Sinema az daha Rönesans’ta bulunuyordu. Da Vinci “camera obscura”yla sinemaya yaklaştı. Sonra birçok bilim insanı denemelerini sürdürdü. Sonunda 1895’te ilk film gösterimi gerçekleşti. Sinema hemen ilk dahilerini yarattı: Georges Méliès, Robert Wiene, Abel Gance, Sergey Ayzenştayn, David Wark Griffith vs…
Sinema, birçok deneme ve araştırma sonucu bulundu. Bu, Rönesans’a kadar uzanıyor. Leonardo da Vinci, “camera oscura/karanlık oda”yı bularak sinemaya yaklaşmıştı. Ama, bu teknik önce fotoğrafın yolunu açtı. 1835’te fotoğraf makinesi bulundu. Sonra da 1895’te Fransa’da Lumiere kardeşler “cinematographie”yi buldu. Ama öncesinde, Edison, 1893’te sinema kamerasını bulmuştu. Tüm sinema tarihçileri, kameranın bulunuşunu değil, filmi oynatan projeksiyonun bulunuşu sinemanın doğuşu olarak değerlendiriyorlar. Çünkü, Lumière kardeşlerin bulduğu projeksiyon, ticari sinemanın da doğuşudur. Bir mucit olan Thomas Alva Edison, birçok buluş yaptı. En bilineli de ampüldür. Bu Edison, New York’ta sinemacıların başına geçti ve onlara ahlâki terör estirdi. Belki de bu yüzden New Yorklu filmciler, Los Angeles’taki Hollywood banliyösüne göçtüler.
Serüven başlıyor…
Kameranın ilk bulunuşundan itibaren araştırmacılar, gerçeklikteki hızın peşine düştüler. 1832 yılında “Fenakistiskop” (phenakistoscope), 1884’te “zoetrope” gibi optik buluşlar görüntüleri hareketlendirse de gerçeklikteki hız oluşturulamıyordu. Fenakistiskop, 1831’de Belçikalı Joseph Plateau ve Avustuyalı Simon von Stampfer tarafından birbirlerinden habersiz bulundu. Bu, çizgi filmlerin (animasyon filmlerin) bulunmasına neden oldu. Yunanca “dönen hayat” anlamına gelen “zeotrope”ta, silindir üzerine çizilmiş resimler, silindir döndürülünce hareket ediyormuş hissi veriyor. Edward Muybriagef, 1877’de yan yana dizdiği fotoğraf makineleriyle koşan atları hareketli çekti. Fransız Etienne Jules Marey 1882’de kuşların uçuşunu incelemek amacıyla, saniyede 12 fotoğraf çeken bir kamera geliştirdi. 1887’de Amerikalı Hannibal Goodwin’in fotoğraf çekiminde selüloit film kullanması, 1888’de George Eastman’ın bu uygulamayı geliştirerek makaraya sarılı selüloit film şeridinin seri üretimini başlatması, sinema filminin gerçekleştirilmesi için bütün koşulları hazırladı. Edison, yardımcısı William K. L. Dickson’ın yaptıklan “kinetograf”, sinema kamerasının ilk biçimi olarak ortaya çıktı. Bu aygıtla, kenarlarına düzenli delikler açılmış 15 metrelik filmler üzerine saniyede kırk görüntü saptanabiliyordu. Edison, “kinetoskop” adını verdiği bir gösterim aygıtı aracılığıyla da bu görüntüleri hareketli bir biçimde yansıtmayı başardı. Edison, kitlesel film çekimi yapılabilen ve güneşin durumuna göre tekerlekler üzerinde döndürülen ilk film stüdyosu “Black Maria”yı inşa etti. İlk film gösterimini de Lumière kardeşler 1895 yılında Paris’in Capucine Bulvarı’ndaki Grand Cafe’de gerçekleştirdiler. Ama, hâlâ gerçeklikteki hıza yakın 24 kare bulunamamıştı. Bunun için 1927 yılının beklenmesi gerekiyordu. Samson Raphaelson’un oyunundan uyarlanan ve yönetmen Alan Crosland’ın Warner Bros için çektiği “The Jazz Singer-Caz Şarkıcısı” sinema tarihinin ilk sesli filmidir. Sinemada saniyede 24 kare bulunmuştu artık. 1970’lerin ortalarında “Dolby Stereo” bulundu. Sinemada film seyretme keyfi bambaşkalaştı. Günümüzde “Dolby Digital” ses sistemleriyle sesi artık neredeyse görüyorsunuz.
Püsküllü koruya akın…
Amerika’da sinemacılar Los Angeles’a göçmeye başladılar. Los Angeles’ın bu küçük banliyösü Hollywood’u sinemanın “kâbe”si yapanlar Yahudilerdi. Devlet sübvansüyonuyla bankalar sinemaya yatırım yapanlara yüzde bir faizle kredi veriyordu. İlk önce Lasky and Zukor adlı film şirketi 1912’de geldi “püsküllü koru” anlamına gelen Hollywood’a ve sonra Paramount Pictures adını aldı hemen. Jesse Lasky ve Adolph Zukor’un kurduğu Paramount’un ardından 1915’te Carl Laemmle, Universal Pictures’ı kurdu. 1919’da Cohn-Brandt-Cohn Film Sales (CBC) kuruldu, 1924’te bu şirket Columbia Pictures adını aldı. Columbia’nın kurucuları da Harry Cohn ve Joe Brandt’dı. 1919 yılında United Artists (Büyük Sanatçılar demek) Hollywood’daki yerini aldı. Kurucuları Charlie Chaplin, David Wark Griffith, Mary Pickford ve Douglas Fairbanks’di. 1923’te Harry, Albert, Sam ve Jack Warner kardeşler Warner Bros stüdyosunu kurdular. İlk sesli film “Caz Şarkıcısı”nı bu stüdyo çekti. Metro-Goldwyn-Mayer (MGM) stüdyosu 1924’te kuruldu. Stüdyonun ünlü logosu “Aslan Leo”yu Howard Dietz tasarlamıştı. MGM, birkaç şirketin birleşmesiyle oluştu. Stüdyo, Samuel Goldwyn, Louise Burt Mayer ve Marcus Loew tarafından kuruldu. Marcus Loew’un Metro Pictures’ı, Sam Goldwyn’in Goldwyn Pictures’ı ve Louis Burt Mayer’in Louis Burt Pictures’ı birleştiler ve MGM adını aldılar. MGM’in “Aslan Leo” logosunda Latince “Ars Gratia Artis” yazar. Anlamıysa, “Sanat Sanat İçindir…” 20th Century Fox, 1935’te kuruldu, ama aslında bir birleşme sonucu oldu bu. William Fox’un Fox Pictures (1915) şirketiyle Darryl F. Zanuck’un 20th Century Pictures’ı (1933) birleşmişlerdi. William Fox’un film şirketi New York’tayken Edison ve adamları, “ahlâksız film çekiyor” diye Fox’un şirketini basmış ve her şeyi kırıp dökmüş. William Fox, bu korku yüzünden Hollywood’a kaçmış.
Avrupa, Avrupa…
İlk film şirketleri Avrupa’da doğdu. Fransız Charles, Emile, Theophile ve Jacques Pathe kardeşler, 1886’da, sinemanın doğuşundan önce şirketlerini kurmuştu. Müzik alanında başlayan işleri sinemayla devam etti. Gaumont da 1885’te kuruldu. Leon Gaumont’un kurduğu şirket, Pathé’yle birleşti ve ortaklıklarını hâlâ sürdürüyorlar. İki şirket de film üretimlerine devam ediyor hâlâ. Almanya’nın başkenti Berlin’de 1917’de kurulan UFA (Universum Film AG), dünyanın en büyük film stüdyolarındandı. Dışavurumcu akımın filmleri de bu stüdyoda çekildi. Naziler, bu stüdyodan çok yararlandılar ve stüdyo savaş sonrası 1945’te kapandı. İtalya’da Cinecitta, 1937’de Roma’da faşist diktatör Mussolini tarafından kuruldu. Mussolini, sinemanın gücünün farkına varan ilk diktatördü. “Sinema şehri” anlamına gelen Cinecitta’da, Hollywood’un görkemli tarihsel filmleri de çekildi. “Ben Hur” en bilinenidir. İngiltere’de, “altın gong” adıyla anılan ünlü Rank Organisation doğdu 1937’de. Kurucusu da J. Arthur Rank’tı. Londra’nın batısında “çamkoru” anlamına gelen Pinewood stüdyoları da kurulmuştu 1934’te. Hâlâ “007 James Bond” serisi bu stüdyoda çekiliyor.
İlk renkli filmlerin peşinde…
İlk renkli film, Fransa’da Gaumont-Pathé tarafından 1912-13 yılında (6 dakika 19 saniye) çekildi. Halkın günlük yaşamı görüntülenmiş belgeseldi bu, “La Plage et Le Front de La Mer”… Bu film, “Die Belle-Époque in Farbe” olarak da anılıyor. Fransa’nın Normandiya kıyılarından görüntüler, plâjdaki insanlar, şehir ve caddeler yansıyordu. “Chronochrome üç renk süreci” deniliyor buna. Üç renk siyah, beyaz ve mavi birleşerek renkler oluşuyordu. Hollywood’da sessiz sinema döneminde Paramount’un kurucularından ve isim babalarından yönetmen-yapımcı Cecil Blount DeMille, 1917 yapımı “Joan the Woman” (Kadın Jeanne) filmine renkli bölümler ekledi. Buna “handschiegl renk süreci” (color process) deniliyor. Yani, hareketli resimlerde gerçeğe yakın renkleri yakalamak gibi bir anlamı var. Rupert Julian’ın başını çektiği yönetmenler grubu tarafından çekilen Universal filmi 1925 yapımı “The Phantom of the Opera-Operadaki Hayalet”, Gaston Leroux’nun aynı adlı eserinden uyarlanmıştı. Filmin diğer yönetmenleriyse Lon Chaney, Ernst Laemmle ve Edward Sedgwick’di. Filmde, renklendirilmiş bölümler vardı. 1934 yılında Metro-Goldwyn-Mayer, William K. Howard’ın yönettiği “The Cat and the Fiddle-Kedi ve Dalavere” müzikal filminde renkli bölümler kullanmıştı. İlk renkli film konusunda tartışmalar var. “Technicolor” olarak çekilen ilk film Rouben Mamoulian’ın 1935’te RKO için çektiği “Becky Sharp” filmiydi. İnsana, sonradan bilgisayarla renklendirilmiş filmlerin tadını veriyordu Mamoulian’ın bu filmi. 1936 yapımı Lloyd Corrigan’ın “Dancing Pirate” (Korsan Dansçı) filmi de ilk renkli filmler arasındaydı. Daha doğrusu, “technicolor” tekniğinin tam anlamıyla denendiği ilk filmdi bu. 1938’de Michael Curtiz-William Keighley ikilisinin ortak yönettikleri “The Adventures of Robin Hood-Vatan Kurtaran Aslan”, baştan sona renkli çekilen ilk filmlerden. Warner Bros yapımı bu film, 8 Kasım 1939’da ülkemizde gösterime girmişti. 1939’da Victor Fleming’in başında olduğu yönetmenler grubu “The Wizard of Oz-Oz Büyücüsü”nü çekti. Filmin diğer yönetmenleriyse Mervyn LeRoy, Richard Thorpe ve King Vidor’du. Oz dünyası renkli yansıyordu perdeye. “Oz Büyücüsü”, Metro-Goldwyn-Mayer yapımıydı. Fleming, yine aynı yıl “Gone with the Wind-Rüzgar Gibi Geçti”yi tümüyle renkli çekti. Amerika’daki iç savaşı anlatan bu film, 1941’in ilk yılı Amerika’da gösterime girdi. “Rüzgar Gibi Geçti” de Metro-Goldwn-Mayer ortaklığıyla çekilmişti. Renkli filmleri başlatan “Technicolor”da, üç renk üst üste getirilip “teknik renk” elde ediliyordu. “Rüzgar Gibi Geçti”den sonra gelişen “technicolor”da perdede renkler büyü saçıyordu. Gökyüzünün mavisi, sarımsı-turumcumsu topraklar, kopkoyu yeşil renk ve birçok renk koyu tonda yansıyordu perdeye. Ama, daha sonraki yıllarda renklerin kendi tonları fark edilmeye başlandı. İlk “technicolor” çekilen film, Chester M. Franklin’in 1922’de çektiği “The Toll of the Sea” (Denizin Çanı) filmiydi. Daha saniyede 24 kare daha bulumadığı için film hızlı akıyordu. İlk renkli çizgi filmse, Walt Disney’in 1932’de yapıtığı “Flowers and Trees-Çiçekler ve Ağaçlar”ıydı. “Panavision”un ortaya çıkmasıyla sinemanın kaderi de değişti sayılır. 1954’te, sinemaskop filmlerin çoğalmasıyla geniş açılı objektifler üreten “Panavision”, öyle gelişmeler sağladı ki, artık sinemaskop filmler, 35mm filmlere de basılabiliyordu. Sadece bunlar değil, renk konusunda da gelişme sağladı ve “technicolor”un üç şeritli filminden tek şeritli filme geçildi. Yönetmenler, özgürce renkler üzerinde oynayabilirdi. Hatta, gelişen mercek ve filltrelerle yönetmenlerin ufukları da açıldı. Öncelikle 1960’lı yıllarda. 1970’ler bir devrim oldu kamera ve aksesuvarları açısından.
Genişperdenin büyüsü…
Sinemanın ilk “CinemaScope” (sinemaskop) film, 1953 yılında Henry Koster’in yönettiği “The Robe-Zincirli Köle”yle gerçekleşti. Sinemaskop, 1953’ten 1967’ye kadar 2:66 formatındaydı. Neredeyse negatifler, 35mm filmlerin iki katıydı ve her şey zorlu oluyordu. Sinemaskop teknik 2:35 formatına çekilmeye başlanınca 35mm filme basılabildi. Projeksiyonun önüne objektif takılınca sıkışan görüntüler açılıyordu ve görüntü genişliyordu. “Zincirli Köle”nin yapımını Fox stüdyosu üstlenmişti. “Cinerama” da aynı zamanlarda ortaya çıkmıştı Hollywood’da. Sinemaskop gösterimlerde sinema perdesi uzunlamasına yatay ve hafifçe içe doğru da yayvandır. Görüntü bu perdenin üzerine düştüğünde derinlik duygusu yaşanıyor. Sinemaskopun rakibi “Cinerama”, 12 projektörün yarım küre şeklindeki bir perdeye yansıtılan görüntü dizisi sonucunda doğmuştu. Arka taraf hariç, başınızı çevirdiğiniz yerde görüntüyü “panoramik” olarak seyrediyordunuz. Bu tekniğe benzer deneme ilk önce Fransız yönetmen Abel Gance’ın 1927 yapımı “Napoleon-Napolyon” filmiyle ortaya çıkmıştı. Hollywood’da ilk “cinerama” filmi 1962 yılı yapımı “How the West was Won-Batı Nasıl Kazandı” westerniydi. Filmi Henry Hataway, John Ford ve George Marshall yönetmişti. Filmin kameramanlıklarını da William H. Daniels, Milton R. Krasner, Charles Lang ve Joseph LaShelle yapmıştı. “Batı Nasıl Kazandı” filminin yapımını Metro-Goldwyn-Mayer üstlenmişti. İlk cinerama denemesi 1952’de “This is Cinerama-İşte Cinerama”yla başlamıştı. Cinerama, genel olarak 2:71 formatındaydı. Ama, “Batı Nasıl Kazandı” westerni 2:89 formatındaydı. Bu filmi televizyon ekranında izlediğinizde yukarıdan aşağıya belli belirsiz aralıklı iki siyah çizgiyi de fark ediyorsunuz. Cinerama, aslında sinema salonlarında reklam filmleri göstermek için bulunmuştu. Hep üzerinde araştırmalar yapılan “üç boyutlu” (3D) filmlerin “altın çağı”, sinemaskop tekniğinin ortaya çıkmasıyla doğrudan “üç boyutlu” filmler yapılmaya başlandı. Yoğun olarak 1952-55 arasında. Arch Oboler’ın yönettiği 1952 yapımı “Bwana Devil” (Şeytan Bwana), ilk uzun metrajlı “üç boyutlu” filmdi. Sessiz dönemde, 1922’de “Power of Love” (Aşkan Gücü) sinemanın ilk “üç boyutlu” filmi kabûl ediliyor kimi otoritelerce. Bu filmi United Artists dağıtmış. Teknoloji gelişmeye başlayınca günümüzde “üç boyutlu” filmler hareketlenmeye başladı. IMAX diye adlandırılan “üç boyutlu” devasa gösterim imkânları da doğdu.
Sinema ışığın müziğidir…
Fransız usta Abel Gance, öncü filmleriyle sinemaya çok şey kattı. Sinemanın önemli yönetmenlerinden Gance, 25 Ekim 1889’da Paris’te doğdu, 10 Kasım 1981’de yine Paris’te öldü. Avantgard, yani öncü Fransız sinemasının Georges Melies’le beraber ilk önemli yaratıcı yönetmenlerinden biri olan Gance, sinemayı ışığın müziği olarak tanımlamıştı. Kurgu ve kameranın farkına varan bu büyük usta, notaların yerini pelikülde harekete dönüşen görüntülerin aldığını belirtiyordu. Sinemada tekniğin devrimcisi olarak anılan ve avangard sinemanın içerisinde yer alan Gance, “empresyonist/izlenimci” bir yönetmen. Gance, sinemanın bir ticari mal olmasına da karşıydı. Çünkü sinema bir sanattı. Gance’ın, kurgu dili olarak da sinemaya katkıları oldu. 1922 yapımı “La Roue-Tekerlek” adlı sessiz filminde, hız kullanımı olmadan bir lokomotifin sürekli artan hızını görüntü olarak yansıtabildi. Gance, “Tekerlek” filminde tam dört kameraman kullanmıştı. Filmin kurgusunu kendisiyle beraber Margueritte Beauge yaptı. Gance bu filminde bir makinisti ve ailesini melodramatik bir dille anlattı. Bu filmde bir lokomotifin hızla yol alışını çarpıcı bir görsellikle yansıyordu. Burada “kontrast montaj/karşıt kurgu” tekniği denilen, ancak perdede görülünce anlamlaşacak bir yeni kurgu tekniği denedi. Öyle ki, lokomotifin hızla gidişini seyirci gerçekliğe yakın bir hızla algılıyor perdede. Gance, kurgu anlamında Ayzenştayn’ın filmlerini takip ediyordu. “Tekerlek” filminde “bindirme” tekniği denilen, görüntüleri üst üste yansıttı “gerçeküstücü” sinemacılar gibi. Bu filmde, inanılmaz kurgu denemeleri de vardı. Gance, sinemada hep yeni bir şeyler denedi. İlk filmini çekebilmek için başka yönetmenlere senaryolar yazdı ve sürekli kısa filmler çekti. Kısa filmlerde yaptığı denemeler, sinemasına katkıda bulundu. İlk defa “öznel bakışı” bu kısa filmlerinde buldu. Karakterlerin bakış açılarıyla olayları yansıtabildi bu teknikle. Gance, 1. Dünya Savaşı boyunca, Fransız Ordusu için propaganda filmleri de çekti. İlk önemli çıkışını 1919’da “J’Accuse-İtham Ediyorum”la yaptı. Bu filmin yapımcısı devlet olduğu halde, savaş karşıtı bir film çıktı ortaya. Gance, 1929’dan sonra sesli filmler çekmeye başladı. Avrupa’nın çok kötüye gidişinden (faşizmin ayak seslerinin duyulamasından) karamsarlığa kapıldı ve filmlerine kötümser hava hakim olmaya başladı.
Hep “ilk”leri yaşadı…
Georges Méliès… Sinemanın ilk dahisi. Çünkü, sinema sanatında “trük” denilen “hile”leri ilk o buldu. Sinemada yaratılan birçok “özel efekt”te onun imzası vardı. Hayatı boyunca 531 film çeken Méliès, Paris’te bir garda yoksulluk içinde öldü. Ölümüyle bile bir ilki gerçekleştirdi Méliès. Bu dahi sinemacı, sinemanın geleceğini de görmüştü.
O, her şeyi denedi. İlk bilimkuguyu, ilk korku filmini çekti, filmlerin karelerini boyayarak renkli filmi denedi. Sinemada geçeküstücülüğü buldu. “Örtü” denilen “hile”leri denedi. Bu teknikle, kamera sanki bir dürbünle ya da kapı kilidinden bakıyormuş izlenimini yaratıyor. Bu önemli buluş sinemada “kaş” denilen tekniği geliştirdi. Méliès, “stop motion”u da buldu. Bu teknikte, kamerayla önce tek bir hareket filme alınıyor, daha sonra maket biraz hareket ettirilip bir sonraki kare çekiliyordu. Méliès, “stop trick” denilen tekniği de tam anlamıyla tesadüfen buldu. Çalışırken kamerası bir çalışıp bir durunca merak edip filmleri banyo ettiren Méliès, görüntüleri seyrettikten sonra çok etkileniyor. Keşfedilen bu teknik şöyle açıklanabilir: Kamera, bir nesnenin filmini çekerken durduruluyor ve filmi çekilmekte olan nesne kameranın görüş açısından çıkarıldıktan sonra kamera tekrar çalıştırılıyordu. Bununla seyirciye, filmdeki nesnenin ansızın ortadan kaybolduğu, değişime uğradığı izlenimi verilmek isteniyordu. Melies, “bindirme” tekniğini de buldu. Bu teknikte, çekilen görüntüler üzerine yeniden görüntü çekiliyordu. Méliès, rüya ve kâbus sahnelerinde bu hileyi kullandı. Bu teknikten yola çıkarak “zincirleme” denilen tekniği de buldu Méliès. Sinemanın vazgeçilmez tekniklerinden biri de “kararma/açılma”dır. Méliès bu tekniği de bulmuştur. Bir illüzyonist ve tiyatrocu olan Méliès, bu yönlerini sinemaya yansıtabildi. O, gerçekten sinemanın ilk büyücüsü ve fantastik ustasıydı. Méliès, 8 Kasım 1861’de Paris’te doğdu, 21 Ocak 1938’de yoksulluk içinde yine Paris’te öldü. Ailesi ayakkabıcıydı. Méliès’in tam adı Maries-Georges-Jean Méliès’ti. Bu büyük sinemacı, illüzyonistlik yaptığı Houdin Tiyatrosu’nun sahibiydi. Lumière kardeşler “sinematografi”yi bulunca, Méliès, bu yeni buluşa ilgi gösterdi. Méliès, Lumiere kardeşlerden kameralarını ona satmasını istedi, ama kardeşler kabûl etmedi. Londra’dan Edison’ın buluşu “kinetoskop”u satın alan Méliès, birçok kısa film çekti. 1902’de, Jules Verne ve H. G. Wells’in bilimkurgu kitaplarından “Le Voyage dans la Lune-Aya Seyahat”ini sinemaya uyarladı. Filmin başrolünde de Méliès oynadı. Méliès, bu bilimkurgu filmini New York’ta da göstermiş ve gişe başarısına ulaşmıştı. Ama, Amerikalılar Méliès’e hiç para ödemediler. Méliès, çok az kazandığı parayı hep sinemaya yatırdı ve denemelerinde kullandı. Bu yüzden pek parası olmadı. Star Film adını verdiği stüdyosunda yönetmenlik, oyunculuk, senaristlik, makyözlük, dekorculuk, montajcılık, özel efektçilik ve birçok görev yaptı. Sinemanın büyücüsü Méliès, Verne’den 1907’de “20.000 Lieues Sous en Les Mers-Denizaltında 20.000 Fersah”ı da uyarladı.
Méliès, “mizansen kurgusu” denilen bir anlatım tekniğini de sinemaya armağan etti. Bu deneyim, tiyatroculuğundan geliyordu. Tiyatrosunda sahneleri ayrı ayrı çekerek onları montajla birbirine yapıştırdı. Bu buluş, teatral olsa da sinemada sonradan gelen yönetmenlerin önünü açtı. Méliès, bilimkurgu gibi korku sinemasında da ilk örneği verdi. 1889’da “Le Diable au Cauvent-Manastırdaki Şeytan”ı çekti. Korku sinemasında bu filmde keşfedilen motifler kullanılmaya başlandı sonraları. Gotik ortaçağ manastırları, mezarlar, yarasa şeklinde şeytan ve vampir gibi motifler sinemacılara ilham verdi. Méliès, 1886’da Houdin Tiyatrosu’nda ilk filmlerinden birini çekmeye başladı. “Escamotage d’une Dame Chez Robert Houdin-Robert Houdin’de Bir Kadının El Çabukluğuyla Gözden Kaybedilişi”ydi bu film. Méliès, filmlerini yaratırken, panayırları hayal ediyordu. Bu yüzden belki de, hiç akla gelmeyecek teknikleri denedi. Méliès, sadece fantastik ve komedi filmleri yapmadı. Gerçekçi ve politik filmleri de vardı. 1899’da “L’Affaire Dreyfus-Dreyfus Davası”nı çekti. Méliès’in “La Civilization a Travers les Ages-Çağlar Boyunca Medeniyet”, yüzyıllar geçse de uygarlaşamayan toplumlardaki hoşgörüsüzlüğe ve şiddete karşı yaptığı bir filmiydi. 1905’te Méliès ilk “yol filmi”ni de çekmişti, “Le Raid Paris-Monte Carlo en Deux Heures-İki Saat İçinde Paris-Monte Carlo” filmiyle.
Dışavurumcu Caligari…
24 Nisan 1873’te doğan ve 17 Temmuz 1938’de ölen Robert Wiene, dışavurumcu (ekspresyonist) akımın yaratıcılarındandı. Üzerinde durmamız gereken filmi, korku sinemasının da temellerini atan 1919 yapımı “Das Kabinett des Dr. Caligari-Dr. Caligari’nin Muayenehanesi…” Kullanılan mekanlar, dekorlar, kostümler ve abartılı oyunculuk hemen göze çarpıyor. Bu filme değinmeden önce, dışavurumculuğu anlamak gerekiyor. Almanya’da doğan bu akım, Alman karamsarlığıyla da buluşuyor. Natüralist ve empresyonist (izlenimci) estetiklerin tam karşıtı olan dışavurumculuk, daha çok iç dünyaya ilgi duyan bir modern akım. Karamsarlık, ruh sıkıntısı, çıkışsızlık dış mekânlarda tuhaf bir görsellikle yansımasını bulur. Görüntüler, dekorlar biçim bozumuna uğratılır. Her şey devasa ve çarpıktır. Dışavurumculuk, Alman toplumunun depresyonundan beslendi. Orada karamsarlık ve geleceğe dair umutsuzluk vardır. Dışavurumcular sanayi devrimine, maddeciliğe ve burjuva ahlâkına karşı dururken, insanın derinine inmiş, hayal ve rüya dünyası yaratmıştır. Kullandıkları ışık düzenlemelerinde gölgeler dramatik anlatıma önemli katkılarda buldu. Dışavurumculuğun, ışık düzenlemeleri ve iç dünyanın zenginliğini yansıttığından dolayı 1940’larda kara filmlere ilham vermiştir. Dışavurumculuğun bir özelliği de, kamera mercekleriyle görüntüleri bozarak perspektifi yok etmesi.
“Dr. Caligari’nin Muayenehanesi” filmi aslında, Almanya’nın 1. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmasının ve toplumsal içekapanıklığın dışavurumunun filmidir. Parçalanmış ve dağılmış toplumun, depresyonla içe dönmesi, umutsuzluk, karamsarlık ve ruhsal çöküntüsü yansır filmde. “Dr. Caligari”, ideolojik bir ilk film olarak da değerlendiriliyor. Bir akıl hastanesinin yöneticisi Dr. Caligari, Cesare adındaki bir genci hipnotize eder ve sonra da onu bir fuarda teşhir eder. Ardından Dr. Caligari, genci geceleri cinayet işlemeye zorlar. Bu film, gerçekten de yenilmiş Alman toplumunun tüm ruhsal yönlerini dışavuran bir yapıttır.
Griffith anlatısı…
22 Ocak 1875’te doğan ve 23 Temmuz 1948’de ölen David Wark Griffith’in sinemasının temelinde roman tekniği, daha doğrusu anlatımı vardır. Griffith sinemasının en önemli özelliği betimlemeli (düzdeğişmeceli) anlatımıdır. Bir hikâyenin bir girişi, gelişimi ve sonucu vardır. Griffith, Sergey Ayzenştayn’ın kurgusundan ve gerçeküstücülerin metaforik (eğretilemeli) anlatımlarına uzak durdu. Griffith’e göre, bir görüntüde ne görünüyorsa anlam odur. Buna şöyle örnek vermek gerekebilir: Griffith, bir insanı genel çekimden boy çekimine, ardın da yakın çekimine “kesme” (cut) yaparak gösterir. Bu “kesme” denilen kurguyla betimleme yaratılır ve başkaca da bir anlamı yoktur. Griffith’in 1916’da çektiği “Intolerance-Hoşgörüsüzlük”teki mahkeme sahnesindeki çekimler çok önemlidir. Tutuklu kocası Boy’un duruşmasını izleyen Dear One’ın ruh halini Griffith birkaç “kesme”yle yansıtır. Peş peşe yakın çekimler yapar. Dear One, korku ve endişeyle kararı beklerken yakın çekimle yüzü ve elleri gösterilir. Griffith bunu böyle yaparken, seyircisini hem karakterle özdeşleştiriyor hem de geciktirim yaparak gerilim duygusunu arttırıyor.
Griffith’in sinemasında seyircinin atmosferin içine girebilmesi için başkarakterlerle özdeşleşmesi de gerekiyor. Griffith, üç bin yıllık anlatım geleneğinden beslendi. Aristo formel mantığıyla filmlerini kurdu. Bu anlatıda bir eğri, en baştan finale kadar dramatik bir eğri oluşturur. Eğrinin bazı noktalarında “gerilim” olur ve seyirci “katharsis”e uğrar. Yani zihinsel anlamda boşalır ve finalde tam bir rahatlama yaşar. Bir de Griffith, “koşut” ve “çapraz” kurguları buldu. Koşut kurguda, iki farklı olay iç içe anlatılıyor. Çapraz kurguda, iki olaydan daha fazla olay iç içe geçirilerek seyirciye yansıtılıyor. Elbette “leit motif”ler de var. Bazı “şey”ler sürekli tekrarlanır bu teknikte. Griffth, Charlie Chaplin, Mary Picford ve Douglas Fairbanks’le beraber Hollywood’da 1919’da United Artists (Büyük Sanatçılar) film stüdyosunun kurucularındandı.
Gerçektüstücü dünya…
22 Şubat 1900’de doğan İspanyol yönetmen Luis Bunuel, 29 Temmuz 1983’te öldü. Gerçeküstücü sinemanın yaratıcısıydı. İlk filmi “Un Chien Andalou-Endülüs Köpeği”ni 1929’da çekti. Senaryoyu ressam Salvador Dali’yle yazan Bunuel, bu ilk gerçeküstücü (sürrealist) filmle seyircilerden büyük tepki almıştı. Filmleriyle, faşizme ve burjuvaziye karşı mücadele veren Bunuel’in filminde simgesel anlatım ağırlıkta olduğundan seyirciler anlam yaratmada çok zorlanmışlar. Filmin girişinde, bulut ayı keserken, yakın plânla usturalı el de kadının gözünü keser. Bu metafor hiç anlaşılamamış ve tiksinti verici olarak değerlendirilmiş zamanında. Bunuel, burjuva değerlerinin yıkılması için, sanatta ve hayatta ilk filmindeki gibi şok edici anların olmasını istiyor. Gerçeküstücülük onun için bir yöntem. Gerçekliğe ancak düş aracılığıyla ulaşılır. Bunuel’in anarşist bu ilk filminde ortaya çıkan sonuç, liberal özgürleşmenin ötesinde özgürleşmek. Gerçeküstücü estetik insanda bir rüyadaymış izlenimi uyandırıyor. Gerçeküstücülük, biçimsel olarak da diğer anlatılardan farklıdır. Ara yazıların olması, üst üste binen görüntüler (zincirleme), metaforik anlatım, kararma-açılma tekniği, bindirme, örtüleme gibi kurgu çeşitleri vardır. 1930 yapımı “L’Age d’Or-Altın Çağ”da Bunuel, burjuvaziyi tüm çıplaklığıyla perdeye yansıtır. Filmin girişi şok edicidir. Çünkü film, akrepleri anlatan bir belgeselle başlıyor. Genç akrepler, yaşlı akreplerle savaşa hazırlanıyorlar. Yani sınıfsal bir savaş başlıyor. Yeni değerler eskilerin yerini alacaktır. İnsanı yabancılaştıran burjuva değerlerini yerden yere vuran Bunuel, burjuvaların ikiyüzlülüğünü de seyircisine gösteriyor. Burjuvalar, kendi iç sorunlarıyla çok ilgilenirler. Varlıklarını sürdürebilmek için faşistlerle bile işbirliği yapan burjuvalar, kendi çıkarları dışında aslında hiçbir şeyle ilgilenmiyorlardı.
Montajı keşfediş…
Sergey M. Ayzenştayn (Sergei Mihailovich Einsenstein), 23 Ocak 1889’da Letonya’nın başkenti Riga’da doğdu, 10 Şubat 1948’de Moskova’da öldü. Ayzenştayn, mühendis olmasından dolayı öncelikle sinemanın teknik yönleri üzerine birçok denemeler yaptı. Montajı keşfetti. Ustanın en önemli filmi, 1925 yapımı siyah-beyaz ve sessiz “Bronyenosyets Potyomkin-Potemkin Zırhlısı” filmiydi. Bu film, sadece konusu açısından değil, anlatım dili açısından da çarpıcı bir yapıttır. Rusya’nın Karadeniz filosuna bağlı savaş gemisi Potemkin’de, mürettebatın Çar rejiminin subaylarına karşı başlattıkları bir ayaklanmanın sonunda gemiyi ele geçirmeleri ve sonrasında gelişen olaylar anlatılıyor. Ayzenştayn bu filmindeki Odessa Merdivenleri, sinema tarihinde üzerinde en çok yazılan ve konuşulan sahne oldu. Çar askerlerinin katliamı sürerken, bir bebek arabası merdivenlerden aşağı doğru giderken, gerilim de üst noktaya çıkıyordu. Ama, belki de en önemlisi bu uzun sekanstaki kurgu diliydi. Ayzenştayn, buradaki kurguyu bir beste yapar gibi yapmıştı. Ayzenştayn’ın burada denediği kurgu biçimi müzik terimleriyle ifadelendiriliyor. “Minör” (küçük) ve “majör” (büyük) parçalar iç içe geçerken, gerilim duygusu da üst noktaya çıkıyordu Odessa Merdivenleri’nde. Ayzenştayn’ın birçok filmi için “minör” ve “majör” terimleri kullanılıyor. Hatta, Ayzenştany’ın kurgu diliyle beste yapılacağı bile söyleniyor. Ayzenştayn’ın 1924 yapımı “Stachka-Grev” filmi de Ekim Devrimi’nin hizmetindeydi. Greve giden işçilerin Çar askerlerince katledilişini anlatan bu film de kurgu diliyle yol gösterici. “Grev” filminde, unutulmaz ve etkileyici bir sekans vardı: Halkın, atlı askerlerce arazide kıyıma uğratıldığı bölümle mezbaha sahnesi üst üste bindirilmiş görüntülerle yansıtılıyordu. Köylülerin katliamıyla mezbahada boğazlanan hayvanlar arasında metafor yapılıyordu. Bir başka sekansta, askerler kasaturalı tüfekleriyle halka cefa verirken, başka bir sahnede zengin bir adam meyveyi sıkacağa yerleştirir ve meyvenin suyunu çıkartır. Ayzenştayn’ın filmlerinde metaforlar çok güçlüydüler ve sinema diline çok şey kattılar.
Doğuştan dahi…
Orson Welles, 1915’te Winconsin’de doğdu, 10 Ekim 1985’te Kaliforniya-Hollywood’da öldü. Welles, Herman J. Mankiewicz’le ortak yazdığı senaryodan 1941’de çektiği siyah-beyaz “Citizen Kane-Yurttaş Kane”, her yönüyle bir olay filmdir. Hem anlattıklarıyla hem de sanatsal diliyle. Welles’in yirmi altı yaşında çektiği bu film, sinema tarihi içindeki soruşturmalarda tüm zamanların en iyi filmi oldu hep. Filmde kısaca, bir basın imparatorunun hayatı geriye dönüşlerle anlatılıyordu. Gazete patronu Charles Foster Kane’in ölürken söylediği bir son söz vardır. Kane, “rosebud” der. Yani “goncagül…” Kimse bunun anlamını bilmez. Bir gazeteci bu kelimenin anlamının peşine düşer ve dışarıya karşı çok güçlü, ama zavallı bir adamın hikâyesiyle karşılaşır. Welles’in anlatım dili çok çarpıcıdır. Film, şimdiki zamanı, gazetecinin araştırmalarıyla yansıtırken, geriye dönüşleri de belli bir sırayla yansıtmıyor. Hangi tanık neyi anlatıyorsa film onu gösteriyor. Böyle olunca seyirci parçaları birbirine ekleyip bir bütünlük oluşturuyor zihinsel olarak. Bu filme bir kişi karşı çıktı: Amerika’nın basın imparatoru William Randolph Hearts… Çünkü, filmde anlatılanların kendi hayatına benzediğini öne sürdü. Filmi yapan RKO şirketi, gelen baskılara dayanamayarak filmin kurgusuyla oynadı.
Öncelikle bu film, 1940’lardan başlayarak günümüze kadar birçok sinemacıyı etkiledi. Filmin kurgusunun şaşırtıcılığıyla beraber, teknik yönleriyle de etkilemiştir sinemacıları. Filmin görüntü yönetmeni Gregg Toland’ın kamerası da sinemada devrim yarattı. Öncelikle kullandığı objektiflerle. Bunlar bir ilk olduğu için, çekimlere deneysel olarak bile yaklaşıldı. Kameraman Toland, bugün çok basit olan teknik işlemler yapmıştı filmde. Kamerada kısa odak uzaklıklı objektifler kullanarak “alan derinliği” yarattı. Bu teknik durum, Rönesans’taki “perspektif”in bulunuşu kadar önemliydi. “Yurttaş Kane” filmine kadar görüntüde derinlik duygusu belirgin değildi. Aslında bu olay, basit bir teknik gelişim değil, gerçekliğin yeniden yorumlanması için de sanat estetisyenlerine yeni bakış açıları verdi. Sinemada gerçekçi geleneğin “Yurttaş Kane”le başladığı söyleniyor hep. Bu teknikle, mekânların (uzamların) bütünlüğü sağlandığı ve kurguyla gerçekliğe müdahale edilemediği için, seyirci gerçekliği yorumlayabiliyordu. Welles’in bu önemli filminin bir diğer özelliği, “dışavurumcu” estetiği de yetkin bir dille perdeye yansıtabilmesiydi. Özellikle ışık düzenlemeleriyle. Gölgeler ve derinliği hissettiren ışık düzenlemeleriyle, karakterlerin ruh hali perdeye yansıyabiliyordu böylelikle.
(24 Ağustos 2009)
Ali Erden