Sinema yazarı ve akademisyen Fırat Sayıcı’nın ikinci kitabı Yeni Başlamayanlar İçin Sinema geçtiğimiz aylarda Fam Yayınları tarafından yayımlandı. Sayıcı, kitabını sinema sanatını sadece izleyerek değil üzerinde düşünerek, tartışarak, kafa yorarak hayatına dahil edenler için yazmış. Kitabın içinde yer alan yazılar daha önce çeşitli dergilerde farklı konularda yazdığı makalelerden ya da daha derinlikli analizleri arasından seçilerek oluşturulmuş.
Fırat Sayıcı’nın kitabında sinemada reklamın önemi ve sosyal medya ile olan ilişkisi, dünya sinemasında işçi filmleri, gişe ve festival olgusu, Matrix serisi ve şüphecilik, Türk sinemasında Arzu Film ekolü, Türk sinemasında gerçekçilik ve sinemaya dair daha birçok sorunun cevabını bulabilirsiniz.
Sayıcı ile kitabındaki konulardan başlayarak Türk sineması ile ilgili uzun bir röportaj yaptık. Fakat öncesinde Fırat Sayıcı’yı size tanıtmak istiyorum.
Aslında doktor olmak isteyen Sayıcı, Yıldız Teknik Üniversitesi Malzeme Mühendisliği’nden mezun ama hiç mühendislik yapmamış. Okulda sinema kulübüyle tanışmış ve o kulüpte dört yıl boyunca başkanlık yapmış. Kısa filmler çekmiş. Yıldız Kısa Film Festivali’ni düzenleyenler arasında yer almış. Ve bol bol sinema kitabı okumuş.
Sonra Selçuk Üniversitesi Sinema Televizyon Bölümü’nde yüksek lisans yapmış. Şimdi de doktorasını yapıyor. Tez konusu ise Sinemada Yol ve Yolculuk.
Birçok festivalde kısa film ve uzun metrajda jüri üyeliği yapmış ve yapıyor. İyi bir bütçe bulabilirse kısa film çekmeye de devam etmek istiyor. Ve üzerinde çalıştığı iki kitap projesi var, ikisi de kısa film üzerine.
İNTERNET SAYESİNDE SİNEMADA TÜRK FİLMLERİ İZLENİYOR
Kitabınızda, Avrupa’da bilet satışları düşerken bizde yüzde 22 arttı diye yazmışsınız. Bunu Türk sinemacıları nasıl başardı sizce?
O yazıyı birkaç sene önce yazdım şimdi daha da arttı bu sayı. Şu an yüzde oranını tam olarak bilmiyorum ama ortalama 60 – 70 milyon arası bilet satılıyor Türkiye’de. Yani bu kişi başı bir bilet anlamına geliyor. Tabii ki bu demek değil ki herkes yılda bir kere sinemaya gidiyor. Gitmeyen de büyük bir kesim var. Ama arka arkaya birkaç kere filme giden insanlar da var. Bunun en büyük sebebi bence internet. Eskiden biliyorsunuz kolay kolay filmlere ulaşamazdık. VHS vardı, Betamax vardı. Sonra DVD’ler ve CD’ler çıktı. Eskiden filmlere ulaşmak çok zordu ama belki de o zamanlar sinema daha değerliydi. Şimdi her şeye ulaşabildiğimiz için ve korsanın yaygınlaşmasıyla artık Türk seyircisi şu kafaya girdi. Ben nasıl olsa yabancı filmleri Türkiye’ye gelmeden önce birçoğunu korsanda izleme şansını buluyorum. Ama işte özellikle BKM’nin, TAFF’ın yaptığı büyük gişe işleri, komedi işleri de hemen internete düşmediği için mecburen sinemada izliyor.
Bir de tabii ki işin şöyle sosyolojik bir boyutu var. Son yıllarda ekonomik güçlük artmasına rağmen insanlar biliyorsunuz 15 – 20 lira verip sinemaya gidiyorlar. Çünkü en ucuz eğlence olarak onu görüyor. Ailesini alıyor yanına, patlamış mısırını ve kolasını alıyor. Tabii ki bir yüz, yüz elli liraya çıkıyor ama yine de en ucuz eğlence. Bir yere tatile gidemiyor, çok güzel klas bir yerde yemek yiyemiyor, ailesiyle hafta sonu bir yere, pikniğe gidemiyor, günü birlik bir yere tatile gidemiyor. Halkımızın tiyatroya da fazla ilgisi yok maalesef. Dolayısıyla en ucuz eğlence ama oluyor. Sinemaya gittiğinde de çoğu zaman hangi filme gideceğini bile bilmiyor. Ama yabancı filmleri gördüğü zaman ben bunu internetten izlerim diyor. Gerçekten de düşmüş oluyor internete. Niye ona para vereceğim gözüyle bakıyor. Otomatikman Türk filmini tercih ediyor.
Özellikle büyük şirketlerin iyi reklam yapmaya başlamaları da çok etkili oldu. Hollywood formüllerini çok iyi uygulayabiliyorlar artık. Bir senaryo, özellikle komedi senaryosu nasıl olur, nasıl işler, nasıl başlar, nasıl gelişir ve nasıl biteri artık daha iyi biliyor yapımcılar.
Prototipini çıkardılar yani
Evet çıkarttılar. Özellikle BKM’nin yaptığı işlere bakın hepsi standarttır. Sadece ambalaj değişir. Oyuncuları bile aynıdır. Hikâyeler üç aşağı beş yukarı aynıdır ama filmi iyi bir Hollywood janrına oturtmuşlardır. Bu da tabii ki başarıyı getiriyor. TAFF’ta aynı şekilde bunu yapabilen şirketlerden.
Ve bir de dizi oyuncularının sinemaya yansıması var. Sonuçta sevdikleri oyuncuları görüyorlar ve diyorlar ki “Ben bu filmde ağlayacağım” veya “Bu filmde güleceğim”, bunu biliyorlar. Bu yüzden de gişe satışlarımız yabancı filmlere göre daha da yükseğe çıkıyor. Umarım böyle de devam eder.
Peki bu açıklamanız üzerine hemen sorayım, günümüz komedi filmlerini nasıl buluyorsunuz? Bir yazınızda “tuvalet komedileri” diye bir tanımlamanız var. Hangi filmleri kastettiniz bununla?
İsim olarak söylemeyeyim. Tuvalet komedisi artık sinema jargonumuza oturan bir kalıp oldu. Tek düze, birbirinin aynı hikâyeleri anlatan, neredeyse aynı komedi oyuncularını oynatan, eril bir dile, kaba saba ve bel altı esprilere dayanan, kadını aşağılayan, seks üzerine anlaşılması güç komedi yapmaya çalışan, gaz çıkartma ve küfür gibi şeylerden medet uman filmler bunlar. Bir yılda vizyona giren komedi filmlerimizin dörtte üçü bunlardan oluşuyor ne yazık ki.
YAPIMCILARIN YÜZDE OTUZU SAHTEKÂR
Şu anda Türk sinemasının en büyük sorunu ne sizce?
Çok fazla sorun var ama birincisi bilet fiyatları çok yüksek. Bilet fiyatlarının yüksek olması sadece seyirciyi etkilemiyor, yapımcıyı da etkiliyor. Çok büyük bir oranı vergiye gidiyor. Sinema salonları tabii ki kazansın, kazanmasın demiyorum ama öyle bir noktaya geldiler ki artık film seçmeye başladılar. O filmi göstermem, bu filmi gösteririm. Hep gişe işlerini göstermeye başladılar. İyi filmleri göstermediler. Kelebekler girecek vizyona 30 Mart’ta, kim bilir kaç kopya çıkacak. Az kopya çıkacak muhtemelen. Onun karşılığında BKM’nin herhangi bir sıradan filmini, televizyonda izleyebileceğimiz bir filmini beş yüz salonda görebileceğiz. Bu tarz sorunlar çok büyük.
Yapımcıların yüzde yirmisi, yüzde otuzu sahtekâr. Bunu çok net söylüyorum, sahtekâr. Kara para aklamak için çekenler var, bu tarz ortamlara girebilmek için. Oyuncularla tanışmak için bile film çeken var. Zengin adamlar bunlar. Tekstilci, sanayici, fabrikatör sektörle alakası yok ve hiç de bir şey bilmiyor. Saçma sapan bir film çekiyor ve parasını aklıyor. Böyle çok insan var ve bunlar sektöre zarar veriyor. Bir noktadan sonra parasını ödemiyor insanların. Çünkü batıyor film. Derdi de değil; nasıl olsa bir daha film çekmeyecek. Bu büyük bir sorun sinemamız için.
Sektör kendi içinde hâlâ sendikalaşamadığı için, hâlâ kendi haklarını savunamadığı için, dizilerde de görüyoruz bunu. Herkesin her yerde borçları ve alacakları var. Yani işler yarım yamalak dönüyor. Hiçbir şey planlandığı gibi gitmiyor.
En önemli sorunlardan biri de seyircinin, sinema konusunda henüz yetişmemiş olması. Biraz daha bilinçli ve kültürlü bir seyirci olursa daha kaliteli filmlerin vizyona gireceğini görebiliriz. Arz, talep meselesi sonuçta.
Ayrıca menajer sorunu var. Bu çok yerde konuşulmaz. Menajerlerin de çok zeki ama kötü niyetli hareket edenleri var. Oyuncularını bir maşa gibi kullanıp yapımcılara ve yönetmenlere karşı ya da set ekibine karşı işi zora sokuyorlar. Mesela bir filmin halkla ilişkilerini yapıyorsun, birini bir yere çıkaracaksın, menajeri haber bile vermemiş. Adamın haberi yok yani. Yüz yüze gelince soruyorsun, “Niye oraya çıkmadın” diye. “Menajerim bana söylemedi ki” diyor. Bu tarz sorunlar oluyor.
Neden böyle davranıyor menajerler?
Menajerlerin en büyük derdi maddi. Çok zaman harcamak istemiyorlar. Paralı yerlere gitmek istiyorlar. Örneğin Kanyon’da söyleşi var elli bin lira vereceğiz desek koşa koşa gelirler. Ama kanallardan birine gideceğiz, programa gideceğiz söyleşi var desek ayarlamamak için elli takla atarlar.
BİR YAPIMCI OYUNCUYA DAVA AÇSA SORUN ÇÖZÜLECEK
“Seyircilerin bir kısmı sinemaya gittiğinde çoğu zaman hangi filme gideceğini bile bilmiyor” dediniz, peki bir filmi doğru tanıtmak için neler yapmak gerekir?
Türkiye’de yapımcıların yaptığı en büyük yanlış film bitiyor, çekimler bitiyor, afişi tasarlıyorlar, fragmanı tasarlıyorlar ondan sonra bir PR’cıyla masaya oturup “Biz bu filmi nasıl tanıtabiliriz?” diyorlar. Ama sen zaten her şeyi kilitlemiş oluyorsun orada. Bir PR’cının sana profesyonel olarak yardım edebilmesi için filme işin başında dahil olması gerekiyor. Taa çekimlerden önce, hatta kastına bile karışması lazım PR’cının. Yani karışmaktan ziyade yol göstermesi, önermesi lazım.
Ne açıdan diyorsunuz bunu?
Mesela yapımcı bazı işlerimizde bize diyor ki, “Biz bu oyuncuya çok güveniyoruz, çok ünlü bir oyuncu.” Ama ben onu biliyorum ki hiçbir haber karşılığı yok. Hatta o kişiden nefret eden televizyoncular ve gazeteciler var. Bu gibi ayrıntıları bilmedikleri için, “Bunun reytingi var, gişesi var, bu güzel haber yapar.” diyor. Ya da şunu bilmiyor, o senin çok güvendiğin adam hiçbir yere çıkmıyor. Kendisi reddediyor zaten. “Annem hastalandı, babam hastalandı, ayağım kırıldı, uyanamadım, gelemiyorum, oraya çıkmasam mı, başka bir yere çıkayım.” gibi elli tane yalan atıyor çıkmamak için. Şimdi siz bunu yapımcıya söylediğiniz zaman yapımcının da bu tarz oyuncular üzerinde yaptırım gücü olmadığı için öyle havada kalıyor. Siz bu sefer bu tarafta basın mensubuna rezil olduğunuzla kalıyorsunuz. Bir yandan yapımcı diyor “Hani nerede, beni haber yaptıracaktın, ne oldu?” Senin oyuncun destek vermiyor ki filmine. Sen daha oyuncu üzerinde hakimiyet kuramamışsın ki, benim ne suçum var?
SABAH UYANDIĞIMDA SALONDA AHMET KURAL İLE MURAT CEMCİR’İ GÖRECEĞİM DİYE KORKTUM
Sözleşmelerine böyle bir madde koyamıyorlar mı?
Sözleşmelerin hepsinde var. Ama kesinlikle uygulamıyorlar. Bir tane aklı başında yapımcı çıkıp dava açsa, o bir emsal teşkil etse. Örnek veriyorum, “Bu oyuncu benim filmimin PR tanıtım faaliyetlerime katılmadı iki yüz bin lira maddi – manevi tazminat davası açıyorum, filmim battı çünkü gişede.” dese. Bir kere bir yapımcı bunu uygulasa ondan sonra bakın o oyuncular nasıl her telefonda “Tamam nereye çıkayım?” diye soracaklar. Var böyle oyuncular maalesef. Ama bazı akıllı oyuncular da var, biliyor ki eğer o film iş yaparsa bir sonraki filmde yapımcı bakacak bu oyuncunun gişesi iyi, bu adamın oynadığı filmler iyi iş yapıyor “Ben o zaman bu adama rol vereyim” diyecek. Bunu düşünemiyorlar, kaçtıkça kaçıyorlar. Sonuçta bir röportaj vereceksin alt tarafı. En son Ahmet Kural ile Murat Cemcir’i gördük. Her yere çıktılar, her yere. Sabah uyandığımda salonda onları göreceğim diye korktum, düşünün yani. Ama işte doğrusu da budur stratejik olarak. Cem Yılmaz da mesela, her yere çıktı. Şahan da aynı şeyi yapıyor. Yani film zamanı tanıtımını yapacaksın. Onlar nasıl olsa reklamımız yapılıyor, bilboardlarda varız, internette varız diye rahat davranıyorlar. Öyle bir dünya yok. Seyircinin o kadar çok alternatifi var ki. İstediği filme gider. Sen oraya çık ve kendini, filmini anlat, farkının ne olduğunu söyle.
ARTIK ÇOĞU SEYİRCİ SİNEMA YAZARLARINI OKUMUYOR
Klasik tanıtım mecraları olarak televizyon, gazete ve dergiler vardı. Şimdi internet sayesinde sosyal medya var. Tanıtım mecralarınız arasındaki yeri nedir sosyal medyanın?
Sosyal medyanın etkisi yüzde seksen. Bu artık çok net bir şey. Eskiden televizyonlarda çok fazla fragman yayınlanırdı reklam olarak, artık yok. Çünkü hiçbir katkısı yok. Gazete reklamları da çok düştü. Artık çok az kişi basılı gazete okuyor. Billboardlar, aslında çok iyi bir bütçeniz varsa etkili. Ama bütçeniz sınırlıysa para harcamaya gerek yok, çünkü çok pahalılar. Metro, metrobüs ve tramvay içindeki hareketli ekranlarda verilen reklamlar çok etkili çünkü hele hele metroda telefon da çekmediği için mecburen izliyorsunuz onları ve görüyorsunuz reklamları.
Sosyal medyaya gelirsek, bütün olay sosyal medyada dönüyor. Şimdi siz zaten bir filmi iyi bir gişeye ulaştırmak istiyorsanız, 15 – 25 hadi biraz daha esnetelim 15 – 35 yaş arasını hedeflemeniz lazım. Bu yaş arasındaki neredeyse her bireyin elinde akıllı cep telefonu var, evinde bilgisayarı, tableti var. Ve bu insanlar artık televizyon izlemiyorlar, gazete zaten okumuyorlar. Okuyacaklarsa bile telefonlarından okuyorlar. Dolayısıyla da onların cep telefonuna girmek zorundasınız. Bu da tabii ki sosyal medya ile ve doğru reklam planlamasıyla yapılır. Tabii bu da bir bütçe. Bir fragman durup dururken bir milyon, iki milyon kişi tarafından izlenemez. Hepsinin tasarlanması gerekiyor. Ama sosyal medyayı iyi kullanırsanız reklamınızın yüzde seksenini oradan yapacaksınızdır. Bilinirliği oradan sağlayacaksınızdır.
O kadar çok bilgi akışı var ki internette, nasıl öne çıkarabiliyorsunuz bu reklamları ve tanıtımları?
İşte reklamlamalarla, doğru reklamlamalarla. Facebook ve Instagram mecralarında demografik yapıyı seçebiliyorsunuz reklam yaparken. Facebook algoritmasını üç ayda veya altı ayda bir değiştiriyor. En basitinden şöyle bir örnek vereyim. Yapımcılar bütün Türkiye’ye sosyal medya reklamı vermeye çalışıyorlar. Bu yanlış. Siz zaten çok paranız yoksa sadece İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Antalya, Konya gibi büyükşehirlere odaklanmanız lazım. Facebook buna imkan sağlıyor. Ama adamın 20 bin lirası var, tamamını yatırıp facebook ve Twitter üzerinden bütün Türkiye’ye reklam yapıyor. Sineması olmayan, filminin o şehirlerde vizyona gireceğini bile bilmeden sen neden oraya reklam yapıyorsun ki? Doğru reklamlamayla diğerlerinin arasından çıkmanız mümkün. Ama bazen de iş tam tersine dönüyor. Reklam çok iyi yapıldı. Oyuncular çok iyi fakat film çok kötü. Fısıltı gazetesiyle anında yayılıyor. İlk üç gün çok önemli biliyorsunuz. Bazen dört yüz salonda vizyona giriyor bir film. Hatta beş yüz salon, sekiz yüz salonda giren filmler var. En yakın örneği Şahan Gökbakar’ın Kayhan filmi. Patladı film. Battı yani, battı derken parasını kurtarmıştır ama beklenilen etkiyi yaratmadı. Bu da biraz filminizin de iyi olması anlamına geliyor, sadece reklam değil.
Sosyal medyanın tanıtım kolaylığı var ama aynı zamanda seyirciden hızlı geri dönüş almanız da demek oluyor değil mi?
Aynen. O sizin hem yardımcınız hem de düşmanınız aynı zamanda. Anında silerler sizi. Şöyle düşünün artık çoğu seyirci sinema yazarlarını okumuyor, takip etmiyor. Gitmek istediği filmi Twitter’ın veya Facebook’un arama butonuna yazıyor, çıkan yorumları görüyor. Kendisi gibi seyirci olan sıradan vatandaşın yorumlarını bizimkilerden daha fazla önemsiyor ve o filmlere gidiyor. O film kötü, bu film kötü yazılıysa o filmlere gitmiyor.
BİLİNÇLİ SEYİRCİ RAHATLIKLA SİNEMA YAZARI OLABİLİR
Peki bu durum sinema yazarlarını nasıl etkiledi?
Zaten son 10 – 15 yıldır ben açıkçası sinema yazarlarının eski gücünün olduğunu düşünmüyorum, ben de sinema yazarı olmama rağmen. Hani 4 – 5 ismin haricinde ben şu yazarın yorumlarına bakıp da film seçeyim dediklerini zannetmiyorum. Basılı yayınlar hızla azaldı biliyorsunuz. Ve internet konusunda bilgili olan internete evrilen sinema yazarları biraz daha güçlendi. Ya da yeni genç arkadaşlarımız çıktı ve sinema yazarlığı konusunda bir şeyler yapmaya başladılar. Ve şimdi eskiyle yeni arasında küçük bir çatışma da oluyor zaman zaman. Ama ben bu çatışmayı çok anlamsız buluyorum. Yenilerin eskilerden öğreneceği çok şey var. Eskilerin de bunu bilerek, bu bilinçle gençlere yardımcı olması gerektiğini düşünüyorum. Ben orta kuşak sayılırım, yaşım 38. Ben elimden geldiğince büyüklerle de küçüklerle de iyi anlaşmaya çalışıyorum, orta yolu bulmaya çalışıyorum her zaman. Yeni arkadaşlara yol göstermek açısından hep elimden geleni yaptım.
Ama internet hızla bunu genele yayıyor. Eskiden 50 – 60 kişilik bir sinema yazarı topluluğu varken şimdi 150 – 200’e yakın bir sinema yazarı topluluğu var. Bunların yarısından çoğu internette yazıyor zaten. Biraz bilinçli seyirci eğer bu yönde bir kariyer planlayacaksa kendine, rahatlıkla sinema yazarı olabilir. Kimse de buna engel olamaz.
Bu nedenle mi internette sinema dergileri arttı?
Aynen. Zaten basılı sinema dergisi yok denecek kadar az. Altyazı Dergisi var hâlâ basılı olarak çıkan. Film Arası Dergisi var. Arka Pencere önce online olarak çıkmıştı. Şimdi basılı hale geçtiler. Dijitalde bizim Cine Dergi var, internette ilk online dergi aynı zamanda. Popüler Sinema var. Birçok internet sitesi var. Bu şekilde insanlar sinema yazınıyla ilgili ihtiyaçlarını karşılıyorlar.
Kitabınızdaki bir başlıkla devam edelim. Gişe filmleri ve festival filmleri diye ayrım yapmak doğru mu?
Aslında doğru değil. Sinema sinemadır ama bir ticari sinema bir de sanat sineması kapsamında bir ayrım var. Ve o ayırıma uymak zorundayız hepimiz. Çünkü gerçekten de bir tanesinin derdi para kazanmak, diğerinin derdi de kendi mesajlarını anlatmak. İşte festivallerde sanatla daha iç içe olan seyirciye ulaşmak ve onlarla bir hareket etmek için böyle bir ayırım var. Türkiye’deki festival sineması olgusu da ağırlıklı olarak şuradan kaynaklanıyor, eğer bir yapımcı veya yönetmenin parası yoksa cebinde mecburen Kültür Bakanlığı’na başvuruyor. Bir başvuru yapıyor, alamıyor. İkinci başvuruyu yapıyor alamıyor, üçüncüsünde diyelim ki aldı. Kısıtlı bir bütçeyle kafasındaki fikri ve yönetmenlik duygusunu hayata geçirmek zorunda. Sonuçta Kültür Bakanlığı size o parayı verdikten sonra, son kullanma tarihi gibi bir tarih veriyor. O tarihte teslim etmeniz gerekiyor. Yapımcı veya yönetmen özellikle genç ve acemiyse hemen panikle daha olgunlaştıramadan senaryosunu, oyuncusunu, yapım ve prodüksiyon imkanlarını filmini çekmek zorunda kalıyor. Ve açıkçası yarım yamalak bir film çıkıyor ortaya. Türkiye’de her yıl çekilen ortalama 40 – 50 tane bu tarz bağımsız, festival filmi diyebileceğimiz film var. Ama bunların kırk tanesi çöp zaten. Belki birkaç tanesi Türkiye’de çeşitli festivallerde ödül alıyor. Ve yurt dışına gidiyor. Yurt dışında da birkaç tanesi ödül alıyor, ismimizi duyuruyor ama geri kalanın hepsi çöp. Çünkü hepsi olgunlaşamadan yapılmış filmler. Ya da iki milyona çekilmesi gereken bir filmi beş yüz bin liraya çekince bu tarz sonuçlar doğuyor. Teknik imkansızlıklar ve aksaklıklar doğuyor. Ama bu demek değildir ki bir festival filmi, gişe filminden daha değerlidir. Ya da gişe filmi bir festival filminden daha değerlidir de diyemeyiz. Eğer siz iyi bir sinemaseverseniz ikisini de izlemek zorundasınız. Bazen şöyle ikiyüzlülüklere rast geliyorum. Eleman sürekli festival filmleri izliyor, bağımsız sanat filmleri izliyor. Ama Türkiye’deki gişe filmlerini kötülüyor ama Amerika’nın en iyi gişe filmlerine koşarak gidiyor. İşte Avengers’lar, Marvel’in filmleri gibi. Şimdi bu ikiyüzlülük bence. O zaman kendi ülkendeki gişe filmine de saygı gösterip onu da destekleyeceksin. Ya da kötü olmasına rağmen bazı bağımsız filmler eş, dost, akraba sisteminden dolayı çok fazla yükseltiliyor. Lobi faaliyetleri de var bunun içerisinde. Objektif yaklaşmak lazım. Hem sinema yazarı olarak, hem de sinema seyircisi olarak ya da sinema sektörü çalışanı olarak.
Kaliteli olmayan filmleri festivaller neden elemiyor?
Festivallerde ön jüri sistemi var biliyorsunuz. Ortalama üç kişi veya beş kişi ön jüri oluyor. Her festivalin ön jürisi var. Festival yönetimleri bazen kendi içlerinden de bir ön jüri yapıyorlar. Ben ona karşıyım. Mutlaka dışarıdan da sektör çalışanlarını almak durumundalar. Tabi burada işin içine bazı kişisel beğeniler ya da kişisel dostluklar da giriyor. O benim arkadaşım, zamanında onunla iş yaptım dışarıda kalmasın gibi bazen çok iyi filmlerin dışarıda kaldığını görüyoruz. Bu üzücü bir durum tabii ki. Bazı festivaller hiç açıklamıyor ön jürilerini. Sağdan soldan duyuyorsunuz. Mümkün olduğu kadar çok kişiden oluşmalı ön jüriler. Bu sektörün her dalından bir temsilcinin jüride olması gerektiğini düşünüyorum.
Türkiye’de çok fazla film festivali düzenlenmeye başladı. Aslında bu çok güzel bir gelişme ama gerçekten hakkıyla yapılabiliyor mu bu festivaller?
Yapılamıyor maalesef. Festivallerin en büyük sorunu yerel yönetimlerden destek almaları. Yani her biri neredeyse bir belediye veya valiliğe bağlı. Antalya biliyorsunuz Antalya Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı, Malatya aynı şekilde. Bu iyi bir şey bunda bir sorun yok. Ama eğer yerel yönetim, festival yöneticilerine ya da festivalin gidişatına çok fazla karışırsa, bu sefer sorunlar doğuyor. Mesela bir film var. O film festivali destekleyen veya düzenleyen belediyenin ideolojisine ters düşüyorsa onu festivale almıyorlar. Bu yanlış bir şey eğer o film iyiyse senin ideolojine ters düşse de almalısın. Bu her parti için geçerli bir şey. Bunun dışında yerel sponsorluklar var onlar da bazen işin içine karışabiliyorlar.
Yine en büyük sorunlardan biri de bir yıl içerisinde çekilen filmler üç aşağı beş yukarı aynı olduğu için hep aynı filmlerin bütün festivalleri dolaşıyor olması. Bu da bizim için sıkıntı. Çünkü biz festivallerin hepsine gidiyoruz. Gönül ister ki beş yüz film seçilsin de her festivalde farklı filmleri izleyelim. Ya da bazı ön jüriler, başka festivallerde de karşımıza çıkıyor ve hep aynı seçkiyi yaratıyorlar. Bu da yanlış bir şey. Çünkü görüş açısı aynı. Düşünsenize ben beş festivalde ön jüriyim diyelim Fırat Sayıcı olarak, önüme gelenlerin hepsi aynı zaten toplam 40 – 50 film. Çünkü her yönetmen her festivale başvuruyor. Benim fikrim değişmeyecek ki, yine ben aynı filmleri seçeceğim her festivalde. O nedenle çok fazla ön jüri olmalı ki benim fikrimi çürütebilsin. Beni zorlası,n ben de onu zorlayayım.
Bir de halka çok iyi tanıtım yapamıyorlar. Halka çok bütünleşemiyorlar. Dışarıdan getirdikleri konuklarla, sektörün çalışanlarıyla ilgileniyorlar. Halkı bir köşeye atıyorlar çoğu zaman, halka ait yeni yapımlara giremiyorlar. Özellikle doğu bölgelerindeki festivallerde halkın sinema anlayışı batıya göre çok farklı. Çoğu zaman filmlerin yarısından çıkıyorlar. Filmle bir bağ kuramıyor çünkü. Sonra da “e biçim film getirmişsiniz?” diye festivali kötülüyor. Bir film izleme kültürü yok. En son Malatya Film Festivali’nde ailecek, çoluğunu çocuğunu toplayıp içeri giren yaşlı teyzelerle karşılaştık. Filmde sürekli konuşuyorlar, telefonları ile oynuyorlar. Tabii ki halk gelsin izlesin ama onları da bir şekilde eğitmek lazım, yol göstermek lazım. Bakın bu gişe filmi değil, komedi filmi değil. Sessiz olmak lazım, başkalarına saygılı olmak lazım ve 13 yaşından küçüklerin içeri sokulmaması lazım gibi bazı kuralların da uygulanması gerekiyor.
Sektöre gerçekten faydası oluyor mu festivallerin?
Mutlaka oluyor. Bazı festivallerde büyük para ödülleri var. Yönetmen veya yapımcılar oradan aldığı parayla bir sonraki filmini çekebiliyor. Sadece uzun metraj gibi düşünmeyelim. Kısa metraj ve belgeselciler için de güzel katkılar oluyor, onlar da para ödülü kazanıyorlar. Ya da sektörel anlamda yeni insanlarla tanışıyorlar, ortak projelere giriyorlar. Kapı kapıyı açıyor.
(28 Mart 2018)
Serpil Boydak