Kategori arşivi: Yazılar

Soluk Kesen Heyecanlı Gerilim

Jack Reacher
Yönetmen-Senaryo: Christopher McQuarrie
Roman: Lee Child
Müzik: Joe Kraemer
Görüntü: Caleb Deschanel
Oyuncular: Tom Cruise (Jack), Rosamund Pike (Helen), Richard Jenkins (Rodin), Robert Duvall (Cash), David Oyelowo (Emerson), Jai Courtney (Charlie), Vladimir Sizov (Vlad), Joseph Sikora (James), Alexia Fast (Sandy), Werner Herzog (Zec), Lee Child (Çavuş)
Yapım: Paramount (2012)

Yaratıcı sinemacılardan Christopher McQuarrie’nin Lee Child’ın suç romanından yazıp yönettiği “Jack Reacher”, şaşırtıcı ve sürekli merak bırakan olay örgüsüyle insanları gerilimin içinde kıvrandırıyor. Şiddet sahnelerinin sert olduğu filmde, Tom Cruise ustalıklı oyunculuk sunmuş.

Pensilvanya’nın Pittsburgh şehri. Bir keskin nişancı, mevzilendiği yerden dürbünlü tüfeğiyle nehrin karşı kıyısındaki insanlara tek tek ateş edip beş kişiyi katlediyor. Katlı otoparkta tek delil madeni dolar. Parmak izi sonucunda katliamı Irak’ta savaşmış keskin nişancı er James Barr’ın işlediği ortaya çıkıyor. Bulunduğu yerden karga tulumba tutuklanıp, işkence gördükten sonra ona bölge savcılığı tarafından yazılmış sorgu metnini imzalaması istenirken, o kâğıda Jack Reacher’ın adını yazıyor. Jack, askeri bir polis. Keskin nişancılıkta sıkı bir eğitim alan James, Irak’ta bu eğitimin karşılığını bulamadığı için can sıkıntısından orada Iraklıları vurmuş. Soruşturmayı da Jack yapmış. Bölge savcısı Rodin ve polis dedektifi Emerson Jack için bilgi toplarken, Jack yanlarında bitiyor. James’in avukatlığını da bölge savcısının kızı Helen Rodin üstlenmiş. Elbette işkenceden dolayı James komaya sokulmuş. Helen, soruşturma için Jack’i kendi tarafına çekip, en azından James’in idam cezası almasını önlemek istiyor. Jack, dosyayı okudukça ve olay mahallinde araştırma yaptıkça, başka bir şeylerin farkına varmaya başlıyor. Öldürülmüş masum insanlar üzerinden bu katliamın nedenlerine iniyor. Merak duygusunu sürekli ayakta tutan bu suç filmine merak duygusunu azaltmadan dokunmak gerek. Hikâye derinleştikçe farklı ve derin gerçeklik perdeye kuşatmaya başlıyor. Düşündüğünüz veya aklınızdan geçen birçok şeyin öyle olmadığını fark ediyorsunuz. En azından Zec ortaya çıkıncaya kadar. Yaratıcı sinemacılardan yönetmen ve senaryo yazarı Christopher McQuarrie, bazı şeyler anlaşılmaya başladığında bile gerilim duygusunu düşürmüyor. New Jersey’de 1968 yılında doğan yönetmen McQuarrie şu ana kadar iki film yönetti. 2000 yapımı “The Way of the Gun-Silahların Gölgesinde” filmi biliniyor. Yönetmen McQuarrie, Bryan Singer’ın 1995 yapımı “The Usual Suspects-Olağan Şüpheliler” filminin senaryo yazarı olarak biliniyor. “Olağan Şüpheliler” filmini ilk defa gördüğünüzde, aralardaki küçük ayrıntılar kesinlikle gözünüzden kaçıyordu. Filmi ikinci defa gördüğünüzdeyse, bambaşka bir filmle baş başa kalıyordunuz.

Görselliği çarpıcı film…

Evet, bu filmin derinliğindeki bazı şeylere dokunmadan, 2012 yapımı “Jack Reacher” filmini yazabilmek zorlu bir macera. Polisiye filmlerde merak ve gerilim duyguları her şeyin üzerinde. Filmde gerçekten “katil kim” sorusu var. Bunu ikinci yarıdan sonra hissetmeye başlıyorsunuz. Bu yüzden bazı şeylerin ipuçlarını vermeden anların üzerinde durmak. Jack, zeki olmanın çok ötesinde. Bir şeyi düşünürken Jack daha başka bir şeyleri ortaya çıkartıyor. Aslında filmi Helen’ın zihinsel algısıyla takip ediyorsunuz. O ne anlamışsa seyirci de onu anlıyor. Bu yüzden senaryo yaratıcı ve şaşırtıcı. Helen, idealist olmayan ama barışçı bir avukat. İdam cezasına da karşı. Tam babasının karşıtı. Bir de Zec var. Filmin kötü adamı. Rus çetesnin başı. Zec, Rusça “esir” anlamına geliyor. Zec, yıllarca Gulag’da hapis yatmış. Ölü bir adamın cepleri delik paltosunu giymiş, soğuktan parmakları donmuş, sonra da kesilmiş. Rus gangster çetesi, James Barr davasının neresinde? Bunu öğreniyorsunuz derinlikte. Filmde etkileyici sahneler var. Hem de görsel anlamda zengin. Filmin girişindeki katliam anları ve final bölümündeki taş ocağı sahneleri çarpıcı. Sinemaskop çeklmiş bu filmde, taş ocağındaki yağmurlu sahneler estetik. Elbette araba takip sahneleri unutulmaz. Kırmızı 1970 model Chevrolet Chevelle SS, bu filmin büyüleyen starı. Gecenin karanlığında Pittsburgh caddelerinde Jack Reacher, bu muhteşem arabayla peşindeki kötülerden kaçıyor. Yollar ıslak ve ışıkların bu ıslak yollara düşüşü büyüleyici. Chevelle SS, kaçıp kovalamaca sahnelerine tam anlamıyla ruh katmış. Film, 1954 doğumlu İngiliz oyuncu-yazar Lee Child’ın “One Shot” gerilim romanından uyarlanmış. Yazarın Jack Reacher serisinden gerilimleri ülkemizde de yayımlandı. Oğlak Yayıncılık’tan “Öldüren Kumpas” 2006’da ve “Düşman” 2007’de çıktı. Ayrıca Artemis’ten de “Yarın Yokum” 2009’da gerilim-polisiyeseverlerle buluştu. Filmde sinemanın büyük yönetmenlerinde Alman Werner Herzog da “Zec” rolünde. Koca usta dingin görünümüyle müthiş kötü adam. 1979 doğumlu İngiliz oyuncu Rosamund Pike, Lee Tamahori’nin 2002 yapımı 007 James Bond serisinden “Die Another Day-Başka Gün Öl” filminin Bond kızı olarak biliniyor. Kadınlar için her daim yakışıklı olan Tom Cruise üzerine bir şey demeye gerek yok. Jack karakterine ruh katabilmiş bu önemli oyuncu.

(20 Aralık 2012)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Toprağın İçindeki Oyukta Bir Hobbit Yaşardı

J. R. R. (John Ronald Reuel) Tolkien’in 1937 yılında yayınlanan ilk romanı ‘Hobbit’, yazımın başlığında yer alan cümleyle başlar. Çocuklar için yazılmış bu masal kitabı, 2000’li yılların başlarında Peter Jackson’ın sinemada yeniden gündeme getirdiği yazarın ünlü fantastik üçlemesi ‘Yüzüklerin Efendisi’nin de öncülüdür. Jackson, yaklaşık 10 yıllık bir özlemden sonra, geniş bir hayran kitlesi edinmiş, yeni versiyonlarıyla toplam uzunluğu 11 saati bulan ilk seride anlatılanların 60 yıl öncesine dönüş yaptığı yeni bir üçlemeye soyunmuş. Bilbo Baggins’in macerayla ve hükmeden yüzükle tanışmasını izleyeceğimiz bu yeni serinin ilk ayağı ‘Hobbit: Beklenmedik Yolculuk / Hobbit: An Unexpected Journey’.

Film, 100 küsur yaşını sürmekte olan görmüş geçirmiş Bilbo’nun ‘Yüzüklerin Efendisi’ üçlemesinin kahramanı Frodo’ya yazdığı mektupla başlıyor. Prolog bölümünde Bilbo’nun ağzından, Jackson’ın kamerasından Orta Dünya’nın ulu cüce krallıklarından sonuncusunun nasıl yıkıldığını, ejderha Smaug’un krallığın altınlarına nasıl konduğunu ve yersiz yurtsuz kalmış cücelerin dört bir yana nasıl dağıldığına şahit oluyoruz. Bu çarpıcı girişin ardından yaşlı Bilbo / Ian Holm ve Frodo / Elijah Wood ile kısa bir hasret gideriyor, sonrasında yıllar öncesine dönerek genç Bilbo’nun öyküsünü izlemeye başlıyoruz.

Huzur içinde yaşamayı seven, evcil, etliye sütlüye karışmayı sevmeyen genç Hobbit’in düzeni büyücü Gandalf ve beraberindeki 13 cücenin ziyaretiyle darmadağın olur. Smaug’un çaldığı altınlarına kavuşmak ve eski güzel günlerine dönmek için mücadeleye kararlı olan cüceler bu macerada Bilbo’nun desteğini isterler. Önce reddeder. Daha sonra, Orta Dünya’nın kendi yaşadığı kesimin dışında kalan devasa coğrafyasında olan bitene merakı onu cezbeder ve maceraya ortak olur.

‘Yüzüklerin Efendisi’ şaşırtıcı serüvenlerle dolu bir anlatı olmasının yanı sıra iktidar tutkusu üzerine müthiş bir incelemedir. Jackson’ın ilk üçlemesi en mazlumunun aklını başından alan güç ve iktidar bağımlılığının vurgulandığı oldukça karanlık bir yapıya sahiptir. Bir çocuk romanı olarak yazılmış ‘Hobbit’ ise yapısı gereği daha hafif bir dile sahip. Küçük adamların Bilbo’yu ilk ziyaretinden bir ‘Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler’ tadı almamak mümkün değil. Kiler talan ediliyor, yemekler yeniyor, şarkılar söyleniyor v.s. (Hobbit’in müzikâl olarak sahnelere taşınması yakındır). Jackson anlatının bu masalsı unsurlarını Tolkien’in sonradan yaptığı eklemeler ve diğer eserlerinden alıntılarla dengelemeye çalışmış. Bu vesileyle ilk seriden Galadriel, Elrond, Saruman gibi kişiliklerin yer aldığı bölümler öyküye dahil edilmiş. Ancak sanırım serinin hayranlarını en fazla mutlu edecek olan, Bilbo ile Gollum’un ilk kez karşılaştıkları ve hükmeden yüzüğün genç Hobbit’e geçtiği bölüm. İlk serinin özgün müziği eşliğinde sahneye çıkan ‘kıymetlimis’ ile özlem gideriyor, 3D’nin nimetlerinden sonuna dek yararlanmış -Jackson’ın saniyede 48 kare çektiğinin bilgisini verdiği- temposu yüksek aksiyon sahnelerinin arasında biraz olsun soluk alıyoruz.

Orta Dünya’nın huzurlu beldesi Shire’dan yola çıkan Bilbo Baggins’in yaşadıkları yeğeni Frodo’nun yıllar sonra yaşadıklarıyla çok benzerlik taşır. Sonuçta her iki anlatı da bir büyüme öyküsüdür. Karanlık yanlarıyla yüzleşme, cesaret, özgüven kazanma, erdem diye bilinen olguların bilincine varma sürecinin öyküleridir. Bilbo’nun hikâyesi yeni başlıyor. Genç Hobbit’in güç ve iktidar hırsıyla savaşımını, altınlar içinde keyif çatan ejderha Smaug’un akibetini, altın tutkusuyla başı dönmüş cücelerin mücadelesini detaylı olarak daha sonraki bölümlerde izlemeye devam edeceğiz. Kısa bir aradan sonra değil, ikinci bölüm 13 Aralık 2013, son bölüm ise 18 Temmuz 2014’te.

(14 Aralık 2012)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Suçlar, Kabahatler, Yalan Zaferler

Otların öfkeyle yolunduğu gerilim yüklü bir sahneyle açılıyor ‘Tepenin Ardı’. Film boyunca yemyeşil doğanın kucağındayız ancak keyif çatılacak, huzur bulunacak bir ortam yok burada. Rüzgârın uğultusu, suyun hışırtısı, börtü böcek vızıltıları bu tekinsiz atmosferin tedirginlik veren efektleri haline gelmiş.Tepelerle sınırı çizilmiş bu cennetten beldeyi mülkü haline getirmiş toprak ağası huzursuz. En küçük sesten irkiliyor. Elinde tüfeği, adamları ve aile fertleriyle düşman belledikleri tepenin ardındakilere karşı toprağını koruma telâşında.

Akademisyen yönetmen Emin Alper’in zengin simgelerle yüklü bir yapıya sahip filmi ilk okumada Güneydoğu’da sürmekte olan savaşın metaforu görünümünde. Özellikle askerden yeni dönmüş, ironik adıyla tezat bir görünüm sergileyen Zafer’in öyküsüyle algıladığımız bu. Gündemdeki asker intiharlarıyla paralellik taşıyan yoğun bir bunalımın pençesinde genç adam. Tekinsiz dede toprağı zedelenmiş ruhuna şifa olamadığı gibi, kâbus yüklü anıların canlanmasına vesile oluyor.

İktidarı elinde tutan toprak sahibi dedenin tek kaygısı mülkiyetini korumak. Topluluğun diğer üyeleri de çıkarlarını gözetmek için muktedirin sözünden dışarı çıkmıyor. Silâhlar ardı ardına patlıyor, suçlar ve kabahatler arttıkça bireyler birbirlerine daha sıkı kenetleniyor. İşte bu durumda suçu başkalarına yüklemek, günah keçisi bulmak, düşman yaratmak elzem hale geliyor. Düşman olgusu topluluğun daha da kenetlenmesini ve iç düzendeki aksamaların göz ardı edilmesini sağlıyor. Erkek egemen güç ve iktidar ilişkileri üzerine yaman bir gözlem içeren bu ilk film, erkeklik dayatmaları üzerine de zengin bir çeşitleme sunuyor. Yine ironik bir ad taşıyan Caner’in elinden tüfek düşmüyor, dedeyle atış talimi yapılıyor, kurbağalar taşlanıyor, genç delikanlı rakı içirilip herif yapılmaya çalışılıyor vs.

Film Konya Ermenek’te çekilmiş. Doğal set olarak kullanılan geniş vadi tipik bir western atmosferi görümünde. Kayalık tepelerle çevrili arazide sanki Arizona’dayız. Alper çocukluğunun geçtiği mekânın bu özelliğinden yararlanmış. Western ikonografisini kullanmış, hayranı olduğu Sergio Leone’nin stilize plânlarını örnek almış. Bu da filmi yerelden evrensele taşıyor. Herhangi bir cemaatin kendi iç düzenindeki aksaklıkları örtbas etmek için bilinçli ya da bilinçsiz tepenin ardındaki düşmanları yarattığı mesajını güçlendiriyor.

Emin Alper ilk filminde çıtayı hayli yükseğe koymuş. Yıl içinde layık görüldüğü bir dolu prestijli ödül bunun kanıtı. Kendisine ülkemiz ve dünya sinemasına hoş geldin diyor, tepelerde bir yerde o kendisine çok yakışan tebessümüyle bizleri izlediğini düşündüğüm, filme büyük emeği geçmiş sevgili Seyfi Teoman’a buradan selâm gönderiyorum.

(14 Aralık 2012)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Bir Pilotun Trajedisinin İçinde

Uçuş (Flight)
Yönetmen: Robert Zemeckis
Senaryo: John Gatins
Müzik: Alan Silvestri
Görüntü: Don Burgess
Oyuncular: Denzel Washington (William), Kelly Reilly (Nicole), Don Cheadle (Hugh), John Goodman (Harling), Nadine Velazquez (Katerina), Tamara Tunie (Margaret), Bruce Greenwood (Charlie), Melissa Leo (Ellen), Brian Geraghty (Ken)
Yapım: Paramount (2012)

Önemli yönetmenlerden Robert Zemeckis’in “Uçuş”u alkolik pilotla uyuşturucu müptelâsı iki insanı anlattığı çarpıcı bir film. Denzel Washington’la Kelly Reilly’nin muazzam oyunculuklarının yanında sinema dili de etkileyici.

Film, Orlando’da bir otel odasında açılıyor. Sabah. Kaptan pilot William “Whip” Whitaker, hostes Katerina Marquez’le geceyi, önceki geceler gibi beraber geçirmişler içki ve uyuşturucuyla. Birkaç saat sonra da sefere çıkmaları gerekiyor Atlanta’ya doğru. Lakabı “Whip”, yani “Kırbaç” olan William, boşandığı karısıyla telefonda oğlu hakkında konuştuktan sonra kokain çekip havalimanına gidiyor. Hava kötü ve bardaktan boşanırcasına da yağmur yağıyor. William’da, bir pilotta olmaması gereken her şey var. Alkolik ve uyuşturucu müptelâsı o. Diğer tarafta, Atlanta’dan bir genç kadın Nicole Maggen hikâyeye dahil oluyor koşut anlatımla. Fotoğraflar çeken, karnını doyurmak için başka işlerde çalışan Nicole, uyuşturucu müptelâlığı yüzünden yalnız kalmış bir insan. William’la Nicole’ün hayatı bir yerlerde kesişiyor işte. Havadaki uçakta da işler yolunda gitmiyor. Kumandayı yardımcı pilot Ken Evans’a verip kestiren William, sorunlar çıkınca uçağı düşürmemek için çılgın denemelere girişiyor. Hatta uçağı ters bile uçuruyor. Uçak Atlanta’ya geldiğinde yere yumuşak bir şekilde çakılıyor ve altı kişi ölüyor. Ölenler arasında Katerina da var. Hastanede gözünü açan William’ın önünde zorlu bir soruşturma da duruyor. Zorlu durumlardan daima çıkmayı başarmış avukat Hugh Lang, bu davada onu savunuyor. Hugh’un yalanlar üzerine geliştirdiği savunma suçluluk duygusunu aşabilecek mi? William’ın en yakınında bulunan eski pilot arkadaşı Charlie Anderson ve çocukluk arkadaşı Harling Mays de var. Harling, William’ın tüm ihtiyaçlarını gideriyor. İçki ve uyuşturucu gibi. Hastanenin merdivenlerinde sigara içmek için gittiğinde orada Nicole’le karşılaşıyor William. Medyanın insanı yoran sorularından kaçabilmek için satışa çıkardığı dedesinden kalan çiftlik evine yerleşiyor William. İçkileri çöpe atan William, içki ve uyuşturucudan kurtulmak için bir başlangıç yapsa da depresyon, suçluluk gibi duygulardan yavaş yavaş yine içkiye yöneliyor. Evinden atılan Nicole’ü de yanına alan William, küçük bir romantizm yaşıyor onunla. Nicole, bu ilişkinin sıcaklığıyla uyuşturucudan kurtulmak için daha fazla çaba gösteriyor. Ama, eskiye dönme ihtimali olduğunda çiftliği ve William’ı terk edip gidip gitse de tümüyle onu bırakmıyor Nicole.

İrade ve vicdan arındırır…

Robert Zemeckis, zaman zaman kendi sinema tarzının dışına çıkıp araştırmalar yapan, sinemanın önemli yönetmenlerinden. Zemeckis, 2.000 yılında Hitchcockyen “What Lies Beneath-Gizli Gerçek” gerilim filmiyle gerçek anlamda nefesleri kesmişti. İşte 2012 yapımı “Flight-Uçuş” filmi de “Gizli Gerçek” gibi yönetmenin sıradışı çalışmalarından. “Uçuş” filminde belki klâsik anlamda bir hikâye yansıyor gibi. Ama, yönetmenin yaratıcılığı o hikâyenin perdeye yansıyışıyla fark ediliyor. Zemeckis, Hollywood sinemasının klâsik anlatımının içinde dolaşarak taze soluklu bir film ortaya çıkartmayı başarabilmiş. Bu aslında yönetmenin filmografisindeki birçok filmde fark edilebiliyor. Zemeckis’in William ve Nicole karakterleri özel ve sinema için unutulmaz. Zemeckis, bu özel iki karakteri önyargısız ve insani bir bakışla yansıtmış. Alman felsefesinin insana bakışı gibi. Bu felsefe, hatanın ve zaafiyetin insana özgü olduğunu söylüyor. William’ın oteldeki duruşma öncesi içkiye karşı verdiği mücadele ve mücadele sonunda iradesinin yenilişi etkileyici bir anlatımla yansıyor perdeye. Dolaptaki tüm içkileri midesine indiren William’ı sabah ayıltmak Harling’e düşüyor. Çivi çiviyi söker gibi kokainle kendine gelebiliyor William. Duruşmada, Ulusal Ulaşım Güvenliği Kurulu’ndan Ellen Block’un öne sürdüğü kanıtlar yalanlar üzerine kurulmuş savunmayla savuşturulurken, ortaya vicdan ve suçluluk duygusu çıkıyor. Geçmişe, müptelâlığa dönmekten korkan Nicole de yeni hayatında mutlu. William’ın hücresinde asılı fotoğraflardan bu mutluluk perdeyi kaplıyor. Filmde, iradenin ve vicdanın insanı arındırdığı fısıldanıyor usulca. Filmdeki mekân kullanımları da çarpıcı. Özellikle çiftlik evi. Eski zamanların ve eski hikâyelerin ruhu sinmiş bu mekâna. William, bu eski evde sanki yenileniyor ve vicdanı hatırlıyor. Nicole’ün yaşadığı mekân da onun ruhuyla özdeşleşmiş sanki. Nicole, o evden kurtulunca bağımlılıklarından da uzaklaşıyor sanki. Filmde dine ironik yaklaşılmış. Elbette mizah da var.

Yönetmen büyük, oyuncular da…

Litvanya-İtalya kökleri olan, 1951’de Şikago’da doğmuş yönetmen Zemeckis’in sinema perdesinde dokunduğumuz ve hâlâ sıcaklığını hissettiğimiz 1985’ten 1990′ kadar “Back to the Future-Geleceğe Dönüş” üç filmlik bilimkurgu serisi kendi adımıza müstesna bir yerde. Çizgi ve gerçek karakterleri yan yana getiren 1988 yapımı “Who Framed Roger Rabbit-Masum Sanık Roger Rabbit”, onu çok yordu ve böyle büyük filmleri yönetmeme kararı almıştı. Sözünde de durdu. 1994 yapımı Akademi’den “En İyi Yönetmen” dalında Oscar kazandığı “Forrest Gump” ve 2000 yapımı “Cast Away-Yeni Hayat” da önemli bir yerde. Bu muhteşem senaryoyu John Gatins yazmış. Gatins, oyuncu, senaryo yazarı ve yönetmen. Brian Robbins’ın 2001’deki “Hard Ball-Sonuna Kadar” ve Shawn Levy’nin 2011’deki “Real Steel-Çelik Yumruklar” filmlerine tek başına senaryolar yazdı. Gatins’in ortak yazdıkları da var. Gatins’in yazıp yönettiği 2005 yapımı “Dreamer-Hayalperest” filmini hatırlayabilirsiniz. New York eyaletinin Mount Vernon şehrinde 1954 yılında doğan Denzel Washington, Antoine Fuqua’nın 2001 yapımı “Training Day-İlk Gün” flmiyle Akademi’den “En İyi Erkek Oyuncu” dalında Oscar kazandı. 1977 doğumlu İngiliz Kelly Reilly, “Uçuş” filminde Nicole karakteriyle çarpıcı bir oyunculuk sunmuş. Oyuncunun, James Watkins’in 2008’deki “Eden Lake-Kan Gölü” gerilimiyle Guy Ritchie’nin 2009’daki “Sherlock Holmes” ve 2011’deki “Sherlock Holmes: A Game of Shadows-Sherlock Holmes: Gölge Oyunları” hemen akla geliyor. Reilly, Fransız yönetmen Cédric Klapisch’in 2002’deki “L’Auberge Espagnole-İspanyol Pansiyonu” ve 2005’teki “Les Poupées Russes-Rus Bebekler” filmlerinde de oynamıştı. Elbette John Goodman ve Don Cheadle gibi büyük oyuncuları da unutmuyoruz. Filmin müziklerine de kulak vermek gerek. Etkileyici, klâsik olma ihtimali yüksek ve unutulmaz bu film sinema belleğine alınmalı. İnsanı çarpıp giden sinemaskop fotoğraflar da Don Burgess’ın. Bu kameraman, Zemeckis’in birçok filminin de gözleri oldu. Kazanın ardından etrafı bilinci açılıp kapanan William’ın bakışıyla yansıması gerçekten çarpıcı.

Bu dağ Peru’dan…

1912’de “Famous Players Film Company” adıyla kurulan stüdyo, 1914 yılında Paramount Pictures adını aldı. Üzerini 24 yıldızın sardığı bu efsanevi dağın, Utah’taki Lomond Dağı olduğu söylense de bu uludağ daha çok Peru’daki Artesonraju Dağı’nı andırıyor. Rudolf Zukor ve Jesse L. Lasky bu stüdyoyu kurdular. Paramount, 100. yaşını kutluyor şimdi. Bu stüdyonun çoğu klâsikleşmiş bazı filmlerini hatırlatmak istedik. 1932’de Josef von Sternberg’in “Shanghai Express-Şanghay Ekspresi”, Paramount’un adamı Cecile Blount DeMille’in 1939’daki “Union Pasific-Atlas Ekspresi”, 1943’te Sam Wood’un “For Whom the Bell Tolls-Çanlar Kimin İçin Çalıyor”, 1944’te Billy Wilder’ın “Double Indemnity-Çifte Tazminat”, yine Wilder’ın 1948’de “A Foreign Affair-Günahsız Melek”, 1950’de yine Wilder’ın “Sunset Boulevard-Sunset Bulvarı”, 1953’te George Stevens’ın “Shane-Vadiler Aslanı”, yine 1953’te William Wyler’ın “Roman Holiday-Roma Tatili”, yine 1953’te Wilder’ın “Stalag 17-Casuslar Kampı”, 1954’te George Seaton’ın “The Country Girl-Taşra Kızı”, yine 1954’te Hitchcock’un “Rear Window-Arka Pencere”, yine 1954’te Wilder’ın “Sabrina”, 1955’te William Wyler’ın “The Desperate Hours-Ümitsiz Saatler”, yine 1955’te Frank Tashlin’in “Artists and Models-Çılgın Modeller”, 1956’da Hitchcock’un “The Man Who Knew Too Much-Tehlikeli Adam”, yine 1956’da King Vidor’un “War and Peace-Harp ve Sulh”, yine 1956’da Joseph Anthony’nin “The Rainmaker-Yağmurcu”, 1960’ta Hitchcock’un “Psycho-Sapık”, 1961’de Blake Edwards’ın “Tiffany’s Breakfast-Çılgınlar Kraliçesi”, 1963’te Martin Ritt’in “Hud-Çılgınların Günahı”, 1964’te John Frankenheimer’ın “Seven Days in May-Heyecanlı Günler”, 1967’de Gene Saks’ın “Barefoot in the Park-Çıplak Ayaklar”, 1968’de Roman Polanski’nin “Rosemary’s Baby-Şeytanın Yavrusu”, 1970’te Arthur Hiller’ın “Love Story-Aşk Hikâyesi”, yine 1970’te Mike Nichols’ın “Catch-22-Barışa Giden Yol”, 1972’de Francis Ford Coppola’nın “The Godfather-Baba”, 1974’te yine Coppola’nın “The Godfather Part II-Baba 2”, yine 1974’te Jack Clayton’ın “The Great Gatsby-Muhteşem Gatsby”, yine 1974’te Polanski’nin “Chinatown-Çin Mahallesi”, 1975’te Sydney Pollack’ın “Three Days of the Condor-Akbabanın Üç Günü”, 1976’da John Schlesinger’ın “Marathon Man-Vahşi Koşu”, yine 1976’da Elia Kazan’ın “The Last Tycoon-Seni Kaybetmek İstemiyorum”, 1978’de Terrence Malick’in “Days of Heaven-Cennet Günleri…”

(07 Aralık 2012)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Uçuş, İzleyicisini Ters Köşeye Yatırıyor

Hollywood Stüdyo Sistemi’nin kıdemli gözdelerindendir Robert Zemeckis. Şimdilerde altmışlı yaşlarını süren yönetmen, 80’li yıllarda gerçek ve animasyon karakterleri beceriyle buluşturduğu ‘Masum Sanık Roger Rabbit / Who Framed Roger Rabbit’ ve özellikle ‘Geleceğe Dönüş / Back To The Future’ serisi ile genç izleyiciyi avucunun içine almış, 90’lı yıllarda Tom Hanks ile bereketli işbirliğinin ürünlerinden Amerikan güzellemesi ‘Forrest Gump’ ve ‘Yeni Hayat / Cast Away’, Jodie Foster’lı ‘Mesaj / Contact’ gibi popüler yapımlarla geniş izleyici kitlesine ulaşan isimlerden biri olmuştur. 2000’li yılları eski gişe başarılarını yakalayamamış animasyon ağırlıklı filmlerle geçiren Zemeckis’in ilk kez New York Film Festivali kapanışında gösterilen yeni filmi ‘Uçuş / Flight’ ile ABD’de küçümsenmeyecek bir ilgi gördü ve şimdiden hatırı sayılır bir gişe hasılatına ulaştı.

İsminden, yürütülen reklâm kampanyasından, internette yayınlanan, sinemalarda gösterilen fragmanlarından yola çıkıldığında öncelikle yeni bir felâket filmi izlenimi yaratıyor ‘Uçuş’. 30 dakikalık yürek hoplatan giriş bölümü aslında bu beklentiyi karşılar nitelikte. Önce şiddetli bir türbülans, sonrasında mekanik bir arızayı takibeden hızla kontrolsüz yere iniş. Hakkını teslim edelim, özel efekt üstadı Zemeckis -uçak korkusu olanlara hiç tavsiye edilemeyecek- bu bölümü iyi kotarmış, öyle ki önemli gösterim kanallarından biri olan havayolları seferleri pazarının kaybı daha baştan göze alınmış.

‘Uçuş’ 9,000 metrede dağılan uçağı mucizevi bir ustalıkla tek parça halinde yere indiren pilot Whip Whitaker’ın kahramanlık hikâyesini bekleyen izleyiciyi kaza sonrası ikinci kez ters köşeye yatırıyor. Farklı sulara dalmaya niyetli filmimiz, kaptan pilot’un alkolizm sorunu üzerinden ilerleyen bir soruşturma öyküsüne dönüşmekte gecikmiyor. Yoğun alkol alınmış bir zevk gecesinin sabahı kokain takviyesiyle kafayı toplayan Whip kontrolünü kaybetmiş arızalı uçaktan -ikisi mürettebat 6 kayba rağmen- 96 yolcunun hayatını kurtarmış, ancak kan testinde tespit edilmiş alkol ve uyuşturucu nedeniyle soruşturmaya tabi tutulmuştur. İşbilir hukukçu ve havacı dostların lehte ifadeleriyle paçayı kurtarabilecektir belki ama alkol bağımlılığı ile savaşımında tek başınadır.

Zemeckis’in filmi ağırlıklı olarak alkolizm sorunu üzerine. Eroin bağımlısı ‘loser’ genç kadının öyküye dahil olmasıyla romans unsuru, finale yaklaşırken popüler Amerikan sinemasının pek sevdiği mahkeme draması da ihmal edilmemiş. Yan rollerde Melisa Leo, John Goodman, Bruce Greenwood, Don Cheadle gibi sağlam oyuncuların desteği söz konusu. Amerikan kırsalında dini inançların, bilimsel soruşturmaları etkileyebilecek denli baskınlığının vurgulanması, ya da sivil savunma sektöründe dönen dolapların sergilenmesi gibi detaylar da ilginç. Uzun zamandır gösterişli bir kompozisyon kapamamış Denzel Washinton ise rolüne Meryl Streepvari bir biçimde tüm bedeniyle asılmış. Akademi üyelerinin pek seveceği alkol bağımlısı kompozisyonuyla deneyimli oyuncunun önümüzdeki ay yeni bir Oscar adaylığı kapacağı konusunda kahin olmaya gerek yok.

(06 Aralık 2012)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Sen misin Ulan Hz. Ömer’i Hançerleyen!

Beyazperde’de ‘kötü adam’ı canlandırmak, yeteneğin yanı sıra yürek de istiyor. Filmin esas oğlanına akla gelmedik eziyetler yapan, esas kızın dünyasını karartıp, hiç acımadan onlarca insanı öldüren ‘kötü adam’ların, sinema kariyerinde ödül almak kadar yuhalanmak hatta taş yağmuruna tutulmak da bazen söz konusu olabiliyor.

Tamamen bir kurmaca ya da hayal ürünü olan filmlerdeki kötü karakterlerin gerçekmiş gibi algılanması, sinema oyuncularını yer yer zor durumlarda bırakabiliyor. Gerçek hayatlarında yufka yürekli ve yardımsever olarak bilinen sanatçılar, hafızalarda ise oynadıkları rollerle özdeşleştiriliyor.

Sanatçıların biyografileri ve söyleşilerinden derlenen bilgilere göre, Yeşilçam’da beş yüzün üzerinde filmde rol alan Süheyl Eğriboz, 1971 yapımı ‘Hz. Ömer’in Adaleti’ filminde ‘Hz. Ömer’ karakterini namaz kılarken öldüren kişiyi oynuyordu. Filmin gösterimi sırasında Düzce’de bulunan Eğriboz’un önünü kesen dört kişi,“Ulan Hazreti Ömer’i öldürürsün haaa” diyerek odun parçalarıyla sanatçının üzerine çullanır. Hastanede gözünü açan Eğriboz’un kafasına 18 dikiş atılır. Çoğu filmde baş kadın karakterlerin korkulu rüyası olan Eğriboz’un, uzun süre hanımıyla sokağa çıkamadığı da emektar sanatçının talihsiz anıları arasında… Eğriboz’un, “Neden?” diye sorduklarında, “Sokakta insanlar, ‘Bak! Gene düşürmüş bir kadını götürüyor’” diye karşılık verdiği söylenir.

Bilal İnci, küfür yağmuru altında galayı terk etti

Türk sinemasında ‘kötü adam’ rollerini başarıyla canlandıran Bilal İnci, eşiyle katıldığı bir filminin galasında, canlandırdığı karakter sebebiyle küfür ve aleyhte tezahüratlara hedef olunca salonu terk etmek zorunda kalır.

Kıbrıs Barış Harekâtı’nın yapıldığı 1974’de çekilen ‘Önce Vatan’ adlı filmde Fatma Girik’i kaçırıp saldıran, Türklere işkence yapan, kiliselere kadınları sokup iğfal eden EOKA kumandanını oynayan karakter oyuncusu İhsan Gedik, film yazlık sinemalarda gösterime girdiğinde neredeyse sokağa çıkamaz hale gelir. Yolda yürürken arkasından “Dur” diye bağıran yaşlı bir kadın, Gedik’in “Ne oldu abla?” sorusuna sert bir ses tonuyla: ”Sen akşamüstü Fatma Girik’e saldırdın.” deyince Gedik, filmdeki gibi kötü bir insan olmadığını anlatabilmek için saatlerce dil döker.

Kurtlar Vadisi’nde teröristi oynadı dayak yedi

‘Kurtlar Vadisi: Pusu’ dizisinde ‘Terörist Rıza’ karakterini canlandıran oyuncu Arif Öngen, terörist rolü oynadığı için İstanbul’da tekme tokat dövülür. Diziyi gerçek zanneden saldırganlar, “Pis terörist” dedikleri Öngen’i feci şekilde dövdükten sonra sırra kadem basar.

Kısa süren ‘Kurtlar Vadisi: Terör’ isimli dizide Polat Alemdar karakterine silâh çeken terör örgütü üyesini canlandıran tiyatro oyuncusu Eda Özdemir de bir süre sokaklarda halkın sert bakışlarına katlanmak zorunda kalır, bindiği taksiden kovulur.

Yılmaz Güney’in 1967 yapımı ‘İnce Cumali’ filminde, köylüleri hayvanlarına varıncaya kadar zalimce öldüren köy ağası ‘Ali Ağa’yı oynayan Erol Taş, filmin doğuda bir ilde yapılan galasında sahneye çıktığında ortalık birden karışır. “Yuuh” seslerini, sahneye atılan taş ve şişeler izler. Aralarından Taş’ı yumruklayanlar olur. Ünlü karakter oyuncusu, kan revan içinde sahneye çıkarak “Atın atın; bana çiçek, ekmek atıyorsunuz.” deyince kargaşa birden durulur. Öfke yerini kahkahaya ve alkışa bırakır. Bir başka filminde bir Rus generalini oynayan oyuncunun Cankurtaran semtinde işlettiği kahvehanesi, “Seni gidi Rus tohumu.” diyerek taşlanır.

Köylüler ‘esas kalleş bu’ diyerek Erol Taş’ı dövdü

Yüzlerce filmde oynayan Erol Taş’ın başına gelenler bunlarla sınırlı değil. Mersin’de çekilen bir filmin verilen molasında “Durun, yapmayın. Ben kötü adam değilim” diyerek kan ter içinde koşan bir adamın sesi ortalığa yayılır. Yaklaşık 20 kişinin “Vay kalleş, demek öyle yaparsın hee” diyerek ellerindeki odunlarla kovaladıkları kişi Erol Taş’tan başkası değildir. Taş’ı kurtarmaya gelen bir başka karakter oyuncusu Çetin Başaran olunca öfkeli grup bu kez Başaran’ın üzerine çullanır. Saldırganlardan birinin, “Durun ulan bu az kalleş, esas kalleş aha bu.” diye Erol Taş’ı göstermesiyle ünlü oyuncu yine darbelerin hedefi olur. Jandarmanın kurtardığı Erol Taş, “Şikâyetçi misin?” sorusuna “Hayır, şikâyetçi değilim. Onlar beni seviyorlar, benim hayranlarım.” şeklinde karşılık verir.

Tarzan Çetin’i beyazperdede vurdular!

Türk Sineması’nın “Tarzan Çetin” lâkaplı karakter oyuncusu Çetin Başaran, Yılmaz Güney’in kayıp filmleri arasında gösterilen ‘Yabancı Düşman’ isimli filmde başroldeki Güney’in annesini oynayan Aliye Rona’ya tarlada tecavüz edip öldüren kötü adamı oynar. Filmin Adana’da yapılan gala gösteriminde tecavüz sahnesi perdede oynadığında birden 5 el silâh sesi duyulur. Makinist ışıkları yaktığında beyaz perdede 5 kurşun deliği görülür. Perdedeki görüntüsüne ateş edildiğini görünce şoka giren oyuncun imdadına Yılmaz Güney yetişir ve Adana şivesiyle “Ağam şöyle geri gel bu seni görmesin buraya da ateş eder.” diyerek Başaran’ı locadan çıkarır.

Çağrı filminde ‘vahşi’yi oynadı kimse iş vermedi

Anadolu uygarlıklarını anlatan bir belgesel çekimi için Kayseri kalesine Bizans bayrağı asılması tepkilere sebep olur, seti basan grup “Haçlı bayrağı asamazsınız” diyerek çekim ekibini engeller.

Yönetmen Mustafa Akkad’ın İslâmiyet’in doğuşunu anlatan 1976 yapımı ‘Çağrı’ (The Message) filminde Hz. Hamza karakterini mızrakla öldüren Vahşi’yi canlandıran oyuncu Salem Gedera, uzun süre ülkesinde iş bulamaz. “Sen nasıl Hz. Hamza’yı öldürürsün?” denilerek gittiği çoğu mekândan kovulur. Ölüm tehditleri alır. Çağrı, Gedera’nın oynadığı son film olur.

Kirli Harry’nin seri katili ölüm tehditleri aldı

Ünlü aktör Clint Eastwood’un başrolde göründüğü ve gişede büyük iş yapan 1971 yapımı ‘Kirli Harry’ (Dirty Harry) filminde seri katil ‘Scorpio’yu canlandıran Andrew Robinson’un başına da gelmedik kalmaz. Film gösterime girdikten sonra ölüm tehditleri alan aktör, evini, telefon numarasını değiştirir ve telefon idaresinden gizli numara almak zorunda kalır.

Televizyon tarihinin efsane dizisi ‘Dallas’ın kötü adamı ‘J. R’ karakterini başarıyla canlandıran Larry Hagman, kariyeri boyunca çok sayıda dizi ve filmde rol almasına karşın ‘J. R’ rolüyle adeta özdeşleşir. Öyle ki geçtiğimiz günlerde ölen sanatçının, gerçek hayatında da J. R gibi bir karaktere olduğuna dair Amerikan kamuoyunda yaygın bir inanç olduğu haberlere yansır.

Robert Redford’u kaldığı otelde kaçıracaklardı

Rolleri sebebiyle sosyal hayatlarında tehditlere maruz kalan sadece kötü adamlar değil elbet. Watergate skandalını konu alan 1976 yapımı Başkanın Bütün Adamları (All The President’s Men) filminde, skandalı ortaya çıkaran gazeteci Bob Woodward karakterini canlandıran ünlü aktör Robert Redford, Başkan Nixon’ı seven muhafazakârların tepkisini çeker. Redford, filmin tanıtımı için Fransa’ya gittiğinde, Fransız polisi, ülkede güçlü olan bir muhafazakâr grubun ünlü sanatçıyı kaldığı otelden kaçırmayı plânladığını gün yüzüne çıkarır.

(01 Aralık 2012)

Hakan İnce
Cihan Haber Ajansı

Küllerinden Yeniden Doğmak

Simurg’u nasıl anlatmalı. Söze nereden başlamalı. 1995 yılında siyasi nedenlerle tutuklanan, çocuğunu hapiste dünyaya getiren, F- tipi cezaevi uygulamasına karşı çıkmak için ölüm orucuna yatan Çiğdem Kazan’ın sözleriyle belki. ‘Kolay değil hücre hücre ölüyorsun, ama etkili. Sömürüsüz bir dünya kurmak için’.

Ruhi Karadağ’ın on yıllık çalışmasının ürünü olan ‘Simurg’ belgesel öğeleri taşıyan bir kurmaca. Kahramanları gerçek kişiler. 1996 yılında cezaevlerinde ölüm orucuna katılmış ve Wernicke Korsakoff hastalığı nedeniyle şartlı tahliye edilmiş altı mahkûm ve yakınları 2000 yılında daha geniş çaplı olarak birçok cezaevinde yaşanan ölüm oruçlarına ilişkin görüntüleri izliyor, eyleme dışarıdan destek verenleri ziyaret ediyor ve hastalık nedeniyle zayıflamış hafızalarının yettiği ölçüde yaşananları değerlendiriyor.

Filmin 2010 yılında tamamlanan son bölümünde ise altı kahramanın bugünkü yaşantılarından sahneler izliyoruz. Yalnız başlarına hareket etmekte zorlanıyorlar, yakınlarının yardımına ihtiyaçları var ve halen üçü Avrupa ülkelerinde yaşıyor.

Kaf dağında yaşayan ve her ölümüyle birlikte kendi küllerinden doğan efsanevi kuş ‘Simurg’ mitolojide ölümsüzlüğün sembolüdür. Öleceği zaman bir tür ateş olup kendini yakan ve kendisinden yeniden doğan ‘Simurg’ özgürlük ve eşitlik özlemleri için kendi bedenlerini ölüme yatıran insanların soylu hikâyesinin de simgesi. Ruhi Karadağ’ın yakın geçmişin acıları üzerine bu son derece saygıdeğer çabası yeni acılar yaşanmaması için sessiz bir çığlık, hâlâ açık ve tedavi edilmeyi bekleyen yaraların şifası için tüm topluma bir çağrı niteliğinde.

Karadağ’ın açtığı yolda yarım kalmış öyküler de ülkemiz sinemacıları tarafından tamamlanmayı bekliyor. Birbuçuk aylık ceninken annesiyle birlikte cezaevine düşen, 45 gün işkenceye rağmen hayatta kalmayı başarmış, cezaevinde sünnet olmuş, şimdilerde İsviçre’de sürgünde annesine küçükken söylediği ezgiyle destek olan Çiğdem Kazan’ın artık delikanlılık yaşına gelmiş oğlu Cihan Suphi’nin öyküsü örneğin.

(30 Kasım 2012)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Argo Ya da Ben Affleck’in Önlenemez Yükselişi

Yönetmenliğe soyunan Hollywood starlarının son örneklerinden Ben Affleck. 1997 yılında henüz 25 yaşındayken Matt Damon ile ortaklaşa yazdıkları ‘Can Dostum / Good Will Hunting’ filmiyle özgün senaryo dalında Oscar ödülünü kucakladıktan sonra gösterişli fiziğiyle genç starlar arasında öne çıkmış, ancak sinema tarihinin büyük fiyaskolarından 2003 yapımı Jennifer Lopez’li ‘Gigli’ şöhretini büyük ölçüde gölgelemişti. Yönetmenliğe soyunduğu 2007 yapımı ilk filmi -kardeşi muhteşem oyuncu Casey Affleck’e başrolü verdiği- ‘Kızımı Kurtarın / Gone Baby Gone’ ve oyuncu olarak yer aldığı ikinci yönetmenlik denemesi ‘Hırsızlar Şehri / The Town’ mekân olarak Boston’ı seçen iyi anlatılmış suç öyküleridir. Ancak kariyeri iniş çıkışlarla dolu olan Affleck’in yeniden doğuşu için ABD’de büyük ilgi gören ve bu hafta ülkemizde de gösterime giren üçüncü yönetmenlik denemesi ‘Argo’yu beklemesi gerekecektir.

Bizde başına ‘Operasyon’ ibaresi eklenerek, açıklamalı ismiyle vizyona sokulan ‘Argo’, İslam Devrimi günleri İran’ında geçen gerçek bir hikâyeden yola çıkmış. Devrik Şah Rıza Pehlevi’nin ABD’ye sığınması üzerine 4 Kasım 1979 günü Tahran’daki Amerikan Büyükelçiliği devrim muhafızlarınca basılır ve 52 konsolosluk görevlisi rehine alınır. Ancak o kaotik ortamda altı kişi kaçarak, kendilerini kabul eden Kanada Büyükelçiliği’ne sığınırlar. Bu kişilerin güvenli bir şekilde İran’dan çıkarılması işi için CIA bünyesindeki ‘kurtarma’ uzmanı Tony Mendez görevlendirilir.

Yaklaşık 20 yıl sonra Clinton döneminde kamuya açıklanacak olan operasyonun gerçek hikâyesi değme macera filmlerine taş çıkartacak nitelikte. Kanada büyükelçisinin evinde mahsur kalmış altı görevli, dönemin olay filmi ‘Yıldız Savaşları / Star Wars’ taklidi bir uzay serüveni için egzotik mekân aramaya Orta Doğu’ya gelmiş film ekibi üyeleri olarak tanıtılacak ve bizzat büyükelçi tarafından hazırlanmış sahte pasaportlarla Tahran’dan kaçırılacaktır.

‘ARGO’, operasyona konu olan çakma uzay filminin adı –raslantı bu ya Cem Yılmaz’ın uzay ve taş devri fantezileri ‘G.O.R.A. ya da A.R.O.G. filmleriyle fena halde isim benzerliği taşıyor-. Bu sahte yapım, İranlı yetkilileri şüphelendirmemek için Hollywood’da gerçek bir yapım ve oyuncu ekibi oluşturulmak suretiyle medyaya tanıtılıyor ve adım adım kurtarma plânı uygulanmaya başlıyor.

‘Argo’ öykünün geçtiği 70’li yılların atmosferini yaratmada son derece başarılı. Bu açıdan dönemin Sidney Pollack ya da Alan J. Pakula gibi gözde yönetmenlerinin ‘Three Days of the Condor’ veya ‘The Parallax View’ benzeri politik gerilimleriyle akrabalığı söz konusu. Ancak dönemin politik atmosferinin ayrıntılarını giriş bölümünde açıklayan Affleck’in seçimi politik bir filmden ziyade heyecanlı bir serüvenden yana. İran petrolünü millileştiren seçilmiş başbakan Muhammed Musaddık 1953’te ABD ve İngiltere’nin komplosuyla devrilmiş, sürgünden dönerek yerine ikame edilen Şah Pehlevi’nin zulüm ve işkence diktatörlüğü Ayetullah Humeyni’nin İslam Devrimi’ni hazırlamıştır. Kaotik bir devrim sonrası dönemidir. Amerikalı üst düzey yetkilisinin ağzından belirtildiği üzere ‘İranlıların Şah Rıza’yı başlarına belâ eden ABD’den intikam alma, karşılık verme dönemidir bu’. ‘Şah oğlumu Amerikan silâhıyla öldürdü’ diye feryat eden sokaktaki adamın öfkesi tüm ülkeyi sarmıştır. 35 milyon insanın devrim şehidi olma arzusuyla sokaklara taştığı böylesine bir ortamda silâha başvurmadan bir kurtarma operasyonuna soyunmak gerçekten yürek istemektedir. Affleck işin bu cephesine ağırlık vermiş, tıkır tıkır işleyen bir serüvene imza atmış.

Hazırlanan plân gereği operasyonun Hollywood’la ilişkisi filmin iki farklı tondan yürümesini sağlamış. Bu açıdan son dönemin en başarılı senaryolarından biri var karşımızda. Tahran’daki ölüm kalım savaşının gerilimi ile dönemin Hollywood’uyla ince ince dalgasını geçen komik ton çok iyi dengelenmiş. Burada çakma filmin yönetmen ve makyaj ustasını canlandıran Alan Arkin ve John Goodman’ın nefis yorumları ile senaryo yazarı Chris Terrio’nun benzersiz diyaloglarının büyük katkısından söz etmeden geçmeyelim. Bir de filmin medya’ya tanıtıldığı Beverly Hilton’daki çakma basın toplantısıyla, İran zindanlarındaki sahte infaz töreninin koşut kurguyla verildiği o güzelim sekanstan.

Barry Gibb tarzı saç modeli ve sakalıyla yetmişlerin kurtarma ajanını bizzat canlandıran Ben Affleck’in bugünlerde keyfi epeyce yerinde. Jimmy Fallon’ın ‘Late Night’ı benzeri şovlardaki neşeli esprilerine yansıyan memnuniyetinde seyircinin büyük ilgisi kadar Amerikalı ve Fransız eleştirmenlerin övgü dolu yazılarının da payı var kuşkusuz. Yeni bir Clint Eastwood olup olamayacağını ise bundan sonra çekeceği filmler gösterecek.

(30 Kasım 2012)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Hayat Sahnesinde Kendimizi Nerede Konumlandırıyoruz?

Bu röportaj, özellikle üniversite öğrencilerini, işimiz de sinema olduğu için özellikle Sinema-TV öğrencilerini merkez alan bir sohbet oldu. Peki, neden mi? Bildiğiniz gibi yalnızca İstanbul’da değil Anadolu’nun her köşesinde iletişim fakülteleri ve buralarda okuyan binlerce öğrenci var. Peki, sinema ve televizyonun merkezi neredeyse tek bir şehirken ve orada da tüm köşeler kapılmışken bu öğrenciler nasıl kendilerini ispat edebilecekler? Her şeyden önemlisi ne yapmak istediklerini biliyorlar mı? Bilgi Üniversitesi Sosyal Girişimcilik Adaylık Kurul Üyesi Remzi Durmuş yanıtladı…

Öncelikle eğitim sistemimizin bireyi yetiştirmekte çok eksik kaldığı aşikâr. Peki bu noktada birey üniversite hayatı boyunca kendisini yetiştirmek, geliştirmek adına neler yapmalı?

Sizin vesilenizle bütün okurlarınızı sevgiyle selâmlıyorum. Gittiğim üniversitelerde öğrencilerde şu tabloyu görüyorum. Ben okulu bitirince ne iş yapacağım? Düşünün ki, bir öğrenci ömrünün 20 – 25 yılını eğitime adıyor da daha ne iş yapacağını bilmiyor. Yani bilgiyi nasıl maddi bir değere dönüştüreceği hakkında bir fikri yok.

Bu bağlamdailk önce bireyi ele alalım. Birey önce kendini tanımakla işe başlamalı, güçlü yönlerim, zayıf yönlerim neler, hangi alanda daha başarılıyım, o alanın geleceği nasıl, hedeflerim neler, oraya erişmek için hangi süreçlerden geçmem gerekir, şu an bu süreçlerin neresindeyim? Kendini doğru tanımlayan öğrenci yolunu daha rahat bulur. Ve belirli bir plân dahilinde yolunda ilerler. Girişimcilikte bu plânlardan birisidir.

Üniversitelere gelecek olursak. Bir kere tek tip ezberci eğitimden vazgeçmeleri gerekmektedir. Akademisyenler sadece bilgi veren değil aynı zamanda fikir ve proje üreten olmalıdır. Üniversiteler sanayi ve ticaret odaları ile işbirliklerini arttırmalıdır. Öğrencileri tüketiciliğe değil, üreticiliğe sevk eden sistemleri olmalıdır. Bakınız bugün öğrenciler okumaktan sıkılıyor. Bir an önce okulu bitirip şu diplomayı alıp gideyim diyor. Bunun en önemli nedeni bu sistemdir. Üniversitelerde uygulamalı girişimcilik eğitimleri verilmeli, memur olma algısı kırılmalıdır. Türk ekonomisinin 2023’teki hedeflerini yakalaması yeni girişimcileri oluşturmasına bağlıdır.

Diğer bir noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum. Üniversitelerin bir başka önemli görevi de bulunduğu şehrin alt yapısına, mimarisine, kültürüne, sanatına, kalkınmasına katkı sağlamaktır. Nitekim üniversitelerin en önemli uygulama alanları da bulunduğu şehirlerdir. Ne var ki, üniversiteler şehre yabancı.

Girişimcilik dediniz. Nedir girişimcilik, nasıl girişimci olunur?

Girişimcilik temel olarak bütün risk faktörlerini göz önünde bulundurarak girişimde bulunan kimsedir. Bu kavram Amerika’da 1950’lerden beri varolagelmiştir. Türkiye’de ise 10 yıldır kamuoyunun gündeminde. Bu söylem Amerika’da 15 trilyon dolarlık bir ekonomi yarattı. Hatırlatmak isterim. Bir ülkenin kalkınması, girişimcisine verdiği önemden geçmektedir.

Girişimci olmak için her şeyin başında iyi bir fikrinizin ya da projenizin olması gerekmektedir. Bunun içinde özellikle genç arkadaşlardan ricam, iyi bir analiz ve gözlemde bulunmaları; insanların neye ihtiyacı var, İnsanlar neye harcama yaparlar, geleceğin yeni teknolojileri ve iş alanları neler olabilir?

İletişim Fakültesi öğrencilerini baz alırsak gazetecilik, yeni medya ya da Sinema-TV okuyan öğrencilerin kendi işini kurmak gibi ihtimalleri neredeyse imkânsız. En fazla birkaç arkadaş biraraya gelip belki bir yapım şirketi kurabilirler ama bu da çok tercih edilen bir şey olmayacaktır haliyle…

Bakınız, hayatı okunan bölümle ile sınırlamanın doğru olduğunu düşünmüyorum. Bugün kampüs duvarlarından öte hayalleriniz yoksa zaten başarılı olamazsınız. Steve Jobs okumadı ama milyar dolarlık şirketler kurdu.

Aslında burada temel sorun şu, hayat sahnesinde kendimizi nerede konumlandırıyoruz. Yaptığımız konumlandırmaya göre de çalışmalarımız şekilleniyor. Ama alan olarak bakacak olursak, iletişim mezunu olupta kendi girişim hikâyesini oluşturan birçok mezun biliyorum.

Buradaki sorun mesleki olmaktan da ziyade algı ve vizyon meselesi. Hep ifade ediyorum. Bizde öğrenciye bilgi verilir ama onu nasıl maddi değere dönüştüreceği söylenmez.

Hayatında neredeyse hiç kitap okumamış üniversite öğrencisi gördüm ama sinemaya gitmeyeni, televizyonda da olsa bir film izlemeyeni yoktur… Peki sinemanın insan eğitimine katkısı nedir?

Amerika sinema üzerine bir kültür endüstrisi kurdu. Siyasi olarak bakacak olursak, bir toplumu etkilemenin en kolay yoludur. Amerika savaşlardan istediği düzeyde elde edemediği başarıyı film sektörüyle elde etmiştir. Psikolojik olarak bakacak olursak, bir topluma belirli fikir ve düşünceleri entegre etmenin kolay yoludur.

Kültürel olarak bakacak olursak, sinemayla kendi kültürünü farklı toplumlara enjekte edebilirsin. Nitekim Amerika senelerce bunu yaptı. Türkiye’de sinema sektöründe çok yol kat etti. Ama bu alanda daha çok alt yapı yatırımına ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.

Sektörde kadın olmanın zorluklarını herkes biliyor. Ama iş sinema, televizyon ya da gazetecilik olunca kadınların işi daha mı zor?

Türkiye’de genel olarak kadının zor bir yaşam serüveni var. Bugün kadının ekonomideki yeri % 27’lerde, Avrupa’da bu oran % 60-70’lerde. Düşünün bir toplumun yarısı yükselirken diğer yarısı yerinde sayarsa o toplum kalkınabilir mi?

Son olarak neler söylemek istersiniz okurlarımıza?

Bir toplumun gelişim, değişim ve eğitiminde medyanın önemli bir yeri var. Burada okurlarınızın bilgilenmesi ve sosyal bir fayda sağlamak amacıyla böyle bir röportaj yaptınız. Bu tür çalışmalarınızın artarak devam etmesini ve bu çalışmaların diğer medya mensuplarına da örnek olmasını dilerim.

Değerli bilgilerinizi bizlerle paylaştığınız için teşekkür ederim.

Bu güzel sohbet için ben teşekkür ederim.

(30 Kasım 2012)

Gizem Ertürk

Hayaletli Evde Korku Zamanı

Görünmeyenler
Yönetmen: Melikşah Altuntaş
Senaryo: Caner Özyurtlu-Serhat Hasanoğlu
Görüntü: Alper Özyurtlu
Oyuncular: Nihan Okutucu (Selin), Deniz Özmen (Onur), Duru Ok (Merve), Enes Atış (Yabancı)
Yapım: AC Film-Pinema (2012)

Sinema yazılarının ardından korku filmiyle yönetmenliğe geçen Melikşah Altuntaş’ın yönettiği “Görünmeyenler”, Amerikan korku filmi “Paranormal Activity” serisinden epeyce ilham almış. Tek mekânda geçen film, birçok anı kamera kayıtlarıyla yansıtıyor. Küçük Duru Ok’un oyunculuğuna da övgü.

Ekonomik durumu bir hayli yüksek aile, köşk satın almışlar. Taşınmadan önce de büyükçe eve badana yapılıyor. Selin ve Onur, birbirine aşık bir çift. Aşklarının meyvesi küçük Merve. Filmde görülen birçok şey kamera kayıtlarından yansıyor. Bir ailenin kendi belgeseli gibi bu film. Onur’un çektiği ilk görüntülerle seyirci de atmosferin içinde dolaşıyor ve bir şeylerin yolunda gitmediğini hissetmeye başlıyor. Bozulan ve karıncalaşan görüntünün üzerinde hep “İstanbul Emniyet Müdürlüğü Arşivi” yazıyor. Görüntü kararınca küçük bir kızın, Elif’in görüntüsü de beliriyor. Hayalet Elif’i bir tek Merve görüyor, onunla konuşuyor. Selin ve Onur, kızlarının sırtında morlukları fark edince, Onur bakıcı kadından şüpheleniyor. Evin her yerine ve avluya güvenlik kameraları da yerleştiriyor aile. Yönetmen, bakıcının üzerindeki şüpheyi, ailenin ve seyircilerin üzerinden atıyor gecikmeden. Merve, gecenin bir yerinde çatıdaki odasında uyanıp, hayalet Elif ve arkadaşlarıyla oyunlar oynuyor. Merve, ailesinin dışında bir dünyada yaşıyor sanki. Onur, bir iş gezisi için Tokyo’ya gittiğinde, korku evi ve perdeyi kuşatmaya başlıyor. Hayaletler daha yoğun ortaya çıkıyor ve şiddet de çoğalıyor. Yatak odasında dolabın kapısı gibi algılanan kapının ardında başka bir dünyaya giriliyor. Bu mekân daha önce anaokuluymuş. Evin altındaki yeri Selin’le beraber seyirci de keşfediyor.

Sahte belgesel ruhu…

1987 doğumlu yönetmen Melikşah Altuntaş, sinema yazılarıyla adını duyurmuş. 2012 yapımı “Görünmeyenler” korku filmi onun ilk çalışması. Genç yönetmenin, kamera kullanımı insanı heyecanlandırıyor. Bazen Onur’un, bazen Selin’in, bazı anlarda da Merve’nin gözlerinde olan kamera, evi ayrıntılarıyla yansıtıyor. Amatör el kamerasıyla yapılan çekimlerin ve kurgunun çarpıcı olduğunu belirtmeliyiz. Her şey bu kadar açık görünmesine rağmen yine de her şey gizemli. Hikâyenin içine girdikçe bazı şeyler usul usul kendini fark ettiriyor. Yönetmen, geciktirim yaparak gerilimi çoğaltabiliyor. Bununla beraber merak duygusu da çoğalıyor. Bütün bunlar, sinemamızda korku-gerlim filmlerine umut bağlamamızı sağlıyor biraz. Korku sinemasındaki en önemli özellik gotik ruh. Yönetmen, gölgeleri öne çıkartan ışık düzenlemeleriyle bu ruhu yaklaşabilmiş. Birçok şeyin, bir tür oyuncu olan kameralarla yansıtılması da iyi bir fikir. Ama özgün değil elbette. Filmin derinliğinde dolaşınca bazı şeylerin yabancı gelmediğini fark ediyorsunuz. Yönetmen ağırlıklı olarak, çok başarılı “Paranormal Activity” seri korku filminden ilham almış. Amerikan yapımı “Paranormal Activity” serisi, “mokumanteri” denilen “sahte belgesel” tarzında çekilmişti. Yönetmen Altuntaş’ın filmi de doğal olarak aynı yoldan gidiyor. Altuntaş’ın filmini genel olarak beğensek de diyalogları zayıf bulduk. Üzerinde biraz daha çalışılıp doğaçlama hissi çoğaltılabilirdi. Ama, filmin atmosferi etkileyici. Etkileyici olan bir de Merve’yi canlandıran küçük Duru Ok var. Bu küçük oyuncuya övgü gönderiyoruz. Sinemamızda doğaüstü (metafizik) filmlerin olması iyi bir şey. Ama yine de bir eksiklik var. O da polisiye sinemanın Yeşilçam’da hâlâ zayıf ve yetersiz olması.

(29 Kasım 2012)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Gözetleme Kulesi / Pelin Esmer

Öncelikle yazmak istediğim, bir gazetenin (ilgili sayfasının) manşetine koyduğu gibi Esmer ile Ustaoğlu “pişti oldu” yargısı doğru değil. Bir konu (konular da aynı değil) aynı dönemde (farklı dönemlerde de olabilir ama bunlar aynı dönemde) iki yönetmen tarafından işlenebilir. Filmlerin benzerliği ileri sürülebilir ama yine de ayrı filmlerdir. Araf ile Gözetleme Kulesi konuları da ayrı olan filmlerdir; benzerlik aramaya kalkışmak, birçok şeyin görmezden gelindiği ortamımızda biraz garip olur.

Olgun Şimşek ile Nilay Erdönmez’in oynadığı kişiler Araf’ın kişileri Neslihan Atagül ile Barış Hacıhan değildir. Seher’in (Nilay Erdönmez) durumu (ve konumu) ile Zehra’nın (Neslihan Atagül) durumu (ve konumu) da aynı değildir. Geldikleri yer-ler itibari ile Nihat (Olgun Şimşek) ile Olgun (Barış Hacıhan) da çok farklı kişilerdir.

Sinemaları benzer görünse (bile – ?) Ustaoğlu ve Esmer’in sinemaları da farklıdır. Esmer’in filminde senaryodan (o da Esmer’in) kaynaklanan (askıda kalan) bazı sorunlar olabilir [‘bebeğin’ o kadar süre, -açık havada- kazasız belâsız (?) kalması…] ama bunlar bütün film içinde -görmezden gelinmese de- atlanabilecek şeyler. Zehra, düşünüp taşınıp, gidip cezaevindeki Olgun ile evleniyor -filmin finali ama sonu değil! Seher ise, Nihat gözetlemek durumunda olduğu ufkuna -hiçbir şey görmeden- bakarken, kulenin odasında (herhalde) uyuyor, üstelik Zehra’dan farklı olarak bebek de yanında, filmin finali. Nihat ile Seher için ise bilmem kaçıncı günün farkında olmadıkları bir saati ama biten film, Nihat ile Seher’in ne olduğu belirsiz ilişkileri (adı karı/koca konsa da, o zaruretten doğan bir şey…).

Son dönem filmlerimiz, eski dönemlerde pek alışık olmadığımız finallerle -buna bitti denmez ama- bitiyorlar… dolayısı ile anlatılan öykü bitmiyor. Esmer de bilmiyor, Ustaoğlu da… Nihat ile Seher’in, Zehra ile Olgun’un sonlarını… bilmeleri de gerekmiyor. [Burada şunu yazmak istiyorum, Faruk Kenç’in son filmi Boş Ver Doktor’u (1962) ilk seyrettiğimde -ikinci kez görmedim zaten-, toplumun farklı katlarından gelen iki sevgilinin olaylardan sonra birbirlerine sarılarak öpüşmeleri (final) sırasında düşündüğüm şey, film -geçmişteki olaylar olmak koşulu ile- bu anda başlasa ne-ler olurdu?]

Gözetleme Kulesi’ne dönersek, Nihat’ın ormanda bulduğu, “kuleye” getirdiği, yontmaya çalıştığı, biçimsiz, budaklı ağaç parçasını, bir süre seyrettikten sonra, o kadar emek (!) vermesine rağmen -Seher de eline alıp incelemişti- “altı çizilen hiç bir tepki / hareket yapmadan”, ocağa, ateşe atması… Filmlerimizde bunun gibi sahnelere alışmalıyız, fakat takılmamalıyız. (Ben çok beğendim.)

Gözetleme Kulesi gösterime girdi. Çekilmiş olması ve gösterime girmesi önemli. Bu yıl hâlâ yeni filmler çıkmaya devam ediyor, çoğu da yönetmenlerinin ilk filmleri. Esmer ise bu ikinci filmi ile de ilginç bir olayı filme almayı başardığı gibi, film seyredilmeyi de hak ediyor. Gişesi ne kadar olur bilemem ve gişe sonuçlarını izlemiyorum ama bu filmlerde izlenmeli, filmlerin (yönetmenlerin) kaderi belirlenmeli…

Yeni filmlerinin “merakla” beklendiği Esmer, sonraki filmini ne zaman çıkarabilir, bunu bilmek mümkün değil. Eski Yeşilçam günlerinde işi (yönetmenlik) meslek edinenler (yönetmen-ler) ilk filmini yaptıktan sonraki yıllarda yönetmenliğe devam ederlerdi… ama onlar çoğunlukla yapımcı filmleri idi. Şimdi “sinemamızın en önemli değişimi” yaşanıyor, yine eski tip filmler yapılıyor ama “yönetmen filmi” diyebileceğimiz filmler de var. Bir kaç yıl ara ile yapılıyormuş, ne gam. Yenilenen Türk Sineması diye onların adı anılıyor, yurt dışında -içeride salon bulamasalar da- festival festival dolaşanlar da onlar.

Bütün bu yapım sürecinin işleri dışında, Gözetleme Kulesi birçok kusurlarına rağmen, anlatmak istediği (benim anladığım) Nihat ve Seher’in yaşamlarının keşişmesinden (filmi oluşturan bölüm) sonraki bölüm yönetmen tarafından bir yerden sonra izlenmiyor, film bitiyor ama daha yaşanacaklar var. Yeni filmlerimizde “son” yazmamasının bir özenme olmadığı sanıyorum, film bitiyor ama olay bitmiyor, sona eren bir şey yok, zaten hayat da bitmez (bazı durumlarda, bazı kişiler dışında).

Nihat ile Seher bir gün şehre inerler (aynı anda olması gerekmez), Zerre’nin Zeynep’ine de bir gün rastlayabiliriz, Araf’ın Mahur’u da bir gün yolda (biz otobüste iken) yanımızdan kamyonu ile geçebilir, Zehra bir süre sonra Olgun’dan boşanabilir, Nihat ile Seher de yıllar sonra -belki isteyerek, belki istemeden- bir yerde karşılaşabilirler (!) ama biz (sinema seyircileri) Ustaoğlu’nun, Tepegöz’ün, Esmer’in anlattıkları ile yetinelim. Sanat, ne düzenleyicidir, ne yön gösterici, -kişilileri ele almak ön koşulu ile- bize yaşamlardan, “karar aşamalarından” kesitler gösterir. Bu yargı, standart, kesin değildir… Yazdıklarım -doğal ki bunlarla sınırlı değil-, şimdilik Gözetleme Kulesi’nin, Araf’ın, Zerre’nin bıraktığı genel izlenimler…

(26 Kasım 2012)

Orhan Ünser

Onların Aşkı Yağmurla Geldi

Mutluluk Asla Yalnız Gelmez (Un Bonheur n’Arrive Jamais Seul)
Yönetmen: James Huth
Senaryo: Sonja Shillito-James Huth
Görüntü: Stéphane Le Parc
Oyuncular: Gad Elmaleh (Sacha), Sophie Marceau (Charlotte), François Berléand (Alain), Maurice Barthélémy (Laurent), Michaël Abiteboul (Lionel), Macha Méril (Fanfan), Litzi Vezsi (Bayan Matzü), Milena Chiron (Suzy), Timéo Leloup (Léonardo), Timothé Gauron (Louis), François Vincentelli (César)
Yapım: Pathé-Eskwad-TF1 (2012)

Fransız komedi sinemasında yükselen yönetmen James Huth’ün “Mutluluk Asla Yalnız Gelmez”i sıcak sinema diliyle insana huzur veren, aşkı yücelten iyi komedi filmi. Gad Elmaleh ve Sophie Marceau’nun oyunculukları görülmeye değer.

Sacha Keller, caz kulübünde piyano çalan ve reklâm “cıngıl”ları besteleyen bir sanatçı. Hayatında, müzisyen olmasından dolayı belki çok kadın var. Annesi, Fanfan’ın korumasında adeta. Çocukları da hiç sevmiyor. Ama filmin derinliğinde başına neler geleceğini de bilmiyor Sacha. Son işinin kabul edilmesi için nam-ı diğer “kart zampara” sanayici Alain Posche’un onayından geçmesi gerekiyor. On yaşındayken kaybettiği babasının klâsik olmuş arabasını ve ismini kullanan Sacha için o gün iyi bir şeyin de başlangıcı. Göğün yarılıp Paris’in üstüne kovalarla su boşalttığı o gün hayatına Charlotte giriyor Sacha’nın. İşte kaybeden aşkta mı kazanıyordu? Sağanak yağmurun altında ayağı kayıp yere düşen Charlotte’un gözleri, klâsik arabasının üstünü kapatmaya çabalayan Sacha’nın gözlerine kilitlenince hikâye de muhteşem taraflara yol alıyor. Charlotte, “kart zampara” Alain’in iki yıldır ayrı yaşadığı karısı. Charlotte’un Alain’den iki oğlu Louis ve küçük Léonardo olmuş. Charlotte, önceki kocası César’dan da Suzy’yi dünyaya getirmiş. Alain’in işini alamayan Sacha, Laurent’ın girişimleriyle yeni işlere uzanıyor. Sacha’nın bir diğer samimi arkadaşı Lionel, doktor olduktan sonra sevgilisiyle evlenmiş ve bebekleri bile olmuş. Çocuklardan nefret eden Sacha, caz kulübünde bu bebeği görme ıstırabını yaşıyor her gece. Sacah’yla Charlotte, susuz kalmış gibi sevişiyorlar. Hem de Charlotte’un evinde. Çocuklar da var. Aşk doğuyor, hatta çocukların sevgisi de gecikmiyor. Çocuklar babalarını pek görmeyince Sacha onlar için baba gibi. Sacha’yla beraber çocukların solgun yüzleri gülmeye başlıyor, neşe her tarafı sarıyor. Çok geçmeden “kötü adam” Alain kendini fark ettiriyor ve bir an kara bulutlar çöküyor. Alain, Charlotte insan değilmiş gibi onun erkeklerden uzak durması için şantajlar ve teklifler yapan biri. Charlotte, mutsuzluğundan olmalı kendini hayır işlerine vermiş, hatta genç sanatçılara destek bile veriyor kocasının fonundan. Charlotte, yanına kadar gelmiş Sacha’nın aşkına bırakıveriyor kendini. Sevişmelerinin her dakikasının değerini bilerek. Diğer tarafta, Sacha’nın soykırımdan kurtulmuş dünya tatlısı büyükannesi Matzü, Yahudi kız bulup evlenmesini istiyor ondan. Hakiki aşkı bulduktan sonra kim olduğu önemli mi? Final bölümü sürprizli olmasa da insana sıcaklık verdiğini belirtelim.

Sinemanın hazinelerine saygı…

2012 yapımı “Un Bonheur n’Arrive Jamais Seul-Mutluluk Asla Yalnız Gelmez” filminde, anlar ve görsellikler sinemaseverleri büyülüyor. Sacha’nın evinde, Michael Curtiz ustanın 1942 yapımı “Casablanca-Kazablanka” filminin afişi asılı. Afişte Humphrey Bogart var. Elbette başka filmlerin, özellikle müzikal filmlerin afişleri de asılı. Stanley Donen’la Gene Kelly’nin ortak yönettikleri 1952 yapımı “Singin’ in the Rain-Yağmur Altında”, Jerome Robbins’le Robert Wise’ın ortak yönettikleri 1961 yapımı “West Side Story-Batı Yakasının Hikâyesi”, Milos Forman’ın 68 kuşağına adanmış müzikâli 1979 yapımı “Hair-Bırak Güneş İçeri Girsin” filmlerinin afişleri müzikâl sinemaya bir saygı sunuşu gibi. Sonra Charlotte da evinin yatak odasına “Kazablanka” filminin afişini asıyor Sacha’ya aşkından. Yönetmen, en azından bu büyük filmleri bir daha sinemaseverlerin aklına düşürüyor. Elbette Broadway ve tiyatro da var. Sacha ve Laurent, yeni bir müzikâl için New York’a gidiyorlar. Gölgelerin öne çıktığı buradaki performans sanatseverleri bulutlara çıkartıyor. Gerçekten çok estetik fotoğraflar toplamış yönetmen bu anlarda. Bu filmdeki burlesk-grotesk karışımı sakarlık sahneleri, Blake Edwards ustanın “Pembe Panter” serisinde Müfettiş Jacques Clouseau’nun ruhunu şad ediyor. Charlotte’un sakarlıklarıyla başına gelenler sinema perdesinden çok eğlenceli görünüyor. Hatta bu filmde “slapstick” denilen Hollywood tarzı komedi de var. Özellikle sessiz sinema döneminde burlesk, grotesk slapstick güldürü tarzları iç içe geçmişti. Buster Keaton, Charlie Chaplin, Harold Lloyd filmlerini hatırlayabilirsiniz. Yönetmen, Hollywood filmlerine ve Broadway’e selâm yollamak istemiş bu filmiyle. Dooley Wilson’ın “Kazablanka” filminde piyano başında söylediği “As Time Goes By” (Zaman Geçtikçe) şarkısı da duyuluyor bu filmde. Fonda da bol bol Billie Holiday’in, Gloria Gaynor’ın, Ray Charles’ın muhteşem sesleriyle şarkılar da dinliyorsunuz fonda bu filmde. Filmde, Mozart’ın 1783’te bestelediği “Rondo alla Turca/Türk Marşı” (Piyano Sonatı No 11/Piano Sonata No. 11), rock ve caz tınılarıyla duyuluyor Sacha’nın piyanosuyla. Mozart insana huzur veriyor ve bu piyano tınıları da dinlenmeli.

Adı İngilizleri andıran Fransız yönetmen James Huth, 2007’de “Hellphone-Cehennem Telefonu” ve 2009’da “Lucky Luke-Red Kid” komedi filmlerini yapmıştı. 1971’de Kazablanka’da doğmuş oyuncu Gad Elmaleh’i, Audrey Tatou’yla başrolü paylaştığı Pierre Salvadori’nin 2006 yapımı “Hors de Prix-Zengin Avcısı” filminden hatırlayabilirsiniz. Oyuncunun 2005’te Francis Veber’in yönettiği “La Doublure-Dublör” filmi eğlenceliydi. Elmaleh’in başrolü Jean Reno ve Mélanie Laurent’la paylaştığı Fransa’daki Yahudi soykırımını anlatan Rose Bosch’un 2010 yapımı “La Rafle-1942 Yazı” keşfedilmeli. Edith Piaf’ın muhteşem “Paris” şarkısı da duyuluyor filmde.

(22 Kasım 2012)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Bir Festival

İlk kez katıldığım bir festival için neler yazabilirim? Daha önce 1975’te 12. Antalya Film Festivali’ne izleyici olarak katılmıştım, daha doğrusu festival sırasında -sonuna kadar beklemeden- Antalya’da bulunmuş, bazı filmleri izlemiştim. Ama 2012 – 3. Malatya Uluslararası Film Festivali’nde SİYAD jürisinde festival katılımcısı idim. Filmleri izledik, sonuçlar açıklandı, sinema tarihimize mal oldu, değişmezler arasına girdi, eleştirmek serbest.

Festivalden bana kalanlar… Derviş Zaim’in Devir filmi, önce yazılanlar ne kadar etkiledi bilemem ama bende belgesel izlenimi bıraktı, Zaim, filmi için her ne kadar belgesel tadında kurmaca bir film dese de, filmlerin kategorisinin sınırlarının -hele günümüzde- hayli esnekleştiğini söylemekle yetineceğim. Aynı şeyi Veli Kahraman’ın Ana Dilim Nerede? için de söyleyebilirim… Eğer iki film türü için sınırda bir yer varsa Babamın Sesi (Orhan Eskiköy – Zeynel Doğan) burada duruyor.

Filmler hakkında başka şey söylemeye gerek yok, seyirci ile perde (perdede görünenler) arasına girmeme gibi bir düşüncem var. Ama, eski bir sinema (film) izleyicisi olmam nedeni ile -hele makine dairesine (gösterim odasına) yakın oturuyorsam, gösterim makinesinin çalışırken çıkardığı biteviye sesi (film başladıktan bir süre sonra duymaz olursunuz) özlediğimi, hele hele makinenin filmi perdeye yansıtan projeksiyon ışığını (tekrar) özlediğimi söylemem isterim. Sinemada, çekim gibi gösterim teknolojisi de değişiyor. Digital (Türkçe yazarsak dijital) ortamın, çekim ve gösterime yansıyan bu durumunun, bizi (beni) ilgilendiren kısmı doğal olarak gösterim kısmı ve Malatya’da projeksiyonsuz digital gösterimin belki kolaylıklarını (rahatlığını) gördüm ama -her ne kadar günümüzde eskide kaldı ise de- eski alışkanlık, perdeye yansıyan -zaman olur tam başımın üzerinden geçen- projeksiyon ışığını arar oldum. Yalnız bu durum, festival komitesinin değil, filmlerin yapımcılarının / dağıtımcılarının gösterim seçimleri ve sinemaların çalışma biçimleri ile şekilleniyor. Artık alışmamız lâzım, benim gibi eski kuşakları alışkanlıklarının değişmesi lâzım.

Festival filmlerinden söz etmeyeceğim dedim ama Tepenin Ardı’ndan (Emin Alper) söz etmeden geçemeyeceğim. Tepenin Ardı’nı daha önce dış festival gösterimleri nedeni ile gazetelerde görmüş ve okumuştum. Bunlar -en azından bana- hiç bir ipucu vermiyordu. Festivalde gösterimlerde filmleri gördükçe ister istemez kafamda (kafamınızda / SİYAD jüri üyeleri ve ulusal film yarışması jüri üyeleri) bir sıralama oluşuyordu… (Normalde filmler arasında böyle bir sıralama yapma alışkanlığım olmamasına rağmen) son gün Tepenin Ardı’nı seyretmeye başladığımda dağınık bir filmle karşı karşıya olduğumu düşünmeye başladım ama film giderek kendini toparladı (acaba film mi?). Hele beni (böyle düşünen başka biri var mı bilemiyorum) asıl etkileyen, filmin “klâsik trajediler”deki üç birlik kuralına, burada mekân birliği -nin serbest bir uygulaması, filmi daha ilginç kıldı. Aslında serbest yahut esnek dediğim bu uygulamada tek bir mekân değil, (bağ-daki?) tek başına bir ev, daha önce de oturdukları belli olan, bağırarak seslerini duyurabildikleri -eve çok yakın- yemek yedikleri açık alan, çocukların (torunların) ve yanlarında çalışanın çoban oğlunun (köpeği ile) dolaştığı kırsal alan (ve dağlar) -ama hepsi kendilerine seçtikleri ev’in bahçesi gibi… Tek bir mekân olmasa da, anlatıda tek mekân olarak ele alınabilecek bir alan… Alan böyle de olay, beklentilerin dışında gelişen, başta dağınık bulmama rağmen giderek toparlanan, toparlanan demek yanlış, “çemberi kapanan”, çoğu söylenmeyen sözler (kişilerin söylemediği fakat filmin söylediği ) ile gelişen olaylar, bitmeyen ve sonunda yeni başlayan olaylar, başlayacak olaylar… Eskiden (Yeşilçamda) olaylar mutlaka sonlanır-dı, artık hikâyeler (yoksa öyküler mi demek daha doğru) sonlanmıyor, ya bir yerde, bize artık anlatılmaz oluyor (Zerre’de olduğu gibi -ama bırakıldığı yer “son” değil) ya da bitiyor da… bitmiyor (Tepenin Ardı).

Daha sekiz film daha var-dı festivalde. Gösterime girenler oldu ama girmeyenler, mutlaka girmesi gerekenler var. Yeniden seyredilmeleri keyifli olabilir, festivale katılmak (yarışmak) başka, seyirciye açık sinemalarda gösterime çıkmak başka… Dilerim, bu yıl sayısı hayli artan filmlerin hepsi gösterim olanağı bulabilir, uyduruk ABD (ve benzeri) filmler arasından…

(22 Kasım 2012)

Orhan Ünser

Suç Dünyasında Biri Yukarı Çıkarken

Yönetmen Jacques Audiard’ın 62. Cannes Film Festivali’nde “Altın Palmiye” için yarışan filmi “Yeraltı Peygamberi”, bir suç ve hapishane filmi. Şiddetin yoğun yansıdığı filmde bazı şiddet yüklü sahnelere bakmak insanı zorluyor. Bu film, 82. Akademi’de “En İyi Yabancı Film” dalında Oscar’a da aday olmuştu. 2010’da !f İstanbul’da gösterilen film vizyona çıkmadı. Şimdi DVD’de.

Fransız yönetmen Jacques Audiard’ın yönettiği “Un Prophete-Yeraltı Peygamberi”, insanı irkilten şiddet yüklü ve sarsıcı bir film. Audiard’ın bu filmi, 62. Cannes Film Festivali’nde “Altın Palmiye” için yarışmıştı. Ayrıca, 82. Akademi’de de “En İyi Yabancı Film” dalında adaydı. Evet, “Yeraltı Peygamberi”, bir suç ve hapishane filmi. Fransız sinemasından çoğunlukla hapishane filmi pek gelmiyor. Aslında yönetmen bu filmi 1970’lerde ve öncesinde bu kadar sert yapamayabilirdi. Yasalar, devleti birey karşısında koruyordu Fransa’da. Adalet sistemini ve polisleri sert bir dille eleştirebilmek mümkün değildi. Avrupa Birliği’nin Kopenhag Kriterleri denilen kriterler Fransa gibi bir ülkeyi bile dize getirdi. Filmdeki hapishane atmosferi gerçekten çarpıcı. Fransa’daki hapishane mimarisi üzerine de fikir verebiliyor bu film. Yönetmeni, 2005 yapımı “De Battre Mon Coeur s’est Arrêté-Kalbim Bir An Durdu” filmiyle hatırlayabilirsiniz belki.

Arap Malik…

On dokuz yaşındaki Arap Malik El-Djebena, polisle dalaştığı için üç yıl hapis cezası alıyor. Yetimhanede yetişmiş Malik’in kimsesi yok. Okuma-yazma da bilmiyor Malik. Malik, hapishanede önce tekstil atölyesinde çalışıyor. Araplardan uzak duran Malik’i Korsikalı çete kendisine çekiyor. Yeni gelen bir Arap suçlu Reyeb’in ortadan kaldırılması gerekiyor. Reyeb, banyoda Malik’e asılıyor. Malik, Reyeb’i öldürmek istemese de gangster çetesi onu bu işin içine itiyor. Malik, Korsikalı çetenin planını uyguluyor ve Reyeb’i kendi hücresinde jiletle doğruyor. İçerideki Korsikalı mafyanın başı Cesar Luciani, Malik’i disiplinle yetiştiriyor. Güvenini kazanınca da kendi işlerini ona gördürüyor. Bir sapık ve suç dünyasının içerisnde olsa da Reyeb, Malik’e arada bir görünüyor hayaliyle. Malik’i okuma-yazmaya teşvik ediyor Reyeb. Okuma-yazma öğrendiği sınıfta Ryad’la yakınlaşıyor Malik. Sonra Malik’e hapishanedeki uyuşturucu trafiğinin içindeki Çingene Jordi yakınlaşıyor. Hayalarından kanser olmuş ve bunu şimdilik yenmiş Ryad, dışarıdan elbette iyi. Djamila’yla evli ve bir de çocuğu var. Ama, burası hapishane ve herkes bir suçun dibinde. Bu filmde Araplar uyuşturucu trafiğini yönetirken, Korsika mafyasıysa dışarıda kumarhane işlerini yürütüyor. İyi halinden dolayı ve Cesar’ın yardımıyla haftada bir dışarı çıkmaya başlayan Malik, bir yandan Cesar’ın işlerini hallederken bir yandan da uyuşturucu işlerini yürütüyor. Bu iki buçuk saatlik filmden geriye kalansa, Fransız hapishanelerinin bile mahremiyeti beyazperdeye yansıyabilir. Kanalizasyona düşmüş adalet sistemi, işkenceci ırkçı polisler, rüşvetçi gardiyanlar, satın alınmış avukatlar, suçlar, mafya, sert şiddet ve birçok şey bu filmde başrolde. Bu filmde doğrudan politik göndermeler yok. Aslında yönetmen, belki bir Malik dışında, herkese belli bir mesafeden bakıyor. Herkes pisliğin içinde.

Yeraltı Peygamberi (Un Prophete)
Yönetmen: Jacques Audiard
Senaryo: Jacques Audiard-Thomas Bidegain-Abdel Raouf Dafri-Nicolas Peufaillit
Müzik: Alexandre Desplat
Görüntü: Stephane Fontaine
Oyuncular: Tahar Rahim (Malik El-Djebena), Niels Arestrup (Cesar Luciani), Adel Bencherif (Ryad), Hichem Yacoubi (Reyeb), Reda Kateb (Çingene Jordi), Leila Bekhti (Djamila)
Yapım: UGC Films(2009)

(22 Kasım 2012)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Karanlıklar Prensi Baba Olursa

Korku filmleriyle flört eden stop motion animasyonların son görkemli örneği ‘Otel Transilvanya’. Geçtiğimiz yaz mevsiminin gözde türü olarak piyasaya sürülen büyük stüdyo filmleri ‘ParaNorman’ ve Tim Burton yapımı ‘Frankenweenie’nin ardından izlediğimiz bu yakın tarihli animasyon rakiplerine oranla daha avantajlı. Öncelikle başta Dracula olmak üzere sinema tarihinin akla gelebilecek tüm dehşetengiz anti-kahramanlarını -özgün tanıtımından aktarma yoluyla ‘canavarlar’ diyemeyeceğim, çünkü Frankenstein’dan Kurt Adam’a, Görünmez Adam’dan Mumya’ya, Kar Adam Yeti’ye şahsen pek severim hepsini- bir araya toplamış. ‘ParaNorman’ın aksine ürkütücü olma gibi bir niyeti de yok.

Hikâye kısaca şöyle: Karısını kaybettikten sonra zor günler geçiren kont Dracula, inzivaya çekildiği şato otelini insan denen tehlikeden uzaklarda bir tepede özel olarak inşa ettirmiş, kendisi gibi insanoğlunun nefretinden payını almış ve ötekileştirilmiş dostlarını gözlerden ırak bu mekânda ağırlamış yıllardır. Ne var ki küçük kızı Mavis büyümüş 118 (yazıyla yüzonsekiz) yaşına gelmiştir. Babasından aldığı söz üzerine kendi -yarasa- kanatlarıyla uçma zamanıdır artık. Otelin güvenli duvarları arasında özenle yetiştirdiği kıymetli kızını insanların dünyasına nasıl bırakacağını kara kara düşünen aşırı kontrolcü baba, tüm mahlûkat dostların katıldığı doğumgünü partisinin davetsiz misafiri 21 yaşındaki serüvenci Jonathan’ın genç kızın gönlünü çalmasıyla çileden çıkar.

Ezeli ve ebedi baba-kız çatışması motifi üzerinden ilerleyen film, karakterlerini aldığı korku filmlerine gönül verenleri espri ve gönderme bombardımanıyla mest etmeyi ihmâl etmemiş. Senaryo yazarları Peter Baynham ve Robert Smigel’e şahsım adına özel bir selâm.

Yönetmenlik koltuğunda oturan Rus asıllı Genndy Tartakovsky ise meraklılarının çok iyi bildiği ödüllü TV animasyon dizileri ‘Samurai Jack’, ‘Dexter’s Laboratory’ ile mükemmel ‘Star Wars: Klonların Savaşı’ canlandırmasıyla tanınıyor. İlk sinema filmi ‘Otel Transilvanya’nın yüzlerce kişilik ekibinin başında çıkardığı iş yine çok göz alıcı. Gotik ve dışavurumcu bir karakterin hakim olduğu set tasarımları mükemmel. Grafik açıdan son derece stilize karakterlerin zengin ve detaylı arka plânlarla uyumu çok başarılı. Bir de 3D tutkunlarını mest edecek ‘masa sekansı’ var ki görmeye değer.

Korku filmi tutkunlarını daha en başta, Columbia Pictures’ın simgesi olan kadın heykelinin yarasaya dönüşmesiyle tavlayan ‘Otel Transilvanya’ son dönemin en eğlenceli yapımlarından.

(22 Kasım 2012)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com