Tunus asıllı Fransız yönetmen Abdéllatif Kéchiche, 66. Cannes Film Festivali’nin tartışmasız galibi olarak ayakta alkışlanmış ‘Mavi En Sıcak Renktir’den tam beş yıl sonra yeni çalışması ‘Kısmet, Sevgilim: İlk Şarkı / Mektoub, My Love: Canto Uno’ ile sinemalarımıza konuk olurken, kariyerini takip edenler için hiç de yabancı olmayan anlatımıyla gençliğe ve cinsel özgürlüğe bakışını tazeliyor.
Tüm yapıtı İstanbul Film Festivali programlarında yer almış bulunan Kéchiche’in (Keşiş olarak okunuyor) ilk yönetmenlik deneyimi ‘Kabahat Voltaire’de / La Faute A Voltaire’ (2000), Paris’te zor bir yaşam sürdüren Afrika kökenli yasadışı mülteciler üzerinedir. En iyi film ve yönetmen dallarında Cesar ödülünü aldığı 2003 yapımı ‘Kaçak / L’Esquive’de varoş yaşamından hareketle genç kuşakları anlamaya çalışır. 2007 Venedik şenliğini ayağa kaldıran unutulmaz kuskus güzellemesi ‘Balıklı Bulgur / La Graine et Le Mulet’ ile, 35 yıllık hizmetinin sonunda paçavra gibi bir kenara atılmış Kuzey Afrika kökenli göçmen Süleyman’ın şahsında işçi sınıfının çığlığını duyurur. 2010 yapımı ‘Siyah Venüs / La Vénus Noire’, 19. yüzyıl başlarında Londra ve Paris’te ucube olarak sergilenen Güney Afrika’nın ‘Hottentot’ kabilesinden dev boyutlu Saartjie Baartman’ın gerçek öyküsünden hareketle sömürü düzenini kıyasıya eleştiren bir insan hakları manifestosuna dönüşür.
2013 yapımı ‘Mavi En Sıcak Renktir’ ya da Fransızca özgün adının (La Vie d’Adèle – Chapitre 1 & 2) çevirisiyle ‘Adèle’in Hayatı – Bölüm 1 & 2’de, cinsel olgunlaşma sürecindeki liseli Adèle ile güzel sanatlar okuyan kendisinden yaşça büyük Emma’nın tutkulu birlikteliğini cesur sahneler aracılığıyla anlatır. Öğretmenliğe yeni başlayan ve ilk aşkının hüznünü taşıyan Adèle’in geleceği nasıl şekillenecek, bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü Kéchiche hikâyenin devamını çekmedi henüz. Ancak ana karakterlerinin yıllara yayılmış öykülerini anlatma geleneğini devam ettirmekte kararlı. Son filminde, Arapça kader, kısmet anlamına gelen ‘Mektoub’ kelimesinin yanına İngilizce ‘Sevgilim’ kelimesini konduruyor ve sonrasında İtalyanca ‘Birinci Şarkı’ (nam-ı diğer ‘Birinci Bölüm’) anlamındaki kelime ekiyle hikâyenin devamının geleceğini haberliyor. Nitekim, kış aylarında geçen ‘İkinci Şarkı’nın çekimleri tamamlanmış bile.
‘Kısmet, Sevgilim’ yönetmenin cinsel özgürlük, sınıfsal kodlar, sanat ve iktidar ilişkileri üzerine çok katmanlı okumaya açık bir önceki çalışması ‘Mavi En Sıcak Renktir’ düzeyinde değil belki. Ancak ilgiyle izlenen ve planlanan üçlemenin tamamlandığında bir nehir filmler serisi olarak klasikleşeceğini düşünüyorum. Laurent Cantet’nin Cannes büyük ödüllü ‘Sınıf / Entre Les Murs’ filminin yazarı François Bégaudeau’nun ‘La Blessure, La Vraie’ adlı otobiyografik romanından yola çıkmış sinemacı. Seksenli yıllarda 15 yaşındaki Leninist François’nın yerini Tunus asıllı üniversite öğrencisi Amin almış. Paris’e tıp tahsiline gitmiş genç adam, garsonluk yaparak geçimini sağladığı büyük kentten ‘kendi deyimiyle’ güneşini ve renklerini özlediği aile ocağına (‘Balıklı Bulgur’a da mekân olmuş Akdeniz kıyısındaki sahil kasabası Sète’e) dönüş yapıyor. Tıp öğrenimi O’na göre değildir, sinemacı olma derdindedir.
Teni ısıtan ve arzuyu kışkırtan sıcak yüz güneşi altında insanları, genç kızları, genç erkekleri gözlemler Amin. Fingirdek komşu kızı Ophélie’ye olan ilgisini içine atar. Yüzünden eksilmeyen tebessümüyle kendi romantik ve farklı dünyasında yol alır. Yaz tüm eğlencesi ve baştan çıkarıcılığı ile sürerken, karşılıksız aşklar ve kırık kalpler birbirleriyle teselli bulma umudu taşır uzayıp giden kumsalda.
‘Kısmet, Sevgilim’ adı üzerinde hayatın bir kader, kısmet işi olduğu duygusunu taşıyor. Ana akım seyirliklerdeki türlü dramatik gelişmeleri beklemeyin bu filmden. Kéchiche tüm filmografisinde kendine özgü ritmini koruyan bir sinemacı. Beş yıl önce Cannes’daki ödül gecesindeki konuşmasında, yaptığı her işte ‘vakte ve zamana ihtiyaç duyduğunu’ belirtmişti. Örnek aldığı büyük Japon usta Ozu’nun yapıtları gibi insan doğası üzerine müthiş bir gözlem içeren filmlerinin süreleri oldukça uzun (‘Kısmet, Sevgilim’ tamı tamına üç saat sürüyor). Sıkça kullandığı omuz kamerası ve yakın planlar, Marco Graziaplena’nın ustalıklı görüntü çalışması karakterlerin duygu dünyalarını son derece etkileyici bir biçimde taşıyor perdeye.
1994 yazında geçiyor film. Nimet mi yoksa lanet mi olduğu tartışılır günümüzün teknolojik alışkanlıklarından 25 yıl kadar öncesine, akıllı telefonların, sosyal medya uygulamalarının hayatı işgal etmediği, Amin’in VHS kasetten sessiz Rus klasiklerini izlediği, kaleme aldığı kendi filminin senaryosunu daktilo ile yazdığı, fotoğrafların banyo edildiği daha masum bir dönemde geziniyor, üç saat süresince genç adamın gözlemlerine, hayal kırıklıklarına, çağını belki de çoktan tüketmiş romantik arayışına eşlik ediyoruz.
Gamsız yaz eğlencelerinden, Tunus asıllı cemaatin bol dedikodulu gündelik yaşamlarından kesitleri, kışkırtıcı yaz flörtlerini uzun sekanslar halinde aktarıyor sinemacı. Kimi zaman tekrara düşüyor ama bütününde bir dönemin duygusunu kusursuzca yakalıyor. Amin’in kuzuların doğum sahnesini fotoğrafladığı harikulade bölüme Cecilia Bartoli’nin yorumladığı Mozart imzalı ‘Laudate Dominum’ eşlik ediyor. Finaldeki yaklaşık yarım saat süren ve coşkunun zirve yaptığı disko sekansında müziğin ve kıvıran kalçaların gölgeleyemediği tek başınalığın hüznünü iliklerimize kadar hissediyoruz.
(27 Temmuz 2018)
Ferhan Baran
ferhan@ferhanbaran.com