İnsanlık tarihi bir katliam tarihi. Geçmişin acı deneyimlerinden ders almadan katletmeye devam ediyor insanoğlu. Çoğu zaman cezasız kalıyor suçlar, kurbanlar kederli suskunluklarına gömülüyor. Bu hafta gösterime giren ‘Sessizliğin Bakışı / The Look of Silence’ tam elli yıl önce askeri darbeyle sarsılan Endonezya’da yaşanmış tarihin en büyük soykırımlarından birinin ardından bugüne bakıyor ve hayatta kalanların gözünden kanlı geçmişle hesaplaşmayı deniyor.
Amerikalı sinemacı Joshua Oppenheimer’ın Christine Cynn ve adı gizli tutulan bölgeden bir yardımcı yönetmen ile birlikte giriştikleri çabanın başlangıcı hayli eskiye dayanıyor. Endonezya’ya ilk kez 2001’de bir grup sömürge çiftliği işçisinin sendika kurma çabalarını anlatan ‘Küreselleşme Kayıtları / The Globalisation Tapes’ belgeseline yardım etmek üzere giden Oppenheimer, neredeyse her işçinin bir akrabasının 1965 soykırımında öldürüldüğünü keşfediyor. Onu daha da dehşete düşüren, travmaya uğramış yığınların susturulduğu ülkede suçluların halen iktidarda olmasıdır. İçinde bulunduğu ruh halini ‘Nazi Soykırımı’ndan kırk yıl sonra SS’lerin hâlâ iktidarda olduğunu görmüş gibiydim’ diye ifade ediyor yönetmen.
Suharto cuntasının emriyle katledilen yığınlara kamerasını çevirdiğinde üç yıl öncesinin eşine benzerine kolay rastlanmayacak belgesel çalışması ‘Öldürme Eylemi / The Act of Killing’ çıkıyor ortaya. Yabancı işbirlikçilerin de desteğiyle bir yıldan az bir süre içinde 1 milyondan fazla insanı katlettirmiştir dikta. Muhalefet eden tüm gruplar, sendika üyeleri, topraksız köylüler, aydınlar, Çinli etnik gruplar sistematik bir biçimde yok edilmiştir. Cuntayla birlikte çalışan yerel gangsterler ve halen iktidarını sürdüren milis kuvvetleri üyeleriyle röportaj yapmaya başladığında bu kiralık katillerin geçmişteki kanlı infazlarını gururla dile getirmeleri yönetmenin dehşetini daha da büyütür. Gangster eskileri yaptıklarını bizzat sahnelemekten çekinmez. Giderek grotesk bir görünüm kazanan bu kanlı oyunda gangster şeflerinden Anwar Kongo’yu uykusundan uyandıran kâbuslar ya da öksürük krizleri dışında vicdana ya da herhangi bir suçluluk duygusunun izine rastlanmaz. Bu korkunç insanlık suçunun cezasız kalmasının verdiği güvenle alabildiğine pervasızdır kanlı katiller.
Büyük bir şaşkınlıkla karşılanan ‘Öldürme Eylemi’ olan biteni bizzat cellatların gözünden sergilerken kurbanlara ve kurban yakınlarına söz hakkı tanımadığı ve soykırıma perde arkasında destek vermiş
uluslararası kapitalizmin çirkin yüzünü kararlı bir biçimde deşifre
etmediği için eleştiriler alır. Oppenheimer güvenlik nedeniyle yapım
süreleri iç içe geçmiş bu ikinci belgeselinde ilk filmde yeterince yer alamamış unsurları perdeye taşıyor ve Kuzey Sumatra soykırımının bu son perdesinde filmin adından da anlaşılacağı üzere sessiz bırakılmış kurban yakınlarının gözünden toplu cinayetlere ışık tutmayı amaçlıyor.
‘Sessizliğin Bakışı’nın ana karakteri Adi Rukun cinayet kurbanlarından efsanevi Ramli’nin erkek kardeşi. Ramli unutulmamış çünkü vahşi bir biçimde katlinin tanıkları var. Adi soykırımdan iki yıl sonra dünyaya gelmiş ve ailesinden hayatta kalanların sessizliği içinde büyümüş. Yönetmenin çekimlerden çok önce tanımış olduğu genç adam çevresindekilerden farklı biri. Göz bozukluklarını tespit eden optisyen genç adam, tehdit altında sessiz kalmış, komünist yaftasıyla sürekli baskı altında tutulmuş köylülerinden uzağa büyük şehre göç etmiş, meslek edinmiş.
‘Öldürme Eylemi’nin temsili katliam bölümlerini izleyen Adi’den gelmiş soykırım failleriyle yüzleşme fikri. İlk filmde eksik kalanı tamamlamak istemiş, katillerle yüzyüze konuşmayı o talep etmiş. Bu son derece tehlikeli süreçte Adi’nin mesleği bir koruma kalkanı olarak kullanılmış. Kapı kapı gezerek insanların gözlerini kontrol eden Adi’nin yaşlı adamların 1965 katliamına ilişkin hatıralarını
sorgulaması üzerine kurulu plan mükemmel işlemiş. Oppenheimer Adi’nin mesleğinin görme üzerine müthiş bir metafor olabileceğini düşünmüş ve birçok söyleşisinde dile getirdiği biçimde ‘Adi’nin kendisi gibi gerçeği görmek isteyenler, olan biteni korkuyla görmek istemeyen, hafızalarından silmek isteyen kurban yakınları ve yarattıkları dehşetin gözlerini kör ettiği katillerle’ sıkı bir yüzleşme süreci gerçekleştirmiş. Doktor muayenesi sırasında ortaya çıkan güçsüzlük hissinin de yardımıyla sorgulamalarını rahatlıkla gerçekleştirebilmiş genç adam.
Yine kendi ifadesiyle ‘izleyiciyi korkudan doğan sessizliğin içine daldırmayı’ başarabilen sinemacı ülkesi ABD’nin darbe ve soykırımla ilgili bağını daha açık bir biçimde göstermekten kaçınmıyor bu kez. NBC haber bülteninin katliamları olumlayan 1967 yılından kalma haber kaydı dehşet içinde izleniyor. Endonezya’nın doğal kaynaklarını ve köleleştirdiği komünist işçiler vasıtasıyla emek gücünü sömüren Good Year örneğinden yola çıkarak çokuluslu şirketlerin soykırımın yürütülmesindeki desteği açıkça vurgulanıyor.
Bizler dehşetin dehlizlerine dalarken Adi’nin tek arzusu gerçeğin ortaya dökülmesi. İçlerinde kelebekler olduğu için zıplayan tohumlar metaforu eşliğinde Oppenheimer gibi Adi’nin yaşlı annesi de gerçeğin bir yerlerden sızacağının ve susturulmuş halkın artık
konuşmaya başlamasının beklentisi içinde. Adi’nin suçlarını kabullendikleri takdirde katilleri affetmeye hazır olmasını kederli
annesi gibi bizler de kabul edemiyoruz. Toplumsal dokunun paramparça olduğu bir ülkede sosyal uzlaşmaya olan ihtiyacın bağışlama yoluyla değil, suçluların adalet önünde hesap vermesiyle sağlanabileceğini düşünüyoruz.
Devletin dindar halkı kışkırtarak muhalifleri, komünistleri, siyasi suçluları kendi komşularına kırdırdığı akıl almaz vahşet hikâyelerini işittikçe kanımız donuyor, itirazımız büyüyor. Adi’nin soğukkanlı kederinden etkileniyor, yönetmenin altını çizdiği biçimde bu cesur belgeselin ‘sadece Endonezya’ya açılan bir pencere olmadığı, hepimizin üzerine tutulan bir ayna olduğu’ hususunda fikir birliğine varıyoruz. Benzer koşullarda kendi topraklarımızda yaşanan katliam görüntüleri, faili meçhuller, Maraşlar, Madımaklar bir film şeridi halinde gözlerimizin önünde canlanıyor. Ülkemizde halen oynanmakta olan kanlı oyuna isyan ediyor, endişe içinde Cizre’den haber almayı umut ediyoruz. Tüm bu yaşananları yüreklilikle beyazperdeye taşıyacak cesur sinemacılara ise bugün her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var.
(11 Eylül 2015)
Ferhan Baran