Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):
Trabzon Uluslararası Film Festivali’nde “Mezarcı” filmindeki rolüyle En İyi Erkek Oyuncu Ödülü kazanan Emre Altuğ’u sahneden indikten sonra durdurdum, “Emre, seni sinemamızın John Travolta’sı ilan ettim.” dedim. Gülümsedi, teşekkür etti. Sanıyorum hoşuna gitti. Bilmeyenlere açıklama yapayım: Yabancıların ünlü pop şarkıcısı John Travolta kemale erince sinema filmlerinde rol almaya başladı ve sinemaseverlerin de oldukça beğenisini kazandı. Malum, bizim Emre de şarkıcılıktan sinema oyunculuğuna geçiş yaptı. (Emre Altuğ’un şarkıcılık öncesinde Konservatuar mezunu oyuncu olduğunu sağolsun yorum yapan arkadaşlardan öğrendim. Faydalı bilgi olması nedeniyle buraya da ekledim.) (04 Eylül 2017)
Aslında efkârlanmanın da kişilere göre versiyonları var. Herkes aynı sözlere, şarkılara olaylara efkarlanmıyor. Misalen birisi “Huzurum kalmadı fani dünyada”yı duyunca kendini parçalıyor, bir başkası “Olmaz ilaç sine-i sad pareme”yi duyunca kederlere gark oluyor, bir diğeri Beethoven’ın 9. senfonisini duyunca ufuklara dalıyor. Tuhaf bir alemdeyiz vesselam. (04 Eylül 2017)
“Ne de olsa kışın sonu bahardır” demiş ozan. Niye ki? Kış da bu alemin bir rengi ve neşesi değil midir? Aynı zamanda “Ne de olsa yazın sonu da bahardır”, hazan mevsimi denilse de. (10 Eylül 2017)
“Bizim Büyük Çaresizliğimiz” 15 Nisan 2011’de gösterilmişti; “Bizim Küçük Günahlarımız” ise 17 Kasım 2017’de vizyona giriyor. (10 Eylül 2017)
Film festivalleri de iyice işin suyunu çıkarmaya başladı. Daha yayınlanmamış dergide röportaj yapanları davet edip, ömrünü sinemaya vermişleri unutuyorlar. 12 yıldır yayın yapan sinema sitesine bilgi göndermeyip festival zamanı iki satır yazan dünkü çocukları çağırıyorlar. Festivale onlarca kitap hazırlamış duayen yazarı kenar köşede misafir ederken, adı sanı bilinmeyenleri en lüks yerde ağırlıyorlar. Festivallere sinemaya ve sektöre gereken kişiler iştirak etmeli ve ettirilmeli. Yakında yoldan geçenleri de görmeye başlarız festivallerde. Basın gösterimlerinde çay-kahve içmekten başka bir iş yapmayanlar olduğu gibi. Beterin beteri de var: Festivalin birisinde yanımda oturan bayana “Siz nerede yazıyorsunuz?” diye sordum. “Ben basın değilim; açılış törenini sunan falancanın arkadaşıyım. ‘Benim yalnız canım sıkılır, sen de gel’ dedi, Almanya’dan geldim.” dedi. Bu dediğim zirve sayılır. Konuğun basınla ilgisi olmadığı gibi, sinemayla da hiç ilgisi yoktu. Bazen “Boşuna kürek çekiyoruz” diye düşündüğüm de oluyor fakat “Ne yaparsak kendimiz için yapıyoruz” diyerek teselli buluyorum. Arada sırada bilgi akışında sorun olsa da sadibey.com fazla ihmal edilmiyor. Ama sadibey.com’da 5 yıldır her hafta yazan bir arkadaşı davet etmeyip, sosyal medyada yazdıkları bir-iki satır üzerinden kendilerini yazar diye lanse edenleri davet eden festivallere de gücenmiyor değilim. Sektörü tanımıyorsanız yapmayın bu işi kardeşim. (15 Ekim 2017)
Bazı şeylerin değerinin parayla ölçülmesi mümkün değil. 40 yıl öncesi İstiklal caddesindeki Atlantik Büfe’nin şişte kızartılmış Sosisli Sandöviç’i, Demirören AVM.nin olduğu yerin Emek Sineması’na dönen köşesindeki büfenin Kır Pidesi, eski Emek Sineması… Geçmiş yılların ünlü bankeri Kastelli bence Harbiye Konak Sineması’nın ah’ı yüzünden battı. Parası çok olduğu zaman sinemayı satın aldı, bol dükkânlı pasaj (O zamanlar AVM modası başlamamıştı) haline getirmeye çalıştı ve battı. Grand Pera’yı da Emek Sineması’nın ah’ı batıracak. O mekânda özel gösterim, gala, vs. yapan filmleri bile etkiler bu ah. Şuraya yazdım, “Dediydi” dersiniz. (17 Ekim 2017)
Neymiş efendim, “Kar yolları kapamışmış, dere taşmışmış, köprüleri yıkmışmış.” Hayır efendim, haberlerini doğayı suçlar gibi sunma. Onbinlerce yıldır kar yağıyordu, dere şaldır şaldır akıyordu oralarda. Sen geldin, kar yağdığı yerlere, dere yanlarına yol, üzerlerine kelepçe gibi köprüler yaptın. Suç sende. (18 Ekim 2017)
Geçenlerde “Film festivalleri işin suyunu çıkardı” demiştim. Sinema sektörümüzün de onlardan aşağı kalır yanı yok. Reklam vermedikleri web sitesi sorumlusuna, reklam vermek istedikleri web sitesinin iletişim bilgilerini sordular. Onore olsam mı olmasam mı karar veremedim. Olayım mı? (18 Ekim 2017)
Tesadüflerin büyüsü: Sanıyorum 2 gün önce, sosyal medyadan “Sonbahar Mevsimi”nin adını “Sarı Çiğdem Mevsimi” olarak değiştirdiğimi yazmıştım. Sabah kalktım, basın gösterimine gitmeye hazırlanıyorum, WhatsApp’tan bir yer bildirimi mesajı geldi. Şu sıra Ukrayna gezisi devam etmekte olan kayınbiraderim gece Lviv’den başlayan tren yolculuğunun, aydınlanan gününün sabahında büyük bir ovanın ortasından geçerken mesaj atmış. Açtım, baktım ve “Unnamed Road civarındaymışsın” diye esprili bir cevap yazdım. Basın gösterimine gittim. Filmin tahminen ilk 80 dakikası tren yolculuğunda geçiyor. Birinci büyülü tesadüf bu. Filmin Avukat ve şair olan baş kadın kahramanı, yolculuk sonunda ziyaretine gittikleri, amansız hastalık yüzünden karamsarlığa kapılmış olan ve hayatını sonlandırmayı düşünen Yavuz’a “Bir Sarı Çiçeğin Hikâyesi”ni anlatıyor ve hikâyeyi “Adam bir daha sarı çiçeğin açtığını göremeyeceğini düşündü.” diye bitiriyor. Bu da ikinci büyülü tesadüf: Sarı Çiğdem. İşe yarar bir şey yapmak istiyorsanız Pelin Esmer’in “İşe Yarar Bir Şey”ini mutlaka görün. Film desem değil, şiir desem değil, hikâye desem o da değil. Yedinci Sanat dedikleri bu olsa gerek. (20 Ekim 2017)
(13 Ocak 2018)
Sadi Çilingir