Sinema tarihinde adaleti kendi yöntemleriyle sağlamaya çalışan ilk esnaf kimdir, bilemiyorum ama söz konusu olan, sorunlara “kişisel” olarak neşter vurulması ise, 100 yılı aşkın gelenek bizlere oldukça zengin bir miras bırakmıştır.
Griffith ve Sternberg’ün sessiz dönemde taşlarını döşediği yolda yürümeye başlayan ilk adamlar birer esnaf sayılırdı. Özellikle Büyük Bunalım sonrası ortaya çıkan boşluğu “bileklerinin ve namlularının gücü sayesinde” doldurmayı başaran bu parlak ticari zihniyetin / mafyanın sinemasal yorumu, o yılların ahlâk duvarlarına -ve HAYS Yasası’na- çarpıp dönse de, parlak bir başlangıç sayılabilirdi. En hakiki dokunuşlara 60’ların ikinci yarısından sonra sahip olacak bu sinema, kara filmlere doğru evrildiğinde, temsiliyeti sağlamak özel dedektiflere nasip oldu. İlginçtir; sözü edilen filmlerde kanun adamlarının asayişi yeterince tesis edememesinin yarattığı atmosfer, modern sinemanın da temel tezleri arasına katılacaktı. Yozlaşmış polislerin, hukuk ve siyaset adamlarının cirit attığı bir ortamda, etrafı femme fatale ile çevrilmiş; içe dönük, kendisine ve topluma güvensiz birey, çoğu zaman “yoldan çıkma eğilimi” gösterse de, bazen de polis veya hakim rolüne soyunabiliyordu.
“Bullitt” ile “sağa sinyal veren” ve erken 70’lerin habercisi sayılan bir anlayış, perdeye “Dirty Harry” ve “The French Connection”ı emanet ederken, adalet ve kanunlara bakış açısı çoğu zaman ikircikliydi: İlk bakışa göre polisler geri dönmüşlerdi! Aykırı da olsalar, “sokakları pislikten temizlemek için” görev aşkıyla yanıp tutuşuyorlardı. Madalyonun öteki tarafında ise masumiyetlerini pekiştirecek bir yan vardı: Adalet mekanizması öylesine kirlenmişti ki, kahramanlarımıza oyunu kendi kurallarıyla oynamaktan başka yol kalmıyordu. Hırsızlar, katiller ve tecavüzcülerin elini kolunu sallayarak gezindiği metropolleri kâbustan kurtarmanın yolu, sorunları “kişiselleştirmekten” çekinmeyen “bireyci” kanun adamlarının namlularından geçiyordu. Bir başka deyişe bu filmler düzeni sağlamak adına o düzeni eleştirerek muhafazakâr bir muhalefetin de temsilcisi oldular; ancak tehlikeli bir sürece yeşil ışık yakmaları anlamında yeni bir yönelime de şimşek çaktılar.
Böylelikle 70’lerin ikinci yarısına kadar geçen süreçte, ortaya ilginç bir hesaplaşma manzarası çıktı: Suçluyu, onun yaratan toplumsal koşullardan ve devletten soyutlamayan, 30’ların ahlâki ve hukuki normlarıyla oynama pahasına daha gerçekçi bir dil yakalamaya çabalayan liberal yönelimler ve yukarıda sözünü ettiğimiz bakışın ürünü olan filmler. İbrenin orta noktaya işaret ettiği duraklardan birinde sahneye çıkan “esnaf” Travis Bickle (Taxi Driver, 1975), bu kafa karıştırıcı dönemden en çok nasibini alan kahramanların başında yer alıyordu. Ruhsal bir bunalımın pençesinde kıvranıyordu, kafasında Vietnam’ı öldürememişti, ama sisteme uyum sağlamak için çabalıyor; bu anlamda, söz gelimi Rambo’dan çok daha anlamlı bir yönelime işaret ediyordu. Onun başarısızlığı ve intikama yönelmesi bir “düzen sorunu” idi. Aldığı tepkilerden şaşkına dönen Scorsese, hedefinin toplumu teşhir etmek olduğunu iddia etse de, Bickle’ın aynada aksine silah doğrultan görüntüsüyle özdeşleşen yığınlar nerede duruyordu?
Polise iade-i itibar kazandırma eğiliminin bir sonuç değil başlangıç olduğu, 80’lerde iyice açığa çıkacaktı. Sokaktaki adam ya da masum metropol insanı olsun farketmez; kişisel trajedilerden ölümcül sonuçlar doğuracak intikamcılar kapıda belirmiş; yani “gerektiğinde asayişi tesis eden polis, gerektiğinde de adaleti sağlayan hakimlerin” zamanı gelmişti işte! Paul Kersey’nin (“Death Wish”, 1974) -sıradan insanın ilkel içgüdülerini harekete geçirmeyi başaran senaryo sayesinde- soğukkanlılıkla suçluları öldürdüğü yeni dünyanın asil kahramanları aile babalarının, mimarların ve esnafların arasından çıkıyordu!
Şimdi koltuğunuza yaslanın ve “First Blood”ın, “The Equalizer”ın, “John Wick”in adalet savaşçılarını, intikamcılarını hatırlayın. Süper kahraman filmlerinin en gereksiz figürleri olan polislerin; Spider’ın, Superman veya Batman’in işini ne kadar zorlaştırdığını gözünüzün önüne getirin. Şiddetin kaçınılmazlığını acı deneyimler sonucu kavrayan Lewis, Ed, Drew ve Bobby’nin (“Deliverance”, 1972), David’in (“Straw Dogs”, 1971), Clyde’ın (“Law Abiding Citizen”, 2009) trajedilerini gözünüzün önüne getirin: Göreceksiniz ki, bir adalet savaşçısı, kanun adamı veya yargıç olmanızın önünde çok da engel yok. Ana akım sinemanın kimi örneklerini ve devlet adamlarının “hassas” uyarılarını rehber kılacaksak eğer; silahları kuşanmanın, bıçakları bilemenin ve hatta palaları kuşanmanın zamanı geldi de geçiyor demektir!
Gazamız mübarek olsun!
(18 Aralık 2014)
Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü