İki Yakanın Festivaliyiz

Kısacıların gözdesi Uluslararası Boğaziçi Film Festivali” geride bıraktığımız üç yılda yaptığı birçok yenilik ve değişiklere bu yıl “Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması”nı da ekledi. TRT ortaklığı ile düzenlenen “Yapım Destek Platformu”da festivalin bu yıl öne çıkan adımları arasındaki yerini aldı. Hem sektörün hem de sinemaseverlerin kalp atışlarını hızlandıran en önemli etkinlik ise hiç şüphesiz Hollywood teorisyeni, senaryo yazarlarının kutsal kitabı Story’nin yazarı Robert McKee’nin festival münasebetiyle şehrimize geliyor olması… 18 Kasım’a panel, söyleşi ve atölye çalışmalarıyla devam edecek festivalin tüm yeniliklerini ve geleceğine dair merak edilenlerini koordinatörü İrem Şentürk ile konuştuk.

Boğaziçi, Kısa Film Festivali olarak başladı, bu yıl Ulusal Uzun Metraj Yarışması’nı da bünyenize eklediniz. Kısacıları küstürmek gibi bir endişeniz oldu mu?

Kısalar hâlâ bizim için çok önemli ve hep öyle kalacak. Bu konuda çok hassas olduğumuzu söyleyebilirim. Artık uzun metrajı da içinde barındıran bir festival olmamıza rağmen kısalarımıza çok değer veriyoruz. Bana kalırsa bu hassasiyetimiz bizi özel kılan şey…

Festival her yıl kendi içinde önemli yenilik ve değişikliklerle geliyor, Boğaziçi’nin bugüne kadar olan serüvenini nasıl özetlersiniz?

Çok genç ama hızla büyüyen bir festivaliz. İlk yıl “Ulusal Kısa Film”leri yarıştırdık. İkinci yılında “Uluslararası Kısa”ları bünyemiz aldık. Geçen yıl ilk kez “Uzun Metrajlı Film”leri yarıştırdık. Ancak geçen yıl ulusal ve uluslararası filmler tek bir uzun metraj yarışması çatısı altındaydı. Bu yıl ulusal uzun metraja ayrı bir yarışma bölümü açtık.

Sizce, Ulusal Uzun Metraj Yarışması’nın festivale nasıl bir etkisi oldu?

Biz Kısa Film Festivali olarak yola çıktığımız için özellikle yurt dışında çok fazla ilgi gören bir festivaliz. Ulusal Uzun Metraj’a ayrı bir bölüm açmamız bizim en büyük farkımız oldu. Bununla birlikte daha çok duyulmaya başladığımızı söyleyebilirim. Kısası, uzunu ve diğer tüm uluslararası platformlarda… Bu yıl yaptığımız en önemli fark buydu ve çok büyük bir ilgiyle karşılandık.

O halde biraz da “Ulusal Yarışma Filmleri”nden bahsedelim, seçki nasıl oluşturuldu?

Ulusal Uzun Metraj Yarışması’nın dahil olmasıyla bu yıl ekipte çok tatlı bir heyecan vardı. Öyle güzel filmler başvurdu ki… Çok klasik belki ama yarışacak filmleri belirlemek gerçekten çok zor oldu. Jürimiz çok kıymetli ve sinerjisi çok güzel. Birbirinden güçlü filmler var.

Diğer yandan halihazırdaki projeleri desteklendiğiniz bir pitching platformu da oluşturdunuz. Bu bölümün detaylarından söz eder misiniz?

Evet, halihazırdaki projeleri bünyemizde topluyoruz ve şu anda yanılmıyorsam 8 adet projemiz var. Bu bölümde pitching nasıl yapılır, yapımcının karşısına nasıl çıkılır, yapımcılarsa bu işler dünya çapında nasıl yürür gibi başlıklar etrafında, biraz daha globale hitap eden bir eğitim veriyoruz. Eğitmenimiz Hayet Benkara, Toronto’da da bu eğitimleri veren, tüm dünya sinemasına hakim çok önemli bir isim.

TRT’nin benzer bir desteğini Antalya’da Film Forum’da görmüştük, sizce Boğaziçi’ni de seçme nedenleri nedir?

Pitching platformunda TRT bizim kurumsal iş ortağımız oldu. Bu Digiflame’in de içinde olduğu bir yapım destek bölümü… Bu bölümün sürekliliği ve TRT’nin işbirliği bizim için çok önemli. Prodüksiyon desteği 100 bin TL olarak belirlendi fakat TRT beğendiği projeyi sonuna kadar destekleme sözü verdi. Bizi seçme nedenleri bu kadar genç bir festivalin güçlü bir destekle ilerlemesini sağlamak.

Seçki, paneller, söyleşiler harika… Peki İstanbulluların festivale ilgi ve alakası nasıl?

Film seçkileri, etkinlikler çok önemli ama bu filmleri seyirciyle buluşturmak da bizim için aynı derecede önemli… Daha çok seyirciye ulaşmanın en önemli yolu maddiyattan geçiyor. Bu yüzden bilet fiyatlarımızı 5 TL yaptık, öğrencilere ise ücretsiz… Bu hem bizi hem de seyircilerimizi mutlu ediyor.

Gelelim sektörün nefesini tutarak beklediği Robert McKee’nin 16-17-18 Kasım’da vereceği seminere…

Sektör bu anı bekliyordu diyebilirim. Birçok senarist, yönetmen, yapımcı ve oyuncu başvurdu. Bu etkinliği de ücretsiz yapıyoruz çünkü festival algımıza göre böyle olması gerekiyor. Bu düsturla yola çıktığımız için amacımız etkinliklerimizi mümkün olduğunca halka açık ve ücretsiz bir şekilde gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Bu tavrımızdan dolayı da çok güzel geri dönüşler alıyoruz.

Robert McKee’nin semineri kaç kişiye açık olacak?

Kısıtlı bir kapasitemiz var, kısıtlı dediğim de 500 kişi… Ama öyle yoğun bir ilgi var ki başvuru bunun çok üzerinde. Hem öğrenciler hem de sektörden kişiler gelecek. Robert McKee’i hayatında hiç görme fırsatı bulamayacak kişilere ulaştıracak olmak bizi çok mutlu ediyor.

Son olarak sizce Uluslararası Boğaziçi Film Festivali’ni diğer festivallerden ayıran en önemli özelliği nedir?

Ödüllerimizin çok cazip olması en önemli özelliklerimizin başında geliyor diyebilirim. Ayrıca her yarışma bölümümüze eşit ve adaletli yaklaşıyoruz. Bu bizi farklı kılıyor diye düşünüyorum.

(12 Kasım 2016)

Gizem Ertürk

Kurban Olmayı Reddeden Kadın

Paul Verhoeven’in on yıl aradan sonra çektiği ve geçtiğimiz Cannes Şenliği’nde olay olmuş yeni uzun metrajı ‘O Kadın / Elle’ az sayıda salonda sessiz sedasız gösterimini sürdürüyor. Jean-Jacques Beneix’in 1985 yapımı efsane filmi Betty Blue’ya kaynaklık etmiş eserin yazarı olarak tanıdığımız Philippe Djian’ın (bizde Hakan Tansel’in çevirisinden ‘Vay…’ adıyla Ayrıntı Yayınları’ndan çıktı) 2012 tarihli ödüllü romanı ‘Oh…’dan uyarlanmış ‘Elle’. Ermeni asıllı Fransız yazarın metni ’70 ve ’80’li yıllarda Avrupa sinemasının kötü çocuğu olarak ün salmış, daha sonra demir attığı Hollywood’da tür kalıplarıyla ustaca oynamış Hollandalı sinemacı için biçilmiş kaftan. Verhoeven’in ilerlemiş yaşına rağmen hâlâ formda olması ve cüretkâr adımlar atması bizler için de keyifli bir sürpriz oldu doğrusu.

Fransızca özgün adının karşılığı olan üçüncü tekil şahıs kadının yani Michèle Leblanc’ın öyküsünü ön jeneriğin ardından karanlık perdede başlatıyor Verhoeven. Kulağımıza gelen haykırış ve inleme seslerini çözmeye çalışırken perde aydınlandığında Michèle’in maskeli bir adamın tecavüzüne uğradığını anlarız. Saldırgan çekip gittiğinde yattığı yerden doğrulan orta yaşlardaki kadının beklentilerimize uymayan davranışlarıyla şaşkınlığımız sürer. Bahçeye açılan kapıyı kilitledikten sonra yerdeki kırılmış çanak çömleği süpürür, üzerindeki giysileri çöpe attıktan sonra küvete girer ve ardından gününe kaldığı yerden devam eder.

Verhoeven daha ilk sahnelerden alışılageldik tecavüz öykülerinden bir tanesiyle karşı karşıya olmadığımızın altını çizmektedir. Şiddet yüklü erotizm içeren orta çağ fantezilerinde uzmanlaşmış tanınmış video oyunları firmasının patronlarındandır kadın. ‘Oyuncu mitolojik bir devi haklıyorsa kanının ılıklığını parmaklarında hissetmeli’ ya da ‘canavarın masum bakireye tecavüzü çok daha şehvetli bir biçimde tasarlanmalı’ şeklinde direktifleriyle genç çalışanlarını bunaltan işkolik ana karakterimiz yaşantısına hiçbir şey olmamış gibi devam ederken, hepsi de sorunlu yakınlarının dertleriyle uğraşmayı sürdürmektedir.

Uğradığı saldırının ardından evin kilitlerini baştan aşağı değiştirmeyi, kan testi yaptırmayı ya da gece bir ses duyduğunda başucuna kesici bir alet almayı ihmal etmez gerçi ancak karmakarışık duygular içerisindedir. İlerleyen zaman içinde tecavüz anını farklı biçimlerde hayal etmekten kendini alamaz. Saldırganın cüretkâr mesajlarla tacize devam etmesi onu yeni önlemler almaya iter. Biber gazı ve bir balta edinir, silah kullanmayı öğrenmeye girişir vs. Bu arada, yirmili yaşlarındaki aklı bir karış havada oğlu ve hamile kız arkadaşı, ilerlemiş yaşında genç sevgilisiyle evlenme planları yapan annesi, meteliksiz yazar eski kocasının sorunlarıyla ilgilenmeyi ihmal etmez. En yakın arkadaşı ve iş ortağı Anna’nın kocasıyla gizlice buluşmayı sürdürür. Bir akşam yemeğinde aynı sakinliğiyle gündüz vakti evinin salonunda saldırıya maruz kaldığını ve (galiba!) tecavüze uğradığını ilk kez dile getirir. Eski kocası ve yakın dostları Verhoeven’in izleyicileri gibi şaşkınlık içerisindedir. Neden polise başvurmadığını ve karanlık geçmişinin detaylarını bu noktadan itibaren öğrenmeye başlarız.

Michèle’in halen müebbet hapis cezasını çekmekte olan babası bundan kırk yıl kadar önce bir cinnet anında kesici aletlerle komşu evlere dalmış ve çoluk çocuk 27 kişiyi hunharca katletmiştir. O zamanlar 10 yaşında olan küçük kızın dehşetle bakan gözleri insanların hafızasına kazınmış, hatta katliamda parmağı olduğundan bile şüphe edilmiştir. Tüm yaşamını babasının izinden korkarak, polisten, gazetecilerden kaçarak geçirmiş olan yaralı kadının karanlık geçmişin üzerine inşa ettiği yeni hayatına polisleri sokmaya hiç mi hiç niyeti yoktur. Kendi tabiriyle ailesi ve çevresi yeteri kadar manyakla doludur ve bu tuhaflıklarla mücadele onun uzmanlık alanı haline gelmiştir artık.

Yakınlarının ve izleyicinin şaşkın bakışları altında bir kez daha kurban olmayı reddeder O. Tecavüzcüsü ile arasında yaşananlar delilik ya da kendi deyimiyle tam bir hastalık bile olsa duygularının ve fantezilerinin peşinden özgürce gitmeye ve asla yalan söylememeye kararlıdır. ‘Utanç duygusunun insanın yapmak istediklerini engelleyecek kadar güçlü olmadığının’ altını çizer bir repliğinde. ‘Beterin beteri, paçozun paçozudur’ belki ama sahte değil gerçek, Kessel/Bunuel’in ünlü ‘Gündüz Güzeli’nin yakın akrabasıdır O. Yazar Djian O’nu sosyal kodlara boyun eğmeyen özgür bir karakter olarak tarif eder. Sapkın olarak karşılanmasını toplumun kadın özgürlüğüne verdiği tepkiden kaynaklandığını savunur.

O’nun öyküsü Verhoeven’in elinde türlerle ustaca oynamaya elverişli bir malzemeye dönüşür. Djian’ın metnini ilk sahneden itibaren ‘ahlaki statüko’yu alaşağı etmede bir araç olarak kullanır sinemacı. Pek hoş bulmasak da karakterlerini kanlı canlı insanlar olarak savunur. A sınıfı Amerikalı kadın oyuncuların rolü geri çevirmesinden sonra Amerika’da yapmak istediği çekimleri Fransa’ya kaydırdığını açıklar. Lakin Fransızca çektiği ilk filminde sonuç mükemmeldir. Anne Dudley’nin (Hitchcock’un gözde bestecisi) Bernard Herrmann’ı anımsatan tınılarıyla korku dolu bir gerilim atmoferinden aile dramına, ordan güldürüye, hicve çark eden bu hınzır Verhoeven yapıtında yönetmenin de hayranlıkla vurguladığı gibi, filmi baştan sona sırtında taşıyan Isabelle Huppert bir kez daha harikalar yaratmaktadır. Haneke’nin unutulmaz ‘La Pianiste / Piyano Öğretmeni’ne akraba bir karakterde kurban olmaktan mazoşizme uzanan bir dönüşümde duygusal dalgalanmalarını bakışlar ve benzersiz nüanslarla yorumlayan usta oyuncunun muhteşem performansına bir kez daha şapka çıkarırız. 69. Cannes Film Festivali’nin açılış töreninde Amerikan püritanizmi ile dalgasını geçmeyi amaçlayan ve konuklar arasında bulunan Woody Allen’a yönelik şakasıyla küçük çapta bir skandala neden olan La Comédie-Française aktörlerinden Laurent Lafitte, Anne Consigny, Charles Berling gibi Fransız sinemasının kalburüstü oyuncuları (Huppert’in tabiriyle) bu gizemli ‘peri masalı’nın alabildiğine tekinsiz karakterleri olarak ona eşlik eder.

(11 Kasım 2016)

Ferhan Baran

[email protected]

Sen Sağ Ben Selamet

Ersoy Güler’in yönettiği ve Ufuk Özkan, Burçin Bildik, Tuvana Türkay ile Lale Başar’ın oynadığı Sen Sağ Ben Selamet, 16 Aralık 2016’da Mars Dağıtım dağıtımıyla Süreç Film tarafından vizyona çıkarıldı.
Film, müebbet hapis cezasına çarptırılan Sansar ve tahliyesine 2 gün kalan Selamet’in aynı nakil aracına binmesiyle başlayan macerayı ele alıyor. Aynı yöne giden üç kaçağın yolunun sık sık kesişmesini konu alan filmde, cezaevinden tahliyesine iki gün kalan Selamet ile müebbet cezası olan Sansar, aynı yolun yolcularıdır. Sansar’ı, Sivas Kapalı Cezaevi’ne götürecek nakil aracı, Selamet’i de memleketine bırakacaktır.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Facebook
  • Fragman: 1 / 2
  • IMDb

Sen Sağ Ben Selamet yazısına devam et

Kulak Ver! Müzik ve Sinema: Orta Avrupa Filmleri Programı Pera Müzesi’nde

Pera Film, Kulak Ver! Müzik ve Sinema: Orta Avrupa Filmleri adlı program ile Çek, Macar, Polonya ve Slovak sinemalarından oluşan bir seçkiyle müzik ve sinema ilişkisini ele alıyor. Müzik, farklı kuşaklar ve alt kültürler için tartışmasız en kolay bağ kurulabilen ortak bir deneyimi temsil ediyor. Orta Avrupa filmlerinden V4/Visegrad Grubu iş birliğiyle sunulan bu seçki, müzikaller, müzik ve müzisyenlerle ilgili filmlere ve farklı, yenilikçi biçimlere kucak açmış film müziklerine odaklanıyor. Etkinliğe destek veren V4/Visegrad Grubu, dört Orta Avrupa ülkesinin (Çekya, Macaristan, Polonya ve Slovakya) kurduğu, bu ülkelerin Avrupa’ya entegrasyonunu ve birbirleriyle kültürel, ekonomik iş birliği geliştirme amacı güden bir topluluk.

Kulak Ver! Müzik ve Sinema: Orta Avrupa Filmleri Programı Pera Müzesi’nde yazısına devam et