‘Prenses Kaguya Masalı / Kaguyahime no Monogatari’nin büyüleyici güzelliği Japon sineması ve resminin paha biçilmez geleneğinden kaynaklanıyor. Ozu, Naruse, Mizoguchi ve diğerlerinin zengin geçmişine bu son katkı efsanevi Japon canlandırma stüdyosu Ghibli’nin kurucularından Isao Takahata’nın sekiz yıllık emeğinin ürünü.
1935 doğumlu yönetmenin son çalışması çok bilinen bir Japon halk masalından yola çıkmış. Herşey bir ormancının bambu sırığından yayılan ışığı fark etmesiyle başlıyor. Erikler bile çiçek açmamışken bitmeye başlayan bambu filizi hızla bitkiye dönüşüyor ve yaprakları açıldığında içinden avuç içi kadar küçük bir kız çocuğu beliriyor. ‘Bu küçük bebek cennetin bir bağışı olmalı’ diye düşünen yaşlı oduncu ve karısı bambu misali hızla büyüyen kızlarına asil bir prenses hayatı yaşatmak üzere bitki sırığından fışkıran altınlar ve rengarenk giysilerle büyük kentin yolunu tutuyor. Bütün bunlar küçük prensesin iyiliği içindir ancak doğadan ve arkadaşlarından koparılarak gösterişli bir malikanenin kapalı yaşamına mahkum edilen genç kız mutsuzdur. Dillere destan güzelliği ve müzik konusundaki yeteneğiyle ülkenin dört bir yanından zengin taliplerin ve sonunda imparatorun ilgisine mazhar olan mahzun prenses geleceği hakkında bir karar almak durumundadır. İşte bu aşamada dünyaya düşüşünün sırrı da ortaya çıkacaktır.
İkinci Dünya Savaşı’nın acı dolu yıllarını hayatta kalmaya çalışan iki kardeşin gözünden anlattığı 1988 yapımı ‘Ateşböceklerinin Mezarı / Hotaru no Haka’ benzeri gerçekçi öykülerdeki imzasıyla bilinen yönetmen, Ghibli’deki yakın dostu ve çalışma arkadaşı Hiyao Miyazaki denli popüler olmamış ancak onun kadar değerli bir usta. Çağımızın üç boyutlu bilgisayar destekli robot aksiyonlarına güçlü bir alternatif oluşturan ‘Prenses Kaguya Masalı’nın da bu bilge sinemacının vasiyet filmi olması muhtemel.
Uzun yılların emeğini barındıran el yapımı suluboya çizimleriyle hayranlık uyandıran filmde birçok Ghibli yapımında olduğu gibi çevreci temalar baş köşede. ‘Kuşlar, böcekler, hayvanlar / Otlar, ağaçlar, çiçekler / Nasıl hissedeceğimi öğretin bana’ diyor duygulu şarkısında küçük kız. Köylüler dağdaki ağaçları tüketmemek ve doğanın kendini yenileyebilmesine fırsat tanımak için bir süreliğine başka alanlara göç ediyor. Ataerkil bir düzen içinde erkekler tarafından yönlendirilen kentli kadının mutsuzluğunu haykıran küçük prensesin en doğal haliyle kırlara kaçışını resmeden Takahata’nın eserinde feminist damar bu kez daha belirgin.
Aksiyona prim vermeyen hikâyesiyle meditatif bir yapıya sahip bu değerli yapım özellikle iki rüya sekansıyla unutulmayacak. Siyah beyaz çizimlerle etki gücü doruğa çıkan Kaguya’nın gösterişli giysilerinden sıyrılarak kentteki malikaneden dağdaki kulübesine kaçışı ile küçük prensesin çocukluk arkadaşı Stemaru ile ‘yer gök bizi kabul et’ nidalarıyla doğaya selam çaktıkları uçarı bölümler filmin doruk noktaları.
‘Parıldayan Işık’ anlamına gelen Kaguya’nın hikâyesini mutlaka izleyin. Çocuklarınızla birlikte izleyin. Doğallığın ve sadeliğin zenginliğini keşiflerinde onlara rehber olun.
(15 Mart 2015)
Ferhan Baran
[email protected]