deniyor. Bu ifadede de bir eksiklik söz konusu. “Dedemin İnsanları”nın tanıtımını yapan arkadaşın da başına aynı şey geldi. Biz basın koordinatörleri istisnasız her film için aynı tanıtım gayretini gösteririz, ondan sonrası filmin kendisine kalmıştır. “Babam ve Oğlum”da da öyle bir söylenti çıkmıştı, neymiş efendim film iyi duyurulmadığı halde kulaktan kulağa yayılarak seyircisini arttırmış. Açıkladığım üzere hiçde öyle değil. Film iyi hasılat yaptığında kulaktan kulağa, tepeden tırnağa, aşağıdan yukarıya, sağdan sola yayılmış oluyor, kazara iş yapmazsa basın elemanları al gülüm ver gülüm. Olmuyor yani, tarihe not düşmüş olayım.

(01 Aralık 2011)

Sadi Çilingir