Sinemamız Kaynaklarında Haklarında Yanlış Bilgi Verilen Filmler ve Yanlışlar (Farklılıklar) 6: Sevimli Haydut / Gazi Kadın

“Set fotoğrafı” nedir ve niçin çekilir? “Set fotoğrafı” denilince benim aklıma bir filmin çekilişi sırasında, sette çekilen fotoğraf geliyor. Bu -öncelikle- filmin tanıtımı için olur. Filmin bir “anını” yansıtır veya filmin setindeki çalışmalarla ilgilidir ki bunlar da “filmin anları” dışında “filmin çekiliş anları veya çekilişe hazırlık anları”, yine filmin tanıtımı için görüntülenir. Sevimli Haydut, filminde yukarıdaki filmlerde verdiğimiz örnekler dışında, başka türlü bir değişiklik veya “başka türlü bir tanıtım” karşımıza çıkarılıyor.

Türkan Şoray’ın Ayhan Işık ile oynadığı bu filmde, Türkan Şoray’ın direğe bağlı ve sırtı çıplak (!) olarak kırbaçlandığı bir sahne var. Bu sahne için Şoray, -aslında annesi- zorlukla razı edilir, böyle sahnelerin filmlerde olacağı, oyuncunun da buna karşı çıkmaması söylenir. Anne Şoray kabul eder ve Şoray direğe bağlı olarak kırbaçlanır. Kırbaçlanma sahnelerinde Şoray önden görünür, görünmemesi için takma saçlar ile göğüsleri maskelenir, yandan çekilen sahnelerde ise sadece sırtının çok az bir kısmı görüntüye girer.

Şoray’ın, yıllar sonraki ifadelerinde, çekim aralarında annesinin sırtını kapatmaya çalıştığı (kapattığı), çekim öncesi çıplak sırtının ve kırbaç izlerinin filmde görünmesi gerektiğinin kendisine söylendiği belirtilmektedir. Fakat -benim yıllar önce sinemalarda da gördüğüm kadarı ile- sırtı, hele kırbaç izleri olan çıplak sırtı hiç bir zaman görünmez (gösterilmez. / Belki çekilmiş fakat kesilmiş olabilir. Kim kesmiştir? Film şirketi mi, sansür mü, bilinmez. -Filmde kesime ilişkin bir belirti yok gibidir.)

Şoray’ın kırbaçlanması sırasında, kırbaçlanmaya neden olan, “nerede olduğu söylettirilmek istenilen” efe (Ayhan Işık) üstlerine gelip, kırbaçlayan Hüseyin Baradan’ı teslim alır ve adamlarına “kızı çözmelerini” ve “esvaplarını vermelerini” söyler. Şoray’ı, Baradan’ın adamlarından Danyal Topatan çözer… Bu sahne filmde böyledir ve devam eder. Sahne bu hali ile -Şoray’ın direğe bağlı olması ve Işık’ın Baradan’ı teslim alması- fotoğraf olarak sinemamız kitaplarında -birçok yerde- yer alır. Yine sözü edilen kitaplarda yer alan bir başka fotoğrafta, Işık, elinde “çakı” türü bir bıçakla direğe bağlı Şoray’a -ellerini bağlayan iplere- yaklaştığı görülür. Bu fotoğrafta Şoray -birazdan kendisini çözecek olan Işık’a- “arzu” ve “minnettarlıkla” bakmaktadır. (?) İkinci fotoğraftaki olay filmde yoktur, sonradan -belki de önceden- sette düzenlenmiş bir mizansenin fotoğrafıdır.

Rivayet olunur ki, ilişkileri başladıktan sonra Rüçhan Adlı, bu filmin bütün kopyalarını satın almıştır. Doğrudur, değildir, bilmiyorum, fakat pek doğru olduğunu da sanmıyorum çünkü üniversite yıllarında Ankara / Dörtyol’daki bir bahçe sineması birkaç yıl, her yaz bu filmi oynatmıştı. Film Asaf Tengiz’in yönettiği üçüncü sınıf bir filmdir.

Şoray, yıllar sonra çevirdiği Gazi Kadın filminde de -bir sahnede- kırbaçlanır fakat burada soyunmaz, giyiniktir. Bu filmden hiç söz edilmez. Edilmez ama başka şekilde söz etmek gerekir. Bu film (Gazi Kadın), Vittorio De Sica’nın Sun Flower adlı filmin bir kopyasıdır (uyarlamasıdır.) Ama bu filme nasıl “uyarlama” diyelim? Filmin hazırlanışında ve ilk çıkışında adı Nene Hatun idi. Sonradan Nene Hatun’un filmde anlatılan olaylar ile ilişkisi olmadığı söylenince adı Gazi Kadın’a çevrildi. De Sica’nın filminde İkinci Dünya Savaşı öncesi İtalya’da bir çift vardır. Savaş çıkar, erkek SSCB cephesine gider ve irtibat kesilir. Erkek yaralanmış, bir Rus kadın tarafından bakılmış ve aralarında bir aşk başlamıştır, İtalya’daki sevgili ise aşkının peşinden Rusya’ya gider ve bulur da… Şimdi bu konu Şoray’a uygulanır ise tabi olay biraz daha geriye çekilerek, sevgilinin Çarlık Rusya’sına -hem de gizli görevle- gitmesi, orada bilgi toplamak için bir Rus prensesine aşık rolü yapması gerekmektedir. Şoray, bunlar üzerine gittiği Rusya’da sevgilisini bulur, göstermelik ilişkisini ciddi zanneder. (Sanırım bundan sonra -yanlış hatırlamıyorsam- Rusya’daki “mazlum” Türkleri ayaklandırmaya çalışır… ???) Burada sorulacak soru şu: Bu filmin adı Nene Hatun olabilir mi?

Sevimli Haydut için çekilen bir set fotoğrafı bir kısım kitaplarda yer alırken, üzerinden 51 – 52 yıl geçmesine rağmen, filmdeki sahnenin, Türkan Şoray hakkında, gerek kendisinin adı çıkan, gerek başkalarının hazırladığı kitaplarda, konu (direğe bağlanma) dile getirilmekte ve sinemanın sultanının sinemadaki ilk yıllarında çekilen filmi hakkında demogoji yapılmaktadır. Bu arada filmdeki fotoğraflar da (set fotoğrafı dışında) kitaplarda yer almaktadır. Her oyuncunun -özelikle kadın oyuncuların- bu tip film parçaları, oyuncunun o günkü koşulları göz ardı edilerek magazinlerde yer almakta, ortada olmayan filmler üzerinden yorumlar yapılmaktadır. Bu sinemaya da oyuncuya da yapılan bir haksızlıktır. Gerek sinemayı gerek oyuncuları, bir filmlerindeki kısa (bazen filmde dahi olmayan) bir sahne, hatta sahneye ilişkin bir fotoğraf ile değerlendirmek, değinildiği gibi haksızlıktır. Filmler ve oyuncular -olumlu ve olumsuz abartıya kaçmadan, eleştirel anlamda olsa da- gerçek değerleri (yerleri) ile ele alınmalıdır.

(19 Mayıs 2014)

Orhan Ünser

Godzilla’nın Düşündürdükleri

Hollywood’un yaş ortalaması giderek düşen hedef izleyici kitlesi için uluslararası pazara sunduğu birbirinden gösterişli yapımlar, MARVEL karakterlerini döne döne bilmem kaç parti tükettikten sonra iştahla farklı kültürlerin mitlerine dadanmaya devam ediyor. Amerikan Sinema Endüstrisi’nin gişe hasılatı açısından en bereketli mevsimi olan yaz sezonunun yeni bombası ünlü Japon kültü ‘Godzilla’.

Efsanevi Japon canavarının doğuşu tam 60 yıl öncesine dayanıyor. Godzilla ya da ada folklorundan aldığı özgün adıyla Gojira, İkinci Dünya Savaşı’ndan muazzam yıkımla çıkmış ve ardından uzun yıllar ABD işgalini ve tahakkümünü yaşamış olan Japon toplumunun, nükleer yıkıma isyan çığlığıdır. Hiroşima ve Nagazaki’ye atılmış atom bombaları ve izleyen yıllarda Pasifik’te yapılan nükleer denemeler sonucu birikmiş radyoaktif serpintiyle beslenmiş ve okyanusun derinliklerinden yeniden yeryüzüne çıkmış milyonlarca yıl öncesinin soyu tükenmiş dinozorlar takımından bu dev mahlûkat, nükleer yıkımın taze dehşetini yaşamış yerel izleyici tarafından atom bombasının ürünü olarak kabul edilerek ilgiyle izlenmiş, izleyen yıllarda otuza yakın devam filmi çekilmek suretiyle Amerikan işgalinden yeni sıyrılmış Japon Sinema Endüstrisi için bir marka haline gelmiştir. 1954 yapımı filmin gördüğü olağanüstü ilgi üzerine iki yıl sonra Amerikalı oyuncuların yer aldığı sahnelerin eklenmesiyle ‘Godzilla’ adıyla bizde de gösterilmiş bir Hollywood versiyonu piyasaya sürülmüştür.

Muazzam miktarda atomik radyasyonu soğurduğu saptanan, denizdeki gemileri yuttuktan sonra karaya çıkarak şehirleri yıkıp geçen dev yaratık 1998 yılında bir kez daha tutar Hollywood’un yolunu. Lakin dönemin gözde aksiyon yönetmeni Roland Emmerich’in filmi beklenen ilgiyi görmez.

Hollywood 16 yıl aradan sonra ‘Godzilla’ya daha garantili formüllerle yaklaşmış. Büyük yapımcı/dağıtımcı stüdyolardan Warner Bros. ile 2005 yılında başlayan işbirliği döneminde Christopher Nolan yönetmenliğindeki ‘Batman’ serisi ya da ‘Başlangıç / Inception’ gibi hem izleyici hem de eleştirmenlerce kabul görmüş hitlere imzasını atmış Legendary Pictures, özel efekt tasarımcılığından yetişmiş, yazar ve yönetmenliğin yanı sıra kamerayı bizzat kullandığı -bizde ‘İstila’ adıyla gösterilmiş- 2010 yapımı mütevazi ‘The Monsters’ ile canavarlar alemini görselleştirmede yeteneğini kabul ettirmiş yönetmen Gareth Edwards ile anlaşmış. NASA’nın dünya dışı örnekleri taşıyan uzay sondasının Meksika üzerinde parçalanması sonucu yeryüzüne yayılan yaratıkların istilasını kısıtlı imkânlarla etkileyici bir biçimde anlatmış olan genç İngiliz sinemacı, bu defa emrine sunulmuş 160 milyon dolarlık bütçeyle manevra alanını genişletmiş. İlk uyarlamanın akibetine uğramamak ve gişeyi garantiye almak adına sadece Godzilla ile yetinilmemiş, ‘Alien’ serisinden esinlenildiği çok belli MUTO adı verilmiş erkeği uçabilen iki başka yaratık öyküye dahil edilmiş. Godzilla’nın farklı türdeki diğer yaratıklarla kapışmasının ana eksenini oluşturduğu bu taze yapımın üç boyutlu hengamesi içinde insanların (ve de Juliette Binoche, Sally Hawkins gibi siz okurların da bu filmde ne işleri var diye rahatlıkla sorabileceğiniz saygın oyuncuların) figüran konumuna indiği ‘Transformers’ benzeri bir devler kapışması izlediğimiz.

Spielberg ve Lucas filmleriyle büyümüş Edwards’ın ustalarının yaratıcı düzeyine yaklaşamadığını söyleyebiliriz ilk ağızda. Ancak günümüzde stüdyo müdahalesinin doruğa çıktığı bu tür yapımlarda yönetmenliğin sınırlarını da tahmin edemediğimizden hakkını yemeyelim genç sinemacının. O şimdiden 100 milyon dolara vurmuş ilk üç günün hasılatıyla sevine dursun. Alan razı, satan razı, stüdyo devam filminin çekim anlaşmasını imzalamış bile. Beni asıl düşündüren orijinal yapımın nükleer felâket endişesi taşıyan mesajının yerinde yeller esmesi. 1954 yapımı özgün yapım, nükleer denemeleri durdurun çığlığıyla sona ermekteydi. Hollywood yapımcılarının böyle bir derdi yok. Arada Sovyetler Birliği’nin sonunu getiren facia yaşanmış, Çernobil ve çevresi hayalet şehre dönüşmüş. Reaktörlerin patlayışını, koskoca santralin çöküşünü, sonrasında radyasyon yüklü bir değil üç dev yaratığın dünyayı birbirine katışını telefondan mesaj çekerek, keyifle mısır patlatarak izleyen seyircinin de hiç umurunda değil bunlar. Soma’da korkunç ihmaller sonucu yaşanan facianın hemen ertesinde, bu felâketin sorumlularının ülkemizin başka yörelerinde nükleer santral kurmak için hazırlandıklarını düşünerek ürperdim bir süre.

(19 Mayıs 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com