Sanatın gücünü kavramanın en kolay ve bir o kadar da etkili yollarından biri galeri ve müzeleri dolaşmaktır. Oralardan bir şeyler süzüp kendi izleğinizi oluşturmak ise sizi başarıya taşır.
Rudolf Nureyev, Sovyetler Birliği’nden kaçışıyla ünü doruğa ulaşmışsa da erken kaybıyla herkesi üzmüş dünyaca ünlü bir dansçı. Siyasetle ilgisi olmamasına, yaşamını sanata, dansa adamış olmasına rağmen, Soğuk Savaş süresince gizli örgütlerin peşinden koştuğu Nureyev’in ilginç bir kurguyla kaçışını anlatan “Beyaz Karga” gösterime giriyor.
Neden Beyaz Karga?
Sıradanların arasından sıyrılan anlamında kullanılan bir deyim Beyaz Karga. Dansçılar doğal olarak sıradan değiller ama Rudi, hep kusursuz hep dik hep güçlü bir dansçı; dolayısıyla da onların arasından da sıyrılmayı başarmış biri.
Gelelim filme… bu yıl epey bir biyografik film izledik, her biri kendince etkili. Beyaz Karga da onlardan biri, ama bir farkı var: Sanatın gerekliliğini vurguluyor. Rudi, kendini geliştirmek, en iyi olmak için öğrenme, görme, yaşama sevdasında… Sahnede miydiniz diye soranlara, “Dans etseydim fark ederdiniz” diyecek kadar özgüvenli. Film gerçekten başarılı. Soluksuz izletiyor kendisini. Kendisi de bir oyuncu olan yönetmen, filmin ritmini düşürmeden, etkisini dağıtmadan düş(ünce)lerini aktarmayı başarmış.
Bir “film tarih” çalışması…
Sözlü tarih çalışmaları yapılıyor da film tarih çalışması neden yapılmasın! İlla belgesel olması gerekmiyor ki… Soğuk Savaş yıllarının o gergin, sıkıntılı ve bir o kadar da engelleyici halini, özgüvenle o zincirleri kırma gerekliliğini ve başarmanın güzelliğini anlatıyor film, Nureyev’in kaçış öyküsüyle birlikte.
Kendisinin ülkelerin politikasıyla ilgisi yok, müzeleri dolaşıyor, sergileri geziyor, oralardan alıp kendine bir “dansçı” duruşu yaratıyor… Gecikmiş yaşına rağmen sıkı çalışıp kabul gören ve yurt dışına çıkmayı hak eden (bu arada, dansçılara pasaportlarının sadece hava alanında, sınırdan geçinceye kadar verilip sonrasında toplandığı ayrıntısı dönemin korkunçluğunun da küçük ama etkili bir kanıtı), ardından da engellendiği için de iltica etmeyi başaran birinin yaşamı, bugün de bir rehber olacak denli etkileyici.
Belleğimde kalan…
İyi bir arşivci değilim… İnternette surf yapmayı da beceremiyor olmalıyım ki, İstanbul Film Festivali’nin ilk adımları sayılacak, (artık yerinde yeller esen) Atatürk Kültür Merkezi’nin (otopark tarafındaki) küçük salonunda gösterilen iki belgeseli bulamadım ki, burada ondan da söz edebileyim. İki belgesel gösterilmişti… Biri Picasso, diğeri Rudolf Nureyev.
İki filmden de gözlerimin önüne birkaç kare geliyor o kadar… Birileri o filmleri bir kez daha izlememizi sağlayabilirse hem anılarımız canlanır hem de İstanbul Film Festivali’ne (tabii, başta Onat Kutlar ile Şakir Eczacıbaşı ve Aydın Gün’e) güzel bir selam gönderilmiş olur.
(18 Haziran 2019)
Korkut Akın
korkutakin@gmail.com