Sezonun ilk Türk filmi Hayatın Tuzu şu günlerde vizyonda… Umuyoruz ki seyirci bu güzel yapıma sahip çıksın. Hem Hayatın Tuzu’na hem de vizyona girecek tüm filmlerimize başarılar diliyoruz ve filmin yönetmeni Murat Düzgünoğlu’na sorularımızı yöneltiyoruz.
Zamanın geçmek bilmediği, kasvetli, boğucu bir şehir Bitlis… Bitlis’te bir nevi mahkûm hayatı yaşayan bir şehir dolusu insan… Burada yaşayan insanların hemen hemen hepsinin ortak noktası olmasını istedikleri hayatı değil, olması gerektiği düşünülen hayatı yaşıyor oluşları… Bu mahkûmiyet onları mutsuzluğun, bunalımın, deliliğin kollarına atıyor. İlk bakışta bir taşra hikâyesi gibi görünen Hayatın Tuzu’nun aslında bir Türkiye portesi çizdiğini görmek zor değil… Hepimiz gitgide daralan bir çemberin içinde nefes almaya çalışmıyor muyuz? Şehsuvar, Sırrı, Harun, Meryem… Tüm karakterler kısırdöngüden nasibini alıyor. Matruşka misali, hayatlar birbirine açılıyor aslında… Biz de film boyunca bu insanlar arasında mekik dokurken arada bir durup kısa çay molaları veriyoruz. Muhabbet koyulaşmadan, çok samimi olmadan kalkıyoruz çünkü daha uğranacak çok durak var…
Yeni sezonda 50’den fazla Türk filmi seyirciyle buluşacak… Hayatın Tuzu, Türk filmleri sezonunun açılış filmi. Keyifli bir duygu olsa gerek…
Aslına bakarsanız bu hiç düşünmediğim bir konuydu, ancak bu yönde tesbitler gelince insan nedenini bilmeden seviniyor. (Gülüyor) Türk filmlerine gelince; üretim, sonucu ne olursa olsun iyidir aslında. Umarım niteliğe de yansır. İçimden bir ses, bu filmlerin arasından çok azının geleceğe kalacağını söylüyor. Yinede bu kadar filmin yapılıyor olmasına seviniyorum.
Okullu bir sinemacısınız, uzun yıllardır sinema ve televizyon sektörünün içindesiniz. Peki, ne zaman “artık ben de kendi filmimi çekmeliyim” deyip bu hayali gerçeğe dönüştürmek için kolları sıvadınız?
Ben lise yıllarından itibaren film çekmek istiyordum. Hayalim buydu. Beni bu hayatta sürükleyen yegâne tutkuydu aslında film çekmek… Yani ergenliğin sonundan beri bu tutkuyla yaşıyorum. Yıllarca sinema dünyasının içinde olmak sadece cesaretimi artırdı. Özellikle yaşadığım set deneyimleri, istediğimi gerçekleştirmem için gereken yegâne şeyin tutkum olduğunu daha da belirginleştirdi diyebilirim.
Son yıllarda ilk filmlerini çeken yönetmenler, kameralarını doğup büyüdükleri taşraya çeviriyorlar. Siz İstanbullusunuz… Filminizi çekmeden önce Bitlis’e, daha da genel bir ifadeyle taşradaki hayata ne kadar hâkimdiniz? Yoksa Ender Özkahraman’ın senaryosunu gördüğünüzde “Bu hikâyeyi mutlaka çekmeliyim” diye mi düşündünüz?
Öncelikle sunu belirtmeliyim ki çocukluğumun -15 yaşına kadar- neredeyse bütün yazları taşrada geçti. Oranın bütün hallerini çocuk gözüyle gözlemledim. İnsanların o hayattan aldıkları huzur ve mutsuzluğun tüm ayrıntılarını bir çocuk olarak görebildim. Yaşım ilerlediğinde de sık sık gidiyor ve kalıyordum Anadoluda… Ayrıca televizyon için çektiğim 9 filmim var. Uzak olduğumu düşünmediğimi belirtmek için söylüyorum bunları. Ayrıca İstanbul’un kenar bir mahallesinde -Fikirtepe- büyüdüm ve orası da en azından son 10 yıla kadar Anadolu’nun bir kasabası gibiydi. En azından ilişkiler ağı için söyleyebilirim bunu. Ender’in senaryosunu okuduğumda bildiğim dünyanın bir başka yansımasını gördüm. Anlayacağınız köylü-işçi ailesinin çocuğuyum. Burjuva bir yaşantı ile bağım yok.
Senaryonun Ender Özkahraman’ın ilk yazdığı haliyle değil, birlikte yaptığınız değişikliklerle bugünkü halini aldığını biliyoruz. Peki, nasıl bir yazım aşaması geçirdiniz? Ender Özkahraman’ın mizahçı kimliği ve sizin yorumunuz senaryoyu nasıl şekillendirdi? Uyumlu bir ikili miydiniz?
Öncelikle şunu söylemeliyim; her yönetmen önüne gelen senaryoyu “kendisinin” senaryosu haline getirmelidir, “kendi” yapmalıdır. Bu yaratıcılığın olmazsa olmazıdır bence. Ancak böyle özgün bir film çıkar veya çıkması umut edilebilir. Bu bağlamda ben de senaryoda değişiklikler istedim. Bana göre aksayan yanları vardı ve çok güzel yanları iç içeydi. Bunlar üzerinde çalıştık açıkçası. Ender’in mizahçı kimliğinden öte çizgi romancı kimliği daha belirgindir diye düşünüyorum. Uyumlu bir ikili gibi olabildik zaman zaman… Kimi zaman da olamadık. Ancak genelde ikimizde iki eski arkadaş olduğumuz için bu senaryo üzerinde çalışmaktan mutlu olduk diyebilirim.
Çekilmeyi bekleyen iki senaryonuz daha olduğunu biliyoruz. Bu projeler yine Ender Özkahraman’la (fotoğrafta sağda) birlikte yazdığınız senaryolar mı?
Hayır, ikisi de kendi senaryom ve ikisi de 12 Eylül darbesi ile ilgili. Bir tanesi bizzat kendi ailemin başından geçen bir olay… Ancak bunların dönem hikâyesi olması sebebiyle bütçe sorunları yaşıyorum. Sırada daha önce çekilecek gibi duran bir başka hikâyem var. Tarlabaşı’nda geçen bir mülteci hikâyesi. Senaryo bitmek üzere ve finans çalışmaları sürüyor. Bundan sonra öncelikle kendi senaryolarımı hayata geçirmek istiyorum.
Hayatın Tuzu, karakterlerinden herhangi birinin hayatına derinlemesine odaklanmıyor. Karakteri tanımak için ayaküstü birkaç soru sorup bir sonrakine geçiyoruz sanki… Neden yakınlaşmamıza izin vermediniz?
Bu senaryonun çok parçalı yapısından kaynaklanıyor. Evet, çok fazla hikâye var ve bu derinlik sorunu yaratabiliyor zaman zaman… Bu meseleyi ele aldığımızda baştan başa yeniden yazmak gerekecekti senaryoyu ve bizim böyle bir zamanımız yoktu açıkçası.
Bana göre, filmde yer alan karakterlerden birisi olan eski seyyar haberci Salman, filmin önemli bir kilit noktası… Salman’ın 12 Eylül 1980 darbesinin yaşandığı yılda takılıp kalması, sonraki yıllarda ülke insanının yaşadığı beyin sarsıntısına adeta ayna tutuyor. Ciddi bir anlamda gelecek kaygısı, kimlik karmaşası yaşayan bir sonraki kuşak için ise durum hiç de iç açıcı değil…
Son derece doğru tespit ediyorsunuz. Çıkışsızlığın, apolitikliğin tüm ülkeye hakim olduğunu düşünüyorum. Bir zamanlar tüm ülkenin kendi kaderini belirleyebileceğini sandığı bir dönemden insanların tek tek kurtuluşu aradıkları bir döneme geldik. İnsanın kendi kaderini eline alması bir diğerinin de bunu başarmasıyla çok ilgilidir diye düşünüyorum.
Filmin sonunda karakterlerimizin akıbetini öğrenemiyoruz. Bu durum sizin kısır döngünün devam ettiğine dair yaptığınız bir gönderme mi?
Dikkat ederseniz filmin başındaki plân ile final plânı birebir benzerdir. Genelde bir çember estetiği kurmaya çalıştım film boyunca. Kamera mizansenlerim de buna dönüktü sık sık. Çıkışsızlığa vurgu yaptığım doğrudur ancak özellikle Harun karakteri aracılığıyla hep deneyen ve hep yenilen ama daha iyi yenilen insanlara hayranlığımı belirtmek istedim. Onların cesaretini alkışlıyorum.
(07 Eylül 2009)
Gizem Ertürk
Hayatın Tuzu… Anlamlı bir ismin ardında anlamlı bir film. Kişinin nerede olduğunu ve neler yapması gerektiğini, amaçlarını hatırlatan bir film. İzleyin, mutlaka kendinize soracaklarınız olacaktır.