17. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali’ne Askıda Bilet Damga Vurdu

17. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali kapsamında bu sene ilk kez başlatılan, Askıda Bilet uygulaması yoğun ilgi görüyor. Gündüz sean biletleri askıya çıkan festivalin, ilk üç gününü, Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit ve Türk Eğitim Derneği askıya çıkartarak, katılımcıları Kızılırmak Sineması’nda misafir ederken, diğer gün biletlerini de Emek Elektrik Endüstrisi ve VAEST firması askıya çıkarttı. Filmleri ücretsiz izleme imkânına kavuşan katılımcılar uygulamadan çok memnun oldu.

17. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali’ne Askıda Bilet Damga Vurdu yazısına devam et

Elazığ’ın Nekerek Köyüne Sinema Geldi

7. Uluslararası Çaydaçıra Film Festivali, 2. gününde Elazığ’ın eski adı Nekerek olan Bağlarca Köyü’ne yazlık sinema şenliği yaşattı. Muhtar Mahmut Ergün, konukları köy yolu sapağında yerel folklor ekibinin gösterisiyle karşıladı, onlarca traktörle oluşturulan konvoyla köye gelindi. Köy meydanına kurulan perdede Caner Erzincan’ın Volga Sorgu ve Yılmaz Şerif’in oynadığı Mar filmi gösterildi. Filmin sonuna doğru başlayan yağmuru vatandaşlar sanatçılarının köye bereket getirdiği şeklinde dillendirdi.

Elazığ’ın Nekerek Köyüne Sinema Geldi yazısına devam et

Uzay Kuvvetleri 2911

Michael Şahin Derun’un yönettiği ve Çetin Yeltekin, Rıza Gülmez ile Gamze Demir’in oynadığı animasyon film Uzay Kuvvetleri 2911, 16 Mayıs 2014’de Pinema Film dağıtımıyla Animaj Film tarafından vizyona çıkarıldı.
Uzayın dokuzuncu sektör adıyla bilinen tehlikeli ve henüz keşfedilmemiş kısmında bulunan bir nebulanın içinden gaz ve partikül örnekleri toplamak üzere Murat kaptan komutasındaki bilim insanlarından oluşan dört kişilik küçük bir mürettebat, Savarona uzay gemisiyle ayrılarak yola çıkarlar. Bu yolculukları onları yaşamla ölüm arasında kalacakları bir savaşın ortasına götürecektir. Bu savaşı kazanamazlarsa tüm güneş sistemi ve insan soyu da yok olacaktır.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman

Uzay Kuvvetleri 2911 yazısına devam et

Şeker Portakalı

Marcos Bernstein’in yönettiği ve Joao Guilherme Avila, Eduardo Dascar, Fernanda Vianna ile Emiliano Queiroz’in oynadığı Şeker Portakalı (My Sweet Orange Tree), 23 Mayıs 2014’de M3 Film dağıtımıyla Calinos Films tarafından vizyona çıkarıldı.
Film, sevgiyi kendisi bulmak zorunda kalan ve günün birinde acıyı keşfeden küçük bir çocuğun öyküsünü anlatıyor. Brezilyalı yazar Jose Mauro de Vasconcelos’un çocukluğundan izler taşıyan hikâyede, çok yoksul bir ailenin oğlu olan Zezé, hayatın karşısına çıkardığı zorlukları hayal gücünün yardımıyla, yazarak aşabileceğini keşfeder. Yeni taşındıkları evlerindeki portakal ağacı ise, artık en iyi arkadaşı olmuştur.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Fragman
  • IMDb

Açlık Oyunları: Alaycı Kuş Bölüm 1

Francis Lawrence’in yönettiği ve Jennifer Lawrence, Josh Hutcherson, Liam Hemsworth ile Woody Harrelson’ın oynadığı Açlık Oyunları: Alaycı Kuş Bölüm 1 (Hunger Games: Mockingjay Part 1), 21 Kasım 2014’de The Moments Entertainment tarafından vizyona çıkarıldı.
Katniss’in, varlığını dahi bilmediği bir dünyada uyanır. Burası 13. Bölge’nin karanlık yeraltı şehridir. Katniss’in yüzleşmesi gereken bir gerçek vardır. 12. Bölge tamamen yıkıntıya dönmüştür ve Peeta beyni yıkanmış olarak Başkan Snow‘un kontrolü altındadır. Aynı zamanda Katniss, 13. Bölge’den yayılan isyan hareketine katılır ve bu onu Snow ile karşı karşıya getirir.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb
  • Ferhan Baran Yazıyor

Açlık Oyunları: Alaycı Kuş Bölüm 1 yazısına devam et

7. Uluslararası Çayda Çıra Film Festivali Başladı

7. Uluslararası Çaydaçıra Film Festivali açılış töreniyle başladı. Sinemamızın sevilen sanatçıları Selda Alkor, Eşref Kolçak, Mahmut Cevher, Yusuf Sezgin, Nihal Menzil, Tuğrul Meteer, Suzan Genç ve Yavuz Karakaş’ın hazır bulunduğu törene katılan Elazığ Valisi Ömer Faruk Koçak ve Belediye Başkanı Mücahit Yanılmaz gelecek yıllarda festivalin daha görkemli gerçekleştirilmesine yardımcı olacakları sözünü verdiler. Açılış töreni sonrasında Gürcistan yapımı Susa adlı film gösterildi.

7. Uluslararası Çayda Çıra Film Festivali Başladı yazısına devam et

Sinemamız Kaynaklarında Haklarında Yanlış Bilgi Verilen Filmler ve Yanlışlar (Farklılıklar) 6: Sevimli Haydut / Gazi Kadın

“Set fotoğrafı” nedir ve niçin çekilir? “Set fotoğrafı” denilince benim aklıma bir filmin çekilişi sırasında, sette çekilen fotoğraf geliyor. Bu -öncelikle- filmin tanıtımı için olur. Filmin bir “anını” yansıtır veya filmin setindeki çalışmalarla ilgilidir ki bunlar da “filmin anları” dışında “filmin çekiliş anları veya çekilişe hazırlık anları”, yine filmin tanıtımı için görüntülenir. Sevimli Haydut, filminde yukarıdaki filmlerde verdiğimiz örnekler dışında, başka türlü bir değişiklik veya “başka türlü bir tanıtım” karşımıza çıkarılıyor.

Türkan Şoray’ın Ayhan Işık ile oynadığı bu filmde, Türkan Şoray’ın direğe bağlı ve sırtı çıplak (!) olarak kırbaçlandığı bir sahne var. Bu sahne için Şoray, -aslında annesi- zorlukla razı edilir, böyle sahnelerin filmlerde olacağı, oyuncunun da buna karşı çıkmaması söylenir. Anne Şoray kabul eder ve Şoray direğe bağlı olarak kırbaçlanır. Kırbaçlanma sahnelerinde Şoray önden görünür, görünmemesi için takma saçlar ile göğüsleri maskelenir, yandan çekilen sahnelerde ise sadece sırtının çok az bir kısmı görüntüye girer.

Şoray’ın, yıllar sonraki ifadelerinde, çekim aralarında annesinin sırtını kapatmaya çalıştığı (kapattığı), çekim öncesi çıplak sırtının ve kırbaç izlerinin filmde görünmesi gerektiğinin kendisine söylendiği belirtilmektedir. Fakat -benim yıllar önce sinemalarda da gördüğüm kadarı ile- sırtı, hele kırbaç izleri olan çıplak sırtı hiç bir zaman görünmez (gösterilmez. / Belki çekilmiş fakat kesilmiş olabilir. Kim kesmiştir? Film şirketi mi, sansür mü, bilinmez. -Filmde kesime ilişkin bir belirti yok gibidir.)

Şoray’ın kırbaçlanması sırasında, kırbaçlanmaya neden olan, “nerede olduğu söylettirilmek istenilen” efe (Ayhan Işık) üstlerine gelip, kırbaçlayan Hüseyin Baradan’ı teslim alır ve adamlarına “kızı çözmelerini” ve “esvaplarını vermelerini” söyler. Şoray’ı, Baradan’ın adamlarından Danyal Topatan çözer… Bu sahne filmde böyledir ve devam eder. Sahne bu hali ile -Şoray’ın direğe bağlı olması ve Işık’ın Baradan’ı teslim alması- fotoğraf olarak sinemamız kitaplarında -birçok yerde- yer alır. Yine sözü edilen kitaplarda yer alan bir başka fotoğrafta, Işık, elinde “çakı” türü bir bıçakla direğe bağlı Şoray’a -ellerini bağlayan iplere- yaklaştığı görülür. Bu fotoğrafta Şoray -birazdan kendisini çözecek olan Işık’a- “arzu” ve “minnettarlıkla” bakmaktadır. (?) İkinci fotoğraftaki olay filmde yoktur, sonradan -belki de önceden- sette düzenlenmiş bir mizansenin fotoğrafıdır.

Rivayet olunur ki, ilişkileri başladıktan sonra Rüçhan Adlı, bu filmin bütün kopyalarını satın almıştır. Doğrudur, değildir, bilmiyorum, fakat pek doğru olduğunu da sanmıyorum çünkü üniversite yıllarında Ankara / Dörtyol’daki bir bahçe sineması birkaç yıl, her yaz bu filmi oynatmıştı. Film Asaf Tengiz’in yönettiği üçüncü sınıf bir filmdir.

Şoray, yıllar sonra çevirdiği Gazi Kadın filminde de -bir sahnede- kırbaçlanır fakat burada soyunmaz, giyiniktir. Bu filmden hiç söz edilmez. Edilmez ama başka şekilde söz etmek gerekir. Bu film (Gazi Kadın), Vittorio De Sica’nın Sun Flower adlı filmin bir kopyasıdır (uyarlamasıdır.) Ama bu filme nasıl “uyarlama” diyelim? Filmin hazırlanışında ve ilk çıkışında adı Nene Hatun idi. Sonradan Nene Hatun’un filmde anlatılan olaylar ile ilişkisi olmadığı söylenince adı Gazi Kadın’a çevrildi. De Sica’nın filminde İkinci Dünya Savaşı öncesi İtalya’da bir çift vardır. Savaş çıkar, erkek SSCB cephesine gider ve irtibat kesilir. Erkek yaralanmış, bir Rus kadın tarafından bakılmış ve aralarında bir aşk başlamıştır, İtalya’daki sevgili ise aşkının peşinden Rusya’ya gider ve bulur da… Şimdi bu konu Şoray’a uygulanır ise tabi olay biraz daha geriye çekilerek, sevgilinin Çarlık Rusya’sına -hem de gizli görevle- gitmesi, orada bilgi toplamak için bir Rus prensesine aşık rolü yapması gerekmektedir. Şoray, bunlar üzerine gittiği Rusya’da sevgilisini bulur, göstermelik ilişkisini ciddi zanneder. (Sanırım bundan sonra -yanlış hatırlamıyorsam- Rusya’daki “mazlum” Türkleri ayaklandırmaya çalışır… ???) Burada sorulacak soru şu: Bu filmin adı Nene Hatun olabilir mi?

Sevimli Haydut için çekilen bir set fotoğrafı bir kısım kitaplarda yer alırken, üzerinden 51 – 52 yıl geçmesine rağmen, filmdeki sahnenin, Türkan Şoray hakkında, gerek kendisinin adı çıkan, gerek başkalarının hazırladığı kitaplarda, konu (direğe bağlanma) dile getirilmekte ve sinemanın sultanının sinemadaki ilk yıllarında çekilen filmi hakkında demogoji yapılmaktadır. Bu arada filmdeki fotoğraflar da (set fotoğrafı dışında) kitaplarda yer almaktadır. Her oyuncunun -özelikle kadın oyuncuların- bu tip film parçaları, oyuncunun o günkü koşulları göz ardı edilerek magazinlerde yer almakta, ortada olmayan filmler üzerinden yorumlar yapılmaktadır. Bu sinemaya da oyuncuya da yapılan bir haksızlıktır. Gerek sinemayı gerek oyuncuları, bir filmlerindeki kısa (bazen filmde dahi olmayan) bir sahne, hatta sahneye ilişkin bir fotoğraf ile değerlendirmek, değinildiği gibi haksızlıktır. Filmler ve oyuncular -olumlu ve olumsuz abartıya kaçmadan, eleştirel anlamda olsa da- gerçek değerleri (yerleri) ile ele alınmalıdır.

(19 Mayıs 2014)

Orhan Ünser

Godzilla’nın Düşündürdükleri

Hollywood’un yaş ortalaması giderek düşen hedef izleyici kitlesi için uluslararası pazara sunduğu birbirinden gösterişli yapımlar, MARVEL karakterlerini döne döne bilmem kaç parti tükettikten sonra iştahla farklı kültürlerin mitlerine dadanmaya devam ediyor. Amerikan Sinema Endüstrisi’nin gişe hasılatı açısından en bereketli mevsimi olan yaz sezonunun yeni bombası ünlü Japon kültü ‘Godzilla’.

Efsanevi Japon canavarının doğuşu tam 60 yıl öncesine dayanıyor. Godzilla ya da ada folklorundan aldığı özgün adıyla Gojira, İkinci Dünya Savaşı’ndan muazzam yıkımla çıkmış ve ardından uzun yıllar ABD işgalini ve tahakkümünü yaşamış olan Japon toplumunun, nükleer yıkıma isyan çığlığıdır. Hiroşima ve Nagazaki’ye atılmış atom bombaları ve izleyen yıllarda Pasifik’te yapılan nükleer denemeler sonucu birikmiş radyoaktif serpintiyle beslenmiş ve okyanusun derinliklerinden yeniden yeryüzüne çıkmış milyonlarca yıl öncesinin soyu tükenmiş dinozorlar takımından bu dev mahlûkat, nükleer yıkımın taze dehşetini yaşamış yerel izleyici tarafından atom bombasının ürünü olarak kabul edilerek ilgiyle izlenmiş, izleyen yıllarda otuza yakın devam filmi çekilmek suretiyle Amerikan işgalinden yeni sıyrılmış Japon Sinema Endüstrisi için bir marka haline gelmiştir. 1954 yapımı filmin gördüğü olağanüstü ilgi üzerine iki yıl sonra Amerikalı oyuncuların yer aldığı sahnelerin eklenmesiyle ‘Godzilla’ adıyla bizde de gösterilmiş bir Hollywood versiyonu piyasaya sürülmüştür.

Muazzam miktarda atomik radyasyonu soğurduğu saptanan, denizdeki gemileri yuttuktan sonra karaya çıkarak şehirleri yıkıp geçen dev yaratık 1998 yılında bir kez daha tutar Hollywood’un yolunu. Lakin dönemin gözde aksiyon yönetmeni Roland Emmerich’in filmi beklenen ilgiyi görmez.

Hollywood 16 yıl aradan sonra ‘Godzilla’ya daha garantili formüllerle yaklaşmış. Büyük yapımcı/dağıtımcı stüdyolardan Warner Bros. ile 2005 yılında başlayan işbirliği döneminde Christopher Nolan yönetmenliğindeki ‘Batman’ serisi ya da ‘Başlangıç / Inception’ gibi hem izleyici hem de eleştirmenlerce kabul görmüş hitlere imzasını atmış Legendary Pictures, özel efekt tasarımcılığından yetişmiş, yazar ve yönetmenliğin yanı sıra kamerayı bizzat kullandığı -bizde ‘İstila’ adıyla gösterilmiş- 2010 yapımı mütevazi ‘The Monsters’ ile canavarlar alemini görselleştirmede yeteneğini kabul ettirmiş yönetmen Gareth Edwards ile anlaşmış. NASA’nın dünya dışı örnekleri taşıyan uzay sondasının Meksika üzerinde parçalanması sonucu yeryüzüne yayılan yaratıkların istilasını kısıtlı imkânlarla etkileyici bir biçimde anlatmış olan genç İngiliz sinemacı, bu defa emrine sunulmuş 160 milyon dolarlık bütçeyle manevra alanını genişletmiş. İlk uyarlamanın akibetine uğramamak ve gişeyi garantiye almak adına sadece Godzilla ile yetinilmemiş, ‘Alien’ serisinden esinlenildiği çok belli MUTO adı verilmiş erkeği uçabilen iki başka yaratık öyküye dahil edilmiş. Godzilla’nın farklı türdeki diğer yaratıklarla kapışmasının ana eksenini oluşturduğu bu taze yapımın üç boyutlu hengamesi içinde insanların (ve de Juliette Binoche, Sally Hawkins gibi siz okurların da bu filmde ne işleri var diye rahatlıkla sorabileceğiniz saygın oyuncuların) figüran konumuna indiği ‘Transformers’ benzeri bir devler kapışması izlediğimiz.

Spielberg ve Lucas filmleriyle büyümüş Edwards’ın ustalarının yaratıcı düzeyine yaklaşamadığını söyleyebiliriz ilk ağızda. Ancak günümüzde stüdyo müdahalesinin doruğa çıktığı bu tür yapımlarda yönetmenliğin sınırlarını da tahmin edemediğimizden hakkını yemeyelim genç sinemacının. O şimdiden 100 milyon dolara vurmuş ilk üç günün hasılatıyla sevine dursun. Alan razı, satan razı, stüdyo devam filminin çekim anlaşmasını imzalamış bile. Beni asıl düşündüren orijinal yapımın nükleer felâket endişesi taşıyan mesajının yerinde yeller esmesi. 1954 yapımı özgün yapım, nükleer denemeleri durdurun çığlığıyla sona ermekteydi. Hollywood yapımcılarının böyle bir derdi yok. Arada Sovyetler Birliği’nin sonunu getiren facia yaşanmış, Çernobil ve çevresi hayalet şehre dönüşmüş. Reaktörlerin patlayışını, koskoca santralin çöküşünü, sonrasında radyasyon yüklü bir değil üç dev yaratığın dünyayı birbirine katışını telefondan mesaj çekerek, keyifle mısır patlatarak izleyen seyircinin de hiç umurunda değil bunlar. Soma’da korkunç ihmaller sonucu yaşanan facianın hemen ertesinde, bu felâketin sorumlularının ülkemizin başka yörelerinde nükleer santral kurmak için hazırlandıklarını düşünerek ürperdim bir süre.

(19 Mayıs 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Sinematek Derneği Sinema Kursları 16 Mayıs’ta Başlıyor

Ankara Sinematek Derneği’nin 15 yıldır sürdürdüğü sinema kursları İstanbul ve Ankara’da 16 Mayıs 2014 Cuma günü başlıyor. Sinemaya seyirci kalmayıp yakından ilgi duyanlar için, sinemanın tüm aşamalarını öğrenmelerini amaçlayan atölyeler herkese açık olarak gerçekleştiriliyor. Sinematek Derneği kursları, Film Yapım ve Yönetmenlik Atölyesi, Senaryo Atölyesi, Kurgu / Montaj Atölyesi, Belgesel Film Atölyesi, Film Analizi Atölyesi, Online Senaryo Atölyesi, After Effects Atölyesi ve Sinema Yaz Okulu’ndan oluşuyor.

19. Londra Türk Film Festivali’nde Golden Wings Dağıtım Ödülleri İçin Geri Sayım Başladı

22 Mayıs – 01 Haziran 2014 tarihlerinde düzenlenecek olan ve Yozgat Blues filmi ile açılacak olan  19. Londra Türk Film Festivali kapsamında, Türk filmlerinin Londra’da gösterime girmesine imkân sağlayan Golden Wings Ödülü için yarışacak filmler belli oldu. Yarışmaya, Atıl İnaç’ın Daire, Derviş Zaim’in Devir, Ramin Matin’in Kusursuzlar, Melisa Önel’in Kumun Tadı ve Reha Erdem’in Şarkı Söyleyen Kadınlar’ı katılacak.

Bilgi Sinema Kulübü ve Norgunk Yayınevi işbirliğiyle Orson Welles’in Dava’sı Gösteriliyor

Bilgi Sinema Kulübü, Gilles Deleuze’ün Türkçeye kazandırılan Sinema I: Hareket-İmge adlı kitabı vesilesiyle Orson Welles’in Dava (The Trial) filmini Santralistanbul’da gösteriyor. 16, 23 ve 30 Mayıs tarihlerindeki gösterimlerde Enis Batur’un Davalı adlı kitabı ve Bülent Erkmen’in afiş çalışması konuklara ücretsiz dağıtılacak. Welles genellikle, oluşturulan iki hareket betimler, bunlardan biri aralıklı, uzayıp giden bir tür kafes içinde yatay, bir kaçışa; öbürü ise dikey ekseni yukarıdan aşağı ya da aşağıdan yukarı bir işleyiş halindeki dairesel bir yola benzer. Eğer bu hareketler Dava’ya can veren hareketlerse, Orson Welles’in yazarla yüzleşmeye neden ihtiyaç duyduğu sonucu çıkarılabilir.

İki Usta, İki Gerilim: Wyler ve Kazan

Sinemanın iki büyük ustası William Wyler ve Elia Kazan, kendilerine uzak bir tür olan gerilim sinemasının içinde dolaşarak seyircileri tedirginlik içinde kıvrandırdılar. Wyler’dan “Korkunç Koleksiyoncu” ve Kazan’dan da “Ziyaretçiler” filmlerini paylaşmak istedik.

“Korkunç Koleksiyoncu…”

Sinemanın büyük ustalarından William Wyler (1902-1981), kendi filmografisinin çok dışında bir filmle sanatseverlerin karşısına çıkmıştı. Columbia’nın sunduğu 1965 yapımı renkli “The Collector-Korkunç Koleksiyoncu” filmini John Fowles’ın gerilim romanından uyarlamıştı. Senaryoyu John Kohn ve Stanley Mann ortak yazmışlar. Filmin insanı tedirginliğin ortasında bırakan müzikleri de usta Maurice Jarre bestelemiş. Filmin iki kameramanı var. Londra’daki dış mekânları Robert Krasker yaparken, iç mekânlarıysa Robert L. Surtees gerçekleştirmiş. İç mekânlar, Columbia’nın Hollywood’daki stüdyolarında kurulan setlerde çekilmiş. Buna sinemada “Kuleşov Etkisi” deniyor. Filmin büyük bölümü Tudor malikânesinin içinde geçiyor. 1600’lü yılların başında yapılmış bu malikânede çekim yapmak elbette zordu. Kral Tudor, Kraliçe I. Elizabeth’in babasıydı. Bakire Elizabeth’in annesiyse bir Boleyn kızıydı.

Mayıs başları… Tudor malikânesinin önünde uzanan çayırlar üstüne açılıyor film. Freddie Clegg (Terence Stamp), bu zümrüt yeşili çayırda kelebek avlıyor ön jenerik sürerken. Freddie’nin iç sesini duyuyor seyirci. Freddie, “Beni bu evi almaya iten, herkesten uzak yalnız kalmak istememden kaynaklandığını düşünüyorum. Bu kararımdan sonra, tüm hazırlıkları yapmış olmama ve onun gününü nerede geçireceğini bilmeme rağmen, kendime bu plândan asla vazgeçmeyeceğimi söyledim” diyor. Freddie, malikâneyi dolaşırken, seyirci de uzun süre geçireceği mekânları ilk defa görüyor. Özellikle mahzeni. Fonda, sanki zihnin içinde dolaşıyormuş gibi org sesi duyulurken, alttan da piyano tınıları usulca işitiliyor başlarda. Ardından kamera, Thames minibüsün içinden sanat okulu öğrencisi Miranda Grey’i (Samantha Eggar) dikizliyor. Okuldan çıkan sarı elbiseli Miranda’yı minibüsüyle takip eden Freddie, kızı sakin sokakta tuzağa düşürüp bayıltarak minibüsüyle malikâneye getiriyor. Miranda’yı takip sahnelerinde, çello ve nefesli çalgıların sesleri duyulurken, alttan da keman sesi işitiliyordu fonda. Minibüsle takip sahneler özeldi. Londra’nın içinden akıp giden hayatı gösteriyor. Aslında filmin derinliğinde bunlar daha bir anlamlaşıyor Miranda’yı düşününce.

Miranda’nın sarı elbisesi, sinema psikolojisinde hüznü ve ölümü çağrıştırıyor. Kızı, önceden hazırladığı mahzene yerleştiriyor Freddie. Onun ihtiyacını karşılayacak neredeyse her şey var mahzende. Uykudan uyanan Miranda ilk şoku atlattıktan sonra tuhaf kişiliği olan asosyal bir genç adamı karşısında buluyor. Yemek yemeyi reddediyor. Ama nereye kadar? Buradan kurtulması mümkün müydü? Freddie, tutsağı Miranda’ya Haziran başlarında serbest bırakacağını söylüyor, eğer yemek yerse. Ondan beklediği şeyse, kendisiyle konuşması, onun kendisini ciddiye alması. Freddie, Miranda’ya zihninde tutku beslese de önde cinsellik yok. Hayatı boyunca hiçbir kadına yaklaşamamış Freddie. İçine kapanık, utangaç insanlar, karşı cinse veya başka insanlara kolayca ulaşamadıkları için yoğun olarak başka meşguliyetlere yönelebiliyor. Ama her koleksiyon yapan da böyle değil elbette. Ama içine kapanıklık ortak şeydi. Freddie, kederli bir yalnız. Yuva gibi dişi sıcaklığını arayan bir insan belki de. Ama, gönülsüz bahçenin gülleri derilemiyordu işte.

Miranda, resim bölümünde okuyor. Kurtulacağı için de kendine takvim yapıyor ve 11 Haziran’ı bekliyor bu cehennemden çıkmak için. Resim de yapıyor orada. Mahzenin, soğukluğunu ve kasvetini Miranda gibi hissediyorsunuz. Freddie, Miranda’yı çok eskiden beri tanıyormuş. Hatta aynı lisede okumuşlar. Freddie bankada memurken, lotodan yüz binlerce paund kazandıktan sonra plânlarını hayata geçirmeye başlamış. Kelebek koleksiyoncusu Freddie’nin pek arkadaşı da yok. Mesai arkadaşları onunla hep dalga geçmişler. Filmin bir anında yönetmen geriye dönüşle bunları göstererek seyircinin nasıl bir insanla karşı karşıya olduğunu gösteriyor. Freddie, nevrotik bir tip. Takıntılı ve aşağılık kompleksi olan bir insan. Freddie, elbette iletişimsiz ve uyumsuz biri de. Wyler, Freddie’nin psikolojisini görsel anlamda da iyi yansıtıyor. O ruhun içinde kamerasıyla dolaşabiliyor büyük usta. Özellikle mahzendeki kasvet, Freddie’nin karanlık dehlizleriyle buluşuyor sanki. Evin içindeki soğukluğu da hissedebiliyorsunuz. Wyler usta, öncelikle iç mekânları Freddie’nin iç dünyasıyla, ruhuyla buluşturmuş. Mahzen daha karanlık olmasına rağmen psikolojik anlamda Freddie’yi anlamaya katkıda bulunuyor. Malikânenin içi daha aydınlık yansıyor, ama bilinmezlik ve gizemi çoğaltıyor. Banyo sahnesi de filmde gerilimi ve umutsuzluğu çoğaltıyor. Freddie, Miranda’ya banyo yapma izni veriyor. Ama sorun var. O da, banyonun evde olması. Miranda’yı dışarıda kimsenin olmadığı bir anda dışarı çıkartıp eve sokması gerekiyor Freddie’nin. Dışarı çıkan Miranda, gün ışığını ve temiz havayı içine çekiyor. Sonra da banyoda kurtulma umudunu sürdürüyor. Miranda banyodayken beklenmedik bir şey oluyor ve Freddie’nin komşularından Albay Whitcomb (Maurice Dallimore) geliyor. Freddie, Miranda’yı bağlıyor. Albay bir dedektif gibi bu yeni komşuyu sıkıştıran sorular soruyor. Küvetin suyu taşıyor ve sular banyodan dışarı akmaya başlıyor. Umutlanıyorsunuz, ama Freddie yine kazanıyor. Albay gittikten sonra her şet eskiye dönüyor. Banyodan sonra Freddie, Miranda’ya kelebek koleksiyonunu gösteriyor. Miranda ölü kelebekleri görünce dehşete düşüyor. Belki de kendi sonunu görüyor onlarda. Miranda, “Ölümü ve ölüleri seviyorsun” diyor Freddie’ye.

Freddie, mahzende Miranda’nın okuduğu J. D. Sallinger’in “The Catcher in the Rye” romanına gözü ilişiyor. Miranda’nın sevdiği bu kitabı okumak için alıyor. 11 Haziran geliyor. Miranda’yı tarif edilemez bir mutluluk kuşatıyor. Annesine, babasına, kardeşlerine kavuşacağı için. Son gün roman üstüne konuşuyorlar. Freddie, kendisiyle romandaki çocuğun çocukluğunu karşılaştırmış. Freddie, romandaki çocuğu uyumsuz ve asosyal olarak görüyor. İyi okullarda okumuş, ailesini iyi geliri olan sorunsuz biri olması gerektiğini söylüyor çocuğun. Parası olanın bu dünyada derdinin olmaması gerektiğini savunuyor ve romanı saçma buluyor peşinden. Sonra da Miranda’yla entelektüellik üstüne tartışıyorlar. Freddie, entelektüellere de öfkeli. Entelektüellik olmasaydı toplumlar zihinsel anlamda sıçrama yapabilirler miydi? Bizim toplumun çürümüşlüğü bu sıçramayı yapamamasından olabilir miydi?

Son gece baş başa yemek yiyorlar. Freddie, onun için mükellef bir masa hazırlamış ve de sürprizini de söyleyiveriyor: Evlenmek… Daha sonra Freddie, kelebek koleksiyonunu olduğu yerde bayıltıyor, sonra da onu yatağa yatırıyor. Miranda’nın yanına uzanıyor, ona dokunuyor, sarılıyor. Miranda, uyandığında aşağıda şömine yanıyor ve dişiliğini kullanarak Freddie’yi baştan çıkarmak istiyor. Freddie’nin içinde kuşku yine var. Bu içten gelen bir aşk mı, diye. Miranda’nın güzelliği karşısında direniyor Freddie. Acı çekiyor, sevişmek ve sevişmemek arasında. Evden dışarı çıkıyorlar. Dışarıda yağmur da yağıyor. Miranda eline bir kürek geçirip Freddie’yi başından yaralıyor, ama Freddie onu mahzene götürüyor, uyutuyor, Miranda’yı ıslak ıslak yatağa yatırıyor. Kendisi de minibüsüne atlayıp hastaneye gidiyor. Üç gün geçiyor. Mahzene indiğinde Miranda’nın ölüsüyle karşılaşıyor Freddie. Artık Miranda da kelebekleri gibi koleksiyona dâhil oluyor. Miranda’yı meşe ağacının altına gömdükten sonra Freddie minibüsüne atlayıp hastaneye gidiyor. Kısırdöngü insanı umutsuzluğa düşürüyor filmde. Aynı duygu, Michael Haneke’nin Avusturya’da 1997’de, Hollywood’da 2007’de tekrar çektiği “Funny Games-Ölümcül Oyunlar” filminin finalinde de yaşanıyordu. Suçlular hiçbir zaman bilinmeyecek miydi? Cinayet masalarında zeki polis dedektifleri oldukça az da olsa umut vardı. Mükemmel suç yoktu çünkü.

İngiliz yazar ve şair John Fowles’ın romanı ülkemizde ilk 1973 yılında Inkılap ve Aka yayınlarında “Korkunç Kolleksiyoncu” adıyla yayımlanmıştı. 1992’de Afa, 2001’de Ayrıntı’da “Koleksiyocu” olarak okurlarla buluştu bu roman.

“Ziyaretçiler…”

Büyük ustalardan Kayseri doğumlu Rum yönetmen Elia Kazan’ın (1909-2003) nefes kesici gerilimi 1972 yapımı renkli “The Visitors-Ziyaretçiler”, kendi filmografisi içerisinde özel ve tek film. United Artists’in sunduğu filmin senaryosunu yönetmenin oğlu Chris Kazan yazmış. Hem kameramanlığı hem kurguyu üstlenense Nicholas T. Proferes. Filmdeki hikâye, yaklaşık bir gün sürüyor.

Newton, Connecticut. Kış. Hafta sonu. Sabah. Kamera, karlar altındaki dingin doğayı yansıtıyor. Komşuların evleri birbirlerine uzaktalar. Kamera, komşunun siyah köpeğini de gösteriyor. Kamera dışarıdan eve yöneliyor. Martha (Patricia Joyce) uyanmış ve camdan dışarıya bakıyor. Hafta sonu olduğunu unutan Bill (James Woods), Martha’ya sevgiyle sarılıyor, ama Martha biraz soğuk. Bill, mutsuz ve sığıntı gibi hissediyor. Bugünün Cumartesi olduğunu bile unutmuş bir an önce buradan uzaklaşıp işine sığınmak isteyen bir insan gibi. Belki de savaş sonrası travma yaşıyordur. Kimin geçmişinde ne yaşandığı dışarıdan bakıldığı gibi olmayabilir. Martha ve Bill, evli değiller. Hal adında bebekleri doğmuş. Martha’nın babası Harry’nin (Patrick McVey) evinde kalıyorlar. Bill, buradaki helikopter fabrikasında çalışıyor. Bill, gazete almak için arabayla giderken, Martha, western romanları yazan babasına kahvaltı götürdükten sonra bir şeyler olmaya başlıyor bu sakin günde. Evin önüne bir araba yanaşıyor. Arabadan Mike Nickerson (Steve Bailsback) ve Porto Riko kökenli Tony Rodriguez (Chico Martinez) iniyor. Martha’ya, Bill’in Vietnam’dan asker arkadaşı olduklarını söylüyorlar. Mike’ın gözleri, Martha’nın dişi kıvrımları ve mini eteğin boşta bıraktığı düzgün bacaklarına takılmaya başlıyor. Martha’nın dişi sesi de alttan alta baştan çıkartıyor Mike’ı. Bunların anlamı, film derinleştikçe ortaya çıkmaya başlıyor. Bill geldiğinde onları görünce belli belirsiz tedirgin oluyor. Bill, Tony’ye dışarıda etrafı gezdirirken bazı şeyler ucundan anlaşılmaya başlıyor. Tony ve Mike, yakın zamanda askeri mahkemece şartlı tahliye olmuşlar. Reilly de itiraf etmediği için hapisteymiş. Leaverworth’dan bu taraflara yolları düşmüş. Buraya gelişleri, Bill’e gelişleri bir hesaplaşmak için miydi? Mike, sakin görüntüsüyle ihtiyar Harry’yi etkiliyor. Belki de böyle bir oğlu olmasını istemiş. Harry nedense Bill’den pek hazzetmemiş. Belki de Bill’i hep pasif görmüş. Yazdığı westernlerdeki kovboylara benzetemiyordur belki de. Mike bir kovboy muydu? Komşunun siyah köpeği, Harry’nin biricik köpeğini ağır yaralıyor. Bill köpeği tedavi etmeye çabalarken, Harry komşunun köpeğine dünya değiştirtmek istiyor. Mike, arabasının bagajından tüfeğini çıkarınca sakinlik yavaş yavaş dağılmaya başlıyor seyircilerin zihninde. Karlar üzerinde Tony köpeği öldürüyor. Köpeğin ölüsünü komşunun kapısına bırakıyorlar. Koşut kurguyla da evde Bill, Martha’ya geçmişi, Vietnam’daki o korkunç vakayı anlatıyor. Açlık ve susuzlukla bir Vietnam köyüne giren Amerikan askerleri, orada 15 yaşındaki bir kız çocuğuna Vietkonglu diye tecavüz etmişler, ardından da vahşice öldürmüşler. Tecavüz edenler arasında Mike, Tony ve Reilly de varmış. Bill’i de zorlamışlar, ama reddetmiş. Karargâha döndüklerinde Bill, onları ihbar etmiş. Mike ve Bill’in dönüşü, bir intikam dönüşü müydü? Bill, askerden döndükten sonra çok güzel bir kadınla yaşamaya başlamış, harika bir bebekleri olmuş, iyi bir işte çalışıyor ve mutluluğa biraz daha yaklaşmış. Mike, zihninde gammazcı Bill’in tüm bunları hak etmediğini düşünüyordu belki de. Gammazlık konusunda takılıp kalabiliyorsunuz. Yönetmen Elia Kazan, Senatör McCarthy’nin “cadı kazanı” için Hollywood’daki solcu sanatçıları gammazlamıştı. Kazan bir göçmendi ve elde ettiklerini kolay kurmamıştı. Dilemmaya, ikileme düşüyorsunuz. Bill’in mi, yoksa Kazan’ın mı gammazlığı ahlâkiydi, diye. Martha, onları hemen kovmasını istiyor, Bill yapamıyor. Çünkü onları çok iyi tanıyor Bill.

Martha, tüm dişiliğini ortaya çıkartan güzelliğiyle Mike’a yanaşıyor, belki de onun ruhunu anlamak istiyor. Yemekten sonra Harry sarhoş haliyle kendi evine gittikten sonra atmosfer değişmeye başlıyor. Mike ve Tony gitmeye hazırlanırken, Martha onlara kahve ikram etmek istiyor. Sonuçsa tecavüz. Sam Peckinpah ustanın 1971 yapımı “Straw Dogs-Köpekler” filminde de benzer bir an vardı. Evin kadınları, yabancı erkekler gitmeye hazırlanırken neden onlara ikram yaparlar? Kadınların kalpleri iyi olduğu için mi? Kadınlar, bu büyük ustalardan ibret alırlar mı? Bill, Bach’ın “Selections from Lute Suite” klâsik müziğini gitar tınısına dönüştürülmüş melodisini plâktan çalmaya başlıyor. Gitarı çalan maestro da William Mathews. Gitar tınısı usul usul tüm evi kuşatıyor. Martha, odada Mike’le baş başa. Gitar tınısı dans müziğine dönüşüyor ve Martha’yla Mike dans etmeye başlıyorlar. Dans müziği şarkıya dönüşüyor. O sırada Bill ve Tony salondalar. Bil bir şeylerden şüpheleniyor, salondan çıkmak isterken Tony engelliyor. Kavga çıkıyor. Bill ve Mike, gecenin içinde karlar üstünde kavga ediyorlar. Bill bayılınca, Mike içeri giriyor ve Martha’ya tecavüz ediyor. Bu anlara bakmak insanı gerçekten zorluyor ve suçluluk hissettiriyor. Kazan, bir defa daha dilemmaya düşürüyor. Martha’nın tüm dişiliğini kışkırtıcı biçimde yansıtan yönetmen, Mike’ın baktığı açıya mı çekiyordu seyirciyi? Jonathan Kaplan’ın 1988 yapımı “The Accused-Sanık” filminde de benzer bir şeyler vardı. Jodie Foster’ın canlandırdığı karakterin tüm dişiliği kışkırtıcı biçimde yansıyordu. Üstüne askılı tayt giymiş kadının göğüsleri öne fırlıyor gibiydi. Altında da güzel bacaklarını sunan mini etek vardı. Hem Kazan hem de Kaplan, seyircileri zihinsel anlamda ikilemin ortasında bıraktılar. Mike’ın işi bittikten sonra sıra Tony’ye geliyor. Vietnam’da yaşananlar gibi. Tony, Martha’ya, “Maç oynanırken kural değişmez” diyor. Bu sözün bizim topraklardan çıktığını sanıyorduk, ama doğrusunu Kazan’ın bu filmiyle bulduk. Nicholas Ray’in Humphrey Bogart’ı oynattığı 1949 yapımı siyah-beyaz “Knock on Any Door-Cinayet Mahkemesi” kara filminde, gecekondulu genç lumpen, “Hızlı yaşa, genç öl, cesedin yakışıklı olsun” diyordu. Bu sözün de bizden çıktığını sanıyorduk. Ama doğrusuna ulaşabildik. Bir gerçek varsa eninde sonunda ortaya çıkıyordu işte. Mike ve Tony gittiğinde, Bill ve Martha evde kederli bir boşluğun ortasında kalakalıyorlardı. Seyirciler gibi. Geriye kalanlarsa dilemmalardı.

(18 Mayıs 2014)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com