Leblebi Tozu Filminin Teaser’ı Yayında

Fix Yapım tarafından beyazperdeye aktarılan ve önümüzdeki aylarda vizyona çıkacak Leblebi Tozu filminin teaser’ı yayınlandı. Teaser, hikâyenin kahramanlarını genel hatlarıyla anlatırken, eğlenceli ve komik anlarıyla da seyirciyi güldürecek. Hakan Eser’in yönettiği ve kısa yoldan ve emek harcamadan zengin olmaya çalışan Ali isimli karakterin hikâyesinin anlatıldığı filmin çekimleri Çorum’un tarihi mekânlarında ve kent merkezinde yapıldı.

  • Basın Bülteni
  • Teaser’ı izlemek için tıklayınız.
  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.

Cengiz Bozkurt ve Seda Bakan Kara Bela’yı Kliplendirdi

BKM’nin, sezonun ilk sinema projesi Kara Bela için sürprizlerine bir yenisi daha eklendi. 16 Eylül Çarşamba akşamı Türkiye’de ilk kez Açıkhava Tiyatrosu’nda, seyirciyle birlikte ilk gösteriminin gerçekleşeceği filmin şarkısı için, başrol oyuncuları stüdyoya girdi. Şarkının en büyük özelliğiyse, sözlerin ve bestenin Seda Bakan’ın müzisyen eşi Ali Erel’e ait olması. Ali Erel’le birlikte Cengiz Bozkurt ve Seda Bakan da stüdyoya girerek filmin klibi için şarkıyı seslendirdiler.

  • Basın Bülteni
  • Klibi izlemek için tıklayınız.
  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.

Cengiz Bozkurt ve Seda Bakan Kara Bela’yı Kliplendirdi yazısına devam et

Aşk Nerede, 25 Eylül’de Sinemalarda

Sezonun ilk romantik – komedi filmi Aşk Nerede? 25 Eylül’de beyazperdede. Başrollerinde Ayça Erturan ve Faik Ergin’in yer aldığı, yönetmenliğini Vay Başıma Gelenler film serilerinden tanıdığımız Semra Dündar’ın yaptığı romantik – komedi tarzındaki film, UIP Filmcilik dağıtımıyla bayram haftası vizyona girecek. Filmin yapımcılığı ise daha önce yine Vay Başıma Gelenler film serisinin sahibi olan Kült Film – Kemal Öğün tarafından üstleniliyor.

52. Altın Portakal’a Sorular

Hemen her gün yeni bir Altın Portakal haberiyle karşılaşıyor, 52. Festival’in nasıl gerçekleşeceğine dair “bilgi bombardımanına” tutuluyoruz. Sözü edilen “bilgilerin” resmi bir karşılığı yok; çoğunlukla Antalya yerel basınına yansıyan açıklamalar bir yana, Festival yönetiminden -son olarak Eylül ortası gibi bir tarih telaffuz edilmesine karşın- bu satırların yazıldığı saate kadar herhangi bir ses çıkmış değil.

Organizasyonların İşlevi

Eldeki gayrı resmi açıklamalara göre Portakal bir kez daha Elif Dağdeviren’e emanet edilmiş durumda. Öncelikle kendisine ve ekibine başarılar diliyorum. Festival’in 52 yıla yaklaşan tarihi boyunca, sinema dünyasından birçok ismin “danışman”, “organizatör”, “sanat yönetmeni” vb. sıfatlarla Antalya’ya geldiğine tanık olduk. Bu bağlamda, Prodüktörler Cemiyeti Başkanı olan Ümit Utku’nun damgasını vurduğu 60’lardan günümüze, -aradaki istisnaları unutmadan- neredeyse tamamı İstanbul merkezli organizasyonlarla yürüdü Portakal. Kimi zaman “toplumcu gerçekçi” sinemacıların başarılı üretimlerinin “Yeşilçam kodamanları”nca hiçe sayıldığını, kimi zaman da “yeni Cannes” söylemiyle ulusal sinemanın ufukta kaybolduğunu gördük. 80’ler, tam da dönemin ruhuna uygun “kitsch” bir atmosferi dayattığında “sessiz çoğunluk” oradaydı, şenlik Kaleiçi’nin dar sokaklarına hapsolduğunda ise ortalıkta pek kimse kalmamıştı. Yine de sürüp gitti bu sevda. Kimi zaman beyazperdenin yıldızlarının kendisiyle buluşmasına dudak bükenlere, bazen de açılış / kapanış gecelerinde araya konan bariyerlere inat! Evet, korteji ilkellik sayan da oldu, kırmızı halının kaç metre olması gerektiğini tartışan da. Sansüre ortak tavır alıp festivali demokrasi şölenine dönüştüren de, onu meşrulaştıran da. Bütün bu tartışmaların ve gelgitlerin arasında, kimi zaman dönemin belediye başkanlarının Portakal’ı sırtlarında kambur olarak görmelerini de yazdı tarih kitapları, onu bir halk şenliği olarak yorumlayanları da…

Sonuç olarak her türden renge rastladık bu topraklarda. Organizasyonu dünya turizmine giden yolda yapıtaşı olarak gören ve Konyaaltı sahillerini çıplak dansözlerle donatan zihniyet ile “Hollywood platolarını Antalya’ya taşıyoruz” diyen yöneticilerin unuttukları bir şey vardı: Altın Portakal, şaşaalı törenlerin, after party’lerin, beş yıldızlı otellerde yapılan kutlamaların veya jüri başkanının konakladığı odanın büyüklüğünden ziyade, Halit Refiğ’lerin, Yılmaz Güney’lerin, Onat Kutlar’ların ve daha nice önemli sinemacının özlemlerine tanıklık ettiği ve onlara selam durduğu ölçüde Altın Portakal olmuştu. Göç sorunu, her daim kanayan bir yara olan maden işçilerinin sömürüsü, 12 Eylül, işkenceler, “kadın sineması”, “sanat filmlerinin yükselişi” ve daha nice toplumsal olgu bu platformda dile getirilmiş ve festival, yedinci sanatın tarihe tanık olma gibi büyük sorumluluğuna ev sahipliği yapmıştı.

Altın Portakal; Venedik, Berlin, Cannes Değildir!

Festival; yarım asrı ardında bırakarak Türkiye’nin yalnızca sinemasal değil, kültürel birikimine de iz düşürmüş ve son yılların moda deyimiyle en kalıcı “marka değerini” oluşturmuş durumda. Ne var ki, önce yapılan açıklamalar, sonra da web sayfasında yapılan değişiklik, bu durumun tüm çevrelerce kabul görmediğini gösteriyor.

Bu noktada karşı argüman, dünyada akredite edilen 43 Festival arasında yalnızca Altın Portakal’ın ödülün adıyla anıldığı söylemini içeriyor ve organizasyonların kentin adıyla anılmasının daha doğru olduğunu savunuyor. Kulağa hoş gelen bir ifade; üstelik örneklemeler Venedik, Berlin ve Cannes’dan doğru yapılınca tesiri daha yüksek, ama…

Dilerseniz, 2005 – 2008 yılları arasında yapılan Altın Portakal’ları anımsayalım. Bu 4 yıllık AKSAV-TÜRSAK Dönemi’nde, Uluslararası Avrasya Film Festivali’ne katılan ünlüler arasında Francis Ford Coppola, Kevin Spacey, Helen Mirren, Paul Verhoeven, Sophie Marceau, Christopher Lambert, Nicolas Roeg, Miranda Richardson, Michael York, Adrien Brody, Mickey Rourke, Faye Dunaway, Bo Derek, Jacqueline Bisset, Woody Harrelson, Michael Madsen, Marisa Tomei, Matthew Modine, Peter O’Toole, James Cromwell, David Carradine, Norman Jewison, Leo Carax, Jafar Panahi, Samira Makhmalbaf ve Kim Ki Duk gibi isimler bulunmaktadır. Kulağa inanılmaz geliyor, değil mi?

Sonra, 46. Altın Portakal’ı anımsayalım. Yeni yönetimin göreve geldiği ilk günlerde bir bütçe tartışması başlamış, Festival’e önceki yıllarda yapılan devlet yardımının kesintiye uğradığı dile getirilerek “eskiye” dönülmüştü. Uluslararası yarışmalar yine devam etti; ama öncekiyle kıyaslan(a)mayacak mütevazı ölçülerde. Öyleyse tespitimizin altını çizelim: Altın Portakal konjonktürel siyasetten etkisini kurtaramamış, özellikle belediyeler eliyle yürütülen bir organizasyon olduğu için “devamlılık” gibi önemli bir ilke, bu festival için işlevsel hale getirilememiştir. Halkaya, seçimler sonucu işbaşına gelen yeni yönetimin ilk icraatının, Portakal’a 1995 yılından bu yana hizmet veren AKSAV’la işbirliğini noktalamak olduğunu da ekleyelim ve devam edelim: Altın Portakal’a sahip çıkan temel unsur Antalya halkı ve sinemaya gönül veren yığınlardır. Festival tarihinde atılan uluslararası adımların “emek” ekseninde kuşkusuz bir karşılığı vardır; ancak bunlar bir “renk” olmaktan öteye gidememiş, belirleyici olan, ülkenin son 50 küsur yılının sosyal, siyasal ve kültürel tarihinden izler taşıyan Ulusal Yarışma olmuştur! Bu yüzden temel gaye -“iyi niyet” çerçevesinde atıldığını varsaysak bile- Altın Portakal’ı dünya ölçeğine açmak gibi bir adımsa, bunun ne yazık ki karşılığı yoktur, olamayacaktır.

En çok da bu sebepten ötürü, Festival’in adını değiştirmek, ödül heykeliyle (ilk olarak 70’lerde ve sonrasında da 2008’de olduğu gibi) “oynamak”, onu kübik forma dönüştürmek (!) ve festivalin ana rotasını keskin biçimde farklılaştırmaktan çok, “içe dönmek” gerekmektedir. Buna göre; Altın Portakal’ın yıllardan bu yana en temel eksikliğinin, olgunun Antalya kamuoyunda yeterince tartışılmaması olduğunu söyleyebiliriz. Bir başka deyişle, 52 yıllık tarihin bize haykırdığı gibi hedef kitlesi ulusal sinema olan bir kurum, öncelikle bu işlevini nasıl layıkıyla yerine getireceğini masaya yatırmalı ve temel misyonunu bu bakıştan hareketle yerine getirmelidir. Bu festivalin taşıyıcısı, onu bugünlere getiren itici gücü, temel motivasyonu hiçbir zaman uluslararası platform olmadığına ve Altın Portakal ismi, “içeride” zaten Antalya’yı yeterince anımsattığına göre yola Altın Portakal’la devam edilmesi elzemdir! Bunun dışında yapacağınız her köklü değişiklik, tıpkı geçmişte olduğu gibi uzun soluklu olmayacak ve en iyimser ifadeyle bir veya iki dönem sonra yapılacak yerel yönetim seçimleri sonrasında rafa kaldırılacaktır!

Para Meselesi

Gayrı resmi olduğunun altını yeniden çizmeyi ihmal etmeden, aldığımız son “duyumlar”, Festival’de para ödülünün sıfırlanacağı açıklamalarını içermektedir. Uygulanabilirliği zor olan bu yaklaşım, bir ölçüde “romantik / idealist” görünmektedir; ancak yüzey kazındıkça farklı bir muhtevaya büründüğü de açığa çıkmaktadır.

Söylentilere göre 52. Altın Portakal’da ‘En İyi İlk Film’, ‘En İyi Yönetmen’, ‘En İyi Senaryo’, ‘En İyi Görüntü Yönetmeni’, ‘En İyi Film Müziği’ kategorilerinde ve ‘En İyi Kısa Film’, ‘En İyi Belgesel’, ‘En İyi İlk Belgesel’ yarışmalarında para ödülü kaldırılacaktır; ama bu, genel olarak para ödülünün noktalanacağı anlamına gelmemektedir. Bir yerel gazete haberi şu ifadeleri içermektedir: “Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin Eylül ayı meclis toplantısının ikinci oturumunda, bu yıl festivalde dağıtılacak para ödülleri karara bağlandı. Buna göre ‘En İyi Film Altın Portakal Ödülü’ 150 bin lira,
2 adet ‘Antalya Film Forum (AFF) Pitching Progress Uzun Metraj Kurmaca Film Ödülü’ 30’ar bin lira, 2 adet ‘AFF Pitching Progress Uzun Metraj Belgesel Ödülü’ 30’ar bin lira, ‘AFF Yapım Aşaması Uzun Metraj Ödülü’ 100 bin lira, ‘Antalya Film Fonu Ödülü’ 100 bin lira, ‘En İyi Ulusal Film Ödülü’ 50 bin lira, ‘Vizyon Desteği Ödülü’ 50 bin lira olarak belirlendi.”

Buna göre En İyi Film kategorisi (Uzun Metraj Kurmaca Film Ödülü sayılmazsa!) ikiye bölünmüştür. Bu ne anlama gelmektedir? 150 bin lira, olası bir uluslararası yarışmanın ödülü müdür? En İyi Ulusal Film ayrı bir kategori olarak açıklandığı için bu sorunun yanıtı belli gibidir. Bunun, Altın Portakal tarihinde bir ilk olduğu unutulmamalıdır. Bugüne kadar, yukarıda örnekleriyle anlatmaya çalıştığımız gibi ulusal sinemamızın en önemli sinema platformu olan Altın Portakal’ın bu işlevi elinden alınacak ve daha önceki festivallerde bir “renk” olarak gözümüze çarpan uluslararası boyut, ekonomik bakımdan öne çıkarılacaktır.

Soruları çeşitlendirebiliriz: Yönetmenlere, senaristlere, görüntü yönetmenlerine, kısa filmcilere ve belgesel sinemacılara verilen ödüllerin geri alınmasının nedeni, asıl “birikimin” Uluslararası Yarışma’da değerlendirileceğini mi ortaya koymaktadır? ‘Antalya Film Forum’un (AFF), Ulusal Yarışma’nın çok ötesinde bir işlev üstlenmesi mi öngörülmektedir? Yapım Aşaması’nda olan bir filme verilmesi planlanan para ödülünün, En İyi Ulusal Film ödülünün iki katı olması ne anlama gelmektedir? Planlamada Kısa Film’den neden bahsedilmemektedir?

Takvimlerin Eylül sonuna işaret ettiği bir noktada, yanıtlanması acil sorulardır bunlar; üstelik, sayın Türel’in de vurguladığı gibi “Altın Portakal, Türk Sineması’nın Oscar’ı” iken.

“Uzun Lafın Kısası”

Geçen yıl, yalnız Altın Portakal’a değil, neredeyse tüm film festivallerine damgasını vuran “sansür” sorunuyla boğuşmaktadır sinemamız. Önemli sıyrıklarla atlatılan bir süreç, yeni sorunların gölgesinde ağır aksak ilerleyip, konuşulması gereken asıl konular kapıda belirmişken, bizleri neyin beklediğini önümüzdeki günlerde göreceğiz.

4 Temmuz’da yayınlanan bir yazımda -böylesi bir manzara daha ortada yokken- şu ifadeleri savunmuştum: “Altın Portakal, en zorlu zamanlarında bile ulusal sinemanın yanında durmuş, kriz dönemlerinde dahi varlığını sürdürmüştür. Bu tavır, yalnızca yarışma bölümünde değil, kültürel çalışmalarda da kendisini gösterebilir. Şu günlerde sıkça tartışılan “sinemamızın temel sorunları”, “film festivalleri ve işlevleri”, “kitlesel üretimler ve sanat sineması”, “sansür sorunu” gibi konular festival kapsamında masaya yatırılmalıdır.” Yazarını “naif” kılan bu ifadeler, böylesi bir gündemde tebessümle okunabilir; ancak daha başka bir konu vardır ki, onun sonuçları çok daha düşündürücüdür: “Sinemacılarımız, bütün bu olup biten karşısında fikirlerini beyan etmek için neyi beklemektedirler?”

(21 Eylül 2015)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
[email protected]

Everest’in Zirvesinde İnsan – Doğa Savaşı

Everest
Yönetmen: Baltasar Kormákur
Senaryo: William Nicholson-Simon Beaufoy
Müzik: Dario Marianelli
Görüntü: Salvatore Totino
Oyuncular: Jason Clarke (Rob), Josh Brolin (Beck), Emily Watson (Helen), Jake Gyllenhaal (Scott), John Hawkes (Doug), Robin Wright (Peach), Ang Phula Sherpa (Dorjee), Keira Knightley (Jan), Thomas M. Wright (Michael), Martin Henderson (Andy “Harold”), Tom Goodman-Hill (Neal Beidleman), Charlotte Bøving (Lene), Pemba Sherpa (Lopsang), Amy Shindler (Charlotte), Justin Salinger (Ian), Vanessa Kirby (Sandy), Chris Reilly (Klev), Naoko Mori (Yasuko)
Yapım: Universal (2015)

İzlandalı yönetmen Baltasar Kormákur’un gerçek bir olaydan yola çıkan “Everest”, insanın doğayı fethetme savaşının trajik filmi. IMAX ve üç boyutlu bu film, sinema teknolojisinin üst noktası. İnsan kendini o anların yaşıyor sanki.

Gerçek bir hikâye… 1996 yılı. Hayatlarına anlam ve heyecan katmak isteyen çoğu zengin insan, Rob Hall’ün önderliğinde, Nepal’de Everest macerasına atılıyor. Everest, dünyanın en yüksek sıradağıydı. Bu yüce dağ, dünyanın da çatısıydı. Orada da küresel ısınmadan dolayı buzlar eriyordu. Everest’e buzullar erirse, bu Kuzey Kutbu kadar dünyanın iklimine etki yapacağı vurgulanıyor iklimbilimciler tarafından. Zirvesine yaklaştıkça  oksijen de azalıyor. Bu dağın zirvesine ulaşan çok az dağcı oldu. Çoğu oraya ulaşamadan öldü. İnsan doğaya hükmedebilir miydi? Şu ana kadar insanlar bunu başaramadı. Doğayı mağlubiyete
uğrattıklarını sandıkları anda doğa onlara büyük trajediler yaşattı. Yaşatmayı da sürdürüyor. Bu dağ tırmanışı büyük bir ekip çalışmasıyla gerçekleşiyor. Her şey en kötü durum düşünülerek oluşturulmuş. Deneyimler de var. Ama doğa da tam karşıdaydı. Her şey dinginken, birden karabulutlar çöker, ardından fırtına kopar ve trajediler yaşanırdı. Bu film üzerine yazmak yerine sinema perdesinde yaşamak daha iyi herhalde.

Hollywood’un gözdesi…
Bu filmi IMAX olarak devasa perdede görmek insanı görsel anlamda etkiliyor. Bir de üç boyutlu olunca, o anları birebir yaşıyor insan. Yağan karlar, kayan çığlar, soğuklar insana zihinsel
anlamda biraz da olsa deneyim yaşatıyor. İzlandalı heyecan verici yönetmenlerden Baltasar Kormákur, 1966’da Reykjavik’te doğdu. 2010 yapımı “Inhale-Nefes Nefese”
gerilimi, 2012 yapımı “Contraband-Son Vurgun” aksiyon-macerası, 2013 yapımı “2 Guns-Zorlu İkili” aksiyon-suç filmleri ülkemize uğramıştı. Hollywood, küçücük İzlanda’dan çıkan bu yönetmene düşlerini gerçekleştirme fırsatı veriyor işte.

Trajedinin dağında…

Kormákur’un filminde sadece Everest’in yaşattıkları değil, başka dramlar da var. Kormákur, doğa-insan ilişkisini anlattığı bu filminde, insan-insan ilişkilerini de öne çıkartıyor. Dağcıların lideri Rob, Jan Arnold’la beraber. Kadını hamile. Kız babası olmayı hayal ediyor Rob. Kızı olursa adının Sarah olmasını düşlüyor bir de. Everest’in uzmanı Rob, bildiği bu dağı yenebilecek miydi bir daha? Teksaslı Beck Weathers, zaman zaman dağa kaçan maceracılardan biri. İki çocuk babası Beck, bu defa karısı Peach’e haber vermemiş. Gözlerinden de ameliyat olmuş üstelik. Bumacera, ailedeki küçük sorunları onarabilecek miydi? Ya Doug? İlkokul öğrencileri onun bu maceraya katılması için para toplamış ve Everest’e yollamışlar. Doug Hansen, bu çocuklara ilham vermek istiyor Everest’in zirvesine ulaşarak. Helen Wilton da Rob’un sağ kolu bu macerada. Everest’in eteklerinde kurulmuş kampta iletişimi ve ihtiyaçları karşılıyor Helen. Bir de maceracılardan Scott Fischer var. Elbette yerel rehber Ang Dorjee de. Everest’in zirvesine ilk ulaşan kadın Yasuko Namba’yı da unutmamalı. Yönetmen, trajedileri yaşayanları önde göstererek Everest’in trajediler dağı olduğuna dokunduruyor seyircilere.

Çarpıcı görsellik…

Maceracılar, Everest’e tırmanmadan önce küçük tırmanışlar yapıyorlar önce. Mart ayının sonunda başlayan macera, Mayısın ilk yarısında başlıyor. Filmde gerçek anlamda o anın içinde olunan
anlar var. İki buzul arasına gerilmiş ince uzun asma köprüden geçiş anı insanı insana gerçek anlamda yükseklik korkusu yaşatıyor. Aşağısı uçurum ve neredeyse dibi görünmüyor. Bir an koltuktan aşağı doğru kaydığınızı hissedebilirsiniz. Müthiş ve anlatılamaz bir duygu. Buna benzer bir anı daha yaşatıyor yönetmen. Beck, iki buzul arasına kurulmuş merdivenlerden karşıya geçerken, onun yaşadığı korku iliklerde hissediliyor. Elbette fırtınalar ve çığlar da var. Zirvede, bu maceracılar gibi oksijensiz kalmış gibi de hissediyorsunuz. Yönetmenin, son jenerik öncesi küçük bir sürprizi de var seyircilere. Merak duygusu iyidir.

Filmde, Everest’e ilk çıkanlara da saygı sunuşu yapılıyor. 1953’te bu yüce dağa Yeni Zelandalı Edmund Hillary ve Nepalli Tenzing Norgay tırmanmıştı. Dağa adını verense İngiliz coğrafyacı Albay George Everest olmuş 1865’te.

Filmin müziklerini yazan Toskanalı besteci Dario Marianelli’yi de keşfetmeli. Joe Wright’ın 2007 yapımı “Atonement-Kefaret” filmindeki besteleri arşive alınmalı. Onun müzikleri insanın ruhuna iyi geliyor. Bu filmde de öyle. Marianelli, müziklerini Everest’in ruhuna adamış sanki. Everest’in ruhuna dokunabiliyor insan bu müziklerle. Zaman zaman dingin, zaman zaman çığlık atar gibi. Filmin kameramanı da önemliydi. Salvatore Totino, Ron Howard’ın 2006’daki “The Da Vinci Code-Da Vinci Şifresi” ve 2009’daki “Angels & Demons-Melekler ve Şeytanlar” filmlerindeki fotoğrafları çok çarpıcıydı. Ama yine Howard’ın yönettiği 2005 yapımı “Cinderella Man” filmindeki çalışması da hatırlanmalı. Kormákur’un 2015 yapımı “Everest” filminde de solukları kesiyor çarpıcı fotoğraflarıyla bu kameraman.

(21 Eylül 2015)

Ali Erden

[email protected]

If İstanbul, Roger Waters The Wall Filmine Özel Gösterim Yapıyor

15. If İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali, 29 Eylül’de tüm dünya ile aynı anda gösterilecek olan Roger Waters The Wall filmine özel gösterim yapıyor. Cinemaximum City’s Nişantaşı Sineması’nda yapılacak özel gösterime barış mesajlarını görüntüleyerek yayan If’çiler davet ediliyor. Tüm If’çiler 20 Eylül’e kadar fotoğraflarını çektikleri ya da dijital ortamda tasarladıkları duvar yazılarını #DuvardaBarışVar etiketiyle Instagram’da paylaşmaya çağrılıyor. Bu fotoğrafların arasından en çok beğeni alan 30’unun sahibi birer arkadaşlarıyla birlikte City’s Nişantaşı’nda yapılacak özel gösterime çağrılacak.

  • Basın Bülteni
  • Fragmanı izlemek için tıklayınız.
  • Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.

If İstanbul, Roger Waters The Wall Filmine Özel Gösterim Yapıyor yazısına devam et

Küçük Prens’in Galası Yapıldı

Merakla beklenen Küçük Prens filminin galası ünlü isimlerin katılımıyla 13 Eylül Pazar günü Mall of İstanbul ve Moipark ev sahipliğinde gerçekleşti. Filmin galasına, Esra Oflaz Güvenkaya, Fatih Karaca, Buket Dereoğlu gibi simaların yanı sıra ünlü markaların yöneticileri ile filmi seslendiren Özden Ayyıldız, Ahmet Taşar, Elif Acehan gibi isimler katıldı. Dünya çapında 145 milyon adet satan Küçük Prens kitabından uyarlanan film 23 Eylül Çarşamba günü gösterime giriyor.

Küçük Prens’in Galası Yapıldı yazısına devam et