44. Altın Portakal henüz sona ermişti. Yollarını aşındırmaktan yorulduğum AKM’de (Antalya Kültür Merkezi) düzenlenen yeni bir proje için, gönülsüzce de olsa mekânın yolunu tuttum: Güzel Sanatlar Lisesi Müzik Bölümü öğrencileri, “Ahmet Adnan Saygun’u Anma ve Anlama” konulu bir konferansa katılacaklar ve sanatçı hakkında bilgiler edineceklerdi. Saygun’u, başta Yunus Emre Oratoryosu olmak üzere çeşitli çalışmalarından tanımakla birlikte, bu etkinlik için neden bir Müzik eğitimcisinin görevlendirilmediğini düşünürken, etkinlikte konuşma yapacaklar arasında Halit Refiğ’in de bulunduğunu öğrendim. Daha on gün öncesinde, onu Altın Portakal’da göremediğim için yakınırken, fırsat ayağıma gelmişti!
O tarihte, üçüncü sayısını henüz çıkardığımız Modern Zamanlar’ın ilk sayılarıyla birlikte, konferansı sonuna kadar izleyip, soluğu ustanın yanında aldım. Tanışmamızın ardından, beni büyük bir ilgiyle dinlediğini, İstanbul dışındaki bir kentte, -özellikle de Antalya’da- sinema yayıncılığı adına birşeyler yapıldığını işitmekten büyük bir memnuniyet duyduğunu ifade ettiğini hatırlıyorum. Bunlar samimi düşünceleriydi: Dergileri uzun uzadıya inceleyip, o dönemde “Yumurta” ile Altın Portakal kazanan Semih Kaplanoğlu ve genel olarak “minimalist” sinema ile ilgili düşüncelerimi sormuştu.
İlk sayımız için kaleme aldığım manifestonun girişi “Onat Kutlar’a…” notuyla başlıyordu. Sonuna kadar okuduğu bu metni gayet başarılı bulduğunu söylemiş ve doğal olarak, yaşamımın bir dönemine damgasını vuran tartışmaların odağında olan Kutlar’la ilgili bir yorumda bulunmamıştı. Üçüncü sayıda yer alan ve küçük bir fotoğrafının da yer aldığı “Festival Tarihi” değerlendirmemizin onu mutlu ettiğini de sözlerime ekleyebilirim. Yıllar sonra, notlarıma baktığımda, -ilk sayılarımızın temasını oluşturan- Chaplin veya Antonioni gibi yönetmenlerin sinemaları hakkında binlerce makalenin yazıldığı; bizim sinemamız söz konusu olduğunda, yapılan araştırmaların halen çok yetersiz kaldığı tespitini yaptığını görmüştüm. Başlıca ilgi alanımızın Türk Sineması olması gerektiğine işaret ediyordu Refiğ Usta.
Yaklaşık bir saate sığdırmak zorunda olduğumuz ilk sohbetin ardından görüşmelerimizi çoğu zaman telefonla ve e-posta aracılığıyla sürdürdük. Ülke gündemine damgasını vuran konular hakkında söylemek istediği çok şey vardı. Sinemadan kopmak durumunda kaldığını, yapımcı döneminin sona ermesinin, yeni projelerini hayata geçirmesine olanak tanımadığını söylüyor, “yeni” sinemayı anlamaktan uzak olduğunu belirtiyordu. 2008 Güz’ünde, yedinci Modern Zamanlar’da bir bölümüne yer verdiğimiz söyleşi, ilginç ayrıntılarla doluydu. Uluslararası festivallerde yeni yeni keşfedilmeye başlayan sinemamıza şu yorumu getirmişti usta yönetmen:
“Bugüne kadar dünyada sinema ticaretine hakim ülke Amerika’dır. Amerika ile yalnız dünya pazarlarında değil, kendi ülkesinde de rekabet edemeyen Fransızlar alternatif bir yol açmışlardır. Sinemanın yalnızca bir endüstriyel eğlence ticareti olmadığını, ayrıca bireysel bir sanat eseri de olabileceğini savunurlar. Onlara göre, yönetmenin en kısıtlı imkânlarla kendi iç dünyasını yansıtabildikleri, seyredeni kendi iç sıkıntılarına ortak edebildikleri filmler, sanat filmleri, ‘auteur’ sineması örnekleridir. Fransa Kültür Bakanlığı himayesinde Cannes Film Festivali Fransızların bu düşüncesinin bir ödüllendirilme alanıdır. Avrupa’da Amerikan ticari sinemasıyla rekabet edemeyen birçok ülke, Fransızların bu görüşünü paylaşmakta, onlar da bireysel film yapımlarını tercih edip, bunların ödüllendirilmesi için Cannes Festivali benzeri şenlikler düzenlemektedirler. Bu filmlerde esas olan, yapıldıkları ülkelerin temel gerçekleri değil, filmin yönetmeninin yaşama bireysel bakışıdır. Bu yaklaşımın halkla buluşması, çok seyirci toplaması aranan bir şart değildir. Bu tarzın Türkiye’de de adından çok sözedilen temsilcilerinin olduğu malumdur.”
70’lere damgasını vuran tartışmalarla 2000’lerin sinemasal ortamı arasında paralellik kuran Halit Refiğ, sinemamızda son dönemlerde kayda değer gelişmelerin yaşandığına hak verirken, bir özeleştiriyi de beraberinde getiriyordu:
“Uzunca bir zamandır kendimi sinemadan kopmuş hissediyorum. Her halde yaşımın ilerlemesi ve film seyretmeye karşı oluşan doygunluk, hatta bıkkınlık duygusundan ötürü. Bu sebeple artık uzak olduğum bir alan hakkında çok fazla fikir yürütebilecek durumda değilim.”
Film yaptığı 1960’lı, 70’li yılları (kendi deyişiyle televizyon öncesi Türk sineması / Yeşilçam), dağıtımcı ve işletmeciler yoluyla seyirciden gelen talepleri karşılayabilecek filmler dönemi olarak ele alan Refiğ, günümüzde film yapmaya girişen her yönetmenin kendi şartlarını kendisinin yaratmak zorunda olduğu gerçeğinin de altını çiziyordu:
“Sermaye sağlanmasından, bütçe hesaplarından, yapım şartlarından, pazarlama ve dağıtıma kadar bütün işlemler, yapımcı / yönetmenin kendi gayreti ve becerisine bağlı artık…”
İlk tespitlerinden ve kaleme aldığı ünlü “Ulusal Sinema Kavgası” adlı eserinin üzerinden geçen uzun yılların ardından, kuramına nasıl baktığını sorduğumda ise, yine bir durum tespiti ile söze giriyor ve umutsuz bir sonuca ulaşıyordu:
“Bugün için ulusalcılık revaçta olan bir düşünce ve davranış değil. Resmi kurumlarımıza ve toplumun seçkin kesimlerine hakim olan düşünce tarzı keskin bir ‘Batıcılık’. Avrupa Birliği’ne üye olmak Türkiye için temel amaç haline getirilmiş durumda. Bu duruma karşı koyan ve ulusalcı davranış gösterenler cezalandırılma yoluna gidiliyor. Böyle bir ortamda ‘Ulusal’ bir sinemanın varolması mümkün mü?”
Yine de “Ulusal Sinema” tezlerinin izlerini, o dönemde gişede yıldızı parlayan (Cem Yılmaz, Recep İvedik vb.) komedileri kendi sinema anlayışının temsilcisi olmadıklarını vurgulamasına rağmen, “…adı geçen filmlerin Türkiye’de Amerikan filmlerinden çok daha fazla seyirci toplamalarını çok büyük bir takdirle karşılıyorum” ifadelerinde yakalamak mümkündü.
Bu bakış, sinemadan koptuğunu iddia etmesine karşın, son dönemde izlediği yapımlar arasında öne çıktığını düşündüğü film ya da filmleri sorduğumuzda da kendisini gösteriyordu:
“Artık pek az film seyrediyorum ve sağlıklı bir genel değerlendirme yapabilmem mümkün değil. Ama gördüğüm filmler arasında ‘Kurtlar Vadisi Irak’ı çok beğendim. Toplumsal bir sinema olayı olarak, yalnız Türk sinemasının değil, dünya sinema tarihinin de en çarpıcı filmlerinden biri. Amerikan filmlerinden başka bir ülke sinemasında, bu kadar mülevves, namussuz, alçak Amerikalı tipler gösteren bir film hatırlamıyorum. Bu film 2003 yılında Kuzey Irak’ta Türk askerlerinin başına çuval geçiren Amerikalılara karşı Türk toplumunun ortak tepkisinin bir ifadesi. Bütün kamuoyu araştırmaları dünyada Amerika nefretinin, % 90’lara varan bir ölçüde, en yüksek Türkiye’de olduğunu gösteriyor.”
Polat Alemdar’ın maceralarına getirdiği yorum bizleri çok şaşırtsa da, konu dergi sayfalarında kapanmış görünüyordu. Ne var ki, bir yıl kadar sonra, büyük gazetelerden birine verdiği röportajın manşeti hazırdı tabii… Modern Zamanlar okurlarının çok daha önceden öğrendiği konu, geniş kamuoyunun da ilgisini çekmiş ve nedenleri üzerine bir süre kafa yorulmuştu yanlış hatırlamıyorsam.
Aynı zamanda ülkenin ilk film eleştirmenleri arasında sayılan Halit Refiğ, 21 Temmuz 1956 tarihinde, dönemin ünlü Akis Dergisi’nde “Türk filmciliğinin kurtulmasını, Türk seyircisinin daha iyi filmler görmesini istiyorsak bu konuda film tenkitçileri ve sinema yazarlarına ağır görevler düşmektedir. Artık Türk sinemasının hayrı için birleşilmeli, birlikte savaşılmalıdır.” ifadelerini kullanmıştı. Yönetmenlik serüveni başladığında ise -ilk dönemler dışında- sinema yazarlarıyla yıldızının barışmadığı bilinmekteydi. Ülkedeki sinema eleştirisine dair gözlemlerini sorduğumuzda verdiği yanıt hayli manidardı:
“Dünden bugüne eleştiri anlayışında da büyük bir değişim olduğunu söyleyebiliriz. Benim sadece ilk filmim ‘Yasak Aşk’ genelde çok olumlu eleştiriler almıştı. Ondan sonra, Giovanni Scognamillo’nun bazı yazıları dışında, benim filmlerim hakkında olumlu birşey yazıldığı çok enderdi. Öbür meslektaşlarım için de durum pek farklı değildi. Bugün yapılan filmler hakkında yazılanlara baktığımda, olumsuz bir yaklaşıma rastladığımı pek hatırlamıyorum. Genelde çok iyi şeyler yazılıyor. Demek ki günümüz sinemacıları bizim yetersizliklerimizi çok aşmışlar. Ne iyi. Ülkemiz için ne kadar sevindirici bir durum.”
Refiğ, bir sinemacı olmanın dışında, bir düşünce insanı olarak da Türkiye’nin kültür birikimine önemli izler düşürmüştü. Görüşleri kimi zaman büyük fırtınalar koparsa da, entelektüel düzlemde yankı yaratmayı başarmıştı. Peki günümüz Türkiye’sine nasıl bakıyordu ve genç sinemacılara neler söylemek isterdi:
“Dünyanın geleceği oldukça karanlık görünüyor. Bu çerçeve içinde bir umut varsa o da bana göre Türkiye. Bunun nedenini, niçinini ‘Tek Umut Türkiye’ adlı kitabımda anlatmaya çalıştım. Bir kitap konusunu benim için bir soru karşılığına sığdırmam mümkün değil. Ama şunu söyleyebilirim ki, genelde bütün sanatlarımız, özelde sinemamız, ülkemizin gerçeklerinden kaynaklandıklarında, çok özgün ve ilginç sonuçlara varabilirler. Genç kuşak kardeşlerime özellikle Batı’ya takılıp kalmamalarını, kendi ülkelerinin gerçeklerini kavramaya çalışmalarını öneririm.”
2007’nin sonbaharında başlayan dostluğumuz, vefatına kadar devam etti. Çoğunlukla kültürel ve siyasal gelişmeleri masaya yatırdığımız uzun telefon sohbetlerini -ki Refiğ Hoca, sık sık “bizi şu anda dinleyen arkadaşlarımız da unutmasınlar ki…” türünden cümleler sıkıştırırdı araya- aklımdan hiç çıkarmadım. Edindiğim genel izlenim, söyleyecek sözlerinin tükenmediği ve daha da önemlisi çok iyi bir dinleyici olduğu yönündeydi. Bu arada öğrencilerimden birinin yaptığı portre desenini çok beğendiğini söylediğini ve genç ressam Yasemin’e selamlarını ilettiğini anımsıyorum.
Özellikle Sinematek Dönemi’ne ilişkin yaşanan tartışmalar ve karşılıklı suçlamalara ilişkin bakış açımı çeşitli dönemlerde kaleme almış, bu kapsamda yapılan geniş bir incelemenin de editörlüğünü üstlenmiştim. Tek üzüntüm, görüşlerinin önemli bir bölümüne katılamadığım Halit Refiğ’le o dönemi derinlemesine tartışamamaktı. Sanatçı da, “Ulusal Sinema Kavgası”nın dışında, nehir söyleşiler ve çeşitli yayınlarda o yıllara yeniden bakmaya pek hevesli görünmemişti. Buna karşın, kültürel ikliminin giderek kirlendiğine inandığım 2000’ler Türkiye’sinde hayata, yedinci sanata ve düşünsel birikimimize sağladığı katkılardan dolayı ona minnet duyuyor, anısı önünde saygıyla eğiliyorum.
(03 Ocak 2015)
Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü