09 – 15 Ocak 2015, Haftalık (Weekly) Box Office listeleri için tıklayınız. Bu listelerden alıntı veya kopyalama yapıldığında kaynak olarak Haftalık Antrakt Sinema Gazetesi’nin gösterilmesi rica olunur.
Yıllık arşivler: 2015
Yılın En İddialı Komedi Filmi Geliyor Yav He He 13 Şubat’ta Sinemalarda
Türkiye yeni bir komedi ikilisine kavuşuyor. Yav He He filmi Sabri ile Medeni’nin kahkaha dolu hikâyesini beyazperdeye taşıyor. Volkan Özgümüş’ün yönetmenliğini yaptığı başrollerini Sabahattin Yakut ve Yücel Gökçek’in paylaştığı Yav He He 13 Şubat’ta vizyona girecek. Ninelerinin hastalığına çare olmak için koyunlarını satmaya kalkışan ve başlarına gelmedik kalmayan iki kardeşin hikâyesini beyazperdeye taşıyan Yav He He şimdiden binlerce kişinin merakla beklediği bir film oldu. Beş aylık hazırlık sürecinin ardından Haziran ayında başlayan ve 3 hafta süren Yav He He filminin çekimleri, İzmit Kandıra’da ve İstanbul’da yapıldı.
- Basın Bülteni
- Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
Seni Seviyorum Rio
Stephan Elliott, Fernando Meirelles, John Turturro, José Padilha, Paolo Sorrentino, Andrucha Waddington, Vicente Amorim, Guillermo Arriaga, Im Sang-soo, Nadine Labaki ile Carlos Saldanha’nın yönettiği ve Harvey Keitel, John Turturro, Nadine Labaki ile Rodrigo Santoro’nun oynadığı Seni Seviyorum Rio (Rio Eu Te Amo – Rio, I Love You), 13 Şubat 2015’de M3 Film dağıtımıyla Kurmaca Film, Fabula Films tarafından vizyona çıkarıldı. Rio’nun egzotik doğal güzelliklerini ve insani çeşitliliğini şehirde geçen farklı aşk hikâyeleri üzerinden anlatan her bir kısa film Rio’nun farklı mahallelerinde geçiyor. On yönetmen Rio aşkını ve Rio’da aşık olmanın hikâyelerini anlatıyor.
- Basın Bülteni
- Fotoğraflar
- Web Sitesi
- Fragman: 1 / 2
- IMDb
Aşkın Üçgenleri: François Truffaut
Fransız “Yeni Dalda” akımının öfkeli yaratıcı yönetmeni François Truffaut’yu, “Unutulmayan Sevgili” ve “Evlenmekten Korkmuyorum” filmlerini paylaşmak istedik.
“Unutulmayan Sevgili…”
Sinemanın büyük yönetmenlerinden François Truffaut’nun 1962 yapımı siyah-beyaz ve sinemaskop “Jules et Jim -Unutulmayan Sevgili”, bohem ruhlu üç insanın sonu trajediyle buluşan beraberliklerini coşkulu ve kederli bir sinema diliyle yansıtıyor. Bu bir aşk üçgeniydi Fransız ruhuyla buluşan. Aşk denen şey karmaşık ve çoğul muydu? Fransız yazar Henri-Pierre Roché’nin (1879-1959) biyografik özellikler taşıyan romanından senaryoyu Truffaut’yla beraber Jean Gruault yazmış. Gerilimli, kederli ve coşkulu müzikleri George Delerue (1925-1992) bestelemiş. Filmdeki müzikler, hem de dönemlerin hem de karakterlerin ruhlarıyla buluşabilmiş. Zaman zaman müzikler sessiz dönem ruhunu da hissettiriyor. Delerue, müzikleriyle sinemaya çok şey katmış bestecilerden, büyük ustalardan. “Yeni Dalga”nın ruhu olan Raoul Coutard’ın üç insanın coşkusu ve kederiyle buluşan kamerası da bu filmi anlamlaştırmış. Filmi, Les Films du Carosse sunmuş. Yoğunlukla izlenimci estetik taşıyan bu filmin gerçek anlamda ruhu Jean Renoir’la buluşuyor. Filmde çoğunlukla zincirlemeli, bindirmeli ve kaşlı stil alıştırmaları da yapılmış. Hatta “şok zum”lu çekimler de öne çıkmış. Filmde nostaljiye ve yaşanmışlığa her an dokunabiliyorsunuz. Zumlu çekimler, daha yoğun 1960’lı yıllardan itibaren kullanılmaya başlamıştı. Truffaut, “Unutulmayan Sevgili” filminde, 1960’ların teknolojisini hem de geçmişin estetiğini hissettirmek istemiş. Filmi seyrederken kültür şoku da yaşanıyor. Hem geçmişin hem de şimdinin (1960’lar) estetiğini içi içe geçmesinden.
Bu film ülkemizde “Unutulmayan Sevgili” adıyla biliniyor. DVD’de “Jules ve Jim” adıyla yayımlandı, maalesef. Ama Türkçe dublajının çok iyi olduğunu belirtmeliyiz.
Ön jenerik öncesi Catherine’in dış sesi duyuluyor siyah fon üstünde. Catherine, “Bana, ‘Seni seviyorum’ dedin. Ben sana ‘Bekle’ dedim. ‘Al beni’ diyecektim. Sen bana ‘Git’ dedin” diyor. Ardından ön jenerik yazıları, filmin derinliğindeki bazı anlar üstüne düşüyor. Fonda da Hitchcock filmlerini çağrıştıran gerilimli müzik duyuluyor.
1912 yılıyla açılıyor film. Anlatıcının (Michel Subor) kelimeleriyle filmin içinde dolaşılıyor. Bu anlatıcının kelimeleri, sanki yazarın içeriden ve dışarıdan yorumu gibiydi. Avusturyalı Jules’le (Oskar Werner) bıyıklı Fransız Jim (Henri Serre) tesadüfen karşılaşıyorlar, dost oluyorlar ve hayatlarını etkileyen bir kadına tutku ötesi bağlanıyorlar. Jules, Almanya’dan Paris’e gelmiş ve güzel Fransız kadınlarıyla olmak istiyor. Jim bu konularda sıkıntı çekmiyor. Jules’e kız arkadaşlar bulsa da Jules’ün ruhu buluşmuyor onlarla. Jules ve Jim, sanat üstüne tartışan, edebiyat ve tiyatroya tutkun iki bohem genç. Elbette kadınlar da var. Gecenin derinliğinde duvara yazı yazan öfkeli anarşist Merlin’le (Bernard Largemains) takılan güzel ve özgür Thérèse (Marie Dubois), neşeyle onun yanından
kaçıyor, atlı arabadaki Jules’le Jim’e sığınıyor. Belki Jules için heyecan verici aşk olabilirdi Thérèse. Ama Thérèse, erkeklerden ve mekânlardan sıkılan bohem ruhlu bir kız. Jule ve Jim kafede Shakespeare üstüne tartışırken ortadan kayboluveriyor Thérèse. Onun ortadan kaybolmasını hissetmeyen iki dost, yetenekli genç ressam ve heykeltıraş Albert’in (Cyrus Bassiak) mekânına gidiyorlar. Cyrus Bassiak takma adını kullanan roman ve tiyatro yazarı, ressam Serge Rezvani, 1928’de Tahran’da doğdu. Slayttan gördükleri antik dönem kadın heykel başından etkileniyorlar. Belki de en çok belli belirsiz gülüşünden. Böyle bir kadınla karşılaşabilecekler miydi? Sanki canlıymış gibi geliyor bu kadın heykel başı onlara. Slayttan peş peşe yansıyan kadın heykel başı, insana öncü Rus yönetmen Sergey Ayzenştayn’ın 1925 yapımı siyah-beyaz ve sessiz “Bronenosets Potyemkin-Potemkin Zırhlısı” filmindeki mermer aslan görüntüsünü çağrıştırıyor estetik anlamda.
Heykelse, Adriyatik’teki bir adada bulunuyor. Jules ve Jim, gökyüzü altında canlıymış gibi duran bu kadın baş heykelini keşfetmek için adaya gidiyorlar. O gizem yüklü gülümseyişi en çok onları çeken. Anlatıcı, görüntüler üstüne bu olayı anlatırken
kamera da tüm coşkusuyla bu anları belgeliyor. Truffaut, kadın baş heykelini yansıtırken, kamerayı geriye doğru, objektifi de zum olarak öne kaydırıyordu. Truffaut, bu çekimle Hitchcock’a saygı gönderiyordu. Hitchcock’un 1958 yapımı renkli “Vertigo-Ölüm Korkusu” filminin final bölümündeki merdivenli sahneye selâm göndermiş. Truffaut, bu aşk üçgeninde her şey boşlukta diyor.
Jules ve Jim Paris’e dönüyorlar. Spor salonunda eskrim oynadıktan sonra Jim, bir biyografi yazdığını söylüyor Jules’e. İkisinin dostluklarını anlatan biyografi bu. Jules de Almancaya çevirmek istiyor bu eseri. Ama gülümseyen kadın heykel başı ikisinde de etkisini sürdürüyor hâlâ. Böyle gülümseyen bir kadınla karşılaşabilecekler miydi? Böyle bir kadın gerçeklikte olabilir miydi? Jim’in kuzinleri Paris’e ziyarete geldiklerinde bu ikisinin de hayatını derinden etkiliyor. Çünkü yanlarında Catherine’i de getiriyorlar. Catherine (Jeanne Moreau), kadın heykel başı gibi gizemli gülümsüyor. Bu anı Truffaut, kaşlı görüntüyle yansıtıyor. Siyah fonun solunda dairesel görüntü Catherine’i gösterirken,
ardından görüntü perdeyi kaplıyor. Sanki Jules’le Jim’in kalplerini kaplar gibi. İkisi birden âşık oluyorlar ona. Ama Jules’ün daha çok ihtiyacı var aşka. Üçünün bohem dostlukları gelişiveriyor birden. Beraberce eğleniyorlar. Hatta Catherine erkek kılığına girip daha çok eğlence saçıyor etrafına. Köprüdeki yarışma anı ikonik ve sinema tarihine geçmişti. Sarsıntıyla öne ve geriye kamerayla heyecan ve ilham saçılıyordu etrafa. Sinemada az görülür bir coşkuydu bu. Catherine’in babası avukat, annesiyse öğretmenmiş. İngiliz-Fransız karışımı Catherine. Ona hayranlığı ve aşkı her an büyüyor Jules’ün. Sabah Catherine’in kaldığı yere gidiyor Jim bisikletiyle. Catherine mektupları yakıyor. Yalanları yaktığını söylüyor. Valizine vitriol da koyuyor erkeklerden korunmak için. Suyu andıran sıvı zehri lavaboya döktürüyor Jim.
Birden deniz kıyısı yansıyor. Güneydeler. Paris’ten sıkılan Catherine, ikisini de buraya sürüklüyor. Kırlarda dolaşıyorlar, eğleniyorlar, yüzüyorlar. Jules ona evlenme teklifi yapıyor
cesaretini kaybetmeden. Catherine, tüm gizemiyle gizemli cevap veriyor Jules’e. Kır evinde yaşıyorlar komün gibi. Bisikletlerle gezi yapıyorlar. Jean Renoir ustanın izlenimci ruhuyla tüm doğa görüntüleri. Fotoğraf sanatına da katkı sunuyor bu film. Mutluluklar, Catherine’in sunduğu kadar.
Yağmur yağınca sıkılan Catherine, onlarla Paris’e dönüyor. Araya giren belgesel görüntüleriyse Lumiere tadı veriyordu. Jim, Jules’le Catherine’i ziyarete gidiyor. Onlara resim tablosu ve şapka hediye ediyor. Artık beraber Catherine ve Jules. Tiyatro tutkunu Jules, Jim ve Catherine’i, İsveçli bir yazarın yeni oyununa götürüyor. Tiyatrodan çıktıktan sonra hikâye ve karakterler üstüne tartışıyor Jules ve Jim. Elbette kadınlar üstüne de. Jules, şair Charles Baudelaire’in (1821-1867) sadakat üstüne sözlerinden alıntı yapıyor Catherine de duysun diye. Baudelaire, “Bir çiftin hayatında önemli olan kadının sadakatidir. Erkeğinki ikincildir” demiş. Baudelaire, “Kadın doğaldır. Yani korkunçtur” sözünü de söylemiş. Ayrıca Baudelaire genç kızlar hakkında da, “Baston korkuluğu, canavar, sanat katili, küçük kaltak” demiş ve eklemiş: “En büyük aptallıkla, en büyük sapıklığın birleşmesi…” Baudelaire, bu sözlerle kadınlara öfkesini yollamış. Baudelaire bu öfkesini, “Kadınların kiliseye sokulmasına hep şaşırmışımdır” diye yukarı çıkarmış ve ardından eklemiş: “Kadınlar, Tanrı’yla ne konuşabilir ki?..” Hınzırca Jules ve Jim’i dinleyen Catherine, beklenmedik bir şey yapıyor. “Aptalsınız” diyor ve kendini Seine Nehri’ne atıyor. Kadınlar, kalıplara sokulamazdı, tarif ve tahmin edilemezlerdi belki. Ertesi gün Catherine kafede Jim’le konuşmak istiyor. Belki de büyük kararını vermeden önce. Jim kafede saatlerce onu bekliyor ve gelmiyor. Jim kafede Thérèse’le karşılaşıyor. Thérèse, yine erkekleri ve mekânları değiştirmeye devam ediyormuş. Jim gittikten sonra Catherine geliyor kafeye. Belki de bu kaderin kırılmasıydı. Belki de kaderin kendi tragedyasını sahnelemesi. Her şey değişiyor.
Birinci Dünya Savaşı başlıyor. Jim onların izini kaybediyor. Jules Alman, Jim Fransız cephesinde. Jules, evlendiği Catherine’e sürekli mektuplar yazıyor cepheden. Jules’ün en büyük korkusu Jim’i vurmak. Karşı karşıya gelmemeyi umuyor Jules. Savaştan görüntüler belgesel olarak yansıyor bu filmde.
1920’ler… Bıyıklarını kesmiş Jim Paris’te nişanlısı Gilberte’le (Vanna Urbino) beraber yaşıyor. Kitaplar yazıyor, gazetede çalışıyor. Mektupla Jim’e ulaşan Jules onu, Ren bölgesine çağırıyor. Jules ve Catherine’in altı yaşlarında Sabine (Sabine Haudepin) adında kızları da olmuş. Sabine, Jules’den mi, yoksa başka bir erkekten miydi? Muamma olarak kalıyor. Catherine, evli bir kadın olmasına rağmen bohem ruhunu yaşayan özgür bir kadın. Jules’le beraberken başka erkeklerle de olabiliyor. Hatta yakın arkadaşları sanatçı Albert’le bile. Albert onunla evlenmek istiyor, bunun hayalini kuruyor. Jules, Catherine’in kendine âşık olmadığını hissediyor. Hatta Jim’e Catherine’le evlenmesini bile istiyor. Jim de Catherine’e deliler gibi âşık. Böylece Catherine onun uzağında olmayacak. Catherine, varoluşuyla erkekleri müptela gibi kendine bağlayan bir kadın. Etrafında hep erkekler olmalı ve o, bağımlılık yaratmalı. Bir atmosfer gibi kuşatan mutsuzluk Catherine yüzünden. Jules, kendini doğaya adamış, yazılar yazan etrafında Catherine’in olmasından mutlu olan biri sadece. Tek korkusu Catherine’i bir daha görememek. Bir de Thérèse var. Aynı erkeklerle aynı mekânlarda sürekli kalamayan biriydi. Bir de Jim’in aşkını sabırla bekleyen Gilberte de var. Bu filmdeki tüm kadınlara selâm gönderiyoruz. Biliyorsunuz, doğaya vahşice ve zalimce davranan toplumlar, aynısını kadınlara da yapıyorlar. Doğa ve kadın saygıdeğerdir.
Jules, sevdiği oynayan sandalyesinde “dişil” ve “eril” kelimeler üstüne konuşuyor. Jules, “Kelimeler eşdeğer olarak” diyor, “Lisandan diğerine cinsiyeti değişiyor. Fransızcanın tersine ‘savaş’, ‘ay’, ‘ölüm’ Almancada eril” diye vurgu yapıyor. “Almancada ‘hayat’ nötr bir kelime” deyince Jim şaşırıyor. Catherine belki de Jules’ün bunalımlarından sıkılıyordur. Belki de onun “sadakat” üstüne fikirlerine acı çektirmek istiyor Catherine. Alman olanın önde olması da belki onu fazlasıyla sıkıyordur. Bira ve şarap üstüne tartışmada, sanki Alman-Fransız kültürü çarpışıyordu. Şarap ve bira insanlığın önemli buluşlarından olmalı. Bira, Eski Mısır’da beş bin yıl önce bulunmuştu. Kırlara doğru koşan Catherine’in peşinden giden Jim’e Catherine, “Kendini anlat bana” diyor. Sanki onu yeni tanıyormuş gibi. Belki de yanlış erkeği seçtiğini düşünüyor. Aslında Catherine, Jules’ü bunalımlarından kurtarmak için evlenmiş onunla. Çok geçmeden Albert de geliyor kır evine. Salonda bestelediği “Le Tourbillon” (Kasırga) bestesini gitarla çalıyor. Catherine de şarkıyı söylüyor. Şarkı, “Parmağında yüzük vardı / Kollarında bilezikler / Şarkı söylerken sesi / Beni büyüledi / Gözleri, zümrüt gözleri içime işledi / O şiddetli yüzü beni esir etti / Tanıştık, bir daha tanıştık / Ayrıldık, bir daha ayrıldık / Konuştuk, ısındık birlikte / Sonra ayrıldık / Herkes kendi yoluna gitti / Hayatın burgacında…” diye sürüp gidiyor.
Jim, Jules ve Catherine’le biraz daha kalıyor kır evinde. Catherine, Jim’den Goethe’nin “Gönül Yakınlıkları” romanını istiyor birden. Catherine mutsuz. Jim’e yakınlık gösteriyor ve ilk defa onu öpüyor. Fonda duyulan müzik sanki Jules’ün kederini hissettiriyor. Jim, Jules, Catherine ve Sabine kır evinin önünde masada mutluluk yemeği yiyorlar. Truffaut bu anda da Hitchcock ustanın “Vertigo-Ölüm Korkusu” filmine selâm gönderiyor. Hitchcock’un filminde James Stewart ve Kim Novak öpüşürken, kamera da onların çevresinde dönüyordu. Bu iki filmde de bu estetik alıştırmanın anlamı final bölümünde anlamlaşıyordu. Sonra Jim Paris’e, Gilberte’e dönüyor. Jim, fedakâr nişanlısıyla evlenmek istiyor. Bu hemen olabilir miydi? Jim, Jules’den mektup alıyor ve trenle Renn’e gidiyor. Catherine ortadan kaybolmuş ve Jules mutsuz. Ama bu Catherine, beklenmedik bir anda dönüveriyor. Jim’e sığınmak istiyor Catherine. Bu film, melodram kıyılarında dolaşsa da Hollywood’un derin melodramlarının içine düşmüyor. Hatta Alman karamsarlığına da düşmüyor. Trajedi olsa bile her şey bitmiyor ve hayat devam ediyor.
Jim Paris’e dönmek için tren garına giderken Catherine de onu uğurlamak istiyor. Jim bilet bulamıyor. Kır evine dönüyorlar. Ertesi gün trenle Paris’e dönüyor Jim. İlişkilerinin bittiğini düşünüyor Jim. Mektuplaşmalar da sürüyor Catherine ve Jim arasında. Catherine’in son mektubunda kamera havada uçarken, zincirlemeli kurgu “bindirmeli” çekime dönüşüveriyor. Çerçevenin sağında Catherine’in görüntüsü, doğa ve mektup üstüne yansıyor. Seyirci, mektubu Catherine’in sesinden duyuyor. Truffaut bu filminde sinema tarihinde o ana kadar bulunmuş tüm teknik buluşları filminde anlam yaratarak kullanmış. Biliyorsunuz, havadan fotoğraflar ve görüntüler ilk defa Birinci Dünya Savaşı’nda bulunmuştu. Truffaut bu buluşu, diğer teknikler gibi estetik değer olarak kullanıyor sıkça filminde. Elbette Jim’in Gilberte’le evlenme isteği bir süre daha gecikiyor bu mektuplaşmalarla. Jim, Catherine’in sıcaklığına düşmeyi hâlâ hayal ediyor çünkü. Catherine, salında Gilberte’i kıskanıyor. Hatta depresyona giriyor ve yemek bile yemiyor.
1930’ların başı… Catherine’in artık bir otomobili de var, Paris dışında Seine kıyısında bir kır evine yerleştikten sonra. Jim onlarla sinema salonunda karşılaşıyor. Sinemada, Nazilerin kitapları yakışının belgeseli gösteriliyor. Truffaut, Ray Bradbury’nin romanından 1966 yapımı renkli “Fahrenheit-Değişen Dünyanın
İnsanları” bilimkurgusunu yapmıştı. Truffaut, kendi kendinin öncülü oluyor. Jules ve Catherine, yine hayatına giriyor Jim’in. Ama hiçbir şey eskisi gibi değil artık. Jim, Catherine’le sevişse de. Hatta bebek sahibi bile olmak istiyorlar. Giderek Catherine’in psikolojisi bozuluyor ve depresyon onu ele geçiriyor. Jim’in Gilberte’le evlenmemesi için onu tabancayla vurmayı bile deniyor. Sonunda trajediler yaşanıyor ve Jules bu hayatta yapayalnız kalıyor. Onun sondaki kederli yürüyüşü insanı gerçekten bir boşluğa düşürüyor.
Filmde her şey klasik romanın giriş, gelişim ve sonuç tarzıyla oluşuyor. Ama filmi seyrederken, anlardan parçalar gibi yansıyor her şey. Bunda kurgu ve kamera hareketlerinin yardımı oluyor. Truffaut eski zamanlardaki teknik buluşları da kullanıyor bu filminde sıkça. Truffaut, sinemanın öncü yönetmenlerinden Georges Melièse’e de selâm göndermiş kaşlı görüntü tekniğiyle. Biliyorsunuz Melièse, “zincirlemeli” ve “bindirmeli” teknikleri de bulmuştu ayrıca. Bazı anlarda görüntüler donuyor ve fotoğrafa dönüşüyor. Bu bir nostalji ve bir yaşanmışlık hissi veriyor. Filmde yoğun olarak “kararma” tekniğinin de kullanıldığını belirtmeli. Truffaut’nun bu filminin, “Yeni Dalga” akımının temel filmlerinden biri olduğunu da hatırlatmalıyız.
“Evlenmekten Korkmuyorum…”
François Truffaut’nun 1969 yapımı renkli ve sinemaskop “La Sirène du Mississipi-Evlenmekten Korkmuyorum” filmi, bir kadının güzelliğine mağlup olan ve suça bulaşan bir adamın dramını anlatıyor. United Artists’in sunduğu film, William Irish’in “Waltz into Darkness” (Karanlığın İçine Vals) polisiye romanından uyarlanmış. Bu roman ülkemizde 1973 yılında Akba Yayınevi’nce “Sonsuz Vals” adıyla yayımlanmıştı. Senaryoyu Truffaut’nun kendisi yazmış. Gerilimi de yaşatan müzikleri Antoine Duhamel bestelemiş. Çarpıcı fotoğraflarıysa kameraman Denys Clerval yansıtmış. Truffaut’nun bu filmi ülkemizde mart 1971’de “Evlenmekten Korkmuyorum” adıyla vizyona çıkmıştı.
Film, gazetelerin evlenme ilanları üstüne açılıyor kırmızı ön jenerik yazıları geçerken. Dış ses ada hakkında bilgi veriyor önce. Reunion, Hint Okyanusu’nda küçük bir ada. Şubat 1507’de Diego Ferandez de Pereira tarafından keşfedilen ada, sırasıyla Santa Mascareigne, sonra da Bourbon adını almış. Haritada adanın
Saint-Denis bölgesi gösterildikten sonra siyah-beyaz belgesel askeri tören yansıyor. Dış ses, “1848’de Konvansiyon Hükümeti, Bourbon adını Reunion’la değiştirdi. 10 Ağustos 1792’de Tuillenes Sarayı’nı korumakla görevli ulusal muhafızlarla Marsilyalıların birleşmesinin anısına” diyor. Ardından Truffaut, bir ara yazıyla bu filmini büyük usta ‘Jean Renoir’ya ithaf ettiğini yazıyor. Uçan kamera adanın kıyılarını yansıtıyor sonra.
Truffaut bu filmini Renoir ustaya adasa da filmin birçok anında Hitchcock ruhu dolaşıyor. Filmin içine girildiğinden itibaren gizem de her yeri kuşatmaya başlıyor. Ama, usul usul. Üstü açık 1962 model Renault R4 Fourgonnette Vitrée arabayla, Louis Mahé’nin ortağı Jardine (Marcel Berbert), adanın yollarında Louis’nin (Jean Paul Belmondo) geçici kaldığı otele doğru gidiyor. Truffaut çoğunlukla kamerayı özellikle arabanın arka koltuğuna yerleşmiş kamera, seyirciye yolculuk hissi veriyor hep. Otel odasında giyinen Louis’yi heyecan sarmış. Bugün önemli ve heyecanlı bir gün onun için. Gazete ilanıyla tanıştığı Julie Roussel’le ilk defa karşılaşacak. Julie, bugün “Mississipi” adındaki gemiyle adaya geliyor. “Sirène”, yani “siren”, Eski Yunan mitolojisinde “denizkızı” anlamına geliyor. Louis’nin elinde sadece bir fotoğraf ve mektuplardaki Julie var.
Limanda gemiden herkes iniyor Julie inmiyor. Umutsuzca üstü açık 1960 model Peugeot 403 Cabriolet arabasına doğru yürüyen Louis’ye, elinde kuş kafesi olan güzel sarışın bir kadın sesleniyor. Kendisine Julie (Catherine Deneuve) olduğunu söylüyor genç kadın. Bu Julie fotoğraflardaki Julie’ye hiç benzemiyor. Louis sorgulamıyor. Karşısında bembeyaz tenli ve üstelik sarışın güzeller güzeli var. Onunla hemen kilisede evleniyor. Bir an önce bu güzellikle sevişmek istiyor Louis. Julie, sanki kaderin armağanı gibi geliyor Louis’ye. Truffaut, usul usul kutuyu açıyor. Ama bu gizemi daha da çoğaltıyor. Ama önceleri her şey mutluluk içinde geçip gidiyor Louis’nin malikânesinde. Ya açılamayan tahta valiz? Fransa’dan Julie’nin ablası Berthe’den (Nelly Borgeaud) bir mektup alıyor Louis. İçine biraz kuşku düşse de pek üstünde durmuyor. Çok geçmeden ve birdenbire her şey değişmeye başlıyor. Jardine arabayla yoldan geçerken, Julie’nin tanımadığı bir adamla,
Richard’la (Roland Thénot) tartıştığını görüyor. Malikâneye dönen Louis, tahta valizi açtığında gerçeği anlıyor. Louis daha önce banka hesabının Julie tarafından kullanılması için vekâlet de vermişti. Arabasında kederle giderken, dış ses olarak Julie’nin banka hesabını boşalttığı anlar duyuluyor. Başka şeyler de. Gerçek Julie’nin ablası Berthe adaya geliyor. Louis, Berthe’yle beraber özel dedektif Comolli’ye (Michel Bouquet) başvuruyorlar sarışını bulması için. Louis sonra Fransa’ya doğru uçuyor. Kara film ruhu da her yeri kuşatmaya başlıyor. Gerilim, merak duygusu ve macera çoğalıveriyor. Kendine Julie diyen sarışın, kara filmlerdeki “femme fatale”, öldüren kadın mıydı? Yolculukta uçak tutuyor ve gözünü güneyin incisi Nice şehrinde bir hastanede açıyor Louis. Hastanede diğer hastalarla televizyon izlerken, Julie diye bildiği sarışını fark ediyor Louis. Sarışın, St. Tropez’de “Phoenix” adındaki bir gece kulübünde revü dansçılığı yapıyor.
Gece… Louis, önce bir tabanca satın alıyor, sonra sarışının kaldığı oteli buluyor. Sarışın gece kulübüne gittikten sonra, gizlice onun odasına giriyor, sarışının gelmesini bekliyor. Sarışın çok geçmeden geliyor. Karşısında Louis’yi görünce sarışın, hem şaşırıyor hem şaşırmıyor. Sarışın, asıl adının Marion Vergano
(Catherine Deneuve) olduğunu söylüyor. Yetimhanede büyümüş, ıslahevlerinde yatmış. Hayatta en büyük korkusu da parasızlıkmış Marion’un. Bir de hapse girmekten korkuyor. Karanlıktan korkusunun nedeniyse, ıslahevinde geceleri açık ışıkta uyuyorlarmış. Richard’la Louis’ye nasıl tuzak kurduklarını da anlatıyor. Richard, gemide gerçek Julie’yi öldürüp cesedini denize atmış. Sonra parayı alan Richard ortadan kaybolmuş. Gece kulübünde para biriktirip Paris’e gitmeyi istiyormuş Marion.
Gündüz… Louis Nice’te, ikinci el üstü açılır-kapanır 1965 model kırmızı Oldsmobile F-85 Cutlass araba satın alıyor ve yola düşüyorlar. Filmdeki arabalar Peugeot’nun yılları farklı 403 serisinden. Özel dedektif Comolli de Fransa’ya, güneye gelmiş araştırmasını sürdürüyor. Marion, Aix-en-Provence şehrine gidiyor. Şehir dışında müstakil bir ev kiralıyorlar. Louis, hayatında bir daha bulamayacağı bu sarışınla bol bol sevişerek anın sunduğu
mutluluğu yaşıyor. Ya para? Para olmazsa bu sarışın yanında durur muydu? Aix-en-Provence şehri, pembe roze şarabı demek. Rozeyi suyla karıştırıp, içine buz attığınızda Akdeniz’in sıcağında insanın içi serinleyiveriyor birden. Aix-en-Provence’ta kış sürüyor. Şehirde dolaşırken Comolli’yle karşılaşıveriyor Louis. Kafede onu atlattıktan sanıyor. Peşinden gelen Comolli, sarışını kendisine teslim etmesini istiyor. Hayatında Marion gibi bir sarışını kaç defa bulabilirdi ki Louis? Marion’u kaybetmemek için tabancasıyla Comolli’yi vuruyor Louis. Cesedi de mahzene gömüyor. Artık aşk cinayeti işlemiş bir katil Louis. Kâbuslar da görmeye başlıyor.
Gündüz… Lyon şehrine gidiyorlar arabalarıyla. Rhône Nehri’nin ikiye böldüğü ve nehir limanı olan bu şehir, Romalıların ruhunu da taşıyor. Paraları da bitiyor, ama kiralık bir yere yerleşebiliyorlar. Hatta sinemaya bile gidiyorlar. Nicholas Ray’in 1954 yapımı renkli feminist wesrerni “Johnny Guitar-Dişi Kartal” filminden çıkıyorlar. Para olmayınca Marion’un da olmayacağını bilen Louis, Reunion’a dönüyor ve hissesini ortağı Jardine’e devrediyor. Lyon’daki Marion, umutsuzlukla kayıt stüdyosunda Louis’ye mektup yazar gibi plak
kaydediyor. Yolda elinden düşürdüğü plak kırılınca kendini kadere bırakıyor. Truffaut, Louis’nin dönmeden hemen önce Marion’un tüm güzelliğini gösteriyor herkese. Antik Yunan kadın heykellerini kıskandıran marion’un mermer gibi beyaz teni ve dişi manzarası bir an büyü saçıyor. Louis’nin, bu güzellik karşısında mağlubiyeti anlaşılıyor bir nebze. Louis döndüğünde yatakta uzanmış sarışının tarif edilemez düzgün beyaz bacaklarını nazikçe okşuyor, kocaman el yukarı doğru kayıyor ve mutluluk saçan anlar yaşanıyor. Truffaut sevişmeyi göstermese de zihinlerde yüzyılın sevişmesi olduğu hissediliyor.
Gündüz olduğunda çantanın içine konan paraları evde saklayan Louis ve Marion beraber restorana gidiyorlar. Louis gazetedeki haberi okuyor. Aix-en-Provence’ta su baskını olmuş. Polis, mahzende gömülü Comolli’nin cesedini bulmuş. Lyon’dan gitme vakti geliyor. Evde bir çanta dolusu parayı almak zorlaşıyor. Polis kaldıkları yeri de buluyor. Marionn para olmadan onunla gider miydi? Parasızlıktan çok korkan Marion, parasızlığı sıradanlık olarak görüyor.
Louis ve Marion, karlar altındaki Rhône-Alpes’te köy dışında bir kulübeye sığınıyorlar. Sınırı geçip bu cehennem durumdan kurtulabilecekler miydi? Parasızlık Marion’u endişe içinde bırakıyor. Louis’den kurtulabilmek için Louis’yi fare zehriyle hastalandırıyor. Kadınlar yavaş mı öldürürdü? Louis farkına varıyor. Aralarındaki bu kısa gerilimin ardından karlar içindeki yola düşüyorlar. Louis, güzelliğine mağlup olduğu bu sarına, “Çok güzelsin. Seni seviyorum” diyor. Louis ve Marion, karlı yolda bilinmeyen geleceklerine doğru yürüyüp gidiyorlar. Para yoksa Marion da yok ama…
(25 Ocak 2015)
Ali Erden
Özgürlük Yürüyüşü
Ava DuVernay’ın yönettiği ve David Oyelowo, Tim Roth, Tom Winfrey ile Martin Sheen’in oynadığı Özgürlük Yürüyüşü (Selma), 06 Şubat 2015’de M3 Film dağıtımıyla Fabula Films tarafından vizyona çıkarıldı.
1965 yılında Alabama’nın Selma kentinden eyalet başkentine giden 87 kilometrelik yolda, tarihe geçen üç protesto yürüyüşü yapıldı. Martin Luther King öncülüğündeki bu yürüyüşler kamuoyunu ateşledi ve A.B.D. Başkanı Johnson’un Oy Hakkı Kanunu’nu çıkarmasını sağladı. Film, bu tarihi olaylar zincirinin 50. yılında direnişin filizlenip dev bir insan hakları savaşına dönüştüğü, tehlikelerle ve baskılarla dolu üç aylık sürece odaklanıyor.
- Basın Bülteni: 1 / 2
- Fotoğraflar
- Web Sitesi
- Fragman
- IMDb
- Ferhan Baran Yazıyor
Cameron Diaz’ın Tercihi de Türkler
Dünyaca ünlü Hollywood yıldızı Cameron Diaz, geçtiğimiz haftalarda bir dergiye verdiği cesur pozlarda, Türk tasarımcılar tarafından kurulan Moeva mayokinileriyle objektif karşısına geçti. Benji Madden ile evlenmeden önceki son seksi pozlarını ünlü bir derginin Amerika’da yayınlanan sayısı için veren 45 yaşındaki seksi oyuncu, güzelliği ve fit vücuduyla yine çok konuşuldu. Yağmur – Damla Zırh, Burcu Togay tarafından 2012 yılında Londra’da kurulan Moeva markası, Cameron Diaz’ın yanı sıra Miranda Kerr, Nicole Scherzinger, Miley Cyrus ve Katherine Webb gibi bir çok yıldız isminde tercihi olmuştu.
Yav He He
Volkan Özgümüş’ün yönettiği ve Yücel Gökçek, Sabahattin Yakut, Ayşenil Şamlıoğlu ile Yakup Yavru’nun oynadığı Yav He He, 13 Şubat 2015’de Bir Film dağıtımıyla Yavhehe Film tarafından vizyona çıkarıldı.
Doğu Anadolu’nun Cırtik köyünde doğan Sabri ile Medeni, hastalanan nenelerinin ilaç masrafları için çareyi sahip oldukları üç koyunu satmakta bulur. İnternete verdikleri ilana İstanbul’dan müşteri çıkınca, İstanbul’a gitmeye karar verirler. Fakat hesaba katmadıkları bir şey vardır. Köyün, futbol düşkünü üç çocuğu da, İstanbul’da futbolcu olmak için onlarla gitmiştir. İstanbul’a gittiklerinde bir koyunun çalındığını fark ederler.
- Basın Bülteni: 1 / 2
- Fotoğraflar
- Web Sitesi
- Fragman
Benim Komşum Bir Melek Gülmekten Kırıp Geçiriyor
72. Altın Küre Ödülleri’nde, En İyi Komedi Filmi ve En İyi Komedi Erkek Oyuncu adaylıkları bulunan Benim Komşum Bir Melek, yılın en iddialı komedi filmleri arasında yer alıyor. Uzun saatler çalışmak zorunda olan bir annenin, 12 yaşındaki oğlu Oliver’ı, emekli, huysuz, aksi, alkol ve kumarın pençesindeki yeni komşuları Vincent’a emanet etmesiyle başlayan film, bir dizi komik olayla seyirciyi kahkahaya boğuyor. Senaryosunu ve yönetmenliğini Theodore Melfi’nin üstlendiği, Bill Murray, Melissa McCarthy, Naomi Watts, Chris O’Dowd, Terrence Howard ve Jaeden Lieberher gibi kadrosuyla dikkat çeken film 23 Ocak’ta sinemaseverlerle buluşuyor.
- Basın Bülteni
- Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
09 – 15 Ocak 2014, Bir Film Haftalık Box Office Listeleri
09 – 15 Ocak 2014, Bir Film Haftalık (Weekly) Box Office listeleri için tıklayınız.
Toprağın Tuzu, 2015 Oscar Ödülleri’nde En İyi Belgesel Film Dalında Aday Oldu
Türkiye hakları Filmartı Film’e ait olan, yönetmenliğini Wim Wenders’ın yaptığı Toprağın Tuzu (The Salt of The Earth), 2015 Oscar Ödülleri’nde En İyi Belgesel Film dalında ilk beşe kaldı. Ödüller 22 Şubat 2015 Pazar günü düzenlenecek törenle sahiplerini bulacak. Filmde, ünlü fotoğrafçı Sebastiao Salgado ile vahşi topraklara büyüleyici bir yolculuk yapılıyor. Belgesel, aynı zamanda Salgado’ların aile yaşantısına da değinen dokunaklı bir çalışma.
- Basın Bülteni
- Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
Eski Sevgiliyi Unutmanın 10 Yolu’nun Oyuncuları Basın Toplantısında Bir Araya Geldi
2014 yılında çektiği filmleriyle yılın en duygusal filmlerine imza atan başarılı yönetmen Biray Dalkıran, bu kez de Eski Sevgiliyi Unutmanın 10 Yolu ile sinemaseverlerle buluşuyor. Çekimleri Akçakoca’da tamamlanan filmin oyuncuları Atılgan Gümüş, Orçun Kaptan, Tuğçe Sarıkaya, Kubilay Güleçoğlu, Asuman Dabak ve Recep Aktuğ basın toplantısında bir araya geldiler. Filmde birbirini seven ve evlenmek üzere olan Alper ile Zehra’nın hikâyesi anlatılıyor.
- Basın Bülteni
- Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
Emine Emel Balcı’nın İlk Filmi Nefesim Kesilene Kadar, 65. Berlin Film Festivali’ne Seçildi
Emine Emel Balcı’nın yazıp yönettiği Nefesim Kesilene Kadar, dünya galası için, bu yıl 05 – 15 Şubat 2015 tarihlerinde düzenlenecek 65. Berlin Film Festivali’nin resmi bölümlerinden Forum’a seçildi. Balcı’nın ilk uzun metrajlı filmi olan Nefesim Kesilene Kadar, bir tekstil atölyesinde ortacılık yapan Serap’ın hikâyesini konu alıyor. Filmin başrollerinde Esme Madra, Rıza Akın, Sema Keçik, Gizem Denizci ve Ece Yüksel oynuyor.
- Basın Bülteni
- Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
Bir Dâhinin Filmleriyle: Orson Welles
Sinemaya hem görsel hem de içerik anlamda yeni bakış açıları sunan sinemanın gerçek dâhisi Orson Welles ustanın “Yurttaş Kane”, “Şanghaylı Kadın” ve “Dava” filmlerinin atmosferinde dolaşmak istedik. Ayrıca 2015 yılı, Welles ustanın doğumunun 100. yılı. Ölümününse 30. yıldönümü.
Orson Welles, 6 Mayıs 1915’te Kenosha-Wisconsin’de doğdu, 10 Ekim 1985’te Los Angeles-Kaliforniya’da öldü. Üç evlilik yaptı. Bunlardan en ünlüsü, 1943’te evlendiği ve 1948’de boşandığı büyük oyuncu Rita Hayworth’tu. Oscar kazanamadı. Yüzü kızaran Akademi, 1976’da ona “Onur Ödülü” verdi. İki yaşında konuşmaya başlayan Welles, radyo tiyatrosuyla Amerika’yı ayağa kaldırmayı başarabilmişti. 1938’de, H. G. Wells’in “Dünyalar Savaşıyor” bilimkurgu romanını radyoya uyarladı ve Marslıların dünyayı istilâ ettiğini anlattı. Böylece de olanlar oldu. 1941 yılında henüz 26 yaşındayken sinemanın gidişini değiştiren “Citizen Kane-Yurttaş Kane” filmini çekti ve gelecek filmleriyle de sinemanın daima taze anlatım yolları olduğunu keşfettirdi.
“Yurttaş Kane…”
Orson Welles’in 1941 yapımı siyah-beyaz “Citizen Kane-Yurttaş Kane”, anlatım ve estetik yönden sinemanın ufkunu açan bir filmdi. RKO’nun sunduğu bu filmin senaryosunu Welles, Herman J. Mankiewicz’le ortak yazmıştı. Zaman zaman gerilimi arttıran müzikleri de, sonradan Hitchcock filmlerine de destek verecek Bernard Herrmann bestelemişti. Elbette görüntüler. Fransız asıllı Gregg Toland, sinemada devrim yapan mercekler geliştirdi bu filmde. Rönesans devrinde resim sanatındaki “perspektif” kadar önemliydi. Toland, “alan derinliği” veren kısa odak uzaklıklı objektifi buldu. “Yurttaş Kane” filminde buna somut olarak dokunuyorsunuz. Öndeki özne ve nesne büyük görünürken, gerideki şeyler derinliğine göre yansıyordu. Bu teleobjektif ve geniş açılı objektiften daha geliştiriciydi. Yani görüntüde, tıpkı resimdeki gibi perspektif yaratılabiliyordu. Filmin kurgusu da çarpıcı ve ilham vericiydi. Welles, bilinen anlamda geriye dönüş olarak filmini kurgulamamış. Anlatılanları anlatanların zihninden değil, anlatılanları dinleyen gazete muhabiri Thompson’ın algılarıyla yansıyor perdeye. O mekânlar öyle miydi? Ya insanlar? Hiçbir zaman bilinemeyecek. Welles Thompson’ın yüzüne daha az ışık düşürürken, çoğunlukla onu yandan gösteriyor ve yüzü de insanın zihnine pek yerleşmiyor. Gölge anlatıcı gibiydi.
Medya tröstü William Randolph Hearst, Welles’in bu filmine büyük savaş açtı. Ama onu yok etmeye gücü yetmedi. Bu film dokuz dalda Oscar’a aday oldu sonra. Film, yönetmen (Welles), senaryo (Welles-Mankiewicz), görüntü (Toland), erkek oyuncu (Welles), kurgu (Robert Wise), müzik (Herrmann), sanat yönetmenliği-dekor (Perry Ferguson – Van Nest Polglase – A. Roland Fields – Darrell Silvera), ses (John O. Aalberg) dallarında Akademi tarafından ödüle aday gösterildi. Sadece senaryo dalında Oscar kazanabildi.
Film, ölen 37 gazetesi ve bir radyosu olan bir medya tröstü Charles Foster Kane (Orson Welles) üstüne bir belgesel – haberle açılıyor. 1941 yılında ölen Kane’in hayatı göz önünde olsa da çoğu şey bilinmeyen megaloman zengin bir adam. Onun için kimileri faşist, kimileri de komünist demiş. Xanadu malikânesinde, son sözü ”rosebud” (goncagül) olan Kane için bu kelime neyi ifade ediyordu? Bir gazete editörü, muhabiri Jerry Thompson’ı (William Alland) bu kelimenin neyi ifade ettiğini öğrenmesi için görevlendiriyor. Kane, bu barok malikâneye Xanadu adının vermesinin nedeni Kubilay’dan dolayı. Xanadu, dışarıdan silüet olarak yansıdığında gotik bir yapıya dönüşüyordu. Muhabir, korku filmlerini andıran devasa Xanadu’ya, Kane’in şimdi alkolik ikinci eşi Susan Alexander Kane’le (Dorothy Comingore) işe başlıyor. “Rosebud”ın anlamın neyi ifade ettiğini öğrenemiyor. Thompson, Philedelphia’daki Thatcher Kütüphanesi’ne gidiyor. Oradaki arşivi okurken, Kane’in yoksul çocukluğu yansıyor. Küçük Kane karda kızakla kayarken, bankacı Walter Thacher (George Coulouris) vasiliğini annesi Mary (Agnes Moorehead) ve babası Jim Kane’den (Harry Shannon) alıyor ve Charles Foster Kane zengin bir hayatın içine düşüyor. Altın madeni miras kalmış. Bankanın gözetiminde eğitimini alacak küçük Kane, 25 yaşına gelince ancak sonsuz gibi görünen servetine kavuşabilecek.
Thompson, adıyla karşılaştığı şimdi ihtiyarlamış sadık Bernstein’ın (Everett Sloane) yanına gidiyor. Kane, sosyal yardımlara önem veriyor önceleri. Avrupa seyahatinden, Amerikan Başkanı’nın yeğeni Emily Monroe Norton’la (Ruth Warrick) nişanlanmış olarak dönyor. Aklındak fikri de söylüyor. Bir gazete satın almak. En uygunu da Inquirer adındaki küçük bir gazete. Emily’yle de evlenen Kane, gazeteye tüm coşkusunu yansıtıyor. Yayın ilkeleri de yayımlıyor. En büyük rakip olarak da Cronicle adındaki çok gazeteyi görüyor Kane. Sonradan o gazeteyi de bünyesine katıyor. Avrupa’dan sürekli sanat eserleri alan ve koleksiyon yapıyor hep Kane. Thompson’ın yolu, ihtiyarlıktan artık hastanede olan Jedediah Leland’a (Joseph Cotten) gidiyor. Jedediah, Kane’in sadece kendine inandığını söylüyor Thompson’a. Ama, inancı olmayan bir adamdı diyor. Bu hayattaki en iyi dostu tiyatro eleştirmeni Jedediah ama Kane onu da kolayca yolunun üzerinden atıyor. Kane, New York’un ıslak sokaklarında
yalnız dolaşırken, dişi ağrıyan güzel şarkıcı Susan Alexander’la (Dorothy Comingore) tanışıyor, belki de hayatındaki ilk sıcak iletişimi kuruyor. Susan önce Kane’in metresi oluyor, sonra karısı. Valiliğe aday olan Kane’in yolsuzlukla suçladığı siyasi rakibi Jim W. Gettys (Ray Collins), Kane’in “ahlâk dışı” ilişkisini Emily’ye kanıtlıyor Susan’ın dairesinde. Susan’ın dairesindeki çekimler büyüsüyle insanı hâlâ heyecan veriyor. “Alan derinliği” denen estetik fotoğrafların ritüel gibi. Susan’dan ayrılmayı reddeden Kane, Emily’den ayrılıp Susan’la evleniyor ve seçimlerde Amerikan ahlâkına mağlûp oluyor. Seçim bürosunda Jedediah’ın Kane’e söyledikleri insanlara ibret olabilir miydi? Şu ana kadar olmadı. Kane gibiler, önceleri her şeye insani yaklaşıyorlar, yoksullardan yana olduğunu propagandasını yapıyorlar ve gcü ele geçirdiğinde seçmenleri, etrafındaki insanları malı gibi görüyorlar. Jedediah’ın davranışları ve yaklaşımları Kane’e bir şey ifade etmiyor. Jedediah, hayata alaycı bakan, sürekli içen bir sanat insanı.
Kane, dünyanın en kötü selsi opera şarkıcısı Susan’dan bir diva yaratmaya çabalıyor. Onun için Şikago’da opera binası bile inşa ettiriyor, dersler aldırtıyor. Gazetelerinde övgüler yazdırıyor. Bir tek Jedediah gerçekleri yazıyor eleştiri anlamında. Yeteneksizliğinin farkındaki Susan, tek teselliyi içkide buluyor Xanadu hapishanesinde. Thompson, yine Xanadu’ya, Susan’ın yanına geliyor son olarak. O da Kane’i anlatıyor Thompson’a. Salonda kederler içinde yapboz oynarken, derinlikte Kane görülüyor. “Alan derinliği” estetiğinin en ucunda bir andı bu. Sadece görsel anlamda değil, içerik anlamında da. Kameraya yakın Susan görünürken, Kane derinlikte küçücük yansıyor perdeye. Susan, bu oyundan
sıkıldığından intiharı bile deniyor. Sonunda büyük tartışmanın ardından ayrılıyorlar. Bernstein, Jedediah ve Susan’ın anlattıkları da Thompson’ın “rosebud”a ulaştırmıyor. Kane’in çıkarcı uşağı, Thompson’a “rosebud”ın kar yağıyormuş hissi veren cam küre olduğunu söylüyor. Xanadu’da eşyalar toplanırken, Thompson, Kane’in ölürken söylediği “rosebud”ın, hiç ele geçiremediği veya kaybettiği şey, olduğunu söylüyor. Vince takılı kamera öne doğru kayıyor ve yakılan eşyalar arasında “rosebud”ı gösteriyor. “Rosebud” yanarken, Kane’in özlemi de kül oluyor. Kane, gerçek anlamda sahip olduğu tek şeydi. “Rosebud”, en başından en sonuna kadar merak duygusunu ayakta tutuyor. Bu yüzden anlamını söylememeli. Hem Welles’e hem de filmine büyük saygıdan dolayı. Filmin sonunda oyuncular tek tek yansıyordu. Mercury Tiyatrosu’nun saygın oyuncularıydı onlar. Sinema tarihinin gelmiş geçmiş en iyi filmi olarak değerlendirilen “Yurttaş Kane”, daima ilham verecek.
Welles’n bu filmindeki Xanadu malikânesi de Hurst’ün, Kaliforniya’da Pasifik kıyısında ve 1 Nolu Karayolu üzerinde kondurulmuş devasa şatoya benziyor. Discovery’deki “Aerial America / Havadan Amerika” dizi belgeselinin Kaliforniya bölümünde gösterilmişti. Bu devasa yapının bitişini göremeyen Hurst, inşaatı biten yerlerde Hollywood’a çılgın partiler vermiş bu şatoda. Welles’in bir de Hurst’ün yeteneksiz sinema oyuncusu metresi Marion Davies’i, yeteneksiz opera şarkıcısı Susan Alexander karakteriyle yansıttı bu filminde. Yine Discovery’de yayımlanan “The Mistress / Metres” dizi belgeselinde altı çizilmişti bunun. Filmin Türkçe dublajının da muhteşem olduğunu belirtmeliyiz.
“Şanghaylı Kadın…”
Orson Welles’in, Sherwood King’in “If I Die Before Wake” (Uykudan Önce Ölürsem) romanından uyarladığı 1947 yapımı “The Lady from Shanghai – Şanghaylı Kadın”, sinema anlatımı ve anlarıyla sinemanın özel kara filmlerinden. Welles filmin senaryosunu William Castle, Charles Lederer ve Fletcher Markle’la beraber yazmış. Jenerikte yönetmen olarak Welles’n adı geçmiyor. Welles nedense yönetmen olarak adının geçmesini istememiş jenerikte. Zaman zaman insanı geren müzikleri de Heinz
Roemheld bestelemiş. Sinema tarihine armağan siyah-beyaz fotoğrafları yansıtan da Charles Lawton Jr. Welles bu filmi yaparken bütçe sıkıntısı yaşayınca, Hollywood’un büyük stüdyolarından Columbia’nın kurucusu ve o zamanki sahibi Harry Cohn’a başvuruyor. Filmin başrollerinde Columbia’nın “kızıl kraliçesi” Rita Hayworth (1918 – 1987) olunca Cohn’u ikna ediyor ve bu film Columbia’nın oluyor. Welles ve Hayworth bu film çekilirken evliydiler. 1943’te evlenip beş yıl evli kalmışlardı. Evliliklerine vesile olansa büyük oyuncu Anthony Quinn’di. Welles, bu film için Hayworth’un uzun kızıl saçlarını kısacık kestirmiş ve sarıya boyatmıştı. Bu yüzden de epeyce tepki de almış elbette.
“Kara İrlandalı” lâkaplı denizci Michael O’Hara (Orson Welles), New York’ta Central Park’ta dolaşırken, faytondaki sarışın Elsa’yla (Rita Hayworth) nasıl bir maceranın içine düşeceğini tahmin edemiyor. Elsa, Kaptan Michael’ı kendi yatında çalışmaya ikna edemiyor. Çapkın Michael, Elsa’nın evli olduğunu öğrendiğinde önceki kadınlar gibi macera yaşayamayacağını hissediyor. Denizcilerin takıldığı lokale, Elsa’nın iki bastonla yürüyen engelli ünlü savunma avukatı olan Arthur Bennister (Everett Sloane) geliyor ve zorla da olsa Michael’ı yatına kaptan olmayı ikna ediyor. Uzun bir yolculuk Michael’a bekliyor. Panama Kanalı’ndan
Karayipler’e, oradan Brezilya açıklarına kadar. Elsa, tüm güzelliğini mayosuyla kayalar üstünde sergilerken, hikâyeye Arthur’un ortağı avukat George Grisby (Glenn Anders) giriyor ve her şey değişmeye başlıyor. George, Michael’dan bir anlaşma karşılığı öldürmesini istiyor. Karşılığında da beş bin dolar vermeyi vaat ediyor George. Aslında öldürmeyecek, polis George’un ölü bir adam olduğuna ikna olması gerekecek. Plan basit. Ama derinlerde başka planlar yavaş yavaş su yüzüne çıkmaya başlayınca hiçbir şey tasarlandığı gibi gelişmiyor. Michael, İspanya İç Savaşı’nda Cumhuriyetçiler tarafında Franco’ya karşı savaşmış bir insan. Savaşta, Franco tarafından bir muhbiri öldürünce İspanya’da hapis yatmış.
Bu filme dokunurken hassas olmak gerekecek. Gizemler ve merak duygusu azalmamalı bu polisiyede. Çok eski klasik bir film olmasına rağmen. Brezilya kıyılarındaki piknikte, Elsa, Arthur ve George’a, kendi başından geçen ürpertici köpekbalığı vakasını anlatıyor Michael. Brezilya açıklarında oltayla balık avlarken,
oltasına bir köpekbalığı takılıyor Michael’ın. Başka köpekbalıkları da geliyor ve çoğalıyorlarmış birden. Büyük mücadele sonunda köpekbalığı kurtulsa da yaralanıyormuş. Kan kokusu denize yayılınca diğer köpekbalıkları çılgına dönüp birbirleri katletmeye başlıyorlarmış Michael’ın anlattığı vakada. Sonuçta hiçbir köpekbalığı sağ kalmamış bu savaşta. Michael’ın anlattığı bu vaka, filmdeki karakterler için trajik bir metafor. Finale doğru zihninizde anlamlaşıyor Michael’ın bu anlattıkları.
Filmin kurgusu ve görselliği aslında sinema yoluna düşeceklere ilham verici. Filmde, önde anlatılanlardan çok, arkada ve görünmeyen olaylar hikâyeye güç katıyor. Welles, perdede gördüklerinizi değil, asıl derinlerdeki hikâyeyi anlatsaydı her şey sıradanlaşabilir miydi? Evet, sıradanlaşma ihtimali vardı. Tüm çatışmalar ve kurulan planlar hiç görmediğiniz yerlerde. Seyirci filmde sonuçları görüyor. Final bölümünde zihindeki o boşluklar doluyor ve her şey anlamlaşıyor.
Her şey San Fransisko’da çözümleniyor. Geride iki cinayet var ve tek sanık da Michael. Filmdeki mahkeme sekansı çok iyiydi ve üstelik de yer yer eğlenceliydi. Michael’ın savunmasını Arthur üstleniyor. Michael, daha önce George’la yazılı anlaşma yapıyor ve George’u öldürdüğünü itiraf eden itiraf yazıp imzalıyor. Bu itirafname George’un öldürülmesinden sonra polisin eline geçince,
elbette tutuklanıyor ve mahkemede yargılanıyor Michael. Jüri kararını açıklamadan önce, Arthur’un haplarından birkaçını yutan Michael, çıkan kargaşada firar ediyor. Sığındı yerse Çin Mahallesi’ndeki bir tiyatro oluyor. Elsa onu tiyatroda buluyor ve Michael, bayılmadan hemen önce gerçekliğe yaklaşıyor seyirciler gibi. Elsa, Çinli adamlarının yardımıyla Michael’ı Play Land Lunaparkı’na götürtüyor. Bu mekândaki anlar sinema tarihine geçti. Hem anlam hem de görsel açıdan. “Aynalar koridoru” diye anılan bu sahnede bir kaos yaşanıyor ve köpekbalıkları birbirine giriyor. Filmdeki akvaryum sahnesi de güçlü ve etkileyiciydi, hatırlatalım.
Filmi, Michael’ın iç sesiyle ve çoğunlukla onun bakış açısıyla takip ediyorsunuz. “Şanghaylı Kadın”, sinema tarihinin hâlâ en özel filmlerindendir. Filmin estetiği de büyüleyici. Karanlık, filme gizem katarken, kara filmlerdeki o etkileyici atmosferin oluşmasına da katkıda bulunuyor. Filmin ışık düzenlemeleri de dışavurumcu estetik taşıyordu. Fonda duyulan müziklerse, gerilime ve merak duygusuna katkıda bulunmuş.
“Dava…”
Orson Welles’in Almanca yazan büyük Çek yazar Franz Kafka’nın romanından uyarladığı 1962 yapımı siyah-beyaz “The Trial – Dava”, yabancılaşmanın ustası Kafka’nın ruhuyla buluşan dışavurumcu bir başyapıt. Yapımcı Alexander Salkind’in sunduğu Fransız, İtalyan ve Alman ortak yapımı filmin senaryosunu da Welles yazmış. Dışavurumcu görselliği perdeye Edmond Richard yansıtmış. Filmin girişindeki ve final bölümündeki illüstrasyonları Alexander Alexeieff tarafından çizilmiş. Fonda çoğunlukla hüzünlü tınılar duyuluyor.
Film, illüstrasyon yansımaları üstüne avukat Albert Hastler’in (Orson Welles) düşen dış sesiyle açılıyor. Ses, kanun kapısında duran kapıcıyla taşradan gelmiş bir adamın yıllar boyu süren iletişimsizliğini anlatıyor. Kapıcı, kapıdan geçmek isteyen adama izin vermemiş. Yıllar geçmiş. Adam yıllar boyunca ne yapsa da kapıcıyı ikna edemiyor. Yaşlılıktan gözleri körelen adam, kanun kapısında bir parıltı fark etmiş. Ölmeden önce adamın tüm hayatı bir tek soruya dönüşmüş. Hayatında daha önce hiç sormadığı soruymuş: “Her insan kanun kapısından içeri girmek ister. Öyleyken, neden bu kapıdan girmek isteyen benden başka kimse olmadı?..” Yaşlılıktan kulağı iyice sağırlaşan adama kapıcı bağırarak: “Senden başka hiç kimse bu kapıdan giremezdi, çünkü bu kapı sadece senin içindi…” Hastler, uzun anlatımından sonra, “Bu hikâyenin mantığının düşlerin mantığının aynı olduğu söylenir. Veya kâbusların” diyor. Sanki bu hikâyeyi filmin içinde Josef K ve seyirci paranoyayla yüklenmiş kâbuslarla.
Tutuklama… Josef K (Anthony Perkins), sabahın köründe Bayan Grubach’ın (Madeleine Robinson) pansiyona dönüştürdüğü dairesindeki odasında kâbusun içine düşüyor. Görüntü, uyuyan Josef’in yüzünde açılıyor. Odaya pardesülü ve şapkalı bir adam giriyor. Uyanan Josef, çeride yabancı birini görünce şaşırıyor. Adam kim olduğunu söylemiyor. Başka bir adam daha geliyor odaya. Kim olduklarını söylemeyen adamlar Josef’i sorguya çekerlerken, Josef de giyinmeye çabalıyor sabahın ilk ışıklarında. Dedektiflerden biri, odanın içindeki bir çıkıntıya anlam yüklerken, Josef, Bayan Grubach’ın kocasının dişçi koltuğunun bulunduğu yer olduğunu söylese de dedektifler tam bir paranoya atmosferinde her şeye, her davranışa, her kelimeye anlam yüklüyorlar. Davası olduğunu söyleyen iki dedektif gittikten sonra Bayan Grubach da Josef’e kahvaltı hazırlıyor, mahkeme için teşvik ediyor onu. Çünkü ondan kaçmak mümkün değil. Bayan Grubach, kabarede çalışan, sabahın köründe yatmaya gelen Marika Bürstner’den de hoşlanmıyor. Marika (Jeanne Moreau), geliyor ve Josef onunla gelen dedektifleri konuşurken, yatağa sere serpe uzanmış Marika’nın güzelliğine mağlup oluyor ve onu
öpüyor. Josef’in hayatında pek kadın yok. Çalıştığı bankada önemli bir yerde olan Josef, kadınlara ulaşamıyor mu? Onlar çok uzaktalar mı? Film boyunca Josef’in karşısına kadınlar çıkıyor. Avukat Hastler’in yardımcısı ve metresi Leni (Romy Schneider), güzelliği ve zarafetiyle bir an başını döndürüyordu Josef’in. O, yalnız, aşksız ve trajedisine giden biri. Kanun kapısından girip gerçeği öğrenemeyen biri de Josef. Seyirci de Josef gibi suçun ne olduğunu arayıp duruyor. Gerçeğe ve anlama ulaşmak basit miydi? Belki de basitti. Otoriteryen yönetimler için gerçeklik, sadece paranoya ve kaos. Yönettiklerini iddia ettikleri halksa onların malları oluyor. Bürokrasinin kuşattığı bu tuhaf atmosferde, bir dolu dosya, daktiloyla yazılmış bir dolu kâğıt parçası, bitmek bilmeyen kalabalık duruşmalar… Tam bir cinnet ve cehennem… Josef işe, bankaya gidiyor. Bir dolu memur, devasa işyerinde masalarının başında oturmuş, daktilolarıyla dosyalar için yazılar yazıp duruyor. Büroya, hiç sevemediği 15 yaşındaki kuzini Irmie (Naydra Shore) geliyor. Irmie’yi yaşına göre ahlaklı bulmuyor muydu Josef? Welles, sadece küçük bir kuşku bırakıyor belli belirsiz.
İlk Sorgulama… Akşam tiyatroda arkasındaki koltuktaki kadın ona bir not veriyor. Yerinden kalkan Josef, bakınıyor, sonra da salondan dışarı çıkıyor. Bir polis müfettişi (Arnoldo Foa) görüyor ve peşlerinden gidiyor. Dışavurumcu tuhaf mekâna geliyorlar. Yoğun parçalı ışığın düştüğü yer burası. Yoğun parçalı ışık düzenlemeleri kasvet duygusunu veriyor perdede. Mahkeme binası, öylesine devasa olmasına rağmen, sanki dosyalar raflardan taşıyor. İnsan bu tuhaf dışavurumcu mahkeme binasında yolunu kaybedebiliyor. İsmi açıklanmayan oteriteryen yönetim görkemini ve şaşaasını malı olan halka her daim hissettirmek istiyor. Faşizm, en büyüğünü, daha büyüğünü propaganda araçlarıyla halkın üstüne yağdırıyor her zaman. Josef’e sorgulanacağı yerin adresini veriyorlar önce. Josef adrese gidiyor. Üstleri çıplak ve numaralı insanlar görüyor. Nazi kampı hissi veriyor burası. Oradan geçip binaya giren Josef, çamaşır yıkayan bir kadını görüyor. Metaforu güçlü bir an bu. Kapıyı açıyor ve mahkeme salonuna giriyor. İçerisi kalabalık. Burada duruşması yapılıyor Josef’in.
Dayakçı… Bürosuna giden Josef, kendisini izleyen üç polisi fark ediyor. Josef bir odaya giriyor ve tuhaf bir manzarayla karşılaşıyor. Sorgulanan insanlara dayak atıyorlar dayakçılar. Cinnetin içinden kaçan Josef, tam anlamıyla bir kâbusun içine düşüyor. Bürosunda amcası Max’ı (Max Häufler) görüyor ve amcası onu avukat Hastler’e götürüyor. Kaotik mekânda güzel Leni’yle göz göze geliyor. Her insanı güzelliğiyle mağlup edebilecek biri o. Hastalıkla cebelleşen, ama kayıtsız gibi duran Hastler, davayı alıyor. Leni, Max’la Hastler’i baş başa bıraktırıp Josef’i dosyların raflardan taştığı tuhaf mekâna götürüyor ve dişiliğiyle Josef’i büyülemeye çabalıyor. Josef’in, kadınlarla deneyimi var mıydı? Onlara ulaşma yollarını mı bilmiyordu, yoksa otoriter yöneticiler gibi kuşkucu muydu? Ama bir gerçek vardı. Kadınlar, onun için ne kadar yakınında olsalar da uzaktaydılar. Zihinsel olarak yakınlaşamıyordu belki de. Leni ona, “İtiraf edersen kanunun pençesinden kurtulursun” diyor. Josef neyi itiraf edecekti? Suç neydi? Filmin içinde dolaşırken, bir an kendinizi rüyanın içindeymiş gibi hissediyorsunuz. Şimşek çakıyor ve ardından bardaktan boşalır gibi yağmur yağmaya başlıyor.
Sonra başka bir yere geçiyor Josef. Her şey birbiriyle bağlantılıydı bu mekânlarda. Salonda dikiş diken bir kadınla karşılaşıyor Josef. Ardından duruşma salonuna giriyor. Adı Hilda (Elsa Martinelli) olan kadın da peşinden geliyor. Hilda, mahkemede görevli bir adamla evliymiş, yardımcı olacağını söylüyor. Yargıcın kendisine karşı zaafını biliyormuş Hilda. Hukuk öğrencisi Bert (Thomas Holtzmann) adam onlara yaklaşıyor. Bert, Josef’i kalem odasına götürüyor. Josef, sanıklarla dolu koridordan geçiyor, çıkışı arıyor. Josef ve seyirci, gerçek anlamıyla kayboluyorlar bu devasa labirent binada. Başı dönüyor. Gözlüklü bir kadın (Paola Mory) ona yardımcı oluyor ve çıkışı bulabiliyor. Bu kadın, Josef’in güvenebileceği, sığınabileceği, uzlaşabileceği şefkatli bir kadın gibi sanki. Dışarıdan görkemli görünen ama içi kaos dolu devasa bina görkemiyle insanı etkiliyor.
Avukat Hastler’e gidiyor sonra Josef. Onun davası için bir şey yapmamasından dolayı işi bırakmasını istiyor. Öncesinde, davalardan dolayı çökmüş Bloch’la (Akim Tamiroff) tanışıyor. Oradan ayrılan Josef başka bir yere giriyor. Orada kız çocukları var. Merdivenlerden çıkan Josef, ressam Titorelli’yle (William Chappell) karşılaşıyor. Josef, ressamın yanından ayrılır ve bir kaotik labirentte kayboluyor. Peşinde de kız çocukları. Kamera, öne ve geriye hızlı kayarak, Josef ve seyirci için kaotik atmosfer yaratıyor perdede. Dışarı çıkabiliyor. Bir ses duyuyor Josef, Bir rahibi (Michael Lonsdale) görüyor. Rahip, davanın kötü seyrettiğini söylüyor ona. Sonra Hastler’le karşılaşıyor Josef. Perdeye, filmin
girişindeki illüstrasyonlar yansırken, aynı alegorik konuşmayı yapıyor Hastler. Oradan çıkan Josef’in karşısına yine rahip çıkıyor ve ona “Oğlum” diyor. Josef tepkiyle, “Senin oğlun değilim” diyor öfkeyle. Sonra iki adam gelip Josef’i kollarından tutup, banliyö binalarından geçip bir araziye götürüyorlar. Josef’i küçük kraterin içine bırakıyorlar. Josef soyunmaya başlıyor. Ona, intihar etmesi için bıçak vermeye çalışıyorlar. Bu Romalılardan gelme bir gelenek. Josef bıçağı reddedince iki cellât, çukura dinamit atıp Josef’i infaz ediyorlar. Dumanlar, atom bombasının dumanlarındaki mantar gibi havaya kalkıyor. İnsanlığın sonu gelirken, Jodef’in suçu hiçbir zaman öğrenilemeyecek. Ortada suç var mıydı? Evet, paranoya… Elbette yabancılaştırma… Filmin sonunda Welles oyuncularını görüntülüler eşliğinde tek isimlerini de okuyordu.
Eserlerini Almanca yazan Çek yazar Kafka’nın “Dava” romanı, ülkemizde Can Yayınları’ndan 1999 yılında çıkmıştı.
(24 Ocak 2015)
Ali Erden
Üç Saatlik Makyajın Ardından Steve Carell, John Du Pont’a Dönüştü
30 Ocak’ta vizyona girecek olan Foxcatcher Takımı’nda sorunlu multimilyoner John du Pont’u canlandıran Steve Carell tanınmaz hale geldi. Steve Carell’in canlandırdığı karakterin inandırıcı olması için makyaj mühendisleri büyük prostetik burun ve cildi pürüzlü gösteren kat kat silikon deri dizayn ettiler. 80 ve 90’larda yaşanan büyük trajediyi sinemaya taşıyan Foxcatcher Takımı’nda şampiyon güreşçi kardeşler Mark ve Dave Shultz’u Channing Tatum ve Mark Ruffalo canlandırıyor.
- Basın Bülteni
- Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
Adana İşi
Ali Adnan Özgür’ün yönettiği ve Murat Akkoyunlu, Ceyda Ateş, Melih Selçuk ile Aylin Aslım’in oynadığı Adana İşi, 24 Eylül 2015′de Chantier Films dağıtımıyla Calion Film tarafından vizyona çıkarıldı.
90’lı yıllarda Adana’da gerçekleştirilmiş bir banka soygunundan esinlenerek hazırlanan film, dürüst ve saf iki Adanalı kafadarın maddi zorluklar içerisinde geçen yaşamlarından kurtulma çabasını konu alınıyor. Tesisatçı Maksut ve Şimşek, yılbaşı gecesi bankadaki su tesisatının tamiri için görevlendirilmişlerdir. Yaptıkları hamle sonunda yanlışlıkla bankanın kasa dairesinin duvarını yıkarlar ve banka kasasında duran paralarla baş başa kalırlar.