Kategori arşivi: Yazılar

Zordur Erkeklik Halleri

Paul Thomas Anderson’ın altıncı ve şimdilik son filmi ‘The Master’ hayranlık uyandırıcı bir sinema deneyimi. Stanley Kubrick ve Robert Altman gibi ustaların takipçisi olan Anderson, son Venedik Film Şenliği’nden En İyi Yönetmen ve -iki oyuncusu arasında paylaştırılmış- En İyi Erkek Oyuncu ödülleriyle dönen filminde geçtiğimiz yüzyıl Amerikan tarihinin, önceki yapıtlarında sergilediği büyüyememiş kırılgan erkek karakterlerin izini sürmeye devam ediyor.

Daniel Day-Lewis’in görkemli ve Oscar’lı performansıyla destekli bir önceki epik başyapıtı ‘Kan Dökülecek (There Will Be Blood)’da geçtiğimiz yüzyılın ilk çeyreği boyunca petrolle semiren Amerikan kapitalizminin yükselişini anlatan Anderson, bu kez İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden yılların öyküsünü resmediyor.

Öykünün merkezindeki Freddie Quell tipik bir Anderson karakteri. Çocukluk yılları alkolik baba ve tımarhanelik anneyle geçmiş. Pasifik adalarında cinsel açlıklarını kumdan kadın yığınlarıyla gidermeye çalışan kadınsız erkekler ortamının ardından, savaş ertesi galip ulusun refah yıllarında ordan oraya savrulmuş, yerini bulamamış kayıp bir figür Quell. Tutunamadığı portre fotoğrafçılığı ve California kırsalındaki tarla işçiliğinin ardından, ışıl ışıl parlayan rüya gibi bir teknede karşısına çıkan tarikat lideri Lancaster Dodd O’nun için tam da ihtiyacı olan baba figürü, otorite ve güç temsili olacaktır.

Anderson’ın değişmez teması, baba-oğul ilişkisi ve çatışması bu buluşmayla devreye girer. 1996 tarihli ilk filmi ‘Hard Eight’de görmüş geçirmiş eski tüfek Sydney’in Vegas’ta son kuruşunu da yitirmiş John’u bir fincan kahve ve sigara ikramının ardından himayesine alması, ya da ‘Ateşli Geceler / Boogie Nights’da baskıcı annesinin bunalttığı genç Eddie Adams’ın porno kralı yapımcı Jack Horner’ın vesayeti altında para ve şöhrete kavuşması gibi Freddie Quell de yaralı ruhunu manevi babası ve ustası Lancaster Dodd’un güvenli kollarında onarmaya çalışacaktır.

‘The Master’ yönetmenin önceki filmlerinde ele aldığı erkeklik halleri üzerine zengin çeşitlemelerin en son örneği. Erkekliklerini ispatlama çabasıyla iktidarın peşinden koşan sorunlu eril karakter hikâyelerinin sonuncusu. Dağılmış işlevsiz aile ortamlarında büyümüş Eddie Quell kendini ifade edememiş, güven sorunlarını aşamamış bireylerin bir yenisi. ‘Ruhlarımız zamanın bütünlüğü içinde yaşayıp farklı bedenlerde yer alır’, ‘hayatınızın, bedeninizin kontrolünü ele alın, geçmiş travmalarınızdan kurtularak özgürlüğünüze kavuşun’ benzeri fikirleriyle Scientology’ye göz kırpan tarikat liderinin ipine sıkı sıkıya sarılan Quell, ustanın çırağına, efendinin kölesine, patronun tetikçisine dönüşür. Genç adam ustasının sözcüsü olur, ona lâf söyletmez, görüşlerine karşı çıkanlara şiddet uygulamaya kadar gider. Quell’in kişiliğinde, toplum içinde ezilmiş silik bireylerin güç sahiplerince nasıl da kolaylıkla bir silâha dönüştürülebileceğinin ibret verici örneğine bir kez daha şahit oluruz.

Bir önceki dev epiğinde olduğu gibi bu yeni başyapıtında da Anderson’ın dönem canlandırması yine göz alıcı. Pasifik’teki adada çekilmiş erkekler fantezisi, savaş sonrasının albenili alışveriş merkezindeki detaylar, John Ford’un ünlü westerni ‘Çöl Aslanı / The Searchers’ın final çekimine saygı duruşunda bulunan California kırsalından kaçış bölümü, Quell / Phoenix’in öfkesini yenemeyip tarihi klozeti parçaladığı hapishane sekansı veya hapishane dönüşü ustayla çırağın çocukça bir coşkuyla yerlerde yuvarlandığı unutulmaz sahne, Quell’in genç yaşlı ayırt etmeden ev partisindeki tüm kadınları anadan doğma düşlediği bölüm ilk elde akla gelenler.

Anderson filmlerinin oyuncu performansları hep mükemmeldir. Kural bu kez de değişmiyor. İlk kez çalıştığı Joaquin Phoenix, yaralı ve kayıp Freddie Quell’de unutulmaz bir karakter yaratmış. Değişmez oyuncularından Philip Seymour Hoffman, kendini yazar, doktor, filozof ve nükleer fizikçi olarak tanımlayan, uyanıklığı ölçüsünde çocuksu yanlarını gizleyemeyen Lancaster Dodd karakteriyle bir kez daha gönülleri fethediyor.

(07 Kasım 2012)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Babamın Sesi ya da Geçmişin Acılarıyla Yüzleşmek

‘Babamın Sesi’ ses kayıtları üzerinden babayla buluşma üzerine çok etkileyici ve özel bir çalışma. ‘İki Dil Bir Bavul’un yönetmenlerinden Orhan Eskiköy’ün bu ikinci uzun metrajı, filmin diğer yönetmeni Zeynel Doğan’ın kişisel anılarından yola çıkmış. Otobiyografik özellikler taşımakla birlikte, belgeselle kurmacanın başarılı bir şekilde içiçe geçtiği bir yapıya sahip.

Zeynel Doğan’ın bizzat canlandırdığı Mehmet karakteri, tıpkı kendisi gibi, babayla büyüyememiştir. Baba hayattadır ama uzaklarda çalışmak zorunda kalmıştır. Çocukluk yıllarında babayla kurulan tek iletişim aracı karşılıklı gönderilmiş ses kasetleridir. Yıllar sonra kendisinin baba olacağını öğrenen genç adam, annesinin Elbistan’daki evine bu ses kasetlerinin izini sürmeye gider.

Eşini gurbette bir iş kazasında kaybetmiş, dağa çıkmış büyük oğlu Hasan’ın özlemini çeken sessiz ve kederli anne her şeyi sakladığı gibi, kocasının ses kasetlerini de özenle saklamıştır. Mehmet kayıtlar üzerinden babayla buluşur, sesler üzerinden anılar canlanır. Bedenen uzaklarda olmasına rağmen, babanın evin içindeymiş gibi gündelik her şeyle, her sorunla yakından ilgilendiğine şahit oluruz. Ve bu kasetler giderek bir ailenin iletişim aracı olmaktan öte bir dönemin kayıtları olma özelliğini kazanır. Maraş’ta Alevi bir Kürt aile nasıl yaşardı, dertleri nelerdi, çocuklar okulda ne gibi sorunlarla başa çıkmaya çalışırdı, babalar -ailenin başı derde girmesin diye- devletin beklentileri doğrultusunda ev halkını nasıl yönlendirirdi, anadilinde eğitim görememek nasıl bir şeydi, tüm bunların kasetlerde belgelenişine hep birlikte tanık oluruz.

Mehmet ve annesi ses kasetleri vasıtasıyla geçmişin acılarıyla yüzleşir. Ama bu hikâyede umut’a da yer vardır. Televizyonun küçük ekranından Yılmaz Güney’in ‘Umut’undan, arabacı Cabbar’ın yorulmaz bekleyişinden kareler yansır. Bâse ananın oğlu Hasan’ı umutlu bekleyişi ve güçlü duruşu sürmektedir. Dağ evini bozmamıştır, arada gider temizliğini yapar, geleneğe göre taşları üst üste dizer, gün gelip beklediğine kavuşacağı inancını hep taşır. Mehmet ya da Zeynel’in dünyaya gelecek yavruyu özgür ve insanca yaşanan bir dünyaya hazırlayabilmek için babayla ve geçmişle hesaplaşması çok önemlidir. Ortaya çıkan bu güzelim filmle duyguların tamir edilmesi yolunda önemli bir aşama kaydedildiğini düşünüyorum.

‘Babamın Sesi’, Zeynel’in gerçek annesi Bâse Doğan’ın doğal olduğu ölçüde çok etkileyici performansıyla ayrı bir değer kazanan ülkemiz sinemasının son dönemde ürettiği yüzakı yapıtlardan biri. 19. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nin Ferzan Özpetek başkanlığındaki saygın jürisinden aldığı en iyi film ve senaryo ödüllerini sonuna kadar hak ediyor.

(01 Kasım 2012)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Modern Bir Kara Film

Katil Joe (Killer Joe)
Yönetmen: William Friedkin
Senaryo: Tracy Letts
Müzik: Tyler Bates
Görüntü: Caleb Deschanel
Oyuncular: Matthew McConaughey (Katil Joe), Gina Gershon (Sharla), Emile Hirsch (Chris), Juno Temple (Dottie), Thomas Haden Church (Ansel), Julia Adams (Adele), Marc Macaulay (Digger), Sean O’Hara (Rex)
Yapım: Voltage-Worldview (2011)

Hollywood’un ustalarından William Friedkin, eski usûl polisiye sinemayı özleyenlere “Katil Joe” filmiyle bu özlemi gidertiyor. Kasvetli atmosferi olan bu kara film, Matthew McConaughey’nin muhteşem Joe karakteriyle sinema tarihindeki yerini alıyor.

Şimşeklerin çaktığı, göğün delindiği kasvetli bir gece. Fonda da çarpıcı bir müzik bu atmosferi kuşatıyor. Gecenin içinden gelen bir araba evin önünde duruyor. Chris Smith, telâşla kız kardeşi Dottie’yi uyandırmaya çabalıyor. Kamera, usulca karanlık evin içinde dolaşıp duruyor. Kapıyı altında bir şey olmayan Sharla açıyor. Sharla, Chris’in babası Ansel’in karısı. Chris, Teksaslı uyuşturucu satıcısı ve kötü adamlara da borcu var. Babasıyla ayrılmış annesi Adele’i ortadan kaldırmak istiyor. Çünkü annesinin hayat sigortası var. Bunu ona söyleyen de annesinin sevgilisi Rex elbette. Chris’in babası Ansel’e fikrini söylüyor gece kulübünde. Dallas Emniyeti’nde görevli dedektifi Joe Cooper’dan bahsediyor babasına. Yan iş olarak kiralık katillik yapan Joe’yu annesini ortadan kaldırmak için tutmayı öneriyor babasına. Para Dottie’ye kalacak elbette. Dottie, hasta ve uykusunda konuşuyor hep. Bir sevgilisi bile yok hâlâ. Dottie, Chris’le babasının konuşmasını işitiyor. Dottie, Hong Kong yapımı karate filmleri seyretmeyi de seviyor. Dottie, bir kâbus gibi çırılçıplak Chris’in rüyalarına da giriyor. Chris, bakire olan kız kardeşine karşı bir şeyler mi besliyor bilinçaltında? O da bu fikre katılıyor. Bu amatörler, bir profesyonelle iş yaptıklarında olaylar nasıl gelişir? Kovboy şapkalı ve çizmeli Katil Joe, Chris’le buluşmak için eve geliyor. Evde Dottie karate filme kaptırmış kendini. Baba-oğulun Katil Joe’ya hemen verecekleri paraları yok tabii. Katil Joe, onlardan arzuladığı Dottie’yi istiyor ön ödeme için. Öte tarafta kötü adam Digger ortaya çıkıyor ve Chris’ten paralarını istiyorlar. Motosikletli çete elemanları ölümcül takiple Chris’i sıkıştırıyorlar. Şimdi Chris ne yapacak? Chris, vakti zamanında kendi elleriyle kurduğu tavşan çiftliğini batırmış ve borçlanmış. Finale doğru sürprizler başlıyor ve hikâye beklenmedik taraflara gidiyor filmde.

Final bölümü çarpıcı…

Şikago’da 1935’te doğmuş yönetmen William Friedkin, 1973 yapımı korku filmi “The Exorcist-Şeytan” filmiyle hatırlanıyor hep. Yönetmenin 1971 yapımı “The French Connection-Kanunun Kuvveti” ve 1980 yapımı “Cruising-Devriye” filmleri polisiye sinemanın doruklarındandır. Friedkin, 2011 yapımı “Killer Joe-Katil Joe” filminde etkileyici bir görsel atmosfer yaratmış. Bu modern kara filmi seyrederken kameranın dar açıları insanı aile gibi sıkıştırılmışlık hissini yaşatıyor. Teksas, ABD’nin petrolcü eyaletlerinden. Dallas da zenginliğin toplandığı bir şehir. Bu zenginlik içinde yoksulluklar da var. Yoksulluk insanları yanlış işlere de sürüklüyor. Filmdeki yağan yağmurlar ve gece atmosferi kara filmin estetikleri içine gönderiyor Friedkin’in filminde. Bir ara şiirsel gerçekliği bile yaşıyorsunuz bu kasvetli mekânlarda. Evdeki son bölüm gerçekten nefes kesiyor. Bazı anlara insan zor bakıyor. Filmde şiddetin ve cinselliğin çok öne çıktığını da belirtmeli. Senaryoyu, aynı adlı kendi tiyatro oyunundan Tracy Letts yazmış. Letts, yönetmenle 2006 yapımı “Bug-Böcek” filminde de beraber çalıştı. Bu film, 2011 yılında 68. Venedik Film Festivali’nde “Altın Aslan” için yarışmıştı. “Altın Aslan”ı, büyük Rus yönetmeni Aleksandr Sokurov’un “Faust” filmi almıştı. 1969 Teksas doğumlu aktör Matthew McConaughey, Friedkin’in filmindeki yanıltıcı sakin görüntüsüyle iyi bir oyunculuk sunmuş. “Katil Joe”, polisiye sinema tutkunlarını görselliği ve hikâyesiyle doyuracak.

(02 Kasım 2012)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Bond Köklerine Dönüş Yapıyor

Bir zamanlar üzerinde güneş batmayan imparatorluğun emperyal özlemlerinin son tesellisi James Bond, sinemada 50. yaşını kutluyor. Bu hafta gösterime giren ‘Skyfall 007’, 1962 yılında ‘Dr. No’ ile başlamış uzun soluklu maceranın 23. ve şimdilik son halkası.

Farklı fiziği ve karizmasıyla Bond serisine yeni bir soluk getiren tiyatro kökenli Daniel Craig’in başrolünde olduğu bu üçüncü Bond serüveni, Eminönü sokakları ve Kapalıçarşı çatılarında çekilmiş başdöndürücü bir prologla açılıyor. Ardından, son dönemin yükselen pop yıldızı Adele’in seslendirdiği tema şarkısı eşliğinde Bond filmlerinin belki de en görkemli açılış jeneriklerinden birini izliyoruz. Bir renk ve ışık cümbüşü içinde mekân olarak kullanımı son derece başarılı Şangay sahnelerinin de beklentileri fazlasıyla karşıladığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Esas sürprizler ise ikinci yarıda yer almakta. Öncelikle filmin kötü adamı gözüktüğü her bölümde Bond’dan rol çalıyor. Javier Bardem’in canlandırdığı sabık ajan karakteri, kendisine Oscar ödülü kazandıran Anton Chigurh (İhtiyarlara Yer Yok / No Country For Old Men) denli zalim ancak kötücüllüğü bu defa nedensiz değil. En iyi ajanlar gibi yetimlikten gelmiş olan Silva, ajanların manevi annesi konumundaki efsanevi gizli servis şefi M’in gözünden düşerek ölüme terk edilmişliğinin intikamı peşindedir. Son olarak Kim Ki-duk filmi ‘Acı / Pieta’da karşımıza çıkmış yaralı ana/oğul ilişkisi, ilk kez Bond yöneten tiyatro ve sinema dünyasının harika çocuğu Sam Mendes’in özel sürprizlerinden biri. Silva ile Bond arasındaki soru işaretli homoerotik sahne de yine ‘Amerikan Güzeli / American Beauty’ yönetmeninden beklenecek hınzırlıkta. ‘Skyfall’un ne anlama geldiğini öğreneceğimiz yarım saat uzunluğundaki final bölümü ise çok iyi kotarılmış. Tekinsiz Kuzey İskoçya kırsalında çekilmiş bu bölümde, son dönem süper kahraman öykülerinde moda olduğu üzere, Bond’un köklerine kadar uzanıyoruz.

(01 Kasım 2012)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

007’ye Ruh Katan Nefes Kesen Macera

Skyfall 007
Yönetmen: Sam Mendes
Karakterler: Ian Fleming
Senaryo: Neal Purvis-Robert Wade-John Logan
Müzik: Thomas Newman
Görüntü: Roger Deakins
Oyuncular: Daniel Craig (Bond), Judi Dench (M), Javier Bardem (Silva), Ralph Fiennes (Mallory), Naomie Harris (Eve), Bérénice Marlohe (Sévérine), Albert Finney (Kincade), Ben Whishaw (Q), Rory Kinnear (Tanner), Ola Rapace (Patrice), Bill Buckhurst (Ronson)
Yapım: MGM-Columbia (2012)

Sinemada iyi filmler çekmiş İngiliz yönetmen Sam Mendes’in “Skyfall 007”, serinin önceki filmlerinden geri kalmadan Bond’un ruhunun içine giriyor. Onun da insan olduğu fark ettiriliyor. Bu filmle birçok şey değişiyor ve sonrasında aksiyon daha da çoğalacak.

Ön jenerik öncesi film İstanbul’da açılıyor. Tarihi binanın içinde bir silüet kameraya doğru yavaş adımlarla yaklaşıyor. Yakın çekimde yüzüne ışık düşen Majestelerinin hizmetinde olan M16 ajanı 007 James Bond’un yüzüne tedirginlik çökmüş. Elinde silâhıyla sessizce ilerliyor. Bond Beretta’yı sever. Ama, Walther serisinden tabancalar kullandı hep. Şimdiyse Walther PPK/S tabancası var elinde. İçeride Ronson ağır yaralı. Bond, Fransız kiralık katil Patrice’in peşine düşüyor. Yanında da destek için Eve var. Kapalıçarşı’da ve damında motosikletli kovalamacanın ardından kovalamaca tren üzerinde sürüyor. Eve, riskli olmasına rağmen, M16’nın başkanı M’den gelen emirle trenin üstünde dövüşen Patrice’le Bond’a doğru ateş edince hikâye de başka taraflara gidiyor. Yaralı nehre düşen Bond’a bir kadın eli uzanıyor ve ön jenerikte İngiliz şarkıcı Adele’in filmin adıyla aynı olan muhteşem şarkısı duyulmaya başlıyor. Londra’da M16’nın başı siber saldırıdan dolayı belâda. M, servisi çok iyi bilen birisinin olacağını düşünüyor tüm bunları yapanın. Bond, Türkiye’de deniz kıyısında bunalımlarıyla zaman öldürüyor. Fazla bekleyemiyor ve bir zaman sonra M’in karşısına çıkıyor Bond. Ama göreve hemen dönmek o kadar kolay mı? Testlerde “skyfall” kelimesiyle tedirgin olan Bond sözlüyü bitiriyor. Bu kelime travma yaratıyor onda.

Silva kimdi?..

Bond’un yolu Londra’dan sonra Şanghay’a düşüyor. Orada Patrice’in peşinde. Patrice yüksek binada suikastı gerçekleştirdikten sonra Bond karşısına çıkıyor. Patrice, gecenin içinde yukardan aşağıya düşerken, Bond da Patrice’in çantasından bir kumarhanenin pulunu bulur. Bu pul ona milyonlarca avro kazandırıyor. Aslında kazanan M16 oluyor. Eve de orada. Bond, kumarhanede Sévérine’le karşılaşıyor. Sévérine, güçlü bir adam Raoul Silva adına çalışan eski bir fahişe. Gerçek adı Tiago Rodriguez olan Silva onları buluyor ve enkaza dönmüş binalarla dolu hayalet adada esir ediyor. Silva, M16’nın yoldan çıkmış eski ajanlarından. Bond kadar birikimli. Silva, adada bilgisayar ağı kumuş ve M16’nın her şeyini biliyor. M16, Londra’da yeraltına taşınıyor güvenlik için. Bond ve Silva’nın mücadelesi Londra’ya taşınıyor, seyirci için de nefes kesen aksiyon anları perdeyi kuşatıyor. Silva’yı yenmek zor. Çünkü o M16’nın iyilerinden.

2012 yapımı “Skyfall 007” filminde gerçekten M ve Bond’a dair bilinmeyenler de yansıyor perdeye. Final bölümü İskoçya’da, Bond’a travma yaşatan evde. Highlander, yani yayla diye anılan İskoçya, Britanya’nın en muhteşem ülkelerinden biri. Gri gökyüzünün altında zümrüt yeşili dağları insanı etkiliyor. Bond’un çocukluğundan tanıdığ bekçi Kincade hâlâ orada. Bond, M’i de yanına alarak kurşuni Aston Martin DB5 arabasıyla çocukluğunun evine gidiyor. Bond filmlerinin tutkunları, bu araba modelini serinin 1964 yapımı “Goldfinger-Altınparmak” ve 1965 yapımı “Thundeball-Yıldırım Harekatı” filmlerinde gördüler ilkin. Bond’un anne ve babası bu evde katledilmiş. Bond, evlerindeki tünele girerek kurtulmuş. Trajediler de yaşanıyor. Yaralanan M, yani Emma dünyaya gözlerini kaparken M16’nın yeni patronu da Gareth Mallory oluyor. Final bölümünün çok heyecanlı ve nefes kesici olduğunu belirtelim.

İyi bir yönetmenden…

1965 doğumlu yönetmen Sam Mendes’in babası Portekizli, annesi de İngiliz Yahudisi. Tiyatro yönetmenliğinden sinema yönetmenliğine geçti. Bu özelliğini filmlerindeki karakterlerine yansıtarak onlardaki derinliği ortaya çıkardı Mendes. Hatta bu son Bond filminde bile. Yönetmenin görsel dünyası da çok gelişmiş. Mekânlarına ruh ve karakter katabilen yönetmenlerden biri ayrıca. Mendes, 1999’da “American Beauty-Amerikan Güzeli” filmiyle sinemaya geçti ve üstüne de yönetmen dalında Oscar kazandı. Bu filmle beraber yönetmenin tüm filmleri ülkemizde vizyona girdi. 2002’deki suç-gerilimi “Road to Perdition-Azap Yolu”, 2005’teki savaş filmi “Jarhead”, 2008’deki “Revolutionary Road-Hayallerin Peşinde”, 2009’daki “Away We Go-Uzaklara Gidelim” ve 2012’deki en son Bond filmi “Skyfall 007…” Yönetmenin tüm filmleri sinemaseverler için arşivlik. 1968 doğumlu İngiliz oyuncu Daniel Craig, Sean Connery’den bu yana aranan bir Bond’du. Martin Campbell’ın 2006’da çektiği “Casino Royale” filmiyle Bond olan Craig, Marc Forster’ın 2008 yapımı “Quantum of Solace” filmiyle de Bondluğa epey ısındı. Bond kızları Naomie Harris ve Bérénice Marlohe. Naomie Harris’in büyüleyici güzelliği var. Gizem dolu. Keşfetmek için derinlere inmek gerekiyor. Yönetmen de ondaki gizemi sabırla kazıyor ve oradan yeni Bayan Moneypenny’yi çıkartıyor. M, yine eskisi gibi erkek olacak bundan sonra. Her şeyin bir sonu var çünkü. Bu filmde ilk defa Q genç. Teknolojiye de hakim.

Skyfall’un anlamı sağanak demek. Birebir çevirisiyle “düşen gökyüzü” veya “yıkılan gökyüzü” anlamına geliyor. Bizdeki “gök yarıldı” der gibi. Bu kelime Bond için de travmatik. Yönetmen, gök yarılması gibi Bond’un ve diğer karakterlerin dramatik taraflarını da gösteriyor. Bond filmlerinde 007 verilen görevleri yapar ve onun insan olduğunu unuturdunuz. Bond, Aston Martin DB5 araba, Walther tipi tabanca kullanırken, çalkalanmış martiniye ve güzel kadınlara zaafı olurdu. Bond’da da insana dair bir taraflar varmış demek ki. Elbette Mendes’in aksiyon olarak önceki Bond filmlerinden aşağı kalır yanı yok. İçinde biraz sanat olması kimseye zarar vermez. Asıl sorun şu: Bond filmlerini dağıtmaya başlayan Warner Bros, son üç Bond filmini orijinal adlarıyla vizyona soktu. Bond serisinin bizde daima muhteşem Türkçe adları oldu ve belleklerimize yerleşti. Bir zaman sonra bu orijinal adlar ruhumuzu acıtacak. “Casino Royale”, roman olarak bizde “Kraliyet Kumarhanesi” olarak yayımlanmıştı. 1967’deki gayriresmi Bond filmi “Casino Royale”, Nisan 1969’da ülkemizde “Gazino Royal” adıyla gösterilmişti. Craig’in oynadığı ikinci Bond filmi “Quantum of Solace” Türkçeye tam çevrilemiyor olabilir. “Skyfall 007”, Bond tutkunlarına keyif verecek. Filmde Monty Norman’ın kulağa aşina gelen tema müziğini de duyuyorsunuz bol bol. Adele şarkısında ne diyordu: “Let the skyfall (Gökyüzü yıkılsın)/ When it Crumbles (Parçalandığında)/ We will stand tall (Yüksekte dururuz)/ Or face it all together (Ya da beraber yüzleşiriz)/ At skyfall (Gökyüzünün yıkımında)…”

(01 Kasım 2012)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Benim Adım Bond, James Bond: Sean Connery

Ian Fleming’in 1952’de edebiyat dünyasına giriş yapan İngiliz casusu James Bond, 1962 yılında sinemaya da sızdı ve günümüze kadar 23 Bond filmi çekildi. Ayrıca fazladan iki Bond filmiyle beraber bu sayı 25’e çıktı.

Ian Fleming, edebiyatın ve sinemanın en ünlü casusu ajan 007 James Bond’u yaratmış yazarı. Fleming (1908-1964), donanma istihbaratında görev yapmış, bu görev ona dünyanın en ünlü casusunu yaratması için fırsat vermiş. Yazar, Bond’u yaratırken kendi zevklerini de bu karaktere yansıtmış. “Majestelerinin Gizli Servisi” M16’dan 007 James Bond, devrinin en gelişmiş silâhları ve arabalarıyla dünyayı kurtarmaya başladı. Bugüne kadar 23 Bond filmi çekildi. “Bond serisi”nin yapımcı şirketi İngiliz Eon Productions hep. Bu film şirketi sadece Bond filmleri yaptı. Hollywood stüdyosu United Artists (UA), bu serinin dağıtımını yaptı, birkaç filmden sonra logosunu da mahrum etmedi bu seriden. Metro-Goldwyn-Mayer (MGM), 1980’lerin başında UA’yı satın aldı. Bond’un dağıtımları UA’da olduğundan MGM, 1999 yılında UA’yla beraber 20. film “The Worlds is not Enough-Dünya Yetmez”i yaptı. Sony, MGM ve UA’yı bünyesine katınca serinin 21. filmi 2006’daki “Casino Royale”den başlayarak son “Bond”lar “kükreyen aslan” MGM’yle “özgürlük kadını” Columbia logolarıyla çekilmeye başlandı. Son Bond da Daniel Craig’di şimdi. Ama hâlâ bu serini gerçek sahibi Eon Productions’la Broccoli ailesi. 1962 yapımı “Dr. No-Doktor No”, sonradan gelecek olan serinin diğer filmlerine de bir girişti. Soğuk Savaş’ın casuslar dünyasındaki en ünlü sanal ajanı M16’dan 007 James Bond. M16’nın şefi M… Şefin de sekreteri Bayan Moneypenny. Bond’un maceralarına heyecan katan teknik buluşları yapan Binbaşı Boothroyd. Serinin sonraki filmlerinde görevini Q’ye bırakacaktı. 007 James Bond, hep çalkalanmış martini içer. Bir de anma: Bond filmlerinin müziklerini yazmış İngiliz John Barry, 03 Kasım 1933’te Yorkshire’da doğdu, 30 Ocak 2011’de New York’ta öldü. Bu büyük besteciyi başka filmlere yaptığı bestelerini de dinlemek gerek. Fleming’in bizde 2003’te “Royale Kumarhanesi” ve 2004’te “Öldür ve Yaşa” Bond kitapları Oğlak Yayınları’ndan çıkmıştı. 1960’lı yıllarda Bond romanları revaçtaymış. Meraklıları arayıp bulur herhalde. Şunu hemen belirtelim: Bond’un kulağa aşina gelen tema müziğini 1928 doğumlu İngiliz Monty Norman bestelemiş, düzenlemeyi yapan da John Barry. Bu tema müziği Bond filmlerinin ruhu. Bu müziği “James Bond Theme” olarak dinleyebilirsiniz.

“Doktor. No…”

“Doktor No” filmi, “technicolor” ve 35 mm çekildi. Kameramansa Ted Moore’du. Filmi Terence Young yönetti. Fleming’in romanından ilk senaryoyu Richard Maibaum, Johanna Harwood ve Berkely Mather ortak yazmıştı. Müzikleriyse Monty Norman ve John Barry yaptı. İngiliz Barry serinin sonraki birçok filmine müzik yapmayı sürdürdü. Kamera tabancanın içinde ve hedefe kilitlenmiş. Silâh sesi duyulur ve o muhteşem tema müziği çalmaya başlar. Serinin ilk Bond kızı da İsveçli güzel Ursula Andress elbette. Nisan 1966’da ülkemizde vizyona çıkan “Doktor No”, çılgın Dr. Julius No’nun çılgın hayallerini heyecanlı ve gerilim yüklü bir sinematografik dille perdeye yansıttı. Film, Jamaika’nın sıcak güneşi altında açılıyor. Jamaika’da Kingston İstasyonu’nda John Strangways (Timothy Moxon) öldürülür. Suikastı yapan da siyahi “Üç Kör Fare” (Three Blind Mice) çetesi. Strangways’in cesedin kaybediyorlar. Dr. No üzerine dosyayı da alıyorlar. Dr. Julius No (Joseph Wiseman), adasında kurduğu merkeziyle Amerika’nın Ay Projesi’n bozmaya çalışıyor. 007 James Bond (Sean Connery), sekreter Moneypenny’ye (Lois Maxwell) kur yaptıktan sonra pipo içmeyi seven şefi M’in (Bernard Lee) kendisine verdiği görevle Karayipler adası Jamaika’ya gidiyor. Berattasını bırakarak. Jamaika’da hemen araştırmalarına başlıyor ve yolu Dr. No’yla buluşuyor Bond’un. Yerli siyahi balıkçı Quarrel’den yardım istyor önce. Quarrel, CIA ve İngiliz Gizli Servisi’yle işbirlği yapan biri. İletişim için güven gerek. CIA ajanı Felix Leiter (Jack Lord) hikâyeye dahil oluyor sonra. Yerli halk, Dr. No’nun adasında canavarların yaşadığına inanıyor. Bond, adanın sahilde güzel dalgıç Honey Ryder’la tanıştıktan sonra heyecan da artıyor. Honey, babasının ortadan kaybolmasında Dr. No’nun parmağı olduğunu düşünüyor. Bond ve Honey, yakalandıktan sonra radyasyondan kurtulmak için duşun altından geçerler ve Dr. No’nun misafiperverliğiyle karşılaşırlar. Merkez havaya uçarken, kötüler kaybediyor ve dünya bu ilk seriden itibaren kurtarılmaya başlıyor. Batı huzur içinde olabilir şimdi. Bu film, Fleming’in 1958’de yayımlanan yedinci romanından uyarlanmıştı.

“Rusya’dan Sevgilerle…”

1963 yapımı “From Russia with Love-Rusya’dan Sevgilerle”, ilk filmden önce Kasım 1965’te ülkemizde vizyona çıktı. İkinci filmin yönetmeni de yine Terence Young’dı. Büyük bölümü İstanbul’da geçen filmin senaryosunu Richard Maibaum ve Paul Dehn ortak yazmışlar. “Technicolor” ve 35 mm çekilen filmin kameramanıysa yine Ted Moore’du. Müzikler bu defa tümüyle John Barry’ye aitti. Bond kızıysa Daniela Bianchi’ydi bu defa. Filmde Türk oyuncular da vardı. Hasan Ceylan yabancı ajanı, Nusret Ataer, Mehmet’i, Bedri Çavuşoğlu da polisi canlandırmış. Filmin ön jeneriği de özeldi. Çingene dansöz Leyla’nın (Lisa Guiraut) üzerine yazılar yansıtılıyordu. Fonda da tema müziği duyuluyordu elbette. Bu ikinci film, Flemeng’in 1957’de yayımlanmış beşinci kitabından uyarlanmış. Filmdeki düşman örgüt Spectre. Servis Bond’u, Lektor şifreleme makinesini ele geçirmek için İstanbul’a yollanıyor. Mücadele etmesi gereken düşmansa Ernst Stavro Blofeld (Anthony Dawson) oluyor. Örgütün plânı basit. Ruslar ve İngilizleri birbirine düşürürken Lektor’u kazıklayarak Ruslara satmak. Ön jenerik yazılarının ardından film Venedik’te açılıyor. Şehirde satranç yarışması düzenleniyor. KGB’de görevli Tatiana Romanova (Daniela Bianchi), Lektor’u Bond’a vermek istiyor. Gizli belgeler de buluyor. M (Bernard Lee), Bond’u İstanbul’a yolluyor. Tatiana, Kerim Bey’le (Pedro Armendariz) irtibatta. Rus servisinin başında komutan Rosa Klebb (Lotte Lenya) var. Filmde 1960’ların İstanbul manzaraları muhteşem. Özellkle damlarda geçen anlar. Yerebatan Sarnıcı’ndak sahneler de etkileyici. Elbette Ayasofya da var. Bu anlar gerilim yüklü ve unutulmaz. Fonda duyulan müziklere de kulak vermek gerek. Bu film tam anlamıyla arşivlik. Final bölümündeki tekneli kaçıp kovalamaca da ateşli. Bond ve Tatiana şimdi Venedik’te. Klebb’ten kurtulmak mümkün müdür? Tekne kanalda yol alırken, fonda da Matt Monro’nun söylediği muhteşem “From Russia with Love” şarkısı duyuluyor.

“Altınparmak…”

Bu üçüncü film, Fleming’in 1959’da yayımlanmış sekizinci romanından çekildi. 1964 yapımı “Goldfinger-Altınparmak”, ülkemizde Şubat 1967’de vizyona çıktı. Yönetmeniyse bu defa Guy Hamilton’dı. Senaryoyu da Richard Maibaum ve Paul Dehn ortak yazdılar. Yine 35 mm çekilmiş bu “technicolor” filmin kameramanıysa yine Ted Moore’du. Müzikler elbette John Barry’nindi. Kötü adam Auric Goldfinger’dı (Gert Fröbe), Bond kızları Pussy Galore’la Honor Blackman, Jill Masterson’la Shirley Eaton ve Tilly Masterson’la Tania Mallet. Öyle güzeller ki. Sanki eski zamanlarda kadınlar daha büyüleyiciymiş perdede. Filmdeki en muhteşem şeyse ön jenerikte Shirley Bassey’nin tarif edilemez sesiyle duyulan “Goldfinger” şarkısı. En iyi “Bond” filmi olduğu kabul edilen “Altınparmak”, 1965’te “En İyi Efekt” dalında Oscar kazanmıştı. “Altınparmak” filmi, soygun sinemasının da iyi filmlerinden. Elbette bu casusluk filmi. Auric Goldfinger, dünyaca meşhur mücevher kaçakçısı. Altın ticaretiyle iştigâl ediyor. Birçok Bond filminde ön jenerik öncesi bir giriş olur. Bond, dalgıç kıyafetleriyle gecenin karanlığında Latin Ameriaka’da bir ilâç laboratuvarına giriyor. Sonra saatli bombayla orayı havaya uçuruyor. Muhteşem ön jeneriğin ardından film Miami’de açılıyor. Altın kaçakçısı Auric Goldfinger’ın büyük soygun plânları var. Kentucky’deki ABD Altın Külçe Deposu’nu soymayı plânlıyor Goldfinger. Hikâyeye Sovyet Smersh istihbaratı da katılınca maceranın heyecanı artıyor. Ne de olsa Soğuk savaş yılları. Bond ve CIA ajanı Felix Leiter (Cec Linder), Goldfinger’ın peşinde. Bond, final bölümünde depoda zaman ayarlı bombayı devre dışı bırakmaya çalışır ve dijital saat 007’de durur. Goldfinger’ın Küba’ya doğru yol alan uçağı okyanusa çakılırken Bond ne yapıyordu? Onun paraşütü var ve dudağına öpücük konduracağı bir kadını daima var. Son jenerikte yine Shirley Bassey “Goldfinger” şarkısını söylüyor. Bu filmin görselliği ve efektleri çarpıcıydı. Bir hayli de patlama var.

“Yıldırım Harekatı…”

Terence Young, dördüncü Bond filmini de yönetti. Kasım 1968’de ülkemizde vizyona çıkan 1965 yapımı “Thunderball-Yıldırım Harekatı” filmiyle John Stears “En İyi Özel Efekt” dalında Oscar kazandı. Serinin ilk sinemaskop filmiydi bu Bond. Senaryoyu Richard Maibaum ve John Hopkins ortak yazdılar. Senaryo, Jack Whittingham’ın özgün senaryosundan geliştirilmiş. Film, Fleming’in 1961’de yayımlanmış aynı adlı sekizinci kitabından yola çıkmıştı. Kameramansa yine Ted Moore’du. Müziklerse elbette John Barry’nin. Filmdeki “Thunderball” şarkısını “Gal kaplanı” Tom Jones söylüyordu. Tom Jones’un sesini ön jenerikteki muhteşem sualtı görüntüleriyle dinliyorsunuz. Bu seride Bond kızları bir hayli. Fiona’yı Luciana Paluzzi, Patricia’yı Molly Peters, Paula’yı Martine Beswick canlandırmış. Bu filmdeki kötü Bond kızı da Claudine Auger’di Largo’nun metresi “Domino” Derval rolüyle. Kötü adam da Spectre lideri Ernst Stavro Blofeld (Anthony Dawson.) Diğer kötüyse Spectre ajanı Adolfo Celi’nin canlandırdığı Emilio Largo’ydu. M yine Bernard Lee. Sekreteri Bayan Moneypenny de yine Lois Maxwell’di. Q de Desmond Llewelyn üçüncü macerayla beraber. Filmin en kötüsü Spectre adında terör örgütü. Spectre örgütünün açılımı şöyle: “Special Executive for Counter Terrorsm Reveng and Extortion…” Hikâyede NATO da, atom bombası da var. Bond’un Aston Martin DB5 adındaki çok işlevli arabası da unutulmamalı. Bond bu arabayı ilk defa bir önceki film “Altınparmak”ta kullanmıştı. Bir de “Jetpack” de var Bond’u havada uçuran. Filmde, NATO’nun “Avro Vulkan” jeti de gözdağı veriyor bloğun öteki tarafına. Film Paris’te açılıyor ön jenerik sonrası. Bu açılışla da seyirci, kötü adam Emilio Largo’yla tanışıyor önce. Bu filmde bolca sualtı görüntüleri de var. Bond’un köpekbalıklarıyla dolu olan denize dalışı heyecanlı ve nefes kesici. Bu film, en sulu ve en heyecanlı Bondlardan biriydi.

“Yıldırım Harekatı”nın ikinci çevrimi, 1983 yılında “Never Say Never Again-İnsan Gibi Yaşa” filmiyle gayriresmi Bond olarak sinema tarihindeki yerini aldı.. Asla Bond filmlerinde oynamayacağını söyleyen Connery’yi Bond olmaya ikna ettiler. Şubat 1985’te ülkemizde vizyona çıkan bu film televizyonlarda orijinal adının birebir çevirisi olan “Asla Asla Deme” adıyla gösterildi ve bu adla ünlendi maalesef. Bizim için aslolan vizyona çıktığı adı elbette. “İnsan Gibi Yaşa” filmini Irvin Kershner yönetti. Senaryoyu Lorenzo Semple Jr. yazdı. Gayriresmi Bond’un müziğini Michel Legrand yaptı. “Never Say Never Again” şarkısını Lani Hall okudu. Görüntülerse Douglas Slocombe’un’du. M’i Edward Fox, Q’yu Alec McCowen ve Moneypenny’yi Pamela Salem canlandırdı. Bond kızlarıysa Domino’yla Kim Basinger ve Fatima’yla Barbara Carrera’ydı. Kötü adamlarıysa Maximilian Largo’yla Klaus Maria Brandauer ve Ernst Stavro Blofeld’le Max von Sydow’du.

“İnsan İki Kere Yaşar…”

Lewis Gilbert’ın yönettiği beşinci macera 1967 yılında çekildi. Ülkemizde Kasım 1969’da vizyona çıkan “You Only Live Twice-İnsan İki Kere Yaşar” filminin senaryosunu Roald Dahl yazdı. Filmin kameramanı bu defa Freddie Young’dı. Müzikler elbette John Barry’nindi. Bond kızlarıysa Aki’yle Akiko Wakabayashi, Kissy’yle Mie Hama’ydı. Kötü adamsa Ernst Stavro Blofeld’le Donald Pleasence’dı. “You Only Live Twice” şarkısını da Nancy Sinatra okumuştu ön jenerikte. UA’nın logosu da vardı. Film, ön jenerik öncesi uzayda açılıyor. Soğuk Savaş, ABD’yle Sovyetler Birliği arasında uzaya mı taşınmıştır? Bir uzay aracı, NASA’nın uzay kapsüllerini kaçırıyor ve ABD’yle Sovyetler’in arasında gerilim yükseliyor. M16, Bond’u Tokyo’ya yolluyor. Bu sırada Sovyetler’in de uzay aracı kaçırılınca işler daha da çıkmaz hale gelirken, seyirciler için de nefes kesici macera başlıyordu böylece. Yine her şeyin ardında Spectre var tabii ki. Çin, ABD’yle Sovyeler’in arasını daha da germek için bu olaylara finansal destek veriyor. Amacı 3. Dünya Savaşı’nı çıkarmak. Filmdeki araba takip sahneleri de çok sıkı. İyilerin helikopteri kötülerin arabasını yukarıya çekiyor. Özgün buluşmuş. Final bölümü gerçekten çarpıcı ve gerilim yaratılabilmiş. Film, Fleming’in 1964’te yayımlanmış aynı adlı kitabından uyarlanmıştı.

“Ölümsüz Elmaslar…”

Artık 007 James Bond olmak istemeyen Sean Connery, 1969 yapımı Bond olmayı Avustralyalı oyuncu George Lazenby’ye bırakmıştı “On Her Majessty’s Secret Service-007 Jamses Bond Kraliçenin Hizmetinde” filmiyle. Yönetmen de Peter R. Hunt’dı. UA ve yapımcılar, Connery’yi ikna ettiler ve altıncı defa Bond yaptılar. Bu filmden sonra asla Bond olmayacağını da söyledi Connery. Ama bu sözü 1983’e kadar sürebildi ancak. Filmin yönetmeni, üçüncü Bond’u da yöneten Guy Hamilton’dı. Hamilton, Bond serisinin önde gelen yönetmenlerindendi. Kasım 1972’de ülkemizde gösterilen 1971 yapımı “Diamonds Are Forever-Ölümsüz Elmaslar”, yedi küsur milyon dolara çekildi ve inanılmaz gişe başarısına ulaştı. Senaryoyu Richard Maibaum ve Tom Mankiewicz yazdı. Film, Fleming’in 1956’da yayımlanmış aynı adlı kitabından uyarlandı. “Technicolor” ve sinemaskop bu filmin kameramanı da Ted Moore’du. Elbette müzikler John Barry’nindi. “Diamonds Are Forever” şarkısını da muhteşem Shirley Bassey söylüyordu. Bond kızları da Tiffany’yle Jill St. John ve Plenty’yle Lana Wood’du. Kötü adam da elmas hırsızı Ernst Stavro Blofeld’i oynayan Charles Gray’di. Filmde elmas kaçakçılarının peşinde bir Bond var. Elmaslar ortadan kaybolmaya başlayınca Bond araştırma yapıp Blofeld’in peşine düşüyor. Blofeld, hiç uslu durmuyor. Bu filmindeki derdi de lazer silâhı üretmek. Film, ön jenerik öncesi Bond’un Blofeld’e ulaşıyor. Blofeld, estetik ameliyatla kopya Blofeld yapmak üzere. Bond, Blofeld’i kaynayan çamurun içine gönderiyor. O, Blofeld miydi? Sonra, boynunda elmas kolye olan beyaz kedinin çığlığıyla ön jenerik başlıyor. Fonda da Shirley Bassey “Diamonds Are Forever” şarkısını söylüyor. Elmaslar, ırkçı Güney Afrika Cumhuriyeti’nde madenlerden çıkarılıyor. İşçiler, küçük parçalar halinde elmas çıkartıyorlar ve bunu Blofeld’e satıyorlar. Hikâyede, Blofeld’in sadık adamları Bay Wint (Bruce Glover) ve Bay Kidd (Putter Smith) var. Siyam ikizleri gibi ve acımasızlar. Geceleyin Las Vegas sokaklarındaki arabayla kaçıp kovalamaca heyecan verici. Çünkü polisler Bond’un peşinde. Sonunda Bond, bu filmde de dünyayı bir daha kurtarıyor. Shirley Bassey’nin şarkısıyla mutlu son, daima…

(31 Ekim 2012)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Çağlar Boyu Adalet ve Özgürlük Mücadelesi

Wachowski Kardeşler ve Tom Tykwer’ın ortaklaşa yönettikleri ‘Bulut Atlası (Cloud Atlas)’ projesi ilk anda sinemanın ilk büyük yaratıcılarından D. W. Griffith’in 1916 tarihli çılgın girişimini, ünlü sessiz filmi ‘Hoşgörüsüzlük (Intolerance)’ı anımsatıyor.

Griffith, ‘Bir Ulusun Doğuşu (The Birth of a Nation)’ filminin büyük başarısının ardından varını yoğunu ortaya koyarak çektiği üç saati aşkın dev epikte, yaklaşık 2500 yıllık bir zaman dilimi içerisinde dinsel hoşgörüsüzlük, iktidar kavgaları, emek ve sermaye paylaşımının adaletsizliğinden yola çıkarak insanoğlunu yargılar ve onu barışa davet eder. Griffith filmini dört ayrı öykü üzerine kurmuş, Babil kralı Baltasar’ın Perslilere yenik düştüğü savaşı, Hz. İsa’nın Kudüs’te çarmıha gerilişini, 1572 Fransası’nda Aziz Bartolomeus katliamını ve 20. yüzyıl başlarında Amerikan toplumunda kapitalistlerle işçilerin mücadelesini birbirine paralel olarak anlatmıştı. Ancak bu deneme o dönemin seyircisine birkaç boy büyük gelmiş, film gişede büyük başarısızlığa uğrayarak Griffith’in iflâsına yol açmıştı.

İngiliz Yazar David Mitchell’ın ülkemizde de yayımlanan dev hacimli romanından uyarlanan ‘Bulut Atlası’ yaklaşık yüzyıl sonra benzer bir yol izliyor. Bu defa zaman dilimi 500 yıla kadar inmiş ancak öykü sayısı altı’ya yükselmiş. İlk öykü 19. yüzyıl ortalarında Pasifik adalarından Amerika’ya ganimet taşıyan bir ticaret gemisinde sömürgeci efendiyle siyah kölenin ilişkisi üzerine. 1936 Cambridge öyküsünde biri yaşlı diğeri genç iki bestecinin ‘Amadeus’vari iktidar savaşımını izliyoruz. Bir kadın gazetecinin nükleer enerji reaktörü yolsuzluğunu ortaya çıkarmak için tehlikeli bir maceraya atıldığı ve şiddetle Pollack / Pakula siyasi gerilim filmlerini anımsatan üçüncü öykü 1970’ler San Fransisco’sunda geçiyor. Dördüncü ve filmin komik katmanında, erkek kardeşinin oyunuyla huzur evine düşmüş yayıncının günümüz İskoçya’sında geçen Ken Loach usulü ‘Guguk Kuşu’ serüveni yer almakta. 21. yüzyıl ilerlerken sular altında kalmış eski Seul’un yerine inşa edilen yeni şehirde sendikalı devrimci ile köle klonun şiirsel aşkını anlatan ve şahsi favorim olan beşinci hikâyede ‘Blade Runner’ tadı alırken, son öyküde nükleer kıyamet sonrası ilkel bir dünyaya savruluyoruz.

Matrix serisinin yaratıcıları Andy ve Larry Wachovski, pek ilgi görmeyen ‘Speed Racer’dan dört yıl sonraki bu dönüş filmlerinde 19. yüzyıl, 70’li yıllar ve gelecekte geçen bölümleri yönetmişler. Aradan geçen dört yılda Larry’nin bir cinsiyet değiştirme operasyonuyla Lana’ya dönüştüğünü de bu arada hatırlatalım. İngiltere’de geçen iki bölüm ise filmin müziklerinde de imzası bulunan usta Alman yönetmen Tom Tykwer’ın ellerine teslim edilmiş.

‘Bulut Atlası’, Wachowski’lerin basına kapalı gizemli özel yaşantıları veya farklı türdeki cüretkâr filmleriyle seyircisini şaşırtan Tykwer’ın dünyaları denli sürprizler içeriyor, farklı zaman dilimlerinde geçen ve paralel olarak anlatılan altı ayrı öyküde aynı oyuncuları, farklı bedenlerde aynı doğum izlerini kullanıyor. Bu da anlatının, reenkarnasyon ya da yeniden doğuş felsefesinden yola çıkarak zamanın akışı içinde hayatlarımızın birbirine bağımlı olduğu, ölümün uzun süreli olmadığı, yeni bir bedende yaşamımızın seçimlerimiz (iyilik ya da kötülük) doğrultusunda yön bulacağı şeklinde özetlenebilecek meselesine uygun bir seçim. Buna uygun olarak, oyuncuların kimi zaman yaşları, kimi zaman fiziksel özellikleri, kimi zaman daha da ileri giderek cinsiyetleri değişmekte. Bu değişimlerdeki makyaj çalışması genellikle başarılı. Bu konuda filmin önemli handikapı, altı ana karaktere bürünmüş Tom Hanks veya Halle Barry gibi yüzü fazla eskimiş star oyuncuların kullanılmasının getirdiği inandırıcılık sorunu olmuş. Buna karşılık, Jim Sturgess, Ben Whishaw gibi yeni veya Jim Broadbent gibi kalıptan kalıba girebilen tiyatro kökenli deneyimli oyuncuların yer aldığı bölümler çok daha etkileyici.

Griffith’in filminde olduğu gibi, ebedi ezen-ezilen mücadelesi çerçevesinde insanoğlunun temel günahlarını, doymak bilmez iktidar hırsını tartışmaya açan ‘Bulut Atlası’ yaklaşık üç saat süren yoğun bir meditasyon. Çizdiği gelecek tablosu ise oldukça karamsar. En büyük kozu ise çarpıcı görselliği. Burada filmin iki saygın görüntü yönetmeninin (‘Cesur Yürek’ten Oscar’lı Jon Toll, Tykwer filmleri ‘Koş Lola Koş’ ve ‘Koku: Bir Katilin Hikâyesi’nden Frank Griebe); özellikle de drama’dan gerilime, bilim kurgu’dan komediye atlayan bu çılgın serüveni kurgulayan Alman usta Alexander Berner’in adını anmadan geçmemek gerekir.

100 milyon doları aşan bütçesiyle bugüne kadar çekilmiş en pahalı bağımsız yapım olan ‘Bulut Atlası’ Toronto Film Festivali’ndeki ilk halk gösteriminde ayakta alkışlanmıştı. Bu haftasonu ülkemizle birlikte dünya vizyonuna başlıyor, seyircinin ilgi göstermesi ve hoşgörülü olmasını dileyerek yazıyı noktalayalım.

(25 Ekim 2012)

Farhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Geçmişe, Şimdiye ve Geleceğe

Bulut Atlası (Cloud Atlas)
Yönetmenler: Wachowski Kardeşler-Tom Tykwer
Roman: David Mitchell
Senaryo: Wachowski Kardeşler-Tom Tykwer
Müzik: Reinhold Heil-Johnny Klimek-Tom Tykwer
Görüntü: Frank Griebe-John Toll
Oyuncular: Tom Hanks (Dr. Goose/Isaac/Zachry/Otel Müdürü/Cavendish), Halle Berry (Luisa/Meronym/Jocasta/Kabile Üyesi/Parti Konuğu/Ovid), Jim Broadbent (Vyvyan Ayrs/Timothy Cavendish/Kaptan Molyneux/Koreli Müzisyen/Öngörülü 2), Hugo Weaving (Bill/Noakes/Yaşlı Georgie/Haskell/Tadeusz Kesselring/Mephi), Jim Sturgess (Adam Ewing/Hae-Joo/ Otel Konuğu/Megan’ın Babası/İskoçyalı), Doona Bae (Sonmi-451/Sonmi-351/Tilda/Megan’ın Annesi/Meksikalı Kadın/Fahişe Sonmi), Ben Whishaw (Robert/Gemici/Kayıtçı Clerk/Georgette/Köylü), James D’Arcy (Genç Rufus/Yaşlı Rufus/Hastabakıcı James/Arşivci), Xun Zhou (Yoona-939/Rose/Otel Müdürü), Keith David (Joe/Kupaka/Ankor Apis/Öngörülü), David Gyasi (Autua/Lester), Susan Sarandon (Yaşlı Ursula/Bayan Horrox/Yusuf Süleyman, Başrahibe), Hugh Grant (Giles Horrox/Lloyd/Denholme Cavendish/Gözetmen Rhee/Koona Şefi)
Yapım: Focus (2012)

Wachowski kardeşlerle Tom Tykwer, içinde bilimkurgu da olan “Bulut Atlası” filmini ortak çektiler. İç içe geçmiş hikâyeler, zamanların arasında kaotik dolaşmalar. Bu filmde insan, sevgi ve umut var.

Film, önsözle açılıyor. Bu anda yaşlı Zachry, yıldızların arasındaki mavi gök cismine baktıktan sonra sone okur gibi bir hikâye anlatmaya başlıyor. Film, geçmiş, şimdi ve geleceğin arasında dolaşarak gerçek anlamda kaos ve yabancılaşma yaşatıyor. Wachowski kardeşlerin yönettiği İlk bölüm 1849 yılında Güney Pasifik’te açılıyor. Gezgin avukat Adam Ewing, bir gemide seyahat ediyor. The Pasific Journal’da yazılar yazıyor. Adam, tarlalarda çalışan siyah köleleri görür. Sonradan adı Autua olan bir siyah kölenin kırbaçladığını gördüğünde bayılıyor. Gemide doktor Goose, ona içinde kurtçuklar var diye yanlış tedavi yapıyor. Doktorun aklını alansa Adam’ın sandığı. Girişken Autua, kaptanı, sonra da Adam’ı etkiliyor. Adam’la da iyi dost oluyorlar. Autau, Chatham Adaları’nda yaşayan Moriori halkından. Bu adalar, Yeni Zelanda taraflarında. Bu dostluk onun hayatını kurtarıyor. Eve dönen Adam, köleliğe başkaldırıyor ve eşiyle beraber yollara düşüyor. Bu bölümde Steven Spielberg’ün 1997 yapımı “Amistad” filmine saygıyı hissettik.

İkinci bölüm 1931’de İskoçya’da açılıyor. Bu bölümde babası tarafından evlâtlıktan reddedilmiş ama büyük müzisyen olma hayalleri olan genç İngiliz Robert Frobisher’in hikâyesi var. Genç Rufus Sixsmith’le de eşcinsel aşk yaşıyor Robert. O, önünü açacak olan insanın ünlü ve yaşlı besteci Vyvyan Ayrs’la çalışabilmek için Belçika’ya kaçıyor. Robert, Ayrs beste yaparken kendisini de ona gösterebileceğine inanıyor. Robert, yaşlı bestecinin notalarını kaydederken, kendi müziğini de piyano başında bestelemeye başlıyor. Besteler sanki iç içe geçiyor. Genç, yaşlı bestecinin genç karısı Jocasta’yla da ilişkiye giriyor bir zaman sonra. Çatışmalar başlıyor. Genç kendi bestesini çaldığında yaşlı besteci bu müziğin kendi zihninde çaldığını söylüyor. Genç onu terk etmek istiyor. Yaşlı besteci karşı koyunca tabancayla yaşlı besteciyi vuruyor. Genç kaçıp bir döküntü otel odasına yerleşiyor, korku ve vicdan azabıyla kendi trajedisine yol alıyor. Tykwer’in yönettiği bu bölüm, 1930’ların ruhunu da yansıtıyor. Hem dönem olarak hem de estetik anlamında. Otel mekânı görsel anlamda çarpıcı, özellikle de genç besteci Robert’ın döküntü odası.

Petrolcülere karşı savaş…

Üçüncü bölümde San Fransiskolu kadın gazeteci Luisa Rey asansörde (1930’lardaki gencin yaşlılığı) asansör katta kalınca yaşlı bir adamla tanışıyor. Aralarında sıcak konuşmalar geçiyor. Luisa babası gibi araştırmacı ve gözü pek bir gazeteci olmak istiyor. 1930’larda müzisyen Robert Frobisher’le eşcinsel aşk yaşamış ve şimdi yaşlı mühendis Rufus Sixsmith, Luisa’ya bu fırsatı sunuyor. Petrol işinde tehlikeli gelişmeler oluyor. Yaşlı adam O’na bir dosya verince ölümle de yüz yüze geliyor Luisa. Çünkü peşinde şirketin kiralık katili Bill Smoke var. Araştırmaya girişen Luisa, şirkette kendisine yardımcı olan iki insanla karşılaşıyor. Biri Seaboard’un güvenlik şefi siyahi Joe Napier, diğeriyse aynı şirkette mühendis olan Isaac Sachs. Bu mühendisin sonu da trajik oluyor elbette. Enerji şirketinin başkanı da Lloyd Hooks. Tykwer’in yönettiği bu bölümde de atmosfer çok çarpıcı. San Fransisko sokaklarındaki gerilim nefes kesiyor. Yönetmen bu bölümü kara film tadında yansıtmış. Gerilimin yaşandığı San Fransisko’nun ıslak sokakları, kaçıp kovalamacalar 1970’lerin sinemasının ruhunu yeniden yaşatıyor sanki.

Şimdiki zaman, yani 2012 yılı… Dördüncü bölümde Dermont “Duster” Hoggins, “Knucke Sandwich” (Sadviç Boğumu) otobiyografik kitabının kokteylinde, kitabını yerden yere vurmuş kitap eleştirmeni Felix Finch’i binanın tepesinden aşağı atıyor ve hapse giriyor. Yönetmenler neden kitap eleştirmenlerini öldürüyorlar? Kitap eleştirmenleri entelektüel ve yazdıklarının geleceğe kalma ihtimali var. Buradaki öldürme ölümsüzlüğe bir metafor. Bir gün yönetmenlerin sinema eleştirmenlerini de öldürmesini umalım. Şimdilik oraya varmak uzak ihtimal. Yayıncı Timoty Cavendish, yazarının hapse girmesiyle tam bir vurgun vurdum dediğinde Hoggins’in yakınları ortaya çıkıyor Hoggins’in hakkını istiyorlar. Tykwer’in yönettiği bu bölüm adı “Timothy Cavendish’in Kokunç Çilesi…” Timothy, yardım için kardeşine başvursa da hınzır kardeşi onu huzurevine gönderiyor. Timothy bu cehennem durumdan kurtulmak için plânlarını uyguluyor ama hemşire Noakes’i aşabilirse. Onun gibi bu hallerinden memnun olmayan yaşlı insanlar da var. Plâna onlar da dahil olunca eğlenceli bir kaçma macerası başlıyor.

Yeni Seul’de klonlar…

“Sonmi-451’in Bir Duası” adındaki bu beşinci bölümde Yeni Seul, 2144 yılından fütüristik yansıyor sinemaskop perdeye. “Fabricant” olarak nitelendirilen klonlanmış kızlar, lokantada garsonluk yapıyor. Tam anlamıyla robot hayatı yaşıyorlar. Kutu gibi yerlerde uyuyan klonlanmış kızlar, aynı vakitte kalkıyor ve çalışmaya başlıyorlar. Yiyecekleri de sadece sıvı sabun. Sonmi-451, bir gece birden uykusundan uyanıyor ve Gözetmenin bir kızla seviştiğini görüyor. Kız, Gözetmenin de sıvı sabunla beslendiğini söylüyor. Sonmi, yanındaki kızla “Timothy Cavendish’in Korkunç Çilesi” filmini televizyon ekranından seyrediyor. Bu film onda özgürlük ateşini yakıyor ve isyan ediyor. Tutuklanıyor. Saf kandan olan Hae-Joo, hayatını riske atarak onu kaçırıyor. Hae-Joo ona klonlanmanın nasıl yapıldığını da gösteriyor. Rahmi artık işe yaramayan kızlar sabun olup yeni klonların besinine dönüşüyorlar. Elbette iki genç yan yana olunca aşk da hemen geliyor. Hae-Joo, Sonmi’yi bir inanç için kaçırmış. Kendi gibi düşünenler de Sonmi’nin düşünceleriyle dünyayı değiştireceğine inanıyorlar. Sonmi, özgürlük yolunda ağzından, “Ana rahminden ölene kadar, insanlar yalnız yaşayamaz. Birilerine muhtaçlar” diyor. Wachowski kardeşlerin yönettiği bu bilimkurgu bölümü, “Matrix” filmlerinin tadında. Bilgisayarla yaratılmış atmosferin yanında çok insana dair olan şeylerin arandığı bir bölüm de ayrıca bu. Görselliği hemen etkiliyor. Öncelikle Yeni Seul’un yapay dünyası. Wachowskiler, bazı anlarda seyircilerin adrenalini de yükseltiyorlar. Özellikle yüksekten korkanlar için. Evet, Sonmi öyle güzel ki. Gelecekte Tanrı en güzel kızları Uzakdoğu’da mı dünyaya getirecek, diye düşünüyorsunuz. Sonmi, güzelliğiyle insanı titretiyor.

Wachowski Kardeşler’in yönettiği bu altıncı bölüm kıyamet sonrası distopik dünyayı yansıyor. 24. yüzyılda Ha-why (Havai) denilen bölgede bir avuç insan atalarımız gibi ilkel bir hayat sürüyorlar. Yaşlı Georgie, bir şeytan ve Zachry’nin aklını karıştırıyor. Yaşlı Georgie, sanki Mefisto’nun soyundan. Kabilesinden bir babayla oğulu, şeytanın kışkırtması, belki de yaşama güdüsüyle yamyam kızılderililerin elinden kurtaramıyor. Yaşanacak yeni bir yer arayan Meronym, uzay gemisiyle buraya gelmiş. Zachry bir keçi çobanı. O ve kabilesi, 22. yüzyıldaki klon Sonmi-451’e inanıyor. Katliamlardan sonra Zachry, hayatta kalan küçük kız yeğeniyle Meronym’le gitmeye karar veriyor. Üstelik ona da aşık. Son sözse, filmin girişi. Yaşlı Zachry, karanlık gökyüzünde yıldızların arasındaki mavi şeye bakarak hikâyesinin sonuna geliyor.

Yönetmenler büyük…

Bölümlerini az çok topluca yazdığımız bu filmin kurgusu kaotik ve insanı yabancılaştırıyor. Hikâyeler de birbirlerini tamamlıyor. Belki de insan hikâyeleri tam değişmiyor. İnsanlar her şeyi birbirlerine aktarıyorlar, kültürler ve uygarlıklar oluşuyor. Gerçekten bu filmin yönetmenleri önemli ve büyükler. Akademi, 2012 yapımı “Cloud Atlas-Bulut Atlası” filmini biraz çözümleyebilirse birçok dalda Oscar bu filmi bekliyor. “Bulut Atlası”, İngiliz yazar David Mitchell’ın romanından çekildi. Bu roman/filmde zamanlar arası yolculuklar var. 1969 doğumlu yazarın “Hayalet Yazılar” 2009’da, “9. Rüya” ve “Bulut Atlası” romanları da 2011’de Doğan Kitap’tan çıkmıştı. Wachowski kardeşler, “Matrix” üçlemesi bilimkurgularıyla sinema tarihine geçtiler. Abi Larry Wachowski, birkaç yıl önce ameliyatla kadın oldu ve kendine de Lana adını verdi. Alman Tom Tykwer, aksiyon ve gerilim anlamında sıkı filmler yaptı. 1998’deki “Lola Rennt-Koş Lola Koş” ona sinemada çok şey kattı. 2006’da Patrick Süskind’in romanından uyarladığı “Perfume: The Story of a Murderer-Koku: Bir Katilin Hikâyesi” ve finali İstanbul’da olan 2009 yapımı “The International-Uluslararası” filmleri muhteşemdi. Yönetmenler, “Bulut Atlası” filmini yaparken Stanley Kubrick’in 1968’de Arthur C. Clarke’tan uyarladığı “2001: A Space Odyssey-Uzay Yolu Macerası” bilimkurgusu ilham vermiş. Bu filminin müzikleri de iyi. Sanatseverlerin görmesi gereken bir film bu.

(25 Ekim 2012)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Sinema Festivalleri Üzerine

Her yıl olduğu gibi bu yıl da festivallerin ardından her zaman olduğu gibi magazin içerikli tartışmalar başladı. Bu yıl farklı olarak sektör örgütleri de topa girdi. Meslek birliklerinin neredeyse tamamı, Film Yönetmenleri Derneği’nin öncülüğünde “meslek etiği” açısından yakışıksız bir bildiri yayınladılar. “GÜZELLİĞİN ON PAR’ ETMEZ” isimli filmin aldığı ödülü ve “Altın Portakal”ı geri alınmasını istediler. Peki niçin? Bu film Avusturya filmiymiş.

Bu kadar örgütün içinde bir akıllı kişi “arkadaşlar bu konu iyice araştırıldı mı?” diye sormamış. Nitekim dün, filmin yapımcısı ve yönetmeni olan Kürt sinemacı, sayın TABAK, bu filmin Türkiye filmi olduğunu belgelerle ispatladı.

Öte yandan yayınlanan bildiride, ülkemizde yapılan film festivalleri ile ilgili, bu sektörün yaşadığı yığınla sorundan tek kelime bile bahsedilmemesi daha vahim bir durum.

Hem “Altın Koza”nın hem de “Altın Portakal” film festivallerinin doğru dürüst bir açılış ve kapanış seremonisi yapabildiklerin gören, duyan, hatırlayan var mı? Hangi yıl kurallara uygun bir “jüri” seçimini başarabildiler? Hangi yıl festivalleri yerel yöneticilerin ve siyasilerin hamasi nutuklarından koruyabildiler? Hangi yıl filmlerimizi sesi ve görüntüsü düzgün salonlarda gösterebildiler? Magazin sayfalarında daha fazla yer almak uğruna, birbirleri ile yarışmaktan ne zaman vazgeçtiler?

Sinemamızı temsil eden meslek birlikleri için bu konular önemli değil mi? Sinema festivallerinin kalitesinden biz de sorumlu değil miyiz? Bozuk bir Türkçe ile haykırıyorlar: “Ödülü iptal edin.” Bir sinemacı olarak bu incitici ve erdemsiz talepten çok rahatsız oldum. Üzüntüm, sadece ödül kazanan yapımcı-yönetmenin, ezilen bir ulusun sinemacısı olması değil, daha çok meslek etiğimizin seviyesidir.

“Ödül iptali” talebini yıllar önce Fatih AKIN için yapmak da kimsenin aklına gelmemişti. Zira “YAŞAMIN KIYISINDA” bir Alman filmiydi. Yapımcısı benim de arkadaşım olan bir Alman’dı. Fatih de Türk asıllı bir Alman vatandaşıydı.

“Ödül iptali” istenen filmin yapımcı-yönetmenini tanımam. Filmini Antalya’da gördüm. Belli ki bu genç Kürt yönetmen, ailesinin ve yakınlarının tüm maddi imkânlarını seferber ederek yaşadığı ülkede (Avusturya’da) hayallerini gerçekleştirmek istemiş. Bu ülkeden bir ortak da bulmuş. Filmini çok küçük bir bütçe ile ve tümü Türk ekip ve oyuncu ile çekmiş.

Yapımcı Baran SEYHAN, festival programı açıklandığında ulusal yarışma bölümündeki iki filmin (“KUMA” ve “GÜZELLİĞİN ON PAR’ ETMEZ”) Avusturya filmi olduğunu öğrenince, “Abi bu yanlışı düzeltelim” diye beni aradı. Bende festival direktörü Göksel KUMSAL Bey’i aradım ve bu iki filmin durumunu Kültür Bakanlığı yetkililerine sormalarını tavsiye ettim. Bir süre sonra Göksel Bey aradı. “Abi Bakanlığa sorduk. KUMA’yı programdan çıkarıyoruz ama diğerinin yönetmeni çifte vatandaş ve kriterleri ‘Türk filmi’ne uyuyor, biz de ulusal yarışmaya koyuyoruz” dedi. Konu budur.

Bu yıl Antalya’da DUYGU SAĞIROĞLU’na “onur ödülü”nün verilişi sırasında hepimiz duygusal bir eziyet yaşadık. Ödülü vermek üzere sahneye çağrılan kişi, ödülü verip sahneden inmek yerine mikrofona yöneldi. Belki on dakika elindeki kâğıttan hamasi sözcükler okudu. Seksen yaşındaki ve altmış yıllık sinemacı DUYGU SAĞIROĞLU hak ettiği ödülü “konuşmacı”nın elinden almak için ayakta bekledi. Sonunda seyirciler adamı yuhalayınca konuşmasını kesti.

Bizim ürünlerimiz olmadan film festivali yapılması mümkün değildir. Sektörümüz bu gücünün farkına varmalıdır. Hiçbir uluslararası festivalde, siyasileri ve yerel yöneticileri sahnede göremezsiniz. Hiçbir sinema adamının devlete ve siyasilere şirin gözükmek gibi bir derdi olamaz. Çünkü aldığımız devlet yardımı bir sadaka değildir. Bizim ürettiğimiz filmlerden kesilen biletler üzerinden bize geri dönmektedir. Kimse cebinden bize para vermiyor. Bu çıplak ve yalın bilgi sektörümüzün her kurum karşısındaki duruşunu belirlemelidir.

Sektör örgütleri, sorunları çözmek için festivallerin kalitesini yükseltmeye çalışmalıdır.

(25 Ekim 2012)

Sabahattin Çetin
(Yapımcı – Dağıtımcı)

Üç Boyutlu Galyalılar Britanya’da

Asteriks ve Oburiks Gizli Görevde (Astérix et Obélix: Au Service de sa Majesté)
Yönetmen: Laurent Tirard
Çizgi Roman: René Goscinny-Albert Uderzo
Senaryo: Grégoire Vigneron- Laurent Tirard
Müzik: Klaus Badelt
Görüntü: Catherine Pujol-Denis Rouden
Oyuncular: Gérard Depardieu (Oburiks), Edouard Baer (Asteriks), Catherine Deneuve (Kraliçe Kordelya), Fabrice Luchini (Jül Sezar), Jean Rochefort (Lüsyus Sansarüs), Guillaume Gallienne (Antikloraks), Vincent Lacoste (Kuduriks), Valérie Lemercier (Bayan Mekintoş), Charlotte Lebon (Ofelya), Bouli Lanners (Olaf Bollaf), Dany Boon (Aklıtuhaf), Gérard Jugnot (Korsan Kaptan), Luca Zingaretti (Genaeral), Götz Otto (Hödükaf), Atmen Kelif (Seferis)
Yapım: Fidélité Films (2012)

Fransızlar, ruhlarını okşayan “Asterks” çizgi romanını sinemaya uyarlamaktan bıkmayacaklar. “Asteriks ve Oburiks Gizli Görevde”, üç boyutlu ve sinemaseverleri maceradan maceraya sürüklüyor.

M. Ö. 50… Britanya, Sezar’ın komutasıyla istilâya uğruyor. İngiliz centilmeni Antikloraks, Kraliçe Kordelya’yı ikna ederek Galyalılardan yarım için yollara düşüyor. Asteriks ve yaban domuzunu midesine indirmeyi seven Oburiks, Kuduriks’i adam etme çalışması üzerindeler. Antikloraks’ın ricasını kırmayan Galyalılar, Antikloraks’ın yanına Asteriks, Oburiks, Kuduriks ve bir fıçı güç şerbeti vererek Britanya yollarına düşülüyor. Yolda Hintli bir göçmen Seferis’le karşılaşıyor kahramanlarımız. Seferis, tarihin ilk göçmenlerinden. Britanya’da köşeyi dönmeyi hayal ediyor. Britanya’ya girmek kolay değil. Giriş belgesi gerekiyor. Seferis, yanında getirdiği bir fidan çay, Britanya’nın da kaderini değiştiriyor ve ünlü beş çaylarını başlatıyor. Antikloraks, güzel Ofelya’ya aşık. Ofelya da bu aşırı centilmen Antiklotraks’tan bıkmış. Çünkü onun ruhunda macera var. Müzikten ve şiirden hoşlanıyor. Oburiks, görgü uzmanı Bayan Mekintoş’u görür görmez göğsünün kalbi olan yerinde hızlı bir şeyler atmaya başlıyor. Asteriks, güzel lâflarla kadınları büyüleyeceğini sanıyor, hâlâ… İşte bu durumlar olurken Sezar, mancınıklarıyla kayaları şehre yağdırıyor. Hikâyeye olmazsa olmaz Normanlar da katılıyor. Onların da derdi korkunun nasıl olduğunu öğrenmek. Bayan Mekintoş, İngiliz kibarlığını Norman Aklıtuhaf’a öğrettiği sahneler çok eğlenceli. Bayan Mekintoş, öğrettiklerini iyice göreblmesi için Aklıtuhaf’ın gözbebeklerini sürekli açık tutturuyor. Bu an, Stanley Kubrick’in Anthony Burgess’tan uyarladığı 1971 yapımı “A Clockwork Orange-Otomatik Portakal” filminde Alex’in başına gelenlerden ödünç alınmış. Filmde İngiliz kibarlığıyla da epey dalga geçilmiş ve insanı gülmekten kırıp geçiriyor. Muhtemelen İngilizler de eğlenecekler. Mazallah bizlerle dalga geçiyor olsalardı Fransızlara neler demezdik. Sonunda iyiler kazanıyor ve Britanya İngilizlere kalıyor.

Üç boyutlu macera…

M. Ö. 50. yıl. Eğer tarihi gerçeklere bakarsanız, Romalılar Britanya’yı M. S. 2. yüzyılda istilâ ediyorlar. İngilizler de Britanya’ya M. S. 5. yüzyılda Saksonya’dan yola çıkarak geliyorlar, Romalıların yapamadığını yapıp Britanya’yı istilâ ediyorlar. Biliyorsunuz, Fransa’nın Yukarı Normangiya’da Bretagne (Britanya) bölgesinde Brötonlar var. Brötonlar, İrlandalı, Galli ve İskoçlarla yakın akraba. Yani hepsi Kelt ırkından geliyorlar. İngilizler adayı istilâ etmeden önce de bu ada Britanya olarak adlandırılıyordu. Filmi seyrederken mantık ve tarih hatalarını bir tarafa itip kendinizi bu eğlenceye bırakmak daha iyi. René Goscnny (1926 – 1977), 1946’dan itibaren Belçikalı karikatürist Morris’in (1923 – 2001) çizdiği “Red Kit” çizgi romanın hikâyesini yazdı. Gossinny, Albert Uderzo’nun (1927) çizdiği “Asteriks” çizgi romanının da hikâyesini yazdı. Sinemada ilk macera 1999 yılında başladı. “Astérix et Obélix contre César-Asteriks ve Oburiks Sezar’a Karşı” filmini Claude Zidi yönetti. Alain Chabat’nın yönettiği 2002 yapımı “Astérix & Obélix: Mission Cléopâtre-Asteriks ve Oburiks: Görevimiz Kleopatra” filmi muhteşemdi. 2008’de Frédéric Forestier ve Thomas Langmann’ın ortak yönettikleri “Astérix aux Jeux Olympiques-Asteriks Olimpiyat Oyunları’nda” çok eğlenceliydi ve bu filmin en büyük sürprizi de efsane Alain Delon’un Sezar’ı canlandırmasıydı. Üç boyutlu sinemaskop çekilmiş 2012 yapımı son macera “Astérix et Obélix: Au Service de sa Majesté-Asteriks ve Oburiks Gizli Görevde”, çok eğlenceli. 1967 doğumlu Fransız yönetmen Laurent Tirard, 2007 yapımı “Molière” ve 2009 yapımı “Le Petit Nicolas-Pıtırcık” filmleriyle tanınıyor. Britanya bölümleri İrlanda’da çekilmiş. Üç boyutlu perdede İrlanda’nın uçurumları insanı aşağı çekiyor. Muhteşem.

(25 Ekim 2012)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Adana ve Antalya’nın Ardından

Türkiye’nin en önemli iki film festivali, birbirlerine yakın tarihlerde tamamlanırken, ortaya çıkan sonuçların yeni soru işaretlerini beraberinde getirdiği söylenebilir.

Suni Çelişki

Öncelikle; iki festivalin ülke sineması açısından taşıdığı önem malûm olmakla birlikte, aralarında oluş(turul)an rekabetin siyasal gündeme bağlı geliştiği söylenebilir. Birer Belediye organizasyonu olarak inişli çıkışlı bir grafikte seyreden Adana ve Antalya, sanılanın aksine ortak bir paydada buluşmaktadır ve aralarındaki çelişkiler sunidir: Geçici kadrolarla, kalıcı sinemasal politikalar ortaya koyamamak!

Dolayısıyla iki organizasyondan birine üvey evlât muamelesi yapmak ve “orantısız güç kullanmakla” elde edilecek sonucun Pyrrhus zaferinden farksız olacağı unutulmamalıdır.

Vahim İddialar

Dilerseniz tahlile Altın Koza’da jüri kararlarına yapılan itirazlar sürerken, Portakal’ın kendisini Hülya Avşar krizinin ortasında bulması ile başlayalım. Kimi yazarların fısıltı gazetesi eşliğinde kulağımıza çalınan dedikoduları gün yüzüne çıkarması, sinemamızın ağır toplarının gizliden bir kavgaya tutuştukları iddialarını doğrular görünmektedir. Antalya’nın “ulusal yarışmalara katılmama şartı” ve jüri seçimi ertesinde Adana’yı tercih eden önemli yönetmenlerin karşılaştıkları sonucun bir süredir var olduğu öne sürülen husumetle açıklanması önemli bir olgudur. Kimi jüri üyelerini ve intihal iddialarını da içine alan bu iddiaların üzerinin örtülmesi artık mümkün değildir.

Yeterince “Derin” Değil!

Meselenin Antalya ayağında karşımıza çıkan sonuç Altın Koza’daki kadar tartışmalı olmasa da, Jüri Başkanı’nın damgasını vurduğu olaylar geçiştirilecek türden değildir. Avşar’ın bir festival klâsiği olan “oyum popüler filmlere!” çıkışına eklenen Derin Düşün-ce müdahalesi yetkili kurullar tarafından eleştirilmemiş ve Başkan kadar “popüler olmayan” jüri üyelerinin yalnızlaştırılması dikkatlerden kaçmamıştır. Oysa ortalama izleyici refleksine yaslanan bu çıkışlar, yeterince “derin” düşünülmeden kotarılmış bu filmi, bizzat Avşar eliyle “popüler” yapmıştır. Bu sürecin festivali “konuşulur hale getirdiğini” iddia etmek ve bu tezi istatistiksel verilerle açıklamaya çalışmak trajikomiktir: Festivaller; ön ve ana jürilerinin yanı sıra, altı doldurulmuş etkinlikleri, film seçkileri, özenle hazırlanmış sergi, katalog ve kitaplarıyla konuşulmalıdır!

Festivallerin İşlevi

Popülist yaklaşımların ötesinde; yeni denemelerin, biçimsel arayışların ve farklı bir dili ortaya koyma uğraşının platformu sayılması gereken film festivallerinde yer alan seçkilerin geniş kitleyi hedef almadıkları ve “fazla gerçekçi” (!) oldukları için eleştiriye uğraması “moda” haline gelmiştir. Bu tutumu savunmak ile Araf, Yeraltı, Lal Gece gibi önemli yapımların daha çok izleyiciye ulaşması gerektiğini vurgulamak başka şeylerdir.

Bir başka eleştirel yaklaşım, köklü festivallerde ayrı bir kategorinin başlığı olan “İlk Filmler” için de söz konusudur. Genç sinemacıları keşfetmek ve kitlelerle buluşturmak ile sadece on filmin yarıştığı ana yarışmada sekiz ilk filme yer vermek farklı gerçekliklerden söz etmektir ve bu duruma yol açan gelişmeler incelenmelidir. (Altın Portakal’da son üç yıldır ipi göğüsleyen yapımlar birer ilk film oldukları halde, “En İyi İlk Film” başlığı altında ayrı ödüllendirmeler yapılmaktadır.)

Sonsöz Olarak

Ortaya çok da iyimser bir manzara koymamakla birlikte, geride bıraktığımız iki festivalin; genç yönetmenlerin orta sınıf, aydın / yarı aydın çelişki ve bunalımlarından sıyrılarak “eski defterleri” aralama çabalarına tanıklık etmemiz bakımından önemli olduğunu söyleyebiliriz. Tıpkı, Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Prof. Dr. Mustafa Akaydın’ın festivallerin özerk yönetimlerce sürdürülmesi gerektiğine işaret eden olumlu ve altı çizilmesi gereken sözleri gibi.

(21 Ekim 2012)

Tuncer Çetinkaya

Histeri ile Başetmenin Yaratıcı Yolları

‘Mutlu Et Beni’ ya da İstanbul Film Festivali’nde gösterilmiş olduğu özgün adıyla ‘Histeri (Hysteria)’nın ön jeneriğinde üstüne basa basa gerçek bir öyküden yola çıkıldığı belirtiliyor. Filmin başkişisi Dr. Joseph Mortimer Granville gerçekten 19. yüzyıl İngiltere’sinde yaşamış ve 1900’deki ölümüne dek ruh sağlığı ve organik rahatsızlıkların tedavisine ilişkin bir düzineye yakın eser vermiş. Ancak kendisine tıp tarihindeki popülaritesini sağlayan ve yönetmen Tanya Wexler’in filmine ilham veren özelliği, ilk elektrikli vibratörün mucidi olması. Tarihsel kaynaklara göre, kas ağrılarının giderilmesi için Granville’in tasarımı olarak piyasaya sürülen cihaz, mucidinin itirazına rağmen cinsel ihtiyaçların ya da dönemin yaygın kullanımıyla ‘histeri’nin tedavisinde kullanılmaya başlanmış. Sanayi Devrimi’nin baş döndürücü bir hızla yeni keşifleri getirdiği geçtiğimiz yüzyıl başlarında, cinsellik alanında çığır açan bu yeni buluşun üretimi hızla yaygınlaşmış ve yıllar içinde yeni modelleri geliştirilmiş. Son jeneriği bekleyen izleyicilerin cihazın tarihsel gelişimini izleme fırsatını bulacaklarını ayrıca belirtelim.

Filme gelince, Dr. Granville’in kurmaca öyküsü şık paketlenmiş bir romantik komedi olarak sunulmuş. Dönemin steril olmayan devlet hastanelerinden popüler sosyete doktorunun asistanlığına atlayan genç adamdan, babasının zenginliğine yüz çevirerek kendini yoksullara adamış öncü feminist-sosyalist isyankâr büyük kıza, cinsel şifa peşindeki zengin kadınlara bekleme salonunda piyanosuyla Chopin noktürnleri çalan hanım hanımcık uysal küçük kıza, iki genç kadın arasında gidip gelen genç adam ve beklenen mutlu sona varıncaya kadar tüm beklentiler birer birer karşılanmış. Viktorya İngilteresi’nin sınıf farklılıklarını çarpıcı biçimde yansıtan dönem tasviri, yok sayılmış kadın cinselliğinin şaha kalkışının yer yer İtalyan seks komedilerinin sınırlarını zorlayan sahneler eşliğinde sergilenişi de cabası.

(20 Ekim 2012)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Acaba SENDER Bu Duruma Ne Der?

Türkçesi bu kadar bozuk olan bu bildiri SENDER’e gelmiş olsaydı imzalayacak mıydık? İmzalamak için hiç değilse bu bildirinin Türkçesini düzeltmemiz gerekecekti. Bir senarist olarak ilkokul kompozisyonu düzeyindeki bu Türkçeye itiraz etmemiz de gerekecekti.

Bildiriyi imzalayanların bu kötü Türkçeyi okuduktan sonra onaylayarak imza attıklarını sanmıyorum. Çünkü korsan bir bildiri izlenimi edindim. Veya birisi bu konuda meslek birliği başkanlarını telefonla ikna ederek bu hamaset kokan bildiriyi yayınlamıştır.

Zaten imzacıların çoğunluğu kurumsal yapılar olarak gözükürken, Film Yönetmenleri Derneği orada sırıtıyor. Ayrıca Yeni Sinema Hareketi diye bir kurum veya dernek duymuş olan var mı?

İçeriğine gelince, Altın Portakal’ı alan filme itiraz doğru olabilir. Nitekim Sinema Genel Müdürü Cem Erkul Bey bu filmin Türk filmi değil, Avusturya filmi olduğunu söyledi. Sayın Erkul’dan daha iyi bilecek durumda değiliz. Ancak festival sırasında bildiriyi imzalayanlar da Cem Bey de Antalya’da idiler. Niçin itiraz etmediklerini sormamız gerekmez mi?

Ayrıca festivalin ardından magazin gündemine hizmet eden bir konuda bu kadar örgütümüzün buluşması biraz tuhaf değil mi? Ben bu işi tasarlayan kişiyi çok merak ediyorum ve meslek birliklerimizin yöneticilerinin bu tür korsan girişimlere alet olmalarından rahatsız olduğumu belirtmek istiyorum. Meslek birliklerimizin değerli yöneticileri biraraya geldiklerinde ve Türkiye kamuoyuna bir bildiri yayınladıklarında, gündeme oturmalı ve mesleğimiz için etkili sonuçlar doğurmalıdır.

Bir kaşık suda fırtına koparan bildirideki konu “yeni” değildir. Fatih Akın’ın Yaşamın Kıyısında isimli filmi de bir Alman filmi idi ve portakalı almıştı. Fatih de Alman vatandaşıdır. Güzelliğin On Par’ Etmez’in yönetmeni Kürt asıllı Avusturya vatandaşıdır. Bu film de Türk filmi değil Avusturya filmidir. Yönetmeliğe göre festivalin Türk filmleri bölümünde yarışması yanlıştır.

Konu daha önce bana bildirildiği için ben de festival yöneticilerini uyarmıştım. Bu filmi yabancı filmler bölümünde yarıştırmaları gerektiğini söylemiştim. Konuyu Bakanlık yetkilileri ile görüşen Göksel Kumsal Bey beni aradı ve yönetmenin çifte vatandaşlık statüsünde olduğunu söyledi. Bu durumda yapacakları bir şey olmadığı için filmin yarışma bölümü değişmedi.

Daha önce başka örneklere ve festival sırasında bu filme itiraz etmeyen birisi (veya her kimse birileri) meslek birliklerimizi de peşine takarak fena halde yanlış yapıyorlar.

Eğer bu ülkede film festivallerini masaya yatıracaksak konu çok zengindir. Hepsinin bu konuda yığınla eksiği ve yanlışı var. Doğru dürüst açılış ve kapanış programı yapamıyorlar. Kurallara uygun bir “jüri” oluşturamıyorlar. Sinemamızı yerel yöneticilerin ve siyasilerin hamasi nutuklarının platformu haline getiriyorlar. Magazinel bir anlayışın pençesinde kendi aralarında bir yarış yapıyorlar. Festivallerin ardından bu ve benzeri konuları masaya yatırmamız gerekirken koskoca meslek birliklerinin önümüze koydukları konu gerçekten içler acısı. Yeni bir sinema hareketi varsa benden selâm olsun.

(20 Ekim 2012)

Sabahattin Çetin
(Yapımcı – Dağıtımcı)

GÜNAYDIN

“Bir -lokma?- ekmekten yiyeceksin, bir baklavadan, bir ekmekten, bir baklavadan.” Bu sözleri, ekmeği kendinden iyi tanıyan, baklavayı ömründe hiç görmemiş, tatmamış, sadece duymuş… unutamamış, bilmediği tadı hep ağzında, bir “köylü”müz söylüyor. [Ekmeği herkes bilir ama baklavayı bilmeyen vardır. Bunu “köylü”müzde belirtmek ne kadar doğrudur. Evde anası, bacısı mutlaka hamur açar, hamurdan bir şeyler yapar, açtığı hamuru da -Anadolu ne bilinmezlerle doludur- (belki) baklava için açar. Böyle bir evin delikanlısı da, “bir ekmekten, bir baklavadan” hayaline yutkunmaz… Hiç görmedi ise askerde görmüştür/yemiştir, hayalini kurduğu baklavayı.]

Yukarıdaki sözler bir filmden alınmıştır. Köylümüzün yaşama düzeyi filmlerde -belki abartılı denebilecek tarzda- gösterilmek istenmiştir ama yıllar sonra, belki bugünlerin yaşama düzeyi etkisi ile o filmdeki -komik?- köylü tiplemesini abartılı buluyorum. Filmi adı Yeşil Kurbağalar. Yapım yılı (dikkat) 1960. Yönetmen Sami Ayanoğlu. Senaryo yazarı: -Türk Filmleri Sözlüğü’ne göre- Sami Ayanoğlu, -benim kitaptan film künyesi üzerine aldığım nota göre- Yaşar Kemal. Ayanoğlu, Yaşar Kemal’in başka senaryolarını da filme çekmiştir. (Bu sahne senaryoda da aynen var mıdır, onu bilemiyorum).

Uzun lâfın kısası, ekmekle baklava yeme hayali kuran, bunu insanı imrendirecek şekilde anlatan oyuncu EROL GÜNAYDIN. Yeşil Kurbağalar, Altan Erbulak, Muhterem Nur ve Nilüfer Sezer ile oynadığı -sinemadaki- ilk filmi (baş rol). Günaydın’ın ekmek, baklava farkını bilmemesi kabul edilemez ama oyuncu Günaydın’ın canlandırdığı köylünün bilmemesi olasıdır, kesin olmayabilir.

Günaydın’ın oynadığı bir diğer film: Güzel Bir Gün İçin (1965 / Haldun Dormen). Günaydın, bu filmdeki rolü ile 1967 4. Antalya Film Festivali’nde En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülü aldığı gibi En İyi Senaryo Yazarı ödülünü alır. (Senaryo yazarları -bazen- filmlerinde oynar da…!)

1960 yılında ilk filminde oynayan Günaydın daha lisede -Galatasaray- okurken tiyatroya başlıyor. Batı tiyatrosunu (klâsiklerinden başlayarak) iyi bilmesinin yanında, kökeni orta oyununa inen bizim gösteri sanatlarına da muttali… Ayrıca (cenazesinde Tuncel Kurtiz anlatıyordu, ister istemez kulak misafiri oldum) en büyük özlemlerinden birisi kukla tiyatrosu kurmakmış. Bu tiyatro adamı oyunda yazmıştır, mutlaka birden fazladır ama ben ancak birini sahnede gördüm. Batıdan alınan bir Romeo Jülyet örneği. Toplumumuza uydurulmuş, yazıldığı (sahnelendiği) yıla göre de adı Yaygara 70 konmuştu, sinemaya başlamasının onuncu yılında. Tiyatro için yıl veremiyorum. Günaydın’ın tiyatroya başladığı yılı bilen varsa ? buyursun söylesin… Haa bu Yaygara 70′de kendisi de oynuyordu. O günlerdeki yaşına göre hayli yaşlı bir kadını (af buyurun, bir kocakarıyı) oynuyordu, Ajans Bahriye… Başka bir şey söylemeye gerek var mı? (Oyunu -yanlış hatırlamıyorsam- Haldun Dormen sahneye koymuştur, eğer yanlış ise hata benimdir.)

2012 yılı, sanat camiasından (ben sadece -özellikle- sinemayı ve -biraz da- tiyatroyu izleye bildim) birçok kişiyi yitirdiğimiz bir yıl oldu. Birçok büyük usta gitti. Bugün (17.10.2012) Teşvikiye Camii yine bahçesini doldurmuştu. Özellikle dikkatimi çeken şu oldu: Erol Günaydın’ı hep yıllar öncesinde beyazperdede gördüğümüz gibi hayal ettiğimizden, O’nun ve bugün cenazesine gelen üç aşağı beş yukarı akranlarının hepsini bugünkü yaşlanmış halleri ile görünce, hepsini perdede ve sahnede ilk gördüğüm (gördüğümüz) halleri ile hayal ettim, gözümde canlandılar. Zaman (bazı) insanlara çok acımasız davranıyor. Ama teselli bulduğum bir konu şu, başta Günaydın olmak üzere o ustaların yetiştirdiği, bugün olgunluk dönemini yaşayanlar ile daha sanatının ilk basamaklarını çıkan, yeni gelenlerin bir kısmı -konuşmalarının bir yerinde- sadece Günaydın’dan söz ediyorlardı… Bir de çelenkleri ve bizzat kendileri orada olan (bazıları) vardı, onlara söylenecek tek bir söz var: “günaydın” (!).

(19 Ekim 2012)

Orhan Ünser

Küçük Norman Bir Acıyı Dindirirken

ParaNormaN
Yönetmen: Chris Butler-Sam Fell
Senaryo: Chris Butler
Müzik: Jon Brion
Görüntü: Tristan Oliver
Seslendirenler: Kodi Smit-McPhee (Norman), Tucker Albrizzi (Neil), Anna Kendrick (Courtney), Casey Affleck (Mitch), John Goodman (Prenderghast), Mintz-Plasse (Alvin), Leslie Mann (Sandra), Jeff Garlin (Perry), Stritch (Büyükanne), Bernard Hill (Yargıç), Jodelle Ferland (Aggie), Hannah Noyes (Salma)
Yapım: Universal-Laika-Focus (2012)

Chris Butler ve Sam Fell’in ortak yönettikleri “ParaNormaN”, Hitchcock’a ve Hollywood’un cadılı, hayaletli korku filmlerine bir saygı sunuşu. Bu üç boyutlu animasyon filmi, çocuklara korku sinemasına eğlenceli bir giriş. Bir taraftan da içindeki çocuğu yaşatanlar keyif alıyor.

New England’da küçük Blithe Hollow kasabası. Türkçesi de çok tatlı: Şen Oyuk… Ölmüş babaannesiyle konuşan, televizyonda korku filmleri izlemeyi seven 11 yaşındaki Norman Babcock, babası Perry’den azar işitiyor hep. Ölülerle iletişim kurabilen Norman, okulda herkesin alay konusu oluyor. Kendi gibi okulda alay edilen şişman Neil’le arkadaş olan Norman’ın, bir de çılgın büyük amcası Prenderghast var. Prenderghast da Norman gibi ölülerle iletişim kurabiliyor. İşte bu amca, öldükten sonra hayalet olarak okulun klozetinde Norman’a bir kitabı alıp 300 yıl önce cadı diye yakılmış 11 yaşındaki Aggie’nin mezarı başında okumasını istiyor. Aggie’nin ruhu öfkeyle dolu ve gece o ruh kasabaya felâket getirebilir. Norman, korksa da bir masal kitabını yanlış mezarın başında okumaya başlayınca başka zombileri uykusundan uyandırıyor. Onlar da mahkemede karar veren yargıç ve diğerleri. Ruhlar hayalet olarak kasabalıya görünürken kasabaya korku iniyor. Hayaletler kimseye zarar vermiyor. Mahkeme, 300 yıl önce korkudan dolayı Aggie’nin yakılmasına karar vermiş. İşte Aggie, çocukluğunu yaşatmayan bu mahkemeye öfke dolu. Küçük Norman, işte bu dertleri çözmesi gerekiyor. Küçük Aggie’nin öfkesi tüm zelzelelerden daha tahripkâr çünkü.

Hitchcock’a bir selâm…

Bu animasyon filminin en deneyimlisi yönetmen Sam Fell. 1965 doğumlu İngiliz yönetmen, David Bowers’la 2006’da “Flushed Away-Fare Şehri” ve Robert Stevenhagen’le 2008’de “The Tale of Despereaux-Despero” animasyon filmlerini ortak yaptı. Diğer İngiliz yönetmen Chris Butler ilk uzun filmini çekmiş oluyor. Bu yönetmenlere baktığımızda batı sinemasında bir uzmanlaşmaya doğru yöneliş var. Yani herkes en iyi bildiği işi yapıyor. Televizyonda bu durum daha önceden başlamıştı. Tenisi çeken yönetmen ve kameramanlar futbol maçlarını çekmiyor. Belki de en iyisi bu. Çünkü iş anlamında alan genişliyor böylece. 2012 yapımı “ParaNormaN” üç boyutlu animasyon filmi, ilk bakışta çocuklaraymış gibi görünüyor. Bir yere kadar öyle. Hatta çocuklara korku sinemasına eğlencel bir giriş de diyebiliriz bu filme. Bu film, “stop motion” animasyon tekniğiyle çekilmiş. Mekânlar gerçek gibi algılanıyor üç boyutlu sinemaskop perdede. Norman’ın çapıkın ablası Courtney’nin Neil’in üçgen vücutlu abisi Mitch’e asılışı bazı çocukları aşıyor elbette. Filmin görselliği gerçekten büyüleyici. Belediye binası ve mezarlık sahneleri iyi. Aggie’nin öfkesini saçtığı anlar da görülmeye değer. Filmdeki göndermeler de çok hoş. Norman ve Babcock adları insanın zihninde bir şeyler çağrıştırıyor. Küçük Norman’ın adı, büyük usta Hitchcock’un 1960 yapımı siyah-beyaz “Psycho-Sapık” filmindeki Norman Bates’den geliyor. Soyadıysa Hitchcock’u çağrıştırıyor. Bunun yanında küçük Norman’ın büyük amcası Prenderghast’ın adı, “Sapık” filmindeki dedektif Arbogast’tan ödünç alınmış. Jon Brion’ın fonda duyulan müzikleri de muhteşem. Filmin son jeneriğinde, Bernard Hermann’ın “Sapık” filmi için bestelediği tema müziğinin tadı da vardı. Son jeneriği okuduktan sonra yönetmenlerin marangoz aletleriyle korku sinemasının ustası John Carpenter’a da bir selâmı var.

(18 Ekim 2012)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com