Geyiğin Ayak İzleri

‘Kusursuz bir başyapıt karşısında duyguların coşması ve gözyaşlarını tutamamak’. Geleneksel en iyi filmler sıralamamda geçtiğimiz yıl en başa yerleştirmiş olduğum ‘Drive My Car’ üzerine yazıma böyle başlamışım. Filmin unutulmaz yönetmeni Ryûsuke Hamaguchi’nin kısa bir aradan sonra bu kez Venedik’te dünya prömiyerini yapan ve festivalden ödülle dönen son çalışması ‘Kötülük Diye Bir Şey Yok / Aku Wa Sonzai Shinai’nin yılın sonuna yaklaşırken sinemalarda gösterim şansı bulması güzel bir sürpriz. Murakami’nin aynı adlı kısa öyküsünden uyarladığı, tüm dünyada ses getirmiş Çehov lezzetli ‘Drive My Car’ın ardından, usta sinemacının izleyicisine ters köşe yapan çok daha küçük ölçekli meditatif bir çalışması bu. Hamaguchi bir kez daha memleketlisi ünlü besteci Eiko Ishibashi ile yola çıkmış, hatta onun bir müzikal çalışması için çektiği videolar, diyalogdan ziyade görüntüler üzerinden ilerleyen filmin ana fikrini oluşturmuş.

Başlarken Tokyo kırsalındaki ormanlık yerleşim biriminde doğa ile başbaşa bırakıyor bizi. Gökyüzüne ok gibi yükselen ağaçların görüntüsüne Ishibashi’nin hipnotik müziğinin eşlik ettiği uzunca bir açılış sekansının ardından çevreyi merak ve hayranlıkla gözlemleyen 8 yaşındaki Hana ile tanışıyoruz. Okuldan çıkmış ve babası onu almaya yine gecikmiş olduğundan orman yolundan mütevazı köy evine dönüş yolundadır. Takumi San yine geç kalmıştır ama bitirmesi gereken işleri vardır. Önce uzun uzun odun kırar, daha sonra mis gibi kaynak suyunu bidonlara doldurur. Orman yolunda kızı ile buluştuğunda gizemli bitkiler arasında gezintimiz sürer. Hana ile birlikte meşeyi, dağ kirazını tanırız. Çam ile karaçamlar arasındaki farkı öğreniriz. Baba kız, Hana’nın bulduğu sülün tüyünü klavsen çalan oğlunun kullanımı için köyün muhtarına hediye etmek üzere yanlarına alır. Geyiğin meşe üzerinde bıraktığı diş izlerini, karlı zemindeki ayak izlerini takip ederiz. Lanet olası avcıların silah seslerinden irkiliriz. Ormanın boynuzlu sakinlerinin insanlara saldırmadığını, ancak kurşunu yediklerinde ya da yavrularını kaybettiklerinde gözlerinin hiçbir şey görmediğini öğreniriz.

Kuşlarıyla, hayvanların kardaki ayak izleriyle, şırıl şırıl akan sularıyla cenneti andıran büyülü doğayı Ishibashi’nin klasik ile elektroniği harmanlayan müziği eşliğinde yudumlarız. Lakin Hamaguchi’nin müzik kanalıyla duyguları coşturma niyeti yoktur. Godardvari bir üslûpla müziği aniden susturur, ardından yerleşim bölgesini bekleyen tehlikeden haberdar oluruz.

Covid sübvansiyonlarından acilen yararlanmak isteyen menajerlik firması bölgede satın aldığı arsa üzerine şehirli beyaz yakalılar arasında moda haline gelmekte olan, özgün dilinde ‘glamping’ olarak geçen her türlü konforu haiz göz alıcı doğa kampı inşaatına başlamak üzeredir. Firma bölgeye gönderdikleri iki çalışanıyla yerel halkın nabzını tutmak, onları projeye ikna etme peşindedir. Ancak köy ahalisi bu konuda uyanıktır. Yapılan toplantıda, yeraltı sularına bağlanacak olan foseptik çukurunun mis gibi sularını kirleteceği, kentten gelecek gençlerin denetimsiz barbekülü eğlence faaliyetlerinin orman yangınlarını körükleyeceği konusunda itirazlarını dile getirirler. Bir toplumun parçası olmanın doğaya karşı sorumluluk sahibi olmayı gerektirdiğini hatırlatırlar onlara. Lakin bu karşı çıkış gözü dönmüş vahşi kapitalizmi durdurmaya yetecek midir. Halbuki doğada anahtar dengedir, aşırıya kaçıldığında denge bozulacaktır.

Japon sinemacı ödünsüz minyatüründe işte bu meseleleri tartışıyor, naif ama güçlü çığlığına kulak vermemizi istiyor. Doğanın kendi dengesi içinde uyumlu aktığının ve hiçbir canlının özünde kötü olmadığını vurguladığı filmin özgün adı buradan geliyor. Ancak her canlının kendini savunmak için her zaman saldırabileceğini unutmamak gerekiyor. Film bu minvalde belirsiz, yoruma açık finaline doğru ilerlerken izleyici olarak tedirgin bir deneyime dahil oluyoruz, kafamız karışıyor. Hamaguchi bunu kasıtlı olarak yaptığını hiç saklamıyor.

(08 Aralık 2023)

Ferhan Baran

[email protected]