Bu sene kişisel sebeplerle İstanbul Film Festivali’ni çok yakından takip edemiyorum. Açılış gecesinde bulunduğum için açılış filmini izleme şansım oldu, onun dışında 3 adet festival filmine bilet aldım, biraz Beyoğlu, biraz Kadıköy havası bana iyi gelmekte.
Açılış Filmi “Rabiye Kurnaz George W. Bush’a Karşı / Rabiye Kurnaz gegen George W. Bush” idi. Ekip de oradaydı, sahnede kısaca onları da görmüş ve tanımış olduk. Film gerçekten yaşanmış bir hikâyeyi kurmaca türünde anlatmayı seçmiş. Berlinale’den iki ödülle dönen filmin yönetmeni Andreas Dresen, senaristi ise Laila Stieler. Başrollerde Meltem Kaptan ve Alexander Scheer isimleri var. Oğlu Murat’ın din eğitimi için Pakistan’a gidip, orada köktendinci militan olduğu haksız iddiasıyla yok yere tutuklanması ve insan haklarını hiçe sayan bir askerî üsse, Küba’daki Guantanamo Kampı’na hapsedilmesi sonrası hak mücadelesine başlayan Rabiye Kurnaz’ın gerçek hikâyesi. Almanya’nın Bremen kentinde yaşayan Rabiye Kurnaz 3 Ekim 2001 sabahı uyandığında, oğlu Murat’ın evde olmadığını görüyor ve gerçekleri öğrendikten sonra mücadelesi tam beş yıl sürüyor. Sonunda oğlunu kurtarıyor. Bu hikâyeyi öğrenen ve Rabiye hanımla tanışan yönetmen, Rabiye hanımın esprili, güçlü kişiliğinden çok etkilenerek bu hikâyeyi filmleştirmeye karar veriyor. Ödüllü oyuncu Meltem Kaptan’ın performansı şapka çıkarmalık. Yönetmenin bu dramatik hikâyeyi mizahi bir şekilde ele alma kararını da sevdim. Ancak sinematografik olarak filmden çok fazla bir beklentiniz olmasın derim. Filmin şahsen kulağıma gelmemiş olan böylesi önemli bir konuyu bilgi anlamında bana sunması adına, yani bir belgesel olmasa da filmin ‘belge’sel kısmına ve Meltem Kaptan’ın performansı adına bu filmi izlediğime pişman değilim. Ancak keşke sinemasal anlamda da özenilseymiş tadından yenmezmiş demeden geçemiyor insan.
Gelelim festival filmi olarak bilet alıp gittiğim ilk film olan Medusa (2021)’ya. Yönetmenliğini ve senaristliğini Anita Rocha da Silveira’nın yaptığı film günümüz Brezilya’sında geçiyor ve hayatını İsa’nın yoluna adamış Hıristiyan gençlere, genel anlamda gençliğe, toplumdaki seksist yaklaşıma ve bu ayrışmaların yarattığı sorunlara odaklanan fantastik gerilim türünde bir yapım diyebiliriz.
Filmde gençlerin beyinleri yıkanıyor adeta. Özellikle genç kızlara, içlerindeki her türlü dürtüyü bastırmaları, Tanrı’nın yolu için bunun gerekli olduğu anlatılıyor. Genç kızlar bunu sorgulamıyorlar, hayatlarıyla ve seçimleriyle barışıklar. Yönetmen bu noktada günümüzün sosyal medya denen ortamının gençleri etkileyişine de değinmek istediğinden bu iki konuyu birleştiriyor ve örneğin genç kızlardan biri bir sosyal medya fenomeni olsa, videolarında makyaj tanıtsa bile bunu Hıristiyanlık adı altında, yine o kurallara uygun bir şekilde yapıyor.
Filmde özellikle cinselliğin büyük bir tabu oluşu konu ediliyor. Bir genç kız, hava karardıktan sonra tek başına yürüyemez, cinselliğini yaşayamaz, eğlenemez, dans edemez. Bu kuralları çiğneyenler bu bir grup genç kızın gazabına uğruyorlar. Bir süre sonra genç kızlar içlerindeki dürtüleri fark ediyorlar ve mutsuz olmaya başlıyorlar. İçlerinden geldiği gibi hareket edebilmek istiyorlar, erkeklerle görüşebilmek, dans edebilmek, eğlenebilmek… Ancak suçluluk duygusu içlerini yiyor. İçlerine şeytan girdiğini düşünmeye, adeta akıllarını yitirecek inançlar beslemeye başlıyorlar.
Tüm bu sözde “Tanrı’nın yolu”ndaki insanların aslında son derece yüzeysel ve ötekileştirici olduğunu fark eden Mariana adlı karakterimiz yavaş yavaş çevresinden kopmaya başlıyor. Diğer kızların yaptıklarının aynısını yapmamaya başlıyor, doğuştan kıvır kıvır olan saçlarını diğerleri gibi düzleştirmek yerine serbest bırakıyor, bir erkek arkadaşı oluyor. Mariana’daki değişimi en yakın arkadaşı Michelle de fark ediyor ve ondan etkileniyor. Böyle böyle genç kızların içlerindeki bastırılmışlık git gide büyüyerek tüm grubu etkisi altına alıyor ve akabinde daha büyük bir özgürleşmeye doğru gidiyor. Filmde cinsiyet, politika ve din öğeleriyle harmanlanmış, gerçekten çarpıcı bir hikâyeyi izliyoruz aslında.
Yönetmen bir söyleşisinde Brezilya’da 2015 yıllarında sosyal medyada genç kadınların “erkeklere boyun eğmeliyiz, her istediğimizi yapamayız” minvalinde videolar çektiklerini ve gerçekten de “sokaklarda erkek arkadaşımı elimden almak istiyor, sosyal medyada en çok like o alıyor, kendini fazla gösteriyor” gibi sebeplerle kızların başka kızları ciddi ciddi dövdüklerini, bu olayların aklına Medusa efsanesini getirdiğini söylüyor yönetmen. Bildiğiniz gibi mitolojiye göre Medusa, çok güzel bir kızmış hatta öyle güzelmiş ki tüm kadınlar Medusa’yı kıskanırmış. Poseidon, karısı Athena’nın tapınağında bulunan Medusa’nın güzelliğine âşık olmuş, aşkına yeni düşmüş ve Medusa’ya Athena’nın tapınağında tecavüz etmiş. Medusa bu olaydan sonra tapınakta kalmaya devam etmiş. Daha sonra Athena bu olayı öğrenmiş ve kıskançlık krizine girerek Medusa’yı cezalandırmak istemiş. Ona verebileceği en kötü cezayı vererek ondan güzelliğini almış. Medusa ve diğer kız kardeşlerini Gorgon adı ile bilinen korkunç dişi canavarlar haline getirmiş. Medusa’nın tüm saçlarını yılana çevirmiş. Korkunç gözleri olmuş, dişleri sivrileşmiş ve yüzüne bakılmayacak hale gelmiş. Medusa masum bir kız olarak sadece güzelliğinin bedelini ödemiş. Medusa’nın bu hikâyesi her zaman cinsiyet sorununa karşı bir başkaldırı olarak anılıyor, bu filme de adını veriyor.
Sinematografik açıdan yönetmenin renk, kadraj, kamera hareketleri seçimleriyle Medusa, oldukça renkli, yenilikçi, cesur bir film. Ancak filmle ilgili iki derdim var, birincisi tür konusundaki sarhoşluk. Filmin türü “korku/fantastik” olarak geçiyor ancak filmin ilk yarısından da çoğu en fazla dram/gerilim türü diyebileceğimiz, sonlara doğru sağlam fantastik/korku öğeleri içeren, aralardaki pop stiller, müzikalimsi hâttâ komedivari hallerin de katılmayışla sonuçta çok kafası karışık bir yapım havası yaratıyor ve seyirciyi de oldukça yoruyor. İkincisi ise hikâye anlatımındaki yoruculuk. Filmin son yirmi-yirmi beş dakikası adeta eziyete dönüşüyor, sonu çok tahmin edilir olmasa da çözülme yaşanıyor aslında ve film üç saatlik bir filmmiş hissiyatı veriyor izleyiciye, yani tür karmaşasının yanı sıra anlatım diliyle de yoruyor Medusa.
Medusa bazı sahneleriyle bana Netflix’te izleyebileceğiniz Uysallar dizisini hatırlattı. Uysallar’da insanları tektipleştiren din kavramı yerine kapitalizm ve insanlar yine bir yerde kendilerini ve arzularını keşfediyorlar. Uysallar’da da kadınlar erkek mağduru. Ve Uysallar’daki karakterler de sosyal medyada çok düzgünken geceleri içlerindeki “canavar” ortaya çıkıyor.
Son kertede, evrensel bir bastırılmışlık çığlığı diyebiliriz Medusa’ya da ve seyir deneyimi olarak çok “keyifli” olmasa da, kıymetli buluyorum bu noktada böyle bir denemeyi. 37 yaşındaki yönetmenin ikinci uzun metraj denemesi ve aynı zamanda kısaları da var. Başka neler gelecek diye merak edip takibe alınabilir.
Haftaya Yang’dan Sonra ve Masumlar adlı filmleri izleyeceğim festivalden. Yeni film yorumlarında buluşmak üzere diyelim. İyi seyirler, keyifli festivaller.
(15 Nisan 2022)
Melis Zararsız
blossomel@gmail.com
“Festival’den İki Film: Rabiye Kurnaz George W. Bush’a Karşı / Rabiye Kurnaz Gegen George W. Bush ve Medusa” üzerine bir yorum
Yorumlar kapalı.