Hemen her gün yeni bir Altın Portakal haberiyle karşılaşıyor, 52. Festival’in nasıl gerçekleşeceğine dair “bilgi bombardımanına” tutuluyoruz. Sözü edilen “bilgilerin” resmi bir karşılığı yok; çoğunlukla Antalya yerel basınına yansıyan açıklamalar bir yana, Festival yönetiminden -son olarak Eylül ortası gibi bir tarih telaffuz edilmesine karşın- bu satırların yazıldığı saate kadar herhangi bir ses çıkmış değil.
Organizasyonların İşlevi
Eldeki gayrı resmi açıklamalara göre Portakal bir kez daha Elif Dağdeviren’e emanet edilmiş durumda. Öncelikle kendisine ve ekibine başarılar diliyorum. Festival’in 52 yıla yaklaşan tarihi boyunca, sinema dünyasından birçok ismin “danışman”, “organizatör”, “sanat yönetmeni” vb. sıfatlarla Antalya’ya geldiğine tanık olduk. Bu bağlamda, Prodüktörler Cemiyeti Başkanı olan Ümit Utku’nun damgasını vurduğu 60’lardan günümüze, -aradaki istisnaları unutmadan- neredeyse tamamı İstanbul merkezli organizasyonlarla yürüdü Portakal. Kimi zaman “toplumcu gerçekçi” sinemacıların başarılı üretimlerinin “Yeşilçam kodamanları”nca hiçe sayıldığını, kimi zaman da “yeni Cannes” söylemiyle ulusal sinemanın ufukta kaybolduğunu gördük. 80’ler, tam da dönemin ruhuna uygun “kitsch” bir atmosferi dayattığında “sessiz çoğunluk” oradaydı, şenlik Kaleiçi’nin dar sokaklarına hapsolduğunda ise ortalıkta pek kimse kalmamıştı. Yine de sürüp gitti bu sevda. Kimi zaman beyazperdenin yıldızlarının kendisiyle buluşmasına dudak bükenlere, bazen de açılış / kapanış gecelerinde araya konan bariyerlere inat! Evet, korteji ilkellik sayan da oldu, kırmızı halının kaç metre olması gerektiğini tartışan da. Sansüre ortak tavır alıp festivali demokrasi şölenine dönüştüren de, onu meşrulaştıran da. Bütün bu tartışmaların ve gelgitlerin arasında, kimi zaman dönemin belediye başkanlarının Portakal’ı sırtlarında kambur olarak görmelerini de yazdı tarih kitapları, onu bir halk şenliği olarak yorumlayanları da…
Sonuç olarak her türden renge rastladık bu topraklarda. Organizasyonu dünya turizmine giden yolda yapıtaşı olarak gören ve Konyaaltı sahillerini çıplak dansözlerle donatan zihniyet ile “Hollywood platolarını Antalya’ya taşıyoruz” diyen yöneticilerin unuttukları bir şey vardı: Altın Portakal, şaşaalı törenlerin, after party’lerin, beş yıldızlı otellerde yapılan kutlamaların veya jüri başkanının konakladığı odanın büyüklüğünden ziyade, Halit Refiğ’lerin, Yılmaz Güney’lerin, Onat Kutlar’ların ve daha nice önemli sinemacının özlemlerine tanıklık ettiği ve onlara selam durduğu ölçüde Altın Portakal olmuştu. Göç sorunu, her daim kanayan bir yara olan maden işçilerinin sömürüsü, 12 Eylül, işkenceler, “kadın sineması”, “sanat filmlerinin yükselişi” ve daha nice toplumsal olgu bu platformda dile getirilmiş ve festival, yedinci sanatın tarihe tanık olma gibi büyük sorumluluğuna ev sahipliği yapmıştı.
Altın Portakal; Venedik, Berlin, Cannes Değildir!
Festival; yarım asrı ardında bırakarak Türkiye’nin yalnızca sinemasal değil, kültürel birikimine de iz düşürmüş ve son yılların moda deyimiyle en kalıcı “marka değerini” oluşturmuş durumda. Ne var ki, önce yapılan açıklamalar, sonra da web sayfasında yapılan değişiklik, bu durumun tüm çevrelerce kabul görmediğini gösteriyor.
Bu noktada karşı argüman, dünyada akredite edilen 43 Festival arasında yalnızca Altın Portakal’ın ödülün adıyla anıldığı söylemini içeriyor ve organizasyonların kentin adıyla anılmasının daha doğru olduğunu savunuyor. Kulağa hoş gelen bir ifade; üstelik örneklemeler Venedik, Berlin ve Cannes’dan doğru yapılınca tesiri daha yüksek, ama…
Dilerseniz, 2005 – 2008 yılları arasında yapılan Altın Portakal’ları anımsayalım. Bu 4 yıllık AKSAV-TÜRSAK Dönemi’nde, Uluslararası Avrasya Film Festivali’ne katılan ünlüler arasında Francis Ford Coppola, Kevin Spacey, Helen Mirren, Paul Verhoeven, Sophie Marceau, Christopher Lambert, Nicolas Roeg, Miranda Richardson, Michael York, Adrien Brody, Mickey Rourke, Faye Dunaway, Bo Derek, Jacqueline Bisset, Woody Harrelson, Michael Madsen, Marisa Tomei, Matthew Modine, Peter O’Toole, James Cromwell, David Carradine, Norman Jewison, Leo Carax, Jafar Panahi, Samira Makhmalbaf ve Kim Ki Duk gibi isimler bulunmaktadır. Kulağa inanılmaz geliyor, değil mi?
Sonra, 46. Altın Portakal’ı anımsayalım. Yeni yönetimin göreve geldiği ilk günlerde bir bütçe tartışması başlamış, Festival’e önceki yıllarda yapılan devlet yardımının kesintiye uğradığı dile getirilerek “eskiye” dönülmüştü. Uluslararası yarışmalar yine devam etti; ama öncekiyle kıyaslan(a)mayacak mütevazı ölçülerde. Öyleyse tespitimizin altını çizelim: Altın Portakal konjonktürel siyasetten etkisini kurtaramamış, özellikle belediyeler eliyle yürütülen bir organizasyon olduğu için “devamlılık” gibi önemli bir ilke, bu festival için işlevsel hale getirilememiştir. Halkaya, seçimler sonucu işbaşına gelen yeni yönetimin ilk icraatının, Portakal’a 1995 yılından bu yana hizmet veren AKSAV’la işbirliğini noktalamak olduğunu da ekleyelim ve devam edelim: Altın Portakal’a sahip çıkan temel unsur Antalya halkı ve sinemaya gönül veren yığınlardır. Festival tarihinde atılan uluslararası adımların “emek” ekseninde kuşkusuz bir karşılığı vardır; ancak bunlar bir “renk” olmaktan öteye gidememiş, belirleyici olan, ülkenin son 50 küsur yılının sosyal, siyasal ve kültürel tarihinden izler taşıyan Ulusal Yarışma olmuştur! Bu yüzden temel gaye -“iyi niyet” çerçevesinde atıldığını varsaysak bile- Altın Portakal’ı dünya ölçeğine açmak gibi bir adımsa, bunun ne yazık ki karşılığı yoktur, olamayacaktır.
En çok da bu sebepten ötürü, Festival’in adını değiştirmek, ödül heykeliyle (ilk olarak 70’lerde ve sonrasında da 2008’de olduğu gibi) “oynamak”, onu kübik forma dönüştürmek (!) ve festivalin ana rotasını keskin biçimde farklılaştırmaktan çok, “içe dönmek” gerekmektedir. Buna göre; Altın Portakal’ın yıllardan bu yana en temel eksikliğinin, olgunun Antalya kamuoyunda yeterince tartışılmaması olduğunu söyleyebiliriz. Bir başka deyişle, 52 yıllık tarihin bize haykırdığı gibi hedef kitlesi ulusal sinema olan bir kurum, öncelikle bu işlevini nasıl layıkıyla yerine getireceğini masaya yatırmalı ve temel misyonunu bu bakıştan hareketle yerine getirmelidir. Bu festivalin taşıyıcısı, onu bugünlere getiren itici gücü, temel motivasyonu hiçbir zaman uluslararası platform olmadığına ve Altın Portakal ismi, “içeride” zaten Antalya’yı yeterince anımsattığına göre yola Altın Portakal’la devam edilmesi elzemdir! Bunun dışında yapacağınız her köklü değişiklik, tıpkı geçmişte olduğu gibi uzun soluklu olmayacak ve en iyimser ifadeyle bir veya iki dönem sonra yapılacak yerel yönetim seçimleri sonrasında rafa kaldırılacaktır!
Para Meselesi
Gayrı resmi olduğunun altını yeniden çizmeyi ihmal etmeden, aldığımız son “duyumlar”, Festival’de para ödülünün sıfırlanacağı açıklamalarını içermektedir. Uygulanabilirliği zor olan bu yaklaşım, bir ölçüde “romantik / idealist” görünmektedir; ancak yüzey kazındıkça farklı bir muhtevaya büründüğü de açığa çıkmaktadır.
Söylentilere göre 52. Altın Portakal’da ‘En İyi İlk Film’, ‘En İyi Yönetmen’, ‘En İyi Senaryo’, ‘En İyi Görüntü Yönetmeni’, ‘En İyi Film Müziği’ kategorilerinde ve ‘En İyi Kısa Film’, ‘En İyi Belgesel’, ‘En İyi İlk Belgesel’ yarışmalarında para ödülü kaldırılacaktır; ama bu, genel olarak para ödülünün noktalanacağı anlamına gelmemektedir. Bir yerel gazete haberi şu ifadeleri içermektedir: “Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin Eylül ayı meclis toplantısının ikinci oturumunda, bu yıl festivalde dağıtılacak para ödülleri karara bağlandı. Buna göre ‘En İyi Film Altın Portakal Ödülü’ 150 bin lira,
2 adet ‘Antalya Film Forum (AFF) Pitching Progress Uzun Metraj Kurmaca Film Ödülü’ 30’ar bin lira, 2 adet ‘AFF Pitching Progress Uzun Metraj Belgesel Ödülü’ 30’ar bin lira, ‘AFF Yapım Aşaması Uzun Metraj Ödülü’ 100 bin lira, ‘Antalya Film Fonu Ödülü’ 100 bin lira, ‘En İyi Ulusal Film Ödülü’ 50 bin lira, ‘Vizyon Desteği Ödülü’ 50 bin lira olarak belirlendi.”
Buna göre En İyi Film kategorisi (Uzun Metraj Kurmaca Film Ödülü sayılmazsa!) ikiye bölünmüştür. Bu ne anlama gelmektedir? 150 bin lira, olası bir uluslararası yarışmanın ödülü müdür? En İyi Ulusal Film ayrı bir kategori olarak açıklandığı için bu sorunun yanıtı belli gibidir. Bunun, Altın Portakal tarihinde bir ilk olduğu unutulmamalıdır. Bugüne kadar, yukarıda örnekleriyle anlatmaya çalıştığımız gibi ulusal sinemamızın en önemli sinema platformu olan Altın Portakal’ın bu işlevi elinden alınacak ve daha önceki festivallerde bir “renk” olarak gözümüze çarpan uluslararası boyut, ekonomik bakımdan öne çıkarılacaktır.
Soruları çeşitlendirebiliriz: Yönetmenlere, senaristlere, görüntü yönetmenlerine, kısa filmcilere ve belgesel sinemacılara verilen ödüllerin geri alınmasının nedeni, asıl “birikimin” Uluslararası Yarışma’da değerlendirileceğini mi ortaya koymaktadır? ‘Antalya Film Forum’un (AFF), Ulusal Yarışma’nın çok ötesinde bir işlev üstlenmesi mi öngörülmektedir? Yapım Aşaması’nda olan bir filme verilmesi planlanan para ödülünün, En İyi Ulusal Film ödülünün iki katı olması ne anlama gelmektedir? Planlamada Kısa Film’den neden bahsedilmemektedir?
Takvimlerin Eylül sonuna işaret ettiği bir noktada, yanıtlanması acil sorulardır bunlar; üstelik, sayın Türel’in de vurguladığı gibi “Altın Portakal, Türk Sineması’nın Oscar’ı” iken.
“Uzun Lafın Kısası”
Geçen yıl, yalnız Altın Portakal’a değil, neredeyse tüm film festivallerine damgasını vuran “sansür” sorunuyla boğuşmaktadır sinemamız. Önemli sıyrıklarla atlatılan bir süreç, yeni sorunların gölgesinde ağır aksak ilerleyip, konuşulması gereken asıl konular kapıda belirmişken, bizleri neyin beklediğini önümüzdeki günlerde göreceğiz.
4 Temmuz’da yayınlanan bir yazımda -böylesi bir manzara daha ortada yokken- şu ifadeleri savunmuştum: “Altın Portakal, en zorlu zamanlarında bile ulusal sinemanın yanında durmuş, kriz dönemlerinde dahi varlığını sürdürmüştür. Bu tavır, yalnızca yarışma bölümünde değil, kültürel çalışmalarda da kendisini gösterebilir. Şu günlerde sıkça tartışılan “sinemamızın temel sorunları”, “film festivalleri ve işlevleri”, “kitlesel üretimler ve sanat sineması”, “sansür sorunu” gibi konular festival kapsamında masaya yatırılmalıdır.” Yazarını “naif” kılan bu ifadeler, böylesi bir gündemde tebessümle okunabilir; ancak daha başka bir konu vardır ki, onun sonuçları çok daha düşündürücüdür: “Sinemacılarımız, bütün bu olup biten karşısında fikirlerini beyan etmek için neyi beklemektedirler?”
(21 Eylül 2015)
Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
[email protected]