Pıtırcık Tatilde

Laurent Tirard’ın yönettiği ve Valerie Lemercier, Kad Merad, Dominique Lavanant ile François Xavier Demaison’ın oynadığı Pıtırcık Tatilde (Les Vacances du Petit Nicolas), 11 Temmuz 2014’de Bir Film dağıtımıyla Filma Ltd. tarafından vizyona çıkarıldı.
Pıtırcık, annesi, babası ve anneannesi ile birlikte deniz kıyısında tatil yapmak üzere yola çıkar ve hep beraber Güzel Kıyı Otel’ine yerleşirler. Pıtırcık deniz kenarında Cafcaf, Hımbıl, Paytak, Ağlak ve Kırpık lâkaplı yeni arkadaşlar edinir. Bir de, kocaman açtığı gözleriyle kendisini her yerde takip eden Cimcime adlı küçük bir kızla tanışır. Pıtırcık, arkadaşları ve ailesi arasında hiç unutmayacağı bir tatil geçirecektir.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Facebook
  • Fragman: Altyazılı / Dublajlı
  • IMDb

Pıtırcık Tatilde yazısına devam et

9. SineMardin Uluslararası Film Festivali Başladı: Sinemacıların Mardin Buluşması

Bu yıl 30 Mayıs – 06 Haziran 2014 tarihleri arasında gerçekleştirilmekte olan 9. SineMardin Uluslararası Mardin Film Festivali, dün akşam Maridin Otel terasında yapılan açılış töreniyle başladı. Açılış törenine yönetmenler, oyuncular ve Mardin’li sinemaseverler katıldı. Açılışta Mardin Büyükşehir Belediye Eşbaşkanları Ahmet Türk, Februniye Akyol ve milletvekili Ali Güldoğan konuşma yaptı, dizi ve sinema filmlerinin Mardin’in gerçek kültürünü yansıtmaları dileğinde bulundular.

9. SineMardin Uluslararası Film Festivali Başladı: Sinemacıların Mardin Buluşması yazısına devam et

9. SineMardin Uluslararası Film Festivali’nde Bugün: 31 Mayıs Cumartesi

Bu yıl 9. kez kapılarını açan SineMardin Uluslararası Film Festivali devam ediyor. Festival kapsamında 31 Mayıs Cumartesi günü (bugün) SineMardin Gösteri Salonu’nda 13:00’de Balık ve Kedi (Fish and Cat); 15:45’de Asasız Musa; 17:30’da Şarkı Söyleyen Kadınlar ve 20:15’de Mavi Ring gösterilecek. Aydın Orak’ın yönettiği deneysel film Asasız Musa, Kürt aydın Musa Anter’in yaşamındaki dönüm noktalarını metaforik bir dille anlatıyor.

Altyazı’nın Haziran 2014 Sayısı Bayilerde

Altyazı Aylık Sinema Dergisi, Gezi Direnişi’nin birinci yıl dönümünde direnişi belgeleyen belgesel ve video çalışmalarını geniş bir şekilde ele alıyor. 9. Uluslararası İşçi Filmleri Festivali seçkisindeki Gezi Direnişi Belgeselleri’nin bir arada değerlendirildiği inceleme yazısı bu ay Altyazı’da okunabilir. Cannes’da yarışan her filmiyle ödül kazanan Nuri Bilge Ceylan son filmi Kış Uykusu’yla Altın Palmiye’nin sahibi oldu. Kapadokya’da otel işleten eski bir tiyatrocunun karısı ve ablası ile yüzleşmesi üzerine kurulu olan Kış Uykusu’nun yanı sıra yarışmada öne çıkan diğer filmlerin de değerlendirildiği kapsamlı bir Cannes izlenimi bu ay Altyazı’da.

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Hepsi Birarada Kapak Fotoğrafları
  • Sinemada Bir Genetikçi: David Cronenberg

    Kanadalı usta David Cronenberg’ün genetiğin ve şiddetin içine girdiği “Ölü İkizler”, “Müthiş Yemek”, “Şiddetin Tarihçesi” ve “Şark Vaatleri” filmlerinin ortasında dolaşmak istedik.

    David Cronenberg usta, 15 Mart 1943’te Kanada’nın Toronto şehrinde doğdu. Kısa filmler çekerek sinemaya giriş yapan usta, ilk dönemlerinden itibaren filmlerinde deneysel anlatımlara yöneldi. Hiçbir şey hissetmediğiniz filmlerinde bile alttan alta deneysel ruh kendini duyurdu hep. Günümüzde, özellikle ülkemizde şu anda mutlaka görülmesinde faydadan daha faydalı ustanın 1982 yapımı “Videodrome” filmini hatırlamalı. 1986’daki korku-bilimkurgusu “The Fly-Sinek”, onun adını bilmeyenlere duyurdu. 1988’de “Dead Ringers-Ölü İkizler”, 1991’de “Naked Lunch-Müthiş Yemek”, 1996’da J. G. Ballard’dan uyarladığı “Crash-Çarpışma”, 1999’da “eXistenZ-Varoluş”, 2005’te “A History of Violence-Şiddetin Tarihçesi”, 2007’de “Eastern Promise-Şark Vaatleri” sinema tarihine geçti.

    “Ölü İkizler…”

    David Cronenberg’ün tek yumurta ikizi Mantle ikizlerinin hayatının peşine düştüğü 1988 yapımı “Dead Ringers-Ölü İkizler” değerli ve önemli bir filmi. Film, Bari Wood ve Jack Geasland’ın “Twins” romanından uyarlanmış. Senaryoyu da yönetmenle beraber Norman Snider yazmış. Yer yer tedirgin eden, ama çoğu anda yumuşak tonda akıp giden müzikleri Howard Shore bestelemiş. Filmin görüntüleriyse Cronenberg’ün kadim kameramanı Peter Suchitzky’den. Sinemada ilk defa bu filmde bilgisayar kontrollü kamera kullanılmıştı. Robert Zemeckis’in 1989 yapımı “Back to the Future Part III-Geleceğe Dönüş 3” bilimkurgusunda da başarıyla kullanılmıştı daha sonra. Elliot ve Beverly ikiz kardeşleri oynayan Jeremy Irons, filmin derinliğinde dolaşmaya başlayınca iki kardeş arasındaki ince farkları da fark ettiriyor muhteşem oyunculuğuyla. Gerçekten bazı şeyleri anlayana kadar zihinsel kaos yaşıyorsunuz. Hangisi Elliot’tı, hangisi Beverly’ydi diyerek.

    Filmin ön jeneriği de çarpıcı. Tuhaf jinekolog aletlerinin illüstrasyonları kırmızı fon üzerine yansırken kamera da bunların üstünde dolaşıp duruyor. Toronto 1954… Elliot ve Beverly Mantle, buluğ yaşlarına yeni adım atmışlar ve seks hakkında konuşmaya başlamışlar. İlk sevişme teklifini de kendi yaşlarındaki komşu kızına yapıyorlar. Tepki görüyorlar. İkizler, onlarla farklıyız diyorlar. Çünkü kadınlar sualtında yaşamadıkları içinmiş. Yıllar geçiyor. Tıp okuyor ikizler. Yıl 1967… Parlak üniversite hayatından sonra 1988 yılında Toronto’da başarılı jinekolog olarak hayatlarını sürdürüyorlar. Doğumdan ölüme kadar hep beraber olan Mantle ikizleri, kadınları bile paylaşıyorlar. İtalyan mobilyasıyla döşeli dairelerinde beraber yaşayan ikizlerden Elliot (Jeremy Irons), dışadönük, daha kolay iletişim kuran ve kadınları ilk yatağa çeken. Beverly (Jeremy Irons), duygusal ve biraz daha içe kapanık biri. Kadınların içini dışını bilen Beverly, kardeşi Elliot olmasa onlarla hiç beraber olamayacak kadar sıkılgan. Ama, tuhaf aletleri de tasarlayan o. O aletlerle kadın hastalıklarının derinliklerine giriyorlar. Bir şey oluyor. Hayatlarına film oyuncusu Claire Niveau (Genevieve Bujold) girince değişimler de başlıyor. Aslında değişen Beverly. Çünkü Claire’e sırılsıklam âşık oluyor Beverly. Claire’i Elliot’la paylaşmak da istemiyor. Claire, mutsuz hayatında bir çocuk sahibi olmak istiyor. Bu yüzden bir jinekologa gelmiş. Beverly, sado-mazoşist sevişme fantezisi olan Claire’in rahminin çok özel olduğunu söylüyor. Üç yollu rahimde spermlerin kafası karışınca yumurtayı bulamıyorlar. Beverly, ona mutant diyor. Hiçbir zaman hamile kalamayacağını söylüyor. Claire, restoranda arkadaşı Laura’yla (Shirley Douglas) yemek yerken bir gerçeği öğreniyor. Beverly’nin tek yumurta ikizi olduğunu öğreniyor Laura’dan. Claire’in zihni karışıyor. Ya ikisiyle de yatmışsa? Aşk da büyüyor. Beverly, Claire’in film setinde başka bir ilişkide olduğunu sanarak, onu kıskanıyor. Bu acıyı uyuşturucularla unutmaya çabalıyor Beverly. Haplar yetmiyor, eroini damarlarına şırınga etmeye başlıyor sonra. Elliot, kardeşinin yok oluşunun farkına varıyor. Elliot da Cary’yle (Heidi von Palleske) ilişki yaşıyor. Elliot, eskisi gibi, kadınları paylaştıkları zamanlardaki gibi ortam hazırlıyor. Cary’yle dansa hazırlanan Beverly bayılıyor ve sonra da her şey değişmeye başlıyor. Elliot, Beverly’nin uyuşturucu müptelası olduğunun öğrenilmemesi için büyük çaba gösteriyor ardından. Çünkü ünlerine zarar geleceğinden korkuyor Elliot.

    İkinci yarıdan sonra her şey savruluyor ve hiç kimse bir şeyi öngöremiyor. Elliot bile. Elliot kardeşine hapları verirken, Beverly dünyada ilk bilinen vücutları birbirine yapışık, yani siyam ikizleri Chang ve Eng’den bahsediyor. İlk Chang ölmüş. Chang hastaymış çünkü. Eng uyandığında Chang’ın öldüğünü fark etmiş ve o da korkudan ölmüş çok geçmeden. Elliot ve Beverly de siyam ikizleri gibi miydi? Vücutları birbirine yapışık olmasa da ruhen birbirine mi yapışıktı? Elliot, Beverly’nin kullandığı uyuşturucuların kendi damarlarında da dolaştığını söylüyor Cary’ye. Cary, onu bu düşünceden uzaklaştırmak için çabalasa da trajik son yakınlaşıyor. Uyuşturucu Elliot’ı daha çabuk çökertiyor. Doğum günlerinde Beverly, Elliot’ın önce damarlarına eroin akıtıyor iğneyle. Sonra onu ameliyat yapıyor. Sanki Cahng’la Eng’i ayırır gibi. Cronenberg, bu anlarda gerçeküstücü bir atmosfer yaratmış. Gerçek-kâbus sanki birbirine karışıyor. Filmin derinliğinde gerçeküstü çarpıcı rüya anları da yansıyor yer yer. Beverly, kardeşini ameliyat masasında bırakıp, tıraş oluyor, giyiniyor ve apartmanlarının önüne elinde çantayla çıkıyor. Telefon kulübesinde Claire’i arıyor, ama onunla konuşmuyor. Sonra daireye geri dönüyor ve kardeşine sarılıp o da doğdukları bugün veda ediyor dünyaya. Filmin, özellikle geniş final bölümü gerçekten de ürpertici, tedirgin edici ve keder yüklüydü. Bu anlarda bazen bakmakta zorlanıyorsunuz. Cronenberg’ün bazı filmlerinde böyle zorluklar yaşanabiliyor. Çünkü o sinemada bir genetik uzmanı. Cronenberg, filmini iç mekânlarda çekmiş. Zaman zaman kamera dışarı çıkıyor. Işık düzenlemeleri de yoğunlukla parlaktı filmde. Ama dramatik ışık düzenlemeleri de öne çıkıyordu bazen. Sinemanın özel filmlerinden biriydi bu.

    “Müthiş Yemek…”

    Ünlü “beat kuşağı” yazarlarından William S. Burroughs’un 1959 yılında çıkan aynı adlı romanından uyarlanmış 1991 yapımı “Naked Lunch-Müthiş Yemek”, sinemanın genetikçisi David Cronenberg’ün modern klâsikler arasına girmiş filmlerinden. Romanda ve filmde yansıyan görüntüler, uyuşturucu bağımlılarının halüsinasyonları gibi. Başkarakter Bill Lee, yazar William Burroughs’un yansıması gibi. Burroughs, bu romanını Paris’te yoğun uyuşturucu kullandığı dönemde yazdı. Filmin senaryosunu yönetmen yazmış. Müzikleri başta kadim dostu Howard Shore’la Ornette Coleman bestelemiş. Elbette kameramanı da yine kadim dostu Peter Suchitzky.

    Böcek ilâçlama işinde çalışan Bill Lee (Peter Weller) yazar olmayı hayal ediyor. Böcek tozu her şeyden önemli. Toz azaldığında soruşturmaya bile uğruyor ilaçlama işinde çalışanlar. İlacının birinin çaldığından şüphelenen Bill’in yazar dostları Martin (Michael Zelniker) ve Hank (Nicholas Campbell) ilacın nasıl kaybolduğunu biliyorlar mı? Eve gelen Bill, karısı Joan’ın (Judy Davis) ilacı eroin gibi vücuduna enjekte ettiğini görüyor. Kendisi de uyuşturucuyu deniyor ve hayatı bambaşka yönlere gidiyor Bill’in. Halüsinasyonlar gören Bill, karısını uyuşturucudan kurtarabilmek için yolu Dr. Benway’e (Roy Scheider) düşüyor. Kırkayaktan yapılmış tozun müptelalıktan kurtaracağını söyleyen Dr. Benway’e inanan Bill, Joan’le “Giyom Tell” oyunu oynuyor ve onu kazara öldürüyor. Tabancasını, adı Clark Nova olan daktiloyla takas eden Bill, dev böceğe dönüşen daktiloyla iletişime giriyor. Sonra da yolu Fas’ın Tanca şehrinde bulunan İnterzone’a biletle kaçıyor. Orada, bambaşka bir dünya ve insanlarla karşılaşıyor. Karısı Joan’e benzeyen Joan Frost’la da aşk yaşıyor kısa bir süre. Bill bir yerde, geçmişte eşcinsel olduğunu da itiraf ediyor. Genetik olarak geçmiş. Bundan kurtulmak için belki de hayatında Joan olmuş.

    Film, 1953 yılında New York’ta açılıyor. Bu gerçeküstücü filmin geçtiği dönem, “cadı kazanı” kaynatan, sanat çevrelerinde komünist avına çıkmış McCarthy dönemi. Zihinsel olarak filmde bunu hissediyorsunuz. Bu filmde diyaloglar, bazı anlar ve karakterler gerçekten çarpıcı. Burroughs, kadim yazar dostları Allen Ginsberg ve Jack Kerouac’ı Martin ve Hank karakterleriyle hikâyesine dâhil etmiş. Gözlüklü olan Martin Ginsberg. Bu “beat” dostlar, Bill’in, izlediğiniz bu filmin romanını “Çıplak Şölen” adıyla yayıncılarına verdiklerini de söylüyorlar Bill’e. Başka göndermeler de var filmde. Böcek ilâcından uyuşturucu kullanan Joan, “Kafka kafası” yaptığını söylüyor Bill’e. Franz Kafka’nın “Dönüşüm” romanına da selâm gönderiliyor. Interzone’daki karakterler de önemli. İnterzone’a sürüklenen Bill, Clark Nova’yla rapor da yazıyor. Çünkü artık o ajan olmuştur. İnterzone’da hayatına Tom Frost (Ian Holm) ve karısının benzeri yeni Joan de giriyor. Joan’e Tom’un daktilosunda Arapça erotik kelimeler yazdırırken daktilo böceğe dönüşüyor ve cinsel organı da ileriye doğru uzuyor. Bu anda hikâyeye önemli karaktere dönüşen Fadela (Monique Mercure) giriyor ve her şeyin akışı değişiyor sürprizlerle beraber. Filmin final bölümü de sürprizli ve çarpıcı. Finaldeki Annexia ülkesi Soğuk Savaş yıllarının Sovyetler’i mi, diye de düşünüyorsunuz.

    Bu filmi ölümsüzleştiren sadece gerçeküstücü görselliği ve içeriği değil, mekânlar ve müzikleri de buna katkı sağlamış. İç mekânlar, yer yer iç dünyada yolculuk gibi. Dışarıyı Bill nasıl algılıyorsa seyirci de öyle algılıyor. Yönetmenin kadim kameramanı Peter Suschitzky’yle besteci Howard Shore filmin ruhuna çok şey katmış. Peter Weller, Judy Davis, Ian Holm ve Roy Scheider’ı aynı filmde seyretmek de heyecan vericiydi.

    Cronenberg ustanın bu filmini “Müthiş Yemek” adıyla 1990’ların başında, 1993’te İzmir’in Hatay semtindeki ikinci el film oynatan salaş bir sinemada görmüştüm. “Müthiş Yemek” nedir, diye de kafama takılmıştı. Filmi gördüm, bu müthiş yemeğin ne olduğunu anlayamadım. Bir defa daha gördüm, yine anlayamadım. Yeni Binyıl adında bir gazete vardı 1990’larda. Sinemanın yüzüncü yılı şerefine “Yüzyılın 100 Yönetmeni” kitapçığı vermişti. Cronenberg bölümünde bu filme “Çıplak Şölen” adı yakıştırmışlardı. Belki Özen Film dağıtmıştır diye bürolarına gittim Beyoğlu’ndaki. sadibey.com sinema sitesinde yazıyorum, David Cronenberg filmleri üzerinde çalışıyorum şu sıralar, dedim. Acaba, 1990’ların başında Cronenberg’ün “Naked Lunch” filmini siz mi dağıttınız? “Çıplak Şölen” diye birçok yerde bulunuyor. Ben “Müthiş Yemek” adıyla gördüğümü hatırlıyorum, dedim. Beni şöyle bir süzdüler. Zihinlerindeki sinema eleştirmenine uymamış olacağım ki, yüzüme bile bakmadan “Yok” deyip kestirip attılar. Ama doğrusunu buldum filmin “Müthiş Yemek” adıyla vizyona girdiğini. Ama Türkçe vizyon afişini bulamadım. Özen Film’e önceleri birkaç defa daha gitmiştim ve saygıyla karşılamışlardı. Özen Film’in geçmişte gösterime soktuğu büyülü filmleri yazmayı istiyordum. Küçükken Alain Delon filmlerini çokça gösterime sokuyordu bu film şirketi. Alain Delon hatırı da vardı. Delon’un en unutamadığım polisiye film, 1978’de vizyona çıkan 1975 yapımı Jacques Deray’in “Flic Story-Öldürmek Arzusu”ydu. Kötü adam (eskiden kalleş derdik) Jean-Louis Trintignant pencereden dama atlıyordu ama kahraman Delon damdan sekip yerdeki kumun üzerine düşüyordu. Senaryoyu, yönetmeni nerden bileceksiniz ki? O an kederlere düştüm, gözlerim doldu kahraman dama atlayamadı diye. Daha çok film var bu film şirketinden. Özen Film’in tarihine çok saygı duyuyorum. Ama isteğim kırıldı. Bu film şirketinin ruhunda ayrımcılık yok diye biliyorduk. Çünkü büyüleyici koca tarihi ve muhteşem geçmişi vardı. Üzgünüm, büyük hayal kırıklığı içindeyim.

    “Şiddetin Tarihçesi…”

    David Cronenberg, şiddeti günlük hayatın içinde ve doğal haliyle yansıtıyor 2005 yapımı “A History of Violence-Şiddetin Tarihçesi” filminde. Bu filme bir bakıma, şiddet sineması diye anılan bir türün tarihçesi de denilebilir. Cronenberg’ün bu filmi, şiddet sinemasına dönüyor ve bu olguyu (toplumsal eleştiri getirerek) yeniden değerlendiriyor. 1960’lı yıllarda kendini geliştiren şiddet sineması, polisiyenin diğer alt türlerinden daha yoğun Batılı toplumların kaygılarını taşıyor. Eğer, şiddet sinemasının sosyo-psikolojisi üzerine bilgi sahibi olabilirseniz, Cronenberg’ün filminden gerçek anlamda ürkersiniz. Tedirginlik ve güven duygusunun azalmasıyla her şeyden kaçış var şiddet sinemasında. Farkına vardığınızda hiçbir yere ulaşılamadığını anlıyorsunuz. Cronenberg’ün bu filmindeki gibi, geçmiş asla peşinizi bırakmıyor. Film, John Wagner ve Vince Locke’un grafik romanından uyarlanmış. Senaryoyu da Josh Olson yazmış. Besteleri Howard Shore yapmış. Kameramansa her zamanki gibi Peter Suschitzky.

    Film, yolculuğa çıkmak üzere olan iki adamın konuşmalarına tanıklık ettirerek açılıyor. Ön jenerik boyunca hiç kesme yapmadan tek bir çekimle yansıyan bu anlar, az önce işlenen cinayetlerden sonra olunca (seyirci sonradan fark ediyor), korku ve tedirginlik duygusu daha da çoğalıyor. Ayrıca bu iki adamın, ilerleyen anlarda filmin lokomotifi olduğunu fark ediyorsunuz. Katillerden genç olanı, az önce katliam yaptıkları eve yeniden giriyor ve içeride kanlar içindeki ölüler görülüyor. Kız çocuğu daha ölmemiş. Adam, silâhını çocuğa doğrulttuğunda sekans bitiyor ve hemen ardından kamera, bir başka mekâna gidiyor. Bu yeni mekânda bir başka küçük kız çocuğu kâbusla uykusundan uyanıyor yatağında. Ev, sakin görünümlü Tom Stall’la (Viggo Mortensen) ait. Avukat eşi Edie (Maria Bello), lisede okuyan oğlu Jack (Ashton Holmes) ve küçük kızı Sarah’yla (Heidi Hayes) beraber yuvası mutluluk saçan Tom, ailesine sevgi ve şefkati verirken Amerikan rüyasının içinde yüzüyor sanki.

    Yönetmen, bundan sonra kamerasını Stall ailesinin içerisinde dolaştırıyor. Bu aile mutlu, huzurlu ve gelecek kaygısı taşımıyor. Tom’un küçük bir lokantası var ve bu küçük kasabada saygı görüyor herkesten. Ama, beklenmedik (ya da beklenebilir) bir şey oluyor ve filmin başındaki iki katilin yolu doğuya giderken bu küçük Mill Brook kasabasına düşüyor. Yönetmen bundan önce, temel bir şey gösteriyor seyirciye. Tom’un oğlu Jack, beyzbol takımının gözdesi olan bir gençle istemeden takışıyor. Jack, olayı büyütmemek için her şeyi alttan alıyor. Jack’in sakinliği ve yapıcı tavrı, tıpkı babası Tom gibi. Film, Tom’un hayatının sakinliğinin derinliğine girdikten sonra bunun nedeni daha da bir anlaşılıyor seyirci için. Evet, adamlar kasabaya geldiklerinde sakinlik bitiyor ve kamera, Tom’un karanlıkta kalan dünyasının içerisine dalıyor.

    Tom, lokantasında olay çıkartan iki “kötü adamı” öldürdükten sonra, birdenbire “Amerikan kahramanı” oluveriyor. Medyanın yönlendirmesiyle. Sonra birileri daha geliyor kasabaya. Carl Fogarty (Ed Harris), lokantada Tom’a Joey Cusack diye sesleniyor. Tom, Joey midir? Joey’i, karanlık ve şiddet dolu geçmişinde bırakıp Tom mu olmuştur? Tom’un geçmişindeki karanlık dehlizlere girip bambaşka bir filmle karşılaşıyor seyirci. Dehlizin içinde Ritchie Cusack da (William Hurt) var. Tom’un karısı Edie’yle seviştiği sahneler de filmin şiddet duygusuyla örtüşmüş. Zaten filmde, bir noktadan sonra her şey sertleşiyor.

    “Şark Vaatleri…”

    David Cronenberg’ün 2007 yapımı “Eastern Promises-Şark Vaatleri” şiddet yüklü filminde kimler kimler yok ki. Rus mafyasının gölgesinde Çeçenler ve Türkler de var. Hepsi de Londra’da. Londra’nın kuzeyinde dehşet saçıyorlar. Karanlık, puslu ve her zaman ıslak sokaklar. Londra’nın kuzey bölgesi, Rus mafyasının her şeyiyle konuşlandığı mekânlarla istilaya uğramış. Cronenberg usta, bir önceki filmi “Şiddetin Tarihi”nin derin uygulamalı halini perdeye yansıtıyor “Şark Vaatleri”yle. “Şiddetin Tarihçesi”nde şiddeti yoğun kullanmayan Cronenberg, “Şark Vaatleri”ndeyse şiddeti tüm ayrıntılarıyla perdeye yansıtıyor. Şiddet anlarına bakmakta zorlanıyorsunuz. Gerçekten, şiddetin soğuk ve donuk dehlizlerinde yol alan bir film bu. Şiddet duygusu, tüm halleriyle yansıyor perdeye. Filmin içinde dolaşan seyirci, ürkecek ve kendi bilinçaltında gizil şiddetten korkacak belki de.

    Rus mafyası… Her şey hiyerarşik işliyor. Rus mafyasının elemanlarının vücudunda ne kadar dövme varsa itibarları da o kadar çok. Bu dövmelerden o kişinin tarihini bile çözebiliyorsunuz. Elbette uzmansanız. Kuzey Londra’da nezih bir restoranı işleten Rus Semyon (Armin Mueller-Stahl), bir mafya babası. Semyon, neredeyse hiç ayrılmadığı restoranından işleri yönetiyor. Restorana özel müşteriler de geliyor ve yeraltı işleri burada hallediliyor. Rus mafyası, “Hırsızlar Birliği”ni oluşturmuş Londra’da. İçlerinde Çeçenler de var. Mafyanın içine kıyıdan köşeden Türkler de girmiş. Cronenberg’ün bu filminde Rusça, İngilizce ve Türkçe dillerini de duyuyor seyirci. Ülkelerinden binlerce kilometre uzakta, bir yabancı ülkede dehşet saçan insanların karanlık suç hikâyesini anlatıyor Cronenberg.

    Film, bir boğaz doğrama sahnesiyle açılıyor. Yer, Londra’nın kuzeyinde, görünüşte berberlik yapan Ankaralı Türk Azim’in (Mina E. Mina) berber dükkânı. Azim’in zekâsı biraz kıt yeğeni Ekrem (Josef Altın), Çeçen Soyka’nın (Aleksandar Mikic) boğazını bıçakla doğruyor burada. Ankaralı Azim, görünüşte hem berber hem de eczacı. İşte bu ürkütücü sahnenin hemen ardından Azim’in eczanesine 14 yaşındaki Rus Tatiana (Sarah-Jeanne Labrosse) geliyor. Kanlar içinde yere yığılan kızı hastaneye götürüyor Azim. Kız hamile. Tatiana doğum yaparken ölüyor, ama doğurduğu kız bebek hayata tutunuyor hastanede. Ebe Anna Khitrova (Naomi Watts), Tatiana’nın günlüğünü çantadan aldıktan sonra hikâye de derinleşmeye başlıyor filmde. Anna, Christine adını verdiği bebeği yaşatmaya çalışırken, Tatiana’nın günlüğünün arasında bulduğu kartvizitteki adrese giderek hayatının hatasını yapıyor. Gittiği yer de Semyon’un restoranı. Rusça günlüğü Semyon’a çevirtip, Tatiana’nın ülkesindeki ailesine ulaşmayı umuyor Anna. Annesi Helen’le yaşayan ve işine motosikletiyle gidip gelen Anna, aslında bir Rus. Siyahî doktor sevgilisinden ayrılmış ve kalbi de kırık. Onu en çok bunalıma sürükleyense ölen bebeği. Belki de bu yüzden Tatiana’nın bebeğini sahipleniyor Anna. Bir de amcası var Anna’nın. Amcası Stepan (Jerzy Skolimowski), KGB’de bile çalışmış zamanında. Hikâye derinleştikçe, Semyon’un yerinde şoförlük yapan gizemli Nikolai Luzhin’le (Viggo Mortensen), Semyon’un oğlu Kirill de (Vincent Cassel) öne çıkıyor. Hiçbir şey göründüğü gibi değil. Filmi seyrederken bir dolu sürprizle karşılaşıyorsunuz. Sonuçta bir suç-polisiye filmi “Şark Vaatleri…”

    Cronenberg, bu filminde donuk tondaki renkler kullanmış. Londra’nın bu karanlık bölgesinin renkleriyle de buluşuyor bu estetik. Peter Suschitzky’nin kamerası da çoğu anlarda alabildiğine sakin. İnsanı gerçek anlamda tedirgin ediyor bu kamera. Yönetmenin psikolojik ve sosyolojik sularda dolaşan bu filmi, bir anlamda şiddetin belgeseli gibi de. Hamamda, Nikolai’yla iki Çeçen mafyasının iki elemanıyla ölüm-kalım savaşı izlenmesi zor bir sahne. Boğaz doğramalar bunun dışında. Filmde pek tabanca görünmüyor. İşler hep keskin bıçaklarla hallediliyor. Fonda, Howard Shore’un Slav havasını duyuran müzikleri de insanı epey geriyor. “Şark Vaatleri”nde sinema tutkunlarını heyecanlandıracak Polonyalı sinemacı Jerzy Skolimowski de var Stepan rolüyle. Skolimowski, Roman Polanski’nin 1962’de yönettiği ilk filmi siyah-beyaz “Noz w Wodzie-Sudaki Bıçak”ın senaryosunu da yazmıştı. Sinemaseverler, Skolimowski’nin 1982’de yönettiği “Moonlighting-Kaçak İşçiler” filmini de anımsayabilirler. Filmin senaristi de önemli. Steve Knight, Stephen Frears’ın Londra’daki göçmenleri anlatan 2002 yapımı “Dirty Pretty Things-Kirli Tatlı Şeyler” filminin de senaryosunu yazmıştı. “Kirli Tatlı Şeyler”de de Türkler vardı.

    (06 Haziran 2014)

    Ali Erden

    ailerden@hotmail.com

    Her Gün İsyan, Avusturya Kültür Ofisi’nde

    Avusturya Kültür Ofisi, Arman T. Riahi ile Arash T. Riahi’nin yönettiği Her Gün İsyan (Everyday Rebellion) adlı filmi Gezi Parkı protestolarının başlangıcının birinci yılında, 30 Mayıs 2014 Cuma günü 19:30’da Türkçe alt yazı ile ücretsiz olarak gösteriyor. Belgesel film, 21. yüzyıldaki modern ve şiddet içermeyen protesto şekilleri ile sivil itaatsizlik konularını ele alıyor; direniş şekilleri ve köklerini araştırıyor, ayrıca bu protesto dalgalarından sonra yaşananları da sorguluyor.

    Her Gün İsyan, Avusturya Kültür Ofisi’nde yazısına devam et

    SineMardin Kapılarını Kar Yağmadan Önce ile Açıyor

    Bu yıl 30 Mayıs – 06 Haziran 2014 tarihleri arasında gerçekleştirilecek olan 9. SineMardin Uluslararası Mardin Film Festivali ünlü yönetmen ve oyuncuları ağırlayacak. Festivalin açılışı yönetmenliğini Hisham Zaman’nın yaptığı bol ödüllü bir film olan Kar Yağmadan Önce (Before Snowfall) filmi ile yapılacak. Hikâyeleriyle sinemaya yansımış olan Mardin, yine kendi coğrafyasının hikâyelerine ev sahipliği yapacak ve festivalde ayrıca birçok ödüllü film yer alacak.

    1. Erbil Uluslararası Film Festivali’nde Yılmaz Güney Onur Ödülü Nuri Bilge Ceylan’a

    Cannes Film Festivali’nden Altın Palmiye Ödülü ile dönen Nuri Bilge Ceylan, 1. Erbil Uluslararası Film Festivali’nin Açılış Ödülü olan Yılmaz Güney Onur Ödülü’ne layık görüldü. 30 Mayıs’ta (bugün) başlayacak olan festivalde ödül Yılmaz Güney’in eşi Fatoş Güney tarafından Nuri Bilge Ceylan’a verilecek. Festival komitesinde olan yönetmen Gani Rüzgar Şavata’dan alınan bilgilere göre, dünyanın çeşitli ülkelerinden yaklaşık 400 sanatçının davet edildiği festivalde ayrıca Şivan Perwer Onur Ödülü ve Kürdistan Enfal Onur Ödülü’nün sahiplerini bulmasıyla ve Yılmaz Güney’in Ağıt filminin gösterimiyle Empire Sinemaları ve 7 Art Sinemaları’nda festivale start verilecek.

    TMMOB Mimarlar Odası Belgesel Sinema Kulübü, Salah’ın Yeri: İşleri Arasında Bile Açık ve Tüm Güneşlerden Uzakta Belgesellerini Gösteriyor

    TMMOB Mimarlar Odası Belgesel Sinema Kulübü’nün bu haftaki etkinliğinde 30 Mayıs 2014 Cuma günü saat 19:00’da Salah’ın Yeri: İşleri Arasında Bile Açık ve Tüm Güneşlerden Uzakta adlı belgesel filmler gösterilecek. Tüm Güneşlerden Uzakta, 1920’lerde inşa edilmiş ve Moskova’nın arka sokaklarında unutulmuş hazine değerindeki binalara odaklanıyor. Modernitenin sapmalarını anlatan film, binaların mirasıyla cebelleşen üç Moskovalı’nın peşinden gidiyor.

    Amerikan Sivil Haklar Mücadelesi Tarihine Tanıklık

    Geçtiğimiz yıl Ağustos ayında gösterime girdiği ABD’de büyük ilgiyle karşılanmış olan ‘Başkanların Hizmetkârı / The Butler’, tam 34 yıl ABD başkanlarına hizmet etmiş ve baş kâhya konumuna yükselmiş siyahi Eugene Allen’ın gerçek yaşamından esinlenmiş kurmaca bir hikâyeyi, ırkçılığa karşı mücadelenin tarihine tanıklık ederek anlatıyor.

    Filmin siyahi yönetmeni Lee Daniels’ı 2009 yılı Oscar mevsiminde hayli ses getirmiş, kadın oyuncusu Mo’nique ile senaryosu Akademi ödülüne layık görülen ikinci uzun metrajı ‘Acı Bir Hayat Öyküsü / Precious’ ile tanımış ve sevmiştik. Bu yürek burkan şehir hikâyesinin ardından, 1969 yazında tarım işçilerinin hak arayışları ve siyahların sivil haklar mücadelesiyle çalkalanan New Orleans topraklarına uzandığı, geçtiğimiz yılın Cannes Şenliği’nin yarışmalı ana seçkisinde yer almış ‘Gazeteci Çocuk / The Paperboy’ geldi.

    Daniels’ın başkan Obama’yı ağlatan film olarak da bilinen bu yeni çalışması, Beyaz Saray’ın ilk siyahi liderinin huzuruna çıkmak için bekleyen emekli kâhya Cecil Gaines’in görüntüsüyle açılıyor. Fonda yankılanan Schumann’ın La minör op.54 piyano konçertosunun ezgileri eşliğinde geçmişe dönüyor yaşlı adam ve kendi ağzından zorlu yaşam öyküsünü izlemeye başlıyoruz.

    Amerikan İç Savaşı sonunda güneyli siyah ırkın kazandığı haklar kısa süre içinde geri alınmıştır. 1926 yılının Macon, Georgia’sında annesine tecavüz edilen küçük Cecil’in babası pamuk tarlasında gözleri önünde katledilir. Küçücük bir rolde Vanessa Redgrave’in canlandırdığı çiftliğin büyük hanımı tarafından ev hizmetlerinde yetiştirilir Cecil Gaines. Burada öğrenir bir ‘ev zencisi’nin nasıl davranması gerektiğini. Hizmet ederken sesi çıkmayacak, nefesi bile duyulmayacaktır.

    Biraz büyüdüğünde çiftliği terk ederek kuzeye giden genç adam, Washington D. C.’nin lüks Excelsior Oteli’nde yetişir. Afrikalı Amerikalıların iki yüzü olması gerektiğini burada öğrenir ustasından. Biri kendi yüzü, diğeri beyazlara kendini güvende hissetirecek sessiz ifadesiz ikinci yüzüdür tarif edilen. Otelde sunduğu hizmet bir Beyaz Saray görevlisinin dikkatini çekince, devletin üst makamındaki uzun hizmet yılları başlar. Burada, kaynaklarda sekiz olarak geçen, ancak benim saydığım kadarıyla yedi başkana hizmet eder. Afrika kökenli Amerikalıların çoğunluğunu simgeler biçimde apolitik kalmayı tercih eder Cecil. Ancak Güney’de baskı ve zulüm sürerken büyük oğlu Louis’nin temsil ettiği genç kuşak sessiz kalmaya niyetli değildir. Martin Luther King ile başlayan, daha sonra Malcolm X ve Kara Panterler örgütüyle devam eden politik aktivist mücadelesinin ardından siyasete atılacaktır Louis.

    ‘Başkanların Hizmetkârı’nın kişisel bir öyküden yola çıkarak, siyah ırkın uzun ve çileli politik mücadelesine tanıklık edişi biraz yüzeysel kalmış belki. Ancak, Afrikalı Amerikalıların kuşak çatışmasını, baba ile oğulun özgürlük anlayışlarındaki farklılığın altını çizerek anlatması önemli. Cecil Gaines’in evi ile işyeri arasında bölünmüş dünyası ve farklı iki yüzünün renk düzenlemeleriyle ayrıştırılması da ilginç. Yine, Beyaz Saray’daki bir davet seremonisi ile güneyde Nashville’de siyah gençlerin ayrımcılığını protesto eden restoran eyleminin koşut kurguyla verildiği bölüm gayet başarılı.

    20. yüzyıl Sivil Haklar tarihinin anılarını tazelerken gerçek belgelerden, röportajlardan da yararlanıyor Daniels. Cecil Gaines’i Amerikan sinemasının en önemli oyuncularından Forest Whitaker, karısı Gloria’yı yine ABD’nin çok tutmuş televizyon programlarıyla ünlü Oprah Winfrey canlandırıyor. Bu arada Beyaz Saray’dan geçen başkanlara küçük dokunuşlarla, aralarında Robin Williams, Liev Schreiber, Alan Rickman, John Cusack, James Marsden gibi eski ve yeni kuşaktan tanınmış oyuncular hayat veriyor. Genç kuşağın yükselen oyuncularından David Oyelowo’yu oğul Louis rolünde izlediğimiz yapımda, bir dönemin politik aktivist oyuncusu Jane Fonda, yıllar sonra Nancy Reagan kompozisyonuyla kısa süreliğine de olsa perdede gözüküyor.

    (05 Haziran 2014)

    Ferhan Baran

    ferhan@ferhanbaran.com

    Sine Bellek Veda Ediyor

    Ankara Uluslararası Film Festivali’nin “başlangıç” etkinliği SineBellek bugün veda ediyor. Festivalin geçmiş yıllarında gösterilen filmlerden yapılan bir seçki olan SineBellek, Ankara Uluslararası Film Festivali 25. yılında belirlenen “Bellek-sizleşme” temasının başlangıç etkinliğiydi. Bu programla geçmişte festivalde gösterilen en sevilen ve en çok ilgi gören filmler Ankara seyircisiyle yeniden buluştu. Ve SineBellek sona eriyor; artık festival zamanı.

    Sine Bellek Veda Ediyor yazısına devam et