Karanlık Mali Meselelere Heyecanlı Aksiyon

Hesaplaşma (The Accountant)
Yönetmen: Gavin O’Connor
Senaryo: Bill Dubuque
Müzik: Mark Isham
Görüntü: Seamus McGarvey
Oyuncular: Ben Affleck (Christian), Anna Kendrick (Dana), John Lithgow (Lamar), J. K. Simmons (Ray), Jon Bernthal (Brax), Jeffrey Tambor (Francis), Cynthia Addai-Robinson (Medina), Andy Umberger (Ed), Alison Wright (Justin), Robert C. Treveiler (Baba), Mary Kraft (Anne), Seth Lee (Çocuk Christian), Jake Pesley (Çocuk Braxton), Izzy Fenech (Çocuk Justine)
Yapım: Warner Bros. (2016)

Gavin O’Connor’ın heyecanı yüksek “Hesaplaşma”, heyecanı yüksek şiddet dolu bir aksiyon gerilim. Bu film, otistik bir anti-kahramanın karanlık mali dünyadaki kanlı hesaplaşmasının peşine düşüyor.

Küçük Christian Wolff bir otistik. Yapboz oyunu oynamayı seviyor. Kız kardeşi de konuşma engelli. Kendinden küçük kardeşi Braxton’ın herhangi bir sorunu yok. 1998 yılı. Anne-babası asker olan Christian için doktor çözüm yollarını sunuyor aileye. Yapboz oynamaktan hoşlanan Christian’ın annesi onun öfke nöbetlerine dayanamıyor. Baba da kendi eğitimini oğullarının gelişimi için kullanıyor. Cakarta’ya bile götürüyor onları dövüş sanatını öğrenmeleri için. Baba, belki de kendilerini korumaları için bu eğitimi veriyor. Bu anlar filmde Christian’ın zihninden düşüyor filmin derinliklerinde. Christian, muhasebeci olarak suç dünyasının içinde yer alırken, Braxton da tetikçi oluyor.

Yönetmen Gavin O’Connor, 1964’te Long Island-New York’ta doğdu. 2004’te “Miracle-Efsane”, 2008’de “Pride and Glory-Zafer ve Gurur”, 2011’de “Warrior-Büyük Dövüş” filmleri ülkemize uğramıştı. Yönetmen O’Connor, sistemin kendine sundukları kadar karanlık mali işleri gölgeli de olsa yansıtma fırsatı bulabilmiş. 2016 yapımı sinemaskop “The Accountant-Hesaplaşma” filminde anlatılanlar gerçeğin yakınlarında dolaşıyor. Vergi kaçırmak ve muhasebe defterlerinde oyun oynamak doğalmış gibi bu dünyada. O’Connor, bu karanlık dehlizlerdeki yolsuzluklara tam bir spot ışığı düşüremese de bulanıklık içinde kalanlar anlaşılıyor. Yönetmen, filmin tıkanacağı anlarda aksiyonu öne çıkartarak bu dünyalardaki kanlı tarafları yansıtma fırsatı buluyor.

Hazine’nin aradığı adam…

Hazine Bakanlığı Suçla Mücadele Birimi’nden Ray King, ergenlikten beri suç dosyası kabarık Marybeth Medina’yı, Christian’ı araştırmasını istiyor. Karşı kahraman Christian, karanlık kişilerin muhasebesini de tutuyor. Elbette geride ölüler de bırakıyor. Medina, eski usul çalışan Ray’in yöntemleriyle Christian’ı araştırmaya girişse de teknolojiden de uzak durmuyor. Bilgisayarın tuşları da işe yarıyor. Evet Christian… O bir otistik. Hastalığından dolayı sorgulama yapamıyor ve geniş açıdan bakamıyor. Ayrıntıları eklemlendiremiyor olayların içine. ZZZ Muhasebe adında bürosu var. Hatta büronun olduğu yerde başka işyerleri de var. Şehir dışında müstakil evde yaşıyor. Kameralarla güvenliği sağlıyor. Ressam Renoir tutkunu. Kendine ünlü matematikçilerin adlarını veriyor. Medina için de zorlu bir araştırma yolculuğu bu. Karavanı da var. Yaptığı işlerden aldığı nakit paraları burada biriktiriyor.

Sert dünyanın şiddeti…

Christian’ın kardeşi Braxton da kendi çetesiyle temizlik işlerine devam ediyor. On yıldır görmediği Christian’ı da tanımıyor. Onun söylediği bir tekerleme olan, “Solomon Grundy Pazartesi günü doğdu, Salı günü vaftiz oldu, Çarşamba günü evlendi, Perşembe günü hastalandı, Cuma günü evlendi, Cumartesi günü öldü, Pazar günü gömüldü” şiirsel sözüyle tanıyabiliyor son bölümde Lamar’ın evinde. Christian, Lamar’ın robot üretim şirketinde muhasebe kayıtlarını inceliyor. Orada muhasebede çalışan Dana’yla tanışıyor. Olaylara geniş bakabilseydi belki hayatındaki ilk aşkı da yaşayabilecekti Christian. Araştırmaların sonunda zimmete para geçirmeyi fark ediyor. O sırada şirketten biri öldürülüyor. Araştırması yarım kalan Christian, Dana’yı ölümden kurtardıktan sonra yine tabancasını eline alıp ölüm saçıyor. Yönetmen bazı şeyler tamamlamamış sanki. Belki devamı gelecek. Arkasında bir dolu ölü bırakan Christian, Ford pikabının arkasına taktığı karavanıyla yollara düşüyor sonda.

İzlenimci ve dışavurumcu…

Christian, Jackson Pollock ve Pierre Auguste Renoir orijinal tablolarını saklıyor. Amerikalı Pollock (1912-1956), soyut dışavurumcu bir ressam. Fransız Renoir (1841-1919, izlenimci bir ressam. Yönetmen, birbirinden nefret eden iki estetiği bu filminde bir araya getirmiş görsel anlamda. Filmde geriye dönüşlerle, sıcak ve parlak görsellik izlenimcilikle buluşuyor. Bunun karşısında çoğu iç mekândaki gölgeleri öne çıkartan kasvetli atmosferler de dışavurumculukla buluşuyor elbette. Filmdeki müzikler de etkileyici. Kendinizi Mark Isham’ın tınılarına bıraktığınızı fark ediyorsunuz. Bu değerli film, yönetmenin filmografisinde önemli bir yer alacak sanki. Filmin orijinal adının “Muhasebeci” olduğunu belirtelim.

(28 Ekim 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Almodovar’ın 66 Yaş Dinginliği

Dünya sinemasının en renkli kişiliklerinden Pedro Almodovar üç yılın ardından çektiği ‘Julieta’ ile kadınların dünyasına dönüş yapıyor. Ellili yaşlarını süren Julieta’nın kıpkırmızı bluzunun yakın çekimiyle başlıyor film. Titreşen kumaşın altında çarpmaktadır yorgun kadının yüreği. Şefkatli Lorenzo ile Portekiz’e yerleşme hazırlıkları yaptığı sırada 12 yıldır görmediği kızından aldığı haberle Madrid’deki eski dairesine geri dönmeye karar verir, Antia ile çekilmiş yırtıp attığı fotoğrafın parçalarını biraraya getirir ve yaşadıklarını yazıya dökmeye başlar Julieta.

Ana karakterin otuz yıla yayılmış anılarını geriye dönüşlerle anlatır İspanyol usta. Genç edebiyat öğretmeninin aşk ve ölümle tanıştığı o düşsel tren yolculuğunu, bir balıkçı kasabasında yakışıklı Xoan’la birlikteliğini, kızının dünyaya gelişini, kıskançlık krizinin ardından yaşanan trajediyi adım adım önümüze serer. Kendi deyimiyle ‘has bir melodram’ çekmeyi tercih etmiştir. Çeşitli rahatsızlıklar sonucunda son yıllarda içe dönük yalnız bir yaşam sürmeyi seçmiş sinemacıdan beklenebileceği üzere, ilk dönem filmlerinin, hatta üç yıl öncesinde çektiği pek anlaşılamamış sosyopolitik taşlamasının deli doluluğundan uzak, kimsenin şarkı söylemediği, mizahın özellikle tırpanlandığı dingin bir yapıma imza atmak istemiştir 66 yaşını sürdüğü bir dönemde.

Çağımızın Çehov’u olarak tanımlanan Nobel ödüllü Kanadalı yazar Alice Munro’nun Firar (Runaway) adlı kitabında yer alan üç adet öyküden (Şans, Yakında ve Sessizlik) uyarladığı filminin mekânını Vancouver’den Madrid’e kaydırmış olan yönetmen daha önceki uyarlamalarında olduğu gibi kaynak aldığı metni kendi sinemasına uygun olarak biçimlendirmiş. Değişmez çalışma arkadaşı Alberto Iglesias’ın Bernard Hermannvari tınıları anımsatan caz geçişleri, genç Julieta’nın çekici sarışınlığı ya da ikon oyuncularından Rossy de Palma’nın ‘Rebecca’nın meşum kâhya kadınına benzer kompozisyonunun da katkısıyla Julieta’nın sır yüklü dünyasını Hitchcockyen bir tavırla ele almış. İçinde hiçbir cinayet geçmeyen, herhangi bir zanlının yer almadığı gizemli anılar bütününü sürükleyici bir polisiye hikâye kalıbında aktarma deneyiminde başarılı da olmuş. Filmin erkek karakterlerinden Lorenzo’nun Patricia Highsmith hayranlığının altını çizmesi de bu yüzden olsa gerek.

Üstadın 20. filmi olan ‘Julieta’ sinemacının çok sevdiği kadınlar evrenine adanmış bir yapım. Ana karakterin ellili yaşlarını Julio Medem’in 90’larda çekmiş olduğu ‘Kızıl Sincap / La Ardilla Roja’ ve ‘Toprak / Tierra’ filmlerinden gencecik haliyle anımsadığımız etkileyici oyuncu Emma Suárez, 80’li yıllarda geçen uçarı gençlik yıllarını ise Almodovar’ın yeni keşiflerinden Adriana Ugarte canlandırıyor. Kadınların dünyasını her zamanki çarpıcı renk skalasıyla aktarıyor yönetmen. Mavinin hüznüyle kırmızının erotizmini bir arada kullanan sanatçı, Fransız görüntü yönetmeni Jean-Claude Larrieu’nün fantastik sahne düzenlemeleri ve eşsiz kadrajlarıyla harikalar yaratmayı başarıyor yine. Bu hüzünlü öyküyü iyimser bir tonla bitirmeyi tercih eden sinemacı final jeneriğinde bir armağan daha sunuyor izleyicisine. 2012’de kaybettiğimiz Costa Rica doğumlu Meksikalı efsanevi sokak şarkıcısı Chavela Vargas’ın yürek parçalayıcı yorumundan, klasikleşmiş aşk şarkısı ‘Si No Te Vas’ın içimize işleyen “…sensiz yaşayamam, sen gidersen ölürüm…” dizeleriyle ayrılıyoruz salondan.

(28 Ekim 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Bir Peygamberin Çocukluğu

Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi (Muhammad: Messenger of God)
Yönetmen-Senaryo: Majid Majidi
Müzik: A.R. Rahman
Görüntü: Vittorio Storaro
Oyuncular: Mahdi Pakdel (Ebu Talip), Sarah Bayat (Halime), Hamidreza Tajdolat (Hamza), Arash Falahat Pisheh (Ebrehe), Rana Azadivar (Ümmi Cemil), Mohammad Asgari (Ebu Leheb), Mina Sadati (Amina), Ali-Reza Shoja Nuri (Abdül Muttalip), Mohsin Tanabandeh (Samuel), Dariush Farhang (Ebu Süfyan), Siamak Adib (Hanatte)
Yapım: Nour-e-Taban Film (2015)

İranlı yönetmen Majid Majidi’nin Hz. Muhammed’in doğumundan ergenliğe kadar geçen dönemini anlattığı “Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi” filminde insanları gözyaşlarına boğuyor etkileyici anlarıyla.

İran sinemasının değerli yönetmenlerinden Majid Majidi (Mecid Mecidi), son peygamber Hz. Muhammed’in hayatının ilk dönemlerine baktığı 2015 yapımı sinemaskop “Muhammad: Messenger of God-Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi”, İran sinemasının da geldiği önemli noktalarından biri. Filmin teknik yönleri de övgüyü hak ediyor. Filmin başlarında insan biraz hayal kırıklığına uğruyor gibi olurken, film geriye dönüş yaptığında sanat anlamında muhteşem güzelliklerini sunmaya başlıyor seyircilere. Yönetmen, daima beyazlar içindeki Muhammed’in yüzünü hiç göstermiyor. Sesi bile duyulmuyor. Muhammed konuşunca bu altyazı olarak yansıyor. Bebek Muhammed’in minik elleri ve ayakları görünüyor sadece. Çocukluğundaysa uzun saçları yüzüne düşüyor hep.

İranlı yönetmen Majidi, 1959’da Tahran’da doğdu. İran sinemasında Abbas Kiarostami, Mohsen Makhmalbaf, Asgar Ferhadi gibi önde gelen yönetmenlerden. 1997’de “Bacheha-Ye Aseman-Cennetin Çocukları”, 1999’da “Rang-e Khoda-Cennetin Rengi”, 2001’de “Baran” ve “Avaze gonjeshk-ha-Serçelerin Şarkısı” filmleri öne çıkıyor.

Işıklar içinde gelen bebek…

Bu değerli yönetmen bu filminde hikâyeye, Hz. Muhammed’in Mekke’den sürülmesiyle başlıyor. Yedinci yüzyıl… Ebu Süfyan, Kâbe’de Müslümanlara karşı savaş başlatıyor. Ortaya çıkan bu yeni din, Kâbe’ye gelen hacıları azaltırsa şehrin de geliri azalabilirdi. Araplar putlara tapıyorlardı. Elbette diğer öncü iki semavi din Museviliğe ve Hıristiyanlığa putlara tapıyorlar denmiyor. Bu saygısızlık ve hakaret olurdu. Hz. Muhammed’in amcalarından Hamza, korkunç işkencelerden yaşlı bir adamı kurtarıyor. Sonra da Mekke’den göç başlıyor. Açlık ve yokluk demek bu. Peygamber ışıklar içinde bir ayet okurken, büyükbabası Abdül Müttalip kapının dışında bunu dinlediğinde geçmişe dönüyor. Peygamber o olayı bilmiyordu ve Kuran’da vardı. Habeşistan’dan, şimdiki Etiyopya’dan fil ordusuyla gelen Kral Ebrehe (Abraha), Kâbe’yi kuşatmak istiyor. Muhammed daha annesi Amina’nın karnında. Büyük talan başlıyor. Ama bir mucize de gerçekleşiyor. Gökyüzünü kuşatan ebabil kuşları gagalarındaki küçük taşları fil ordusunun üstüne yağdırıyorlar.

Zaman geçiyor ve gökyüzünü ışıklar sarıyor. Çünkü Allah’ın sevdiği bir başka peygamber dünyaya geliyor. Hıristiyan papazları ve Yahudi hahamları bu ışığın anlamını biliyor. İsa da ışıklar içinde gelmişti. Yahudi tüccar Samuel (İşmail) bu yeni doğan bebeğin peşine düşüyor. Samuel ismine bizler İsmail mi diyorduk?

Muhammed’in babası Abdullah’la iki ay evli kalan Amina, bebeğini onsuz büyütmek zorunda. Amina’nın sütü de yok. Muhammed’in amcası Ebu Leheb’in cariyesi süt verirken, karısı Ümmi Cemil karşı çıkıyor buna. Çölde susuz kalmış bir aile Mekke’ye doğru yol alıyor. Onların da bebekleri var. Mekke’de aç kalan aile kahverengi develeri Cemil’i kasaba satarlarken, deve kaçıyor. Peşine Halime de düşüyor. Deve bebek Muhammed’in avlusuna geliyor. Memesi kurumuş Halime Muhammed’i emzirmeye başlayınca memeleri sütleniyor.

Muhammed’in mucizeleri…

Dede Abdül Müttalip bebeği, Samuel gibi düşmanlardan korumak ve Muhammed’in süt emmesi için, sütannesi Halime’nin ailesinin yanına veriyor. Muhammed güvende büyüyor orada. Halime hastalandığında şifacılar büyülerle onu iyileştirmek için uğraşırlarken, Muhammed, ona sarılıp şifa veriyor. İlk mucizesiydi bu. Elbette mucize yayılıyor. Aslında filmde çocuk Muhammed’in yaşadığı birkaç ana dokunmak gerçekten insana sıcak bir huzur veriyor. Filmi izlerken, kendiliğinden insanın boğazı düğümleniyor ve gözleri ıslanıyor.

Genç Muhammed, keçileri güderken bir ses duyuyor. Öfkeli adam, soyunun tükendiğini düşünen adam yine kız bebeği doğurmuş karısına öfkesini boşaltıyor. Muhammed mezarın içindeki tatlı bebeği alıyor ve elindeki zile bebeği sakinleştiriyor. Sonra da bebeğin babasını teskin ediyor. Muhammed’in gözleri, hiç görmediği babasına benziyormuş. Muhammed de, bebeğin gözlerinin babasına benzediğini söylüyor. Güzel sözler, ürpertici kasırgaları bile teskin ederdi. Bir an daha unutulmazdı. Deniz

kıyısında balıkçı halk kıtlıktan açlık çekiyorlar. Bu yüzden tanrılarına kurbanlar veriyorlar. Denizin içine doğru uzanan kayalıkta dışlanmış anne ve çocuklarının yanına gidiyor genç Muhammed. Sonra da mucize yaşanıyor. Dev dalga onlarca balığı kıyıya taşıyarak kasabalının açlığını bitiriyor. Filmdeki başka unutulmaz anları perdede görmek gerek. Üç saate yakın süren bu değerli film görülmeyi hak ediyor. Elbette filmi izlerken, Hintli besteci-şarkıcı AR Rahman’ın tınılarına da kulak vermeli. Bernardo Bertolucci ustanın birçok filmini gözleri olmuş büyük usta Vittorio Storaro’nun görüntüleri de muhteşemdi. Bu film, üçlemenin ilkiydi belirtelim.

(27 Ekim 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Sezonun Merakla Beklenen Filmi Ekşi Elmalar’ın Basın Toplantısı Yapıldı

1970’li yılların Hakkari’sinde bir elma bahçesinde başlayıp Antalya’da son bulan hikâyesi ile izleyicileri keyifli ve dokunaklı bir yolculuğa çıkarmaya hazırlanan Ekşi Elmalar filminin basın toplantısı Ritz Carlton Otel’de gerçekleştirildi. Basın toplantısı, 28 Ekim’de vizyona girecek olan filmin senaristi, yönetmeni ve başrol oyuncusu Yılmaz Erdoğan, Farah Zeynep Abdullah, Songül Öden, Devrim Yakut, Şükrü Özyıldız, Fatih Artman ve Ersin Korkut’un katılımıyla yapıldı.

Sezonun Merakla Beklenen Filmi Ekşi Elmalar’ın Basın Toplantısı Yapıldı yazısına devam et