Spectre’ın Müzik Videosu Yayınlandı

06 Kasım’da vizyona girecek Spectre filminin ilk kez www.007.com sitesinde yayınlanan, son Vlog’u, filmin şarkıcı ve besteci Sam Smith tarafından yapılan “Writing’s On The Wall” adlı şarkısına odaklanıyor. Bu konudaki video’da Sam Smith, yönetmen Sam Mendes ve yapımcı Barbara Broccoli’nin konuyla ilgili açıklamaları yer alıyor. 24. Bond filmi Spectre’da, Bond’un geçmişiyle ilgili şifreli bir mesaj onu tehditkâr gizli bir örgütü açığa çıkarmaya zorluyor.

  • Müzik videosunu izlemek için tıklayınız.
  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.

2. Alemlere Rahmet Kısa Film Yarışması’nın Jürisi Belli Oldu

Ülkemizde, Peygamber Efendimiz (S.A.V.) adına tertip edilen ilk yarışma olma ünvanına sahip olan Âlemlere Rahmet Kısa Film Yarışması bu yıl ikinci kez düzenleniyor. Bu seneki konusu “Ahlâkı Kur’an, Davası Furkan” olarak belirlenen yarışma jürisinde bu sene Derviş Zaim jüri başkanı, Cihan Aktaş, Nurten Sancak, Ümit Meriç, Bülent Ata, Gökdemir İhsan, Gökhan Yorgancıgil ve Mehmet Kaman da jüri üyeleri olarak yer alıyor.

Yaktın Beni Film Müzikleri Albümü Dijital Platformlarda

Uğur Yücel’in “ilk komedi filmim” dediği, 16 Ekim’de vizyona giren Yaktın Beni filminin orijinal film müzikleri albümü dijital platformlardaki yerini aldı. Yıldıray Gürgen imzası taşıyan film müziklerinden “Saygım Kalmadı” şarkısını Ercüneyt Özdemir seslendirdi. Can Yücel’in yönettiği film, sevgilisi İpek ile evlenmek isteyen itfaiye çalışanı Selam’ın, yıllar sonra sürpriz bir şekilde karşısına çıkan dayısı Macit Kunt ile dayı – yeğen ilişkisini, Macit’in Selam’ın evine yerleşmesi ve komşuları Leyla’ya aşık olmasıyla ortaya çıkan komik olayları anlatıyor.

  • Basın Bülteni
  • Klibi izlemek için tıklayınız.
  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.

Taze Gelin Hastanede

Sonbaharın en eğlenceli filmi Git Başımdan muhteşem kadrosuyla izleyiciyi güldürmek için gün sayıyor. Başrollerini Şahin Irmak, Bülent Emrah Parlak, Aslı Tandoğan ve Seda Güven’in paylaştığı filmde Seda Güven’in hastahane koridorlarından koşturduğu gelinlikli sahneleri hem aksiyon hem de kahkaha dolu. Asteros Film yapımı filmin yönetmenliğini, filmin senaryosunu da kaleme alan Şahin Altuğ üstleniyor. Git Başımdan, 29 Ekim’de sinemaseverlerle buluşacak.

Fransa’nın Oscar Adayı Mustang’in Ekibi İstanbul’da Buluştu

Fransa’nın Oscar adayı Deniz Gamze Ergüven’in yönettiği Mustang filminin ekibi 22 Ekim Perşembe günü yapılan basın toplantısında biraraya geldi. Fransa Sarayı’nda gerçekleştirilen basın toplantısına Mustang’in yönetmeni Deniz Gamze Ergüven ve genç başrol oyuncuları Güneş Nezihe Şensoy, Doğa Zeynep Doğuşlu, Elit İşcan, Tuğba Sunguroğlu, İlayda Akdoğan katıldı. Ekip, filmin Türkiye’de vizyona girmesinden çok mutlu olduklarını belirtti.

Fransa’nın Oscar Adayı Mustang’in Ekibi İstanbul’da Buluştu yazısına devam et

Postmodern Sinemanın Karanlık Yolunda: David Lynch

Sinemanın büyük ustalarından David Lynch’in postmodern sinemanın bulanık yollarındaki “Fil Adam” ve “Vahşi Duygular” filmlerinin içinde yolları kaybettirmek istedik.

Büyük David Lynch, 20 Ocak 1946’da Montana-Missoula’da doğdu. O sadece bir yönetmen değil, bir ressam ayrıca. Amerikalı yönetmen, Pensilvanya Güzel Sanatlar Akademisi’nde okudu. Sonra da American Film Institute okuluna girdi. Büyük İspanyol yönetmen Luis Bunuel, Lynch’in tutkusu ve ilhamı. Filmlerinin çoğunda, rüyayla gerçek arasında kayboluyor insan. Postmodernler, gerçeküstücü ve dışavurumcu estetiklere sığınıyorlar çoğunlukla. Postmodernlerde, yoğun anlamda şizofren ruh hali fark ediliyor bir de.

1977 yapımı siyah-beyaz “Eraserhead” filmiyle tanınmaya başladı Lynch. 1984’teki bilimkurgusu “Dune”, 1986’da içinde kaybolunan “Blue Velvet-Mavi Kadife”, 1997’de yaptığı ve insanı otobanlarında çıkmazlara sürükleyen “Lost Highway-Kayıp Otoban”, 2001’de çektiği ve filmlerinde kaybolanlara loş da olsa ışık yansıtan “Mulholland Drive-Mulholand Çıkmazı” postmodern savruluşlar yaşatan birkaç filmi.

Bu savruluşlar ve yolları kaybedişler öylesine sözler değil. Bir filmini beş defa görseniz bile yerinizde saydığınızı fark edebiliyorsunuz çoğu zaman. Bunuel, Lynch, Godard, Antonioni, Fellini, Tarkovski, Haneke, Scorsese vb. yönetmenler anayoldan çıkmadan yönleri karıştıracaklar hep. Perdede gördüğünüzü sandığınız şeyler, o şeyler olmayabilirdi. Ama bu böyleydi hep.

“Fil Adam…”

David Lynch’in 1980 yapımı siyah-beyaz ve sinemaskop “The Elephant Man-Fil Adam”, Victoria döneminde geçen ve insan vicdanına inen büyük filmlerden. Brooksfilms’in sunduğu filmin senaryosunu yönetmenle beraber Christopher Devore ve Eric Bergren ortak yazmışlar. Senaryo için Dr. Frederick Treves’in 1923’te ve Ashley Montagu’nun 1971’de yazdığı kitaplardan da yararlanılmış. Müzikleri John Morris bestelemiş. Müziklerin insanın ruhunda dolaştığını belirtmeli. Etkileyici siyah-beyaz fotoğraflarıysa Freddie Francis yansıtmış. Bu filmin kurgusu da gerçekten çarpıcıydı. Aralara girmiş ve boşluk hissi veren görüntüler, filmin derinliğinde anlam buluyordu. Ama kaybolmak mümkündü. Lynch, bu filminde bindirme (superimposiotion), zincirleme (dissolve) ve kararma-açılma (fade) gibi estetik geçişleri kullanmış yoğunlukla. Filmin Türkçe dublajına da övgü göndermeli.

19. yüzyıl, Victoria dönemi… Filmin ön jeneriğin ardından kamera, kadının gözlerinden dudaklarına doğru iniyor. Hitchcock’un 1958 yapımı “Vertigo-Ölüm Korkusu” filminin ön jeneriğinde de kamera, kadının dudaklarından gözlerine gidiyordu. İkisinde de özlem yansıyordu. Lynch’te bir anneye, Hitchcock’taysa bir kadına. Lynch’in filmindeki kadının gözlerindeki hüzne dokunulabiliniyor. Sonra filler yansıyor. Bindirmeli kurguyla kadının gözleri görülüyor. Fil öfkeli ve hortumuyla kadını yere düşürüyor. Kadın çığlık çığlığa, ama sesi duyulmuyor. Görüntü kararıyor. Orman yansıyor. Bebek ağlıyor. Buharlı tren fark ediliyor ardından.

Londra’dan panayırdaki çılgın kalabalık yansıyor. Londra Hastanesi’nde cerrah olan Dr. Frederick “Freddie” Treves (Anthony Hopkins), kalabalıklar içinde fark ediliyor. Freddie, resmi giyimli polisi takip ediyor. “İlk günahın meyvesi” yazısı göze çarpıyor. Yüzleri biçimbozumuna uğratan aynalar da var. Polis, “ucube” dediği Fil Adam’ın gösterisini yasaklıyor insanlığın onuru için. Fil Adam’dan paralar kazanan Bytes (Freddie Jones), “Hazinem” diyor ona. Hastanenin ameliyathanesinde Freddie, Dr. Fox’la (John Standing) ameliyat yapıyorlar. Dönemin ileri sağlık koşullarıydı bu. Sahneye bakarken insan az da olsa titriyor. Freddie, ameliyattan sonra sokakta çalışan insanların arasından geçerek Bytes’ın olduğu yere gidiyor. Filmde yansıyan mekânlar çoğunlukla gotik. Lynch, dışavurumcu ışık düzenlemeleriyle mekânlara kasvet katabilmiş. Aslında ne aydınlık ne de karanlık. Daha çok loşluğu hissettiriyor bu ışık düzenlemeleri. Freddie, Fil Adam’ı hastaneye götürmek istiyor. Beytes, Fil Adam’ı gösteriyor ve “Hayat sürprizlerle dolu” diyor. Freddie, Fil Adam’ı ilk gördüğünde de ağzı açık kalıyor şaşkınlıkla. Ama, Fil Adam’a yakınlaştıkça, ondaki insana ve sevgiye dokunuluyor. Önyargı kötüydü. Uzaktan her şey farklı görünürdü. Yaklaşmak ve dokunmak gerekliydi. Önyargıya yenilen insanlar, önüne çıkması muhtemel şefkatli dostluklardan ve aşklardan mahrum kalabiliyorlar. Freddie, Bytes’a onu sabah faytonla hastaneye yollamasını istiyor.

Sabah… Fil Adam, yüzü maskeli getiriliyor hastaneye. Fil Adam bakışlardan ürküyor. Freddie, ikna ederek onu odasına götürüyor. Bu anda çekim açıları çarpıcıydı. Kamera yukarıdan (plonje) çekimle Freddie’nin odasına zincirlemeli geçiş yapılıyor. Fil Adam’a onu muayene etmeyi çok istediğini söylüyor. Fil Adam’ın adı, John Merrick (John Hurt) ve bir İngiliz. Henüz 21 yaşında. Freddie, John’a sürekli sorular soruyor, ama John tepki vermiyor. Yüzündeki maskeyi çıkartırken görüntü kararıyor. Toplantı salonunda. Freddie, hastane yönetimine ve doktorlara John’u perdenin arkasından göstererek bilgi veriyor. Bu anda projeksiyon perdeye ışık gönderirken, salondakiler John’un gölgesini görüyorlar. Akşam, Freddie ve Fox, odanın penceresinden John’un faytona binişine bakıyorlar. Fox, “Akıl durumu hakkında açıklama yapmadın” diyor. “O, doğuştan geri kalmış” diye cevaplıyor. Kumpanyaya dönüyor John. Bytes’ın oğlu da (Dexter Fletcher) orada. Bytes aşağılıyor onu. Bastonuyla vuruyor. Oğlan, Freddie’ye haber götürüyor. Freddie oraya gidiyor. John, uzanıp yatamıyormuş. Uzanırsa bir daha kalkamazmış. Yani ölürmüş. Bytes, gelir kaynağını kaybetmek istemiyor. Sadece para karşılığında hastaneye gitmesine izin veriyor.

Freddie, John’u gizlice hastaneye getirirken, hastanenin idari amiri olan Francis Carr-Gomm (John Gielgud) görüyor. Freddie, John’u izolasyon odasına götürüyor. Carr-Gomm, iyileşmeyecekse hastaneye alma, diyor. Hemşire, John’un odasına korkarak yemek götürüyor. Sonra hemşirenin çığlığı duyuluyor. John’un burnunda hortum yok. Kafası sürekli büyüyor. Yüzü dâhil, vücudunun büyük bölümü de bozulmaya (deformasyona) uğramış. John’un sol eli açıkta, ama sağ eli kapalı. Saat kulesi yansıyor. Saatler, postmodern durumda şimdiki zamana abartılı vurgu yapmak için “leit-motif” gibi sürekli yapıştırılmış görüntü gibi yansıtılıyor hep. Francis Ford Coppola’nın 1983 yapımı siyah-beyaz postmodern “Rumble Fish-Siyam Balığı” filminde de saatler, şimdiki zamana abartılı vurgu yapmak için “leit-motif” olarak yansıtılmıştı hep. John, filmin girişinde görülen çerçeveli kadın fotoğrafına bakıyor.
Fotoğraftaki kadın Mary Jane (Phoebe Nicholls), John’un annesi. John’un odasına hastanede çalışan gece bekçisi Jim (Michael Elphick), onu içki içmesi için zorluyor. Hastanenin girişinde iki kadın kavga ederken, Bytes da fark ediliyor kalabalıkta. Başhemşire de (Wendy Hiller), Freddie’ye, boşuna bir çaba içinde olduğunu söylüyor. Freddie, John’la iletişim kurmak istiyor sadece. Onu ameliyatla düzeltemese bile. Ruh önemliydi. Duygular da. Freddie, John’dan söylediği kelimeleri tekrar etmesini istiyor. John, zorlansa da deniyor. Freddie odadan çıkınca karşısında Bytes’ı görüyor. Bytes, John’u istiyor ondan. Carr-Gomm da odasından çıkıyor, merdivendeki konuşmaları duyuyor. Plonje çekimle yansıyor bu an. Carr-Gomm, John’la tanışmak istiyor. Freddie, John’un odasına gidiyor, Carr-Gomm’un ziyarete geleceğini söylüyor. Çok geçmeden Carr-Gomm ziyarete geliyor, onunla iletişim kurmaya çalışıyor. Carr-Gomm, John’un Freddie’nin öğrettiklerini tekrarladığını söylüyor oda dışında. Sonra bir şey oluyor. John,
İncil’den ilahi okumaya başlıyor. Freddie bunu öğretmemişti ona. John, “Tanrı benim çobanım, dilemeye gerek kalmadan o beni güdüyor” diye 23. İlahi’den bir bölüm söylüyor. John’a bakan Carr-Gomm etkileniyor. Ardından, “Onun nasıl hayat geçirdiğini hayal edemeyiz” diyor. Ardından konser salonu yansıyor. Sonra da gazeteler de John hakkında haberler. Başka bir an yansıyor birden. Sunny Jim, John’u para karşılığı insanlara göstereceğini söylüyor barda. Sunny Jim, John’un odasına bir kadını getiriyor. Kadın korkudan çıldırmış gibi çığlığı basıyor. Ardından buharlar çıkan fabrika bacaları araya giriyor. Hastanede başhemşire de John’un odasına ayna götürmemelerini söylüyor. Freddie onu evine götürüyor gündüz. Eşi Anne’le (Hannah Gordon) tanışmasını istiyor. Anne, genç adama anne sıcaklığını gösteriyor. Onun, kendini insan olarak görmesi, şefkat göstermesi John’u etkiliyor. John’un, sevgiye ve şefkate ihtiyacı vardı. Tüm insanlar gibi. Salondaki fotoğraflardan da etkileniyor John. Sonra kendi annesinin fotoğrafını gösteriyor onlara. Görüntü kararıyor.

Hastanede. John odasında, pencereden gördüğü kadarıyla Aziz Philip Katedrali’nin maketini yapıyor. John, akıllı ve yaratıcı bir gençti. Normal olmayı özlüyor. Freddie odasına geldiğinde ona, “Beni iyileştirebilir misiniz” diye soruyor. Sabah olunca ünlü tiyatro oyuncusu Madge Kendal (Anne Bancroft) ziyaretine geliyor John’un. İlk defa bir kadın ondan korkmadan yanına gelmesinden mutlu oluyor John. Kadın ona tiyatroyu anlatıyor. “Tiyatro romantiktir” diyor. Madge, John’a Shakespeare’in “Romeo ve Jülyet” oyun kitabını veriyor. John heyecanla okumaya başlıyor.
“Öpücük” kelimesine takılıyor John. Kadın, onu yanağından öpüyor. Madge, “Siz Fil Adam değilsiniz. Siz Romeosunuz” diyor
sevgiyle. Madge, gazeteye John’la buluşması hakkında mülakat veriyor çok geçmeden. Londra sosyetesi John’la tanışmak için sıraya giriyorlar, çay içiyorlar. John, “İnsanlar, anlamadıkları şeylerden korkarlar” diyor. Ön jenerik sonrasında yansıyan
John’un annesinin gözleri araya giriyor. Lynch, filminde aralara “flaş” gibi görüntüleri serpiştirmiş. Hepsi John’un zihninden düşüyor. Gece. John odasındayken, birden pencerede Jim görünüyor.
Cam yansımasından yüzünü gören John masaya kapaklanıyor. Ardından kamera, sola çevriniyor ve maskeyi gösteriyor. Birden lağım borularının olduğu mekân yansıyor. Bindirmeli kurguyla fabrika da. Buharlar savruluyor. İşçiler aynayla ona yüzünü gösteriyorlar. Bulutlar yansıyor. Geriye dönüşler, çoğunlukla izlenimci estetikle buluşuyor sanatta. İzlenimcilerde geçmiş zaman, şimdiki zamanla koşut gelişebiliyor. Geçmiş, bütünün önemli parçası. Şimdiyle geçmiş iç içe geçerken, sonunda bütünleşerek anlamlaşıyor. Postmodernlerdeyse, bu sadece “flaş” gibi araya giren bölük pörçük görüntüler olabiliyor. Lynch’in sinemasında olduğu gibi zihinden düşen anlar, rüyayla gerçeğin kaosu vs. Zincirlemeli geçişle kamera, Freddie’nin evine gidiyor. Freddie suçluluk hissediyor. John, eskiden panayırdaydı, şimdiyse gazetelerde. “İyi bir miyim, kötü biri miyim” diyor Freddie.

Gündüz. Hastanenin toplantı odasında, yönetim ve doktorlar, John için toplanmışlar. Bazıları, artık John’u hastanede tutulmasını istemiyorlar. O sırada toplantıya Galler Prensesi Alexandra (Helen Ryan) geliyor. Kraliçe Victoria’nın, hastanenin John’a sahip çıkmasını öven mesajını okuyor. Oylama yapılıyor ve bu sefer kalmasını isteyenler kazanıyor. John’a tuvalet malzemeleri de armağan ediliyor. Gece olduğunda Jim, para karşılığında insanları
John’un odasına getiriyor. John korkuyor. Beytes da orada. Herkes gittikten sonra Jim, aynayı John’un yüzüne tutuyor. Ardından John’a cebindeki madeni paraları göstererek “İyi para kazandım” diyor. O gittikten sonra Bytes geliyor “Hazinem benim” diyor. Görüntü kararıyor. Görüntü katedral maketi üstüne açılıyor. Kamera, maketin yanından ayrılıyor, yerleri gösteriyor. Oda dağıtılmış. Odaya Freddie geliyor ve John’u bulamıyor. Hastane çalışanı başka bir gece bekçisi olanları anlatıyor. Frddie, Jim’in yanına gidiyor, John’un nerede olduğunu öğrenmek için. Ama bilmiyor. Carr-Gomm, büyük ihtimalle Avrupa’ya gittiğini söylüyor Freddie’ye.

Panayırda. Kamera sağa doğru kaymaya başlıyor. Bytes, John’u sahnede taburenin üzerine çıkartmaya çalışırken, “Fil gibi bağır” diyor öfkeyle. John düşüyor. Gece. Bytes içiyor. John atlı arabada tutuluyor. Bytes, John’u çıkartıyor maymunların yanındaki kafese koyuyor. Maymunlar korkuyor. Görüntü kararıyor. Bytes yok. Diğer çalışanlar John’u kafesten çıkartıyorlar, gemiye bindiriyorlar Liverpool’a doğru. Liverpool’un tren garında John, insanların alayları ve aşağılanmalarıyla karşılaşıyor. John, “Ben bir hayvan değilim” diye haykırıyor ürkerek. Polis gelip John’u kurtarıyor ve onu Londra’ya, hastaneye gönderiyor. John hastaneye geliyor. Odasında fraklı takım elbise giyinmiş John kokular sürüyor kendine. Bu gece onun büyük bir gece. Ona bakan hemşiresi Nora da (Lesley Dunlop) mutlu. Tiyatroda. Madge, bu geceki oyununu
ona adıyor sanki. John, yukarıdaki locasından sahneyi görüyor. Oyun sahnelenirken, bir anda öncü Fransız yönetmen Melies’in filmlerinin içinde hissediyor insan kendini. Görüntü kararıyor. Freddie, John’u odasına getirdikten sonra gidiyor. Odada yalnız kalan John, duvarda asılı karalama resme bakıyor. Resimdeki kadın yatakta uyuyor. Yatağına uzanıp normal uyumak istiyor. Yatağı hazırlıyor. Sonra komidinin üstündeki annesinin fotoğrafına bakıyor. Yatağa giriyor ve sırt üstü yatıyor John. Gözlerini kapıyor.  Kamera, sola çevriniyor fotoğrafları gösteriyor. Kamera, pencere önündeki katedral maketine yöneliyor. Gökyüzünde yıldızlar görünüyor. Kamera, uzay boşluğunda yol alıyor sanki. Annesinin, “Hiç ama hiçbir şey ölmeyecek. Nehir akar, rüzgâr eser, bulut süzülür, kalp çarpar” diyen sesi duyuluyor John’un zihninde. Annesinin görüntüsü ışık çemberinin içinden yansıyor. Kamera, baştaki annenin gözlerini gösteriyor. Son söz de, “ Hiçbir şey ölmeyecek” oluyor. Bu son anlar Luis Bunuel tadı sunuyor sinemaya.

“Vahşi Duygular…”

David Lynch’in 1990 yapımı sinemaskop “Wild at Heart – Vahşi Duygular” filmi, doğuyla batı kültürünün iç içe geçtiği şiddet yüklü bir aşk filmi. Pollygram ve Propaganda’nın sunduğu filmin senaryosunu Lynch’in kendisi yazmış. Film, Barry Gifford’un romanından uyarlanmış. Arada duyulan müzikleri de Angelo Badalamenti bestelemiş. Çarpıcı fotoğrafları da kameraman Fred Elmes yansıtmış. Bu film, “Kerem ile Aslı”, “Leyla ile Mecnun”,
doğu-batı kültürlerinin koşut yolculuğu, Luis Bunuel, rock, yol filmi, üstü açık arabalar, suç sineması, çöl, ateş, derin Amerika ve birçok şey. Bu filmde, savaş sonrasının görece refah toplumun yanılsamasının hissedildiği 1950’lerin ikinci yarısından 1960’lar
boyunca süren ruha da dokunuyorsunuz. Bir de Denizci’nin Elvis Presley, James Dean ve Marlon Brando idollerinin birleşimi olduğunu hissediyorsunuz. Lula da, “aptal sarışın” Marilyn Monroe sanki. Postmodern felsefenin sinemadaki yansıması olan bu yapıt, ayrıca bir fetiş-romans filmi. Zincirlemeli geçişler, filmdeki tüm sevişmelerden daha kışkırtıcı ve fetişçe. Hatta üstü açık arabalar ve motel odaları da fetiş nesne bu filmde. “Vahşi Duygular”, perdede gördüğünüzü sandığınız film olmayabilir. Bu film, Cannes Film Festivali’nde “Altın Palmiye” kazanmıştı. Bu film ülkemizde, Kasım 1990’da vizyona girmişti.

Lynch’in bu filmi, postmodern sinemanın içinde kayboluşun ve savruluşun başyapıtlarından. Lynch, zincirlemeli geçişleri, geçmişte bir anın hatırlamasında kullanmış yoğunlukla. Filmde kararma-açılma geçişleri de aralara serpiştirilmiş. Filmin içinde zihinden düşen anlar da “flaş” gibi araya giriyor. “Flaş” gibi
yansıyan bazı anlarsa genişleyerek anlamlaşmaya çaba gösteriyor sadece zihinlerde. Ayrıca ara yazılar da yansıyor görüntüye. Gerçeküstücüler sıkça kullanıyor bunu. Filmde Elvis Presley’in iki şarkısını bizzat Nicolas Cage söylemiş. Sesi de bu büyük sesin sesinin kıyılarında dolaşıyordu. Bir de Laura Dern, Hollywood’un ünlü oyuncuları Diane Ladd ve Bruce Dern’in gerçek hayattaki kızları. Nicolas Cage de, ünlü yönetmen Francis Ford Coppola’nın öz yeğeni. Cage, amcasına kızdığı için Coppola soyadını kullanmıyor hiç.

Kibrit çakıyor ve ateş görüntüyü kaplıyor. Ardından ön jenerik yazıları yansıyor. Kamera, ateşin üzerinde dolaşıyor. Kuzey ve Güney Carolina sınırı yakınlarında Cape Fear kasabasında. Dalgın kamera tarihi binanın tavanında dolaşıyor altta caz tınıları duyulurken. Kamera aşağıya iniyor, “Denizci” Ripley (Nicolas Cage) ve fıstık dediği sevgilisi sarışın Lula’yı (Laura Dern) buluyor merdivenlerde. Denizci’nin yanına siyahî Bob Ray Lemon (Gregg Dandridge) geliyor. Bob, Denizci’ye bıçak çekiyor. Denizci öfkeleniyor ve Bob’u öldüresiye dövüyor. Lula korku içinde kalıyor. Denizci, ikonik duruşuyla parmağını Lula’nın maviler içindeki annesi Marietta’ya (Diane Ladd) çeviriyor. İlk suçunu işleyen Denizci, demir parmaklıklar arkasında 22 ay, 18 gün geçiriyor. Marietta’nın elleri de cadı küresinden hiç ayrılmıyor film boyunca. Denizci telefonla Lula’yı arıyor. Ama Marietta çıkıyor telefona. Marietta, ölesiye nefret ediyor Denizci’den ve kızından uzak tutmak her şeyi yapıyor. Belki de ondan nefret etmesinin nedeni, Denizci’nin sırrı bilmesinden korkması belki.

Siyah gözlüklü, siyah giysili Denizci, yolda beklerken, Lula üstü açık arabayla yanına geliyor. Her şey kaldığı yerden devam edecek. İlişkileri, Lula daha 18 yaşına bile basmadan başlamış. Şimdiyse yirmi yaşına girmiş. Lula, Denizci’ye yılan derisi ceketini de getiriyor. Denizci’nin ayaklarında da deri kovboy çizmeleri var. Motele gidiyorlar ve yarım kalmış sevişmelerini tamamlıyorlar. Görüntü kırmızılaşıyor sevişmede. Sonra Lula, gerçek amcası olmayan Pooch’tan (Marvin Kaplan) söz ediyor. Babasının iş ortağıymış. Lula 13 yaşındayken Pooch, ona tecavüz etmiş. Zincirlemeli geçişle evde tecavüz sonrası yansıyor. Annesi eve geliyor, Pooch’u kovuyor. Sonra da arabası uçurumdan aşağıya uçmuş. Lula sonra delinen ozon tabakasından bahsediyor Denizci’ye. Dünya röntgen ışını gibi olacakmış. Arada zincirlemeli geçişle yangın yansıyor. Lula’nın, bir kadın güldüğünde tüyleri ürperiyormuş. Öyle bir cadı hatırlıyor. Lula yatağa dönüp öpüştüklerinde, evlerinde annesi, özel dedektif olan Johnnie Farragut’la (Harry Dean Stanton) konuşuyor. Marietta, Denizci’yi yok etmek için Marcello Santos’u (J. E. Freeman) tutacağını ima ediyor. Johnnie ve Santos, yıllardır Marietta’ya âşıklarmış. Johnnie, Santos’u kıskanıyor. Johnnie, Denizci’nin masumiyetine inanıyor ama. Zincirlemeli geçişle geçmişten bir an yansıyor. Kamera eğik açıda duruyor. Filmin girişindeki mekândı bu. Marietta, erkekler tuvaletine giren Denizci’yi takip ediyor. Denizci’ye asılıyor. İkisi de tuvalet kabinindeler. Denizci’nin bir şey bilip bilmediğini öğrenmek istiyor Marietta. Sır büyüktü. Denizci, Lula’ya annesinin öfkesini anlatıyor, bir sırrını da. Denizci, Santos’un şoförlüğünü yapmış bir süre Denizci. Araya, zincirlemeyle yangın görüntüsü giriyor. Kaliforniya’ya gitmek istiyor Denizci.

Lula ve Denizci diskoteğe gidiyorlar. Hızlı müziklerle dans eden gençlere katılıyorlar. Gençlerden biri yanlışlıkla Lula’ya yanaşınca ufaklığa ders vermesi gerekiyor Denizci’nin. Genç onu palyaçoya benzetiyor yılan derili ceketiyle. Lula’dan özür diletiyor, sonra da gençlere Kral Elvis’in “Love Me” rock şarkısını söylüyor Denizci. Büyüleniyor Lula. Gençler de rock müziğiyle sallanmaya başlıyorlar. Moteldeki odalarında yine sevişiyorlar. Görüntü kırmızılaşıyor. Kırmızı, sinema psikolojisinde seksi ve şiddeti çağrıştırıyor. Sevişme sonrasında Lula, Denizci’nin neden Elvis’in “Love Me Tender” şarkısını söylemediğini öğrenmek istiyor. Şarkıyı sevdiği kadına söyleyecekmiş Denizci. Büyük görüntüde kibrit çakıyor, sigaranın ucu yanıyor. Yatakta sigara içiyorlar. Dört yaşında sigaraya başlamış Denizci. Annesi akciğerden ölmüş. Annesi Marlboro sigarası içermiş. Belki hatırlamadığı babası da aynı hastalıktan ölmüştür. Lula da, babasının ölümünü anlatıyor. “Annem, üzerine kerozin döktükten sonra bir kibrit çakıp kendini yaktığını söyledi” diyor. Görüntülerdeki ani kibrit çakmaları yanan evi hatırlatıyor sanki. Zincirlemeli geçişle Lula’nın evde yanan babası yansıyor birden. Ev de yanıyor. Kamera, plonje çekimle Denizci ve Lula’yı gösteriyor. Yine sevişmeye başlıyorlar. Marietta, Johnnie’yle konuşuyor telefonda. Marietta, Denizci’yi düşünüyor. Zincirlemeli geçişle zihninden Denizci’nin eliyle kendini gösterdiği an düşüyor.

Yollarda. Denizci ve Lula, yağmur altında üstü açık arabayla derin Amerika’da yol alıyorlar Kaliforniya’ya doğru. Ama kader başka yollara sürüklüyor onları. Serbest kalma şartlarını da ihlal ediyor böylece Denizci. Marietta da evinin bahçesinde Santos’la buluşuyor. Lynch, yolculukla bu buluşmayı koşut kurguyla yansıtmış. “Denizci’yi kafasından vurmamı ister misin” diyor Santos. Bunun yanında Johnnie’yi de aradan çıkarmak istiyor Santos. Sonra, zevke düşkün hazcı, yani hedonist Rengeyiği’ni (Reindeer) telefonla arıyor Santos. Bu Rengeyiği (W. Morgan Sheppard), temizlikçi ve her yerde kiralık katilleri var. Rengeyiği, Santos’tan gümüş dolarları ve notu postayla yollamasını istiyor. Santos da öyle yapıyor. Artık Denizci’nin peşinde bir dolu insan var. Johnnie de, Lula ve Denizci gibi yollarda. Rengeyiği de, telefonda bir kadınla konuşuyor araya giren anda. Kadın, arkası dönük, kısa sarı saçlı ve bulanık görünüyor. Gündüz, bir kulübeye benzer ev yansıyor birden. Geride neler olduğunu bilmeyen Denizci ve Lula, başka bir motel odasında sevişirlerken görüntü kırmızılaşıyor yine. Ardından bir kibrit çakıyor. Sigara içiyorlar. Lula, “Sevişirken, bazen gökkuşağının üstünde bir yere taşıyor gibisin” diyor. Ardından, “İçimde olup biteni biliyorsun, dikkat ediyorsun” diye sürdürüyor konuşmasını. Lula, “Dünyanın en tatlı penisi seninki, sanki içimde olduğunda benimle konuşuyor” diyerek Denizci’yi onurlandırıyor. Lynch, bu anda XI. yüzyıl İranlı tıp âlimi İbn-i Sina’yı (980-1037) hatırlıyor adeta. İbn-i Sina’nın yazdığı “El-Kanun fi’t-Tıp” (Tıpta Kanun) eserinde kadınların sevişmeden zevk almasının doğallığından bahsediliyordu. Kadınların, sevişirken aldığı zevkten gözlerinin kırmızılaştığını ve dünyanın tüm zevklerini erkekler gibi hak ettiğini yazıyordu. Ortaçağ’da Avrupa’da Engizisyon bu kitaptaki kadın zevkine yönelik bölümlerini atıp kitabı yayımlamıştı. Bu kitap, doğudan batıya yüzyıllardır başvuru kaynağıydı. Engizisyona göre kadınlar, ateşte yanması gereken birer cadı, birer şeytandı. Eğer kadın sevişmeden zevk alırsa, “erkeğini yorar ve güçsüzleştirir” diyorlarmış sapkınlıkla. XII. yüzyılda manastırda yaşayan başrahibe, yazar, besteci, düşünür Bingenli Azize Hildegard da (1098-1179) öncüydü. O, dünyanın ilk bestecisiydi. Azize Hildegard, regli kutsuyordu. Reglde akan kan yaşamı, savaşta akan kansa ölümü getirir, diyordu. Kadın, erkek gibi sevişmeden zevk ve haz almalıydı. Kadınlar, bireydi ve eşitti. Uruguaylı yazar Eduardo Galeano’nun Sel Yayıncılık’tan 2009 yılında çıkan “Aynalar” kitabından keşfettik. Galeano’nun tüm kitapları hayata bir armağandı ve daima etrafta bulunmalıydı.

Kafede. Caz tınıları duyuluyor. Yaşlı adam, güvercinlerden söz ediyor Denizci ve Lula’ya. Gece de Johnnie arabasında yollarda. Rock dinliyor radyodan. Marietta da Santos’la telefonda konuşuyor o anda. İntikam ateşi onu yakıp tutuşturuyor. Denizci, kafede Lula’ya turuncu pantolonlu bir fahişeyle macerasını anlatıyor. Denizci’nin erotik kelimeleri Lula’yı ateş gibi yakıyor. Bir an önce yatağa ulaşmak istiyor. Kadının saçı siyahmış. Lula’ya Denizci, “Centilmenler sarışın sever” diyor ve motel odasında Lula da içindeki Georgia’daki gibi sıcak asfaltı söndürüyor. Lynch, Howard Hawks’un 1953 yapımı müzikali renkli “Gentlemen Prefer Blondes-Erkekler Sarışınları Sever” filmine gönderme yapıyor. Araya Marietta’nın görüntüsü giriyor birden. Evinde ayna karşısındaki Marietta, öfkeli ve ruju yüzüne sürüyor. Sevişmeden sonra Denizci, “Şu ana kadar kötü şeyler yaptım. Bundan sonra iyi olmayan hiçbir şey yapmayacağım. Dışarıda kötülükler kol geziyor” diyor Lula’ya. Lula da kuzeni Dell’den (Crispin Glover) söz ediyor ona. Dell, Noel’i çok seviyormuş. “Jingle Dell” derlermiş ona. Paranoya yaşamaya başlamış. Siyah eldivenli birilerinin takip ettiğini söylemeye başlamış. Uzaylılarmış onlar. Teyzesi Rootie (Sally Boyle), Dell’in iç çamaşırlarında hamamböcekleri bulmuş. Denizci, “Oz Sihirbazı”nı seyretsin diyor. Burada, Victor Fleming’le King Vidor’un ortak yönettikleri 1939 yapımı siyah-beyaz ve renkli “The Wizard of Oz-Oz Büyücüsü” filmini anma var. Johnnie de otel odasında vahşi doğa belgeselinde akbabaların leşi yiyişini izlerken, Marietta arıyor telefonla. Marietta’nın yüzü rujla kıpkırmızı. Johnnie’nin New Orleans’a gelmesini söylüyor. Johnnie’yle konuştuktan sonra midesi bulanıyor, klozete koşuyor Marietta. Ertesi sabah da kendisi gidiyor otele Marietta’nın.

Gündüz, Shell istasyonunda. Denizci, üstü açık 1965 model Ford Thunderbird arabaya pompadan benzin doldururken, dışarıda sandalyede oturan yaşlı siyahî adam da (Cage S. Johnson) Lula’ya öpücükler yolluyor çapkınca. Arabayı Lula sürüyor. Radyoları karıştırıyor. Çoğu üçüncü sayfa haberleri canını sıkıyor. En ilginç haber de Hindistan’dan. Ganj Nehri’nin kirliliğini azaltmak için, nehre beş yüz kaplumbağa bırakmışlar daha önce. Şimdiyse Hintlilerin cesetleri için nehre timsah salacaklarmış. Lula, “Yaşayan ölülerin gecesi” diyor. Duruyorlar. Yol kenarında spor hareketleri yapıyorlar sonra. Altta da romantik bir müzik duyuluyor, geçmişteki Hollywood filmlerindeki gibi. Lynch, eski Hollywood filmlerinin müziklerini Glenn Miller Orkestrası’nın tınılarıyla hissettirmiş. Güneş batarken, sarı tonlar öne çıkıyor. Johnnie ve Marietta otel odasına giriyorlar. Johnnie, Santos’u bildiğini söylüyor. Pooch tanıştırmış onları. Marietta’ya, “Geleceğimizi düşünmeliyiz” diyor. Gece yolda. Fonda Chris Isaak’in “Wicked Game” şarkısının
müziği duyuluyor. Denizci arabayı sürerken, Lula’ya bir şeyler itiraf ediyor. “Biri iyi, biri kötü” diyor. Kötü olanı, Santos’un şoförlüğünü yapması bir ara. Bir gece bir eve gitmiş. O evin Lula’nın olduğunu bilmiyormuş. “Herkes o gece benim bir şeyler gördüğümü sanıyor” diyor. Bu sırrı taşımış içinde. Denizci’nin evin nasıl yandığını bildiğini düşünenler ölmesini istiyorlar. Lula, başını yana çeviriyor, uçan cadıyı görüyor. O cadı annesine dönüşüyor hemen. Chris Isaak’ın müziği yine duyulmaya başlıyor. Otelde Marietta, odasına giriyor. Johnnie de kendi odasına girerken, Santos ona saldırıyor.
Gece yolda. Denizci etrafa savrulmuş elbiseler görünce duruyor. Kaza yapmış arabayı da görüyorlar. İki adam arabanın yanında ölmüş. Bir kadın (Sherilyn Fenn) yaralı ve belleği karışmış ortalarda dolaşıyor. Sonra kadın yere yığılıyor ve ölüyor. Bu Lula’yı çok etkiliyor. Denizci, “Kaçalım buradan” diyor. Otelin lobisinde Marietta Johnnie’yi arıyor. Otelde çokça yaşlı insan var. Onlarla konuşuyor. Santos geliyor oraya ve “Çocuklar Teksas’taymış” diyor.

Saçları kısa sarışın Juana Durango (Grace Zabriskie), “Bir öpücük daha Reggie” diyerek, sandalyede ağzı bantlı Johnnie’ye bakıyor. Johnnie’nin arkasında da silahlı siyahî adam Reggie (Calvin
Lockhart) ayakta dineliyor. Sonradan görünecek Perdita Durango da (Isabella Rossellini) bu sarışın kadın gibi, tıpkı sarışın ve kısa saçlıydı. Luis Bunuel’in filminden düşmüş gibiydiler. 1956 yapımı renkli “La Mort en Ce Jardin-Ölüm Bahçesi” filminde Simone Signoret de kısa sarı saçlıydı. Kaşları da siyah ve kalındı. Dudakları kıpkırmızı rujluydu Bunuel’in filminde. Reggie, Johnnie’nin ağzındaki bandı çıkartıyor, odadan çıkıyor. Ona kadar sayıyor sonra. Reggie ateş ediyor.

Gündüz. Big Tuna, Teksas levhası yansıyor. Luna ve Denizci, küçük kasaba Big Tuna’ya geliyorlar. Aslında burası yol üstünde bir yerdi onlar için. Kaliforniya da uzak değildi. Ama kaderin de bir planı vardı. Balık levhasının üstünde “fuck you” (seni düzeyim) yazısı göze çarpıyor. Görüntü kararıyor. Kulübeye benzer bir eve geliyorlar. Rengeyiği’nin telefonla konuşurken yansıdığı evdi burası. Kamera da aynı açıda duruyor. Lula arabada kalıyor. Denizci arabadan inip evin önüne geliyor, kapıyı çalıyor. İçeriden sarı kısa saçlı Perdita çıkıyor. Birbirlerini tanıyorlar. Perdita, “Ne istiyordun bay yılan derili” diyor. Santos’tan veya Marietta’dan ona bir şey olup olmadığını soruyor. Perditta, ona bir sır söylüyor yanan ev hakkında. Gizem ve merak duygusu iyidir. Görmek gerekli. Zincirlemeli geçişle Denizci, Marietta’yla tuvaletteki anı hatırlıyor. Marietta, “Belki sen bir gece fazla yaklaştın” demiş. Yangın yansıyor. Perdita yangının nasıl çıktığını anlatıyor
Denizci’ye. Başlardan beri gelen bir sır da aydınlanıyor, hem Denizci’nin hem de filmi takip edenlerin zihninde. Perdita anlatırken, o yangın anları da yansıyordu. Perdita doğruyu mu söylüyordu? Kuşkular işte. Motel odasında. Sinekler kusmuğun üstüne yığılmışlar. Denizci odaya girdiğinde içeride koku da duyuluyor. Lula hastalanmış ve yatakta. Nasıl kustuğunu anlatıyor. Pencere kenarında oturan Denizci, Lula’nın yanına geliyor, şefkatle onun saçlarını okşuyor. Lula, kazada ölen kadın etkisinde. Birden cadı annesini görüyor. Denizci, Lula’ya şekerli kolye veriyor. Gece. Denizci, hava alsın diye Lula’yı motelin önünde dışarı çıkartmış. Masada kovboy şapkalı Vince’le (Pruitt Taylor) konuşuyorlar. Orada Bobby’nin adamları Kelly (David Patrick) ve Sparky de (John Lurie) var. Gördükleri kazayı anlatıyorlar. Ölenleri tanıyorlar. Birden ortaya iri memeleri açıkta birkaç şişman kadın görünüyor, neşeyle dans ediyorlar. Kendinizi Fellini filminin içindeymiş gibi hissediyorsunuz. Ardından siyah takım elbiseli biri, Bobby Peru (Willem Dafoe) geliyor masaya. Dişleri de çok kirli Bobby’nin. Sigarasını yakıyor. Bobby, askerliği biliyor, bahriyelileri de. Lula ve Denizci odalarına gidiyorlar. Zincirlemeli geçişle Lula, tecavüze uğradığı anı hatırlıyor.

Mercek altında kocaman bir yüz görünüyor. Kadının kanını boşaltıyorlar. Bu an, gerçeküstücü ve anlam yaratmak için zihinde mücadele veriliyor. “Hamileyim” yazan bir not okunuyor. Gündüz. Denizci arabayla ilgilenirken, odaya Bobby geliyor. Tuvaleti kullanmak istiyormuş. Bobby, kusmuk kokusundan Lula’nın hamile olduğunu anlıyor. Ardından onu kışkırtan ve tahrik eden kelimeler kullanıyor. Bobby, Lula’nın meme uçlarını sıkarken, Lula’ya “fuck me” (düz beni) lafını söyletiyor. Bobby sonra odadan çıkıyor, dışarıdaki Denizci’nin yanına gidiyor. Bobby’nin arabasıyla gezintiye çıkıyorlar. Lula da travma içinde, tecavüz anını hatırlıyor. Denizci ve Bobby, sonra motelin barında bira içiyorlar. Denizci, tavana bakıyor. Şekil bozucu aynada kendini görüyor. Bobby, Denizci’ye iş teklifinde bulunuyor. Sabah onu alacakmış. Cadı
Marietta, küresinden Denizci ve Bobby’yi izliyor siyah-beyaz görüntüyle. Lula da odasında birbiri ardına sigara içiyor. Denizci odaya geliyor. Soyunuyor, yatağa giriyor. Bobby’yle işi olduğunu söylüyor. Kibrit çakıyor, sigaranın ucu yanıyor. Gece, kulübeye benzeyen ev yansıyor. Lula, yatakta Denizci’ye, “Bobby kara melek” diyor. Onunla çalışmasını istemiyor. Lula, dünyanın vahşi kalbi olduğunu söylüyor. “Love Me Tender” şarkısını söylemesini de beklemiş hep. Bobby, Perdita’nın evinde. Birbirlerini tanıyorlar. Bobby’nin avucuda gümüş dolar görünüyor. Sabah. Denizci, Bobby’yi bekliyor. Üstü açık arabayla Bobby ve Perdita geliyor. Denizci tereddüt ediyor. Boby, Perdita için, “Kızım” diyor. 1976 model Cadillac-Eldorado araba Lobo kasabasına geliyor. Denizci’de tabanca, Bobby’de de tüfek var. Soygun için yem deposuna giriyorlar. Şerif yardımcısı 1985 model Plymouth Gran Fury devriye arabasından inerek, arabada bekleyen Perdita’nın yanına geliyor. Silah sesleri duyuluyor. Perdita kaçmaya çalışıyor. Bobby soygun yerini kan gölüne çevirmiş. Denizci’ye verdiği tabanca da gerçek değil. Denizci dışarı kaçarken, devriye ona ateş ediyor. Elinde çuvalla dışarı çıkan Bobby’nin tüfeği ateş alıyor ve Boby’nin kafası havaya uçuyor.

Denizci demir parmaklıkların arkasına düşüyor yine. Lula da motel odasında Denizci’yi bekliyor, şekerli kolyesiyle oynarken. Lula karakola gidiyor. Annesi de geliyor. Ardından Santos da. Santos, Lula’ya sarılıyor. Lula ağlamaya başlıyor. Lula, hapisteki Denizci’ye mektup yazıyor. Bebeği doğurmak istiyormuş. Kız da olsa oğlan da, ismini Lance koyacakmış. Annesi de istiyormuş bebeği. Beş yıl, 10 ay, 21 gün sonra. Lula ve oğlu Pace, çevreli fotoğrafta görülüyor. Evde Marietta, Lula’a telefonda, bir kez daha beraber olmalarına izin vermeyeceğini söylüyor. Denizci trenle gelecekmiş. Sarışın oğlu Pace’le (Glenn Walker Harris) üstü açık 1979 model Ford Mustang arabayla Denizci’yi karşılamaya giden Lula, bir
kazayı atlatıyor. Ama az ileride korkunç bir kaza yaşanmış. Sonra bir araya geliyor âşıklar. İlk defa oğluyla karşılaşıyor Denizci. Arabayla giderlerken, Lula birden duruyor. Acaba hazır değil miydi? Denizci veda ediyor onlara ve başka bir yöne doğru
giderken, birkaç serseri genç yolunu kesiyor. Onlarla kavga ederken yere düşüyor. Baygın haldeyken iyi cadı Glinda (Sheryl Lee), kelimeleriyle Denizci’ye hayata ve aşka döndürüyor. Ayağa kalktığında gençlere teşekkür ederek Lula’ya doğru koşuyor. Fonda da eski Hollywood filmlerinin müziğini çağrıştıran tınılar duyuluyor. Lula’ya ulaşan Denizci, o şarkıyı, Kral Elvis’in “Love Me Tender” (Beni Şefkatli Sev) şarkısını Lula’ya söylüyor. Mutlu son ve aşk kazanıyor, doğu ve batı kültürlerinin karışımıyla. Her zaman.

(31 Ekim 2015)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Çarlardan Yıldızlara Fantastik Rus Sineması Pera Müzesi’nde

Pera Müzesi, bu ayki film programlarına Rus sineması ile devam ediyor. Çarlardan Yıldızlara: Fantastik Rus Sineması programı 30 Ekim Cuma günü, Jakov Protazanov’un, gezegenler arası seyahati konu edinen ve A. N. Tolstoy’un romanından uyarlanan ilk uzun metraj sessiz filmi Aelita, Mars Kraliçesi ile başlıyor. Rus sineması, seksen yılı aşkın süredir bilimkurgu ve absürdist mizahı kapsayan yaratıcı bir yönetmenlik geleneğine sahip birçok eğlenceli filme imza atıyor.

Çarlardan Yıldızlara Fantastik Rus Sineması Pera Müzesi’nde yazısına devam et

İstanbul Film Festivali ve Mubi İşbirliğiyle Junun Özel Gösterimi

Galasını New York Film Festivali’nde, dünya prömiyerini ise hemen ardından MUBI’de yapan Paul Thomas Anderson imzalı Junun, İstanbul Film Festivali ve MUBI işbirliğiyle 28 Ekim Çarşamba günü 21:30’da tek gösterimle Rexx Sineması’nda olacak. Junun, Paul Thomas Anderson’ın Radiohead gitaristi Jonny Greenwood ve İsrailli müzisyen Shye Ben Tzur eşliğinde Hindistan’ın kuzeyindeki Racastan’a yaptığı yolculuğa ve albüm kaydına tanıklık ediyor ve perdeye getiriyor.

İstanbul Film Festivali ve Mubi İşbirliğiyle Junun Özel Gösterimi yazısına devam et