Sinematek Derneği Sinema Kursları 16 Mayıs’ta Başlıyor

Ankara Sinematek Derneği’nin 15 yıldır sürdürdüğü sinema kursları İstanbul ve Ankara’da 16 Mayıs 2014 Cuma günü başlıyor. Sinemaya seyirci kalmayıp yakından ilgi duyanlar için, sinemanın tüm aşamalarını öğrenmelerini amaçlayan atölyeler herkese açık olarak gerçekleştiriliyor. Sinematek Derneği kursları, Film Yapım ve Yönetmenlik Atölyesi, Senaryo Atölyesi, Kurgu / Montaj Atölyesi, Belgesel Film Atölyesi, Film Analizi Atölyesi, Online Senaryo Atölyesi, After Effects Atölyesi ve Sinema Yaz Okulu’ndan oluşuyor.

19. Londra Türk Film Festivali’nde Golden Wings Dağıtım Ödülleri İçin Geri Sayım Başladı

22 Mayıs – 01 Haziran 2014 tarihlerinde düzenlenecek olan ve Yozgat Blues filmi ile açılacak olan  19. Londra Türk Film Festivali kapsamında, Türk filmlerinin Londra’da gösterime girmesine imkân sağlayan Golden Wings Ödülü için yarışacak filmler belli oldu. Yarışmaya, Atıl İnaç’ın Daire, Derviş Zaim’in Devir, Ramin Matin’in Kusursuzlar, Melisa Önel’in Kumun Tadı ve Reha Erdem’in Şarkı Söyleyen Kadınlar’ı katılacak.

Bilgi Sinema Kulübü ve Norgunk Yayınevi işbirliğiyle Orson Welles’in Dava’sı Gösteriliyor

Bilgi Sinema Kulübü, Gilles Deleuze’ün Türkçeye kazandırılan Sinema I: Hareket-İmge adlı kitabı vesilesiyle Orson Welles’in Dava (The Trial) filmini Santralistanbul’da gösteriyor. 16, 23 ve 30 Mayıs tarihlerindeki gösterimlerde Enis Batur’un Davalı adlı kitabı ve Bülent Erkmen’in afiş çalışması konuklara ücretsiz dağıtılacak. Welles genellikle, oluşturulan iki hareket betimler, bunlardan biri aralıklı, uzayıp giden bir tür kafes içinde yatay, bir kaçışa; öbürü ise dikey ekseni yukarıdan aşağı ya da aşağıdan yukarı bir işleyiş halindeki dairesel bir yola benzer. Eğer bu hareketler Dava’ya can veren hareketlerse, Orson Welles’in yazarla yüzleşmeye neden ihtiyaç duyduğu sonucu çıkarılabilir.

İki Usta, İki Gerilim: Wyler ve Kazan

Sinemanın iki büyük ustası William Wyler ve Elia Kazan, kendilerine uzak bir tür olan gerilim sinemasının içinde dolaşarak seyircileri tedirginlik içinde kıvrandırdılar. Wyler’dan “Korkunç Koleksiyoncu” ve Kazan’dan da “Ziyaretçiler” filmlerini paylaşmak istedik.

“Korkunç Koleksiyoncu…”

Sinemanın büyük ustalarından William Wyler (1902-1981), kendi filmografisinin çok dışında bir filmle sanatseverlerin karşısına çıkmıştı. Columbia’nın sunduğu 1965 yapımı renkli “The Collector-Korkunç Koleksiyoncu” filmini John Fowles’ın gerilim romanından uyarlamıştı. Senaryoyu John Kohn ve Stanley Mann ortak yazmışlar. Filmin insanı tedirginliğin ortasında bırakan müzikleri de usta Maurice Jarre bestelemiş. Filmin iki kameramanı var. Londra’daki dış mekânları Robert Krasker yaparken, iç mekânlarıysa Robert L. Surtees gerçekleştirmiş. İç mekânlar, Columbia’nın Hollywood’daki stüdyolarında kurulan setlerde çekilmiş. Buna sinemada “Kuleşov Etkisi” deniyor. Filmin büyük bölümü Tudor malikânesinin içinde geçiyor. 1600’lü yılların başında yapılmış bu malikânede çekim yapmak elbette zordu. Kral Tudor, Kraliçe I. Elizabeth’in babasıydı. Bakire Elizabeth’in annesiyse bir Boleyn kızıydı.

Mayıs başları… Tudor malikânesinin önünde uzanan çayırlar üstüne açılıyor film. Freddie Clegg (Terence Stamp), bu zümrüt yeşili çayırda kelebek avlıyor ön jenerik sürerken. Freddie’nin iç sesini duyuyor seyirci. Freddie, “Beni bu evi almaya iten, herkesten uzak yalnız kalmak istememden kaynaklandığını düşünüyorum. Bu kararımdan sonra, tüm hazırlıkları yapmış olmama ve onun gününü nerede geçireceğini bilmeme rağmen, kendime bu plândan asla vazgeçmeyeceğimi söyledim” diyor. Freddie, malikâneyi dolaşırken, seyirci de uzun süre geçireceği mekânları ilk defa görüyor. Özellikle mahzeni. Fonda, sanki zihnin içinde dolaşıyormuş gibi org sesi duyulurken, alttan da piyano tınıları usulca işitiliyor başlarda. Ardından kamera, Thames minibüsün içinden sanat okulu öğrencisi Miranda Grey’i (Samantha Eggar) dikizliyor. Okuldan çıkan sarı elbiseli Miranda’yı minibüsüyle takip eden Freddie, kızı sakin sokakta tuzağa düşürüp bayıltarak minibüsüyle malikâneye getiriyor. Miranda’yı takip sahnelerinde, çello ve nefesli çalgıların sesleri duyulurken, alttan da keman sesi işitiliyordu fonda. Minibüsle takip sahneler özeldi. Londra’nın içinden akıp giden hayatı gösteriyor. Aslında filmin derinliğinde bunlar daha bir anlamlaşıyor Miranda’yı düşününce.

Miranda’nın sarı elbisesi, sinema psikolojisinde hüznü ve ölümü çağrıştırıyor. Kızı, önceden hazırladığı mahzene yerleştiriyor Freddie. Onun ihtiyacını karşılayacak neredeyse her şey var mahzende. Uykudan uyanan Miranda ilk şoku atlattıktan sonra tuhaf kişiliği olan asosyal bir genç adamı karşısında buluyor. Yemek yemeyi reddediyor. Ama nereye kadar? Buradan kurtulması mümkün müydü? Freddie, tutsağı Miranda’ya Haziran başlarında serbest bırakacağını söylüyor, eğer yemek yerse. Ondan beklediği şeyse, kendisiyle konuşması, onun kendisini ciddiye alması. Freddie, Miranda’ya zihninde tutku beslese de önde cinsellik yok. Hayatı boyunca hiçbir kadına yaklaşamamış Freddie. İçine kapanık, utangaç insanlar, karşı cinse veya başka insanlara kolayca ulaşamadıkları için yoğun olarak başka meşguliyetlere yönelebiliyor. Ama her koleksiyon yapan da böyle değil elbette. Ama içine kapanıklık ortak şeydi. Freddie, kederli bir yalnız. Yuva gibi dişi sıcaklığını arayan bir insan belki de. Ama, gönülsüz bahçenin gülleri derilemiyordu işte.

Miranda, resim bölümünde okuyor. Kurtulacağı için de kendine takvim yapıyor ve 11 Haziran’ı bekliyor bu cehennemden çıkmak için. Resim de yapıyor orada. Mahzenin, soğukluğunu ve kasvetini Miranda gibi hissediyorsunuz. Freddie, Miranda’yı çok eskiden beri tanıyormuş. Hatta aynı lisede okumuşlar. Freddie bankada memurken, lotodan yüz binlerce paund kazandıktan sonra plânlarını hayata geçirmeye başlamış. Kelebek koleksiyoncusu Freddie’nin pek arkadaşı da yok. Mesai arkadaşları onunla hep dalga geçmişler. Filmin bir anında yönetmen geriye dönüşle bunları göstererek seyircinin nasıl bir insanla karşı karşıya olduğunu gösteriyor. Freddie, nevrotik bir tip. Takıntılı ve aşağılık kompleksi olan bir insan. Freddie, elbette iletişimsiz ve uyumsuz biri de. Wyler, Freddie’nin psikolojisini görsel anlamda da iyi yansıtıyor. O ruhun içinde kamerasıyla dolaşabiliyor büyük usta. Özellikle mahzendeki kasvet, Freddie’nin karanlık dehlizleriyle buluşuyor sanki. Evin içindeki soğukluğu da hissedebiliyorsunuz. Wyler usta, öncelikle iç mekânları Freddie’nin iç dünyasıyla, ruhuyla buluşturmuş. Mahzen daha karanlık olmasına rağmen psikolojik anlamda Freddie’yi anlamaya katkıda bulunuyor. Malikânenin içi daha aydınlık yansıyor, ama bilinmezlik ve gizemi çoğaltıyor. Banyo sahnesi de filmde gerilimi ve umutsuzluğu çoğaltıyor. Freddie, Miranda’ya banyo yapma izni veriyor. Ama sorun var. O da, banyonun evde olması. Miranda’yı dışarıda kimsenin olmadığı bir anda dışarı çıkartıp eve sokması gerekiyor Freddie’nin. Dışarı çıkan Miranda, gün ışığını ve temiz havayı içine çekiyor. Sonra da banyoda kurtulma umudunu sürdürüyor. Miranda banyodayken beklenmedik bir şey oluyor ve Freddie’nin komşularından Albay Whitcomb (Maurice Dallimore) geliyor. Freddie, Miranda’yı bağlıyor. Albay bir dedektif gibi bu yeni komşuyu sıkıştıran sorular soruyor. Küvetin suyu taşıyor ve sular banyodan dışarı akmaya başlıyor. Umutlanıyorsunuz, ama Freddie yine kazanıyor. Albay gittikten sonra her şet eskiye dönüyor. Banyodan sonra Freddie, Miranda’ya kelebek koleksiyonunu gösteriyor. Miranda ölü kelebekleri görünce dehşete düşüyor. Belki de kendi sonunu görüyor onlarda. Miranda, “Ölümü ve ölüleri seviyorsun” diyor Freddie’ye.

Freddie, mahzende Miranda’nın okuduğu J. D. Sallinger’in “The Catcher in the Rye” romanına gözü ilişiyor. Miranda’nın sevdiği bu kitabı okumak için alıyor. 11 Haziran geliyor. Miranda’yı tarif edilemez bir mutluluk kuşatıyor. Annesine, babasına, kardeşlerine kavuşacağı için. Son gün roman üstüne konuşuyorlar. Freddie, kendisiyle romandaki çocuğun çocukluğunu karşılaştırmış. Freddie, romandaki çocuğu uyumsuz ve asosyal olarak görüyor. İyi okullarda okumuş, ailesini iyi geliri olan sorunsuz biri olması gerektiğini söylüyor çocuğun. Parası olanın bu dünyada derdinin olmaması gerektiğini savunuyor ve romanı saçma buluyor peşinden. Sonra da Miranda’yla entelektüellik üstüne tartışıyorlar. Freddie, entelektüellere de öfkeli. Entelektüellik olmasaydı toplumlar zihinsel anlamda sıçrama yapabilirler miydi? Bizim toplumun çürümüşlüğü bu sıçramayı yapamamasından olabilir miydi?

Son gece baş başa yemek yiyorlar. Freddie, onun için mükellef bir masa hazırlamış ve de sürprizini de söyleyiveriyor: Evlenmek… Daha sonra Freddie, kelebek koleksiyonunu olduğu yerde bayıltıyor, sonra da onu yatağa yatırıyor. Miranda’nın yanına uzanıyor, ona dokunuyor, sarılıyor. Miranda, uyandığında aşağıda şömine yanıyor ve dişiliğini kullanarak Freddie’yi baştan çıkarmak istiyor. Freddie’nin içinde kuşku yine var. Bu içten gelen bir aşk mı, diye. Miranda’nın güzelliği karşısında direniyor Freddie. Acı çekiyor, sevişmek ve sevişmemek arasında. Evden dışarı çıkıyorlar. Dışarıda yağmur da yağıyor. Miranda eline bir kürek geçirip Freddie’yi başından yaralıyor, ama Freddie onu mahzene götürüyor, uyutuyor, Miranda’yı ıslak ıslak yatağa yatırıyor. Kendisi de minibüsüne atlayıp hastaneye gidiyor. Üç gün geçiyor. Mahzene indiğinde Miranda’nın ölüsüyle karşılaşıyor Freddie. Artık Miranda da kelebekleri gibi koleksiyona dâhil oluyor. Miranda’yı meşe ağacının altına gömdükten sonra Freddie minibüsüne atlayıp hastaneye gidiyor. Kısırdöngü insanı umutsuzluğa düşürüyor filmde. Aynı duygu, Michael Haneke’nin Avusturya’da 1997’de, Hollywood’da 2007’de tekrar çektiği “Funny Games-Ölümcül Oyunlar” filminin finalinde de yaşanıyordu. Suçlular hiçbir zaman bilinmeyecek miydi? Cinayet masalarında zeki polis dedektifleri oldukça az da olsa umut vardı. Mükemmel suç yoktu çünkü.

İngiliz yazar ve şair John Fowles’ın romanı ülkemizde ilk 1973 yılında Inkılap ve Aka yayınlarında “Korkunç Kolleksiyoncu” adıyla yayımlanmıştı. 1992’de Afa, 2001’de Ayrıntı’da “Koleksiyocu” olarak okurlarla buluştu bu roman.

“Ziyaretçiler…”

Büyük ustalardan Kayseri doğumlu Rum yönetmen Elia Kazan’ın (1909-2003) nefes kesici gerilimi 1972 yapımı renkli “The Visitors-Ziyaretçiler”, kendi filmografisi içerisinde özel ve tek film. United Artists’in sunduğu filmin senaryosunu yönetmenin oğlu Chris Kazan yazmış. Hem kameramanlığı hem kurguyu üstlenense Nicholas T. Proferes. Filmdeki hikâye, yaklaşık bir gün sürüyor.

Newton, Connecticut. Kış. Hafta sonu. Sabah. Kamera, karlar altındaki dingin doğayı yansıtıyor. Komşuların evleri birbirlerine uzaktalar. Kamera, komşunun siyah köpeğini de gösteriyor. Kamera dışarıdan eve yöneliyor. Martha (Patricia Joyce) uyanmış ve camdan dışarıya bakıyor. Hafta sonu olduğunu unutan Bill (James Woods), Martha’ya sevgiyle sarılıyor, ama Martha biraz soğuk. Bill, mutsuz ve sığıntı gibi hissediyor. Bugünün Cumartesi olduğunu bile unutmuş bir an önce buradan uzaklaşıp işine sığınmak isteyen bir insan gibi. Belki de savaş sonrası travma yaşıyordur. Kimin geçmişinde ne yaşandığı dışarıdan bakıldığı gibi olmayabilir. Martha ve Bill, evli değiller. Hal adında bebekleri doğmuş. Martha’nın babası Harry’nin (Patrick McVey) evinde kalıyorlar. Bill, buradaki helikopter fabrikasında çalışıyor. Bill, gazete almak için arabayla giderken, Martha, western romanları yazan babasına kahvaltı götürdükten sonra bir şeyler olmaya başlıyor bu sakin günde. Evin önüne bir araba yanaşıyor. Arabadan Mike Nickerson (Steve Bailsback) ve Porto Riko kökenli Tony Rodriguez (Chico Martinez) iniyor. Martha’ya, Bill’in Vietnam’dan asker arkadaşı olduklarını söylüyorlar. Mike’ın gözleri, Martha’nın dişi kıvrımları ve mini eteğin boşta bıraktığı düzgün bacaklarına takılmaya başlıyor. Martha’nın dişi sesi de alttan alta baştan çıkartıyor Mike’ı. Bunların anlamı, film derinleştikçe ortaya çıkmaya başlıyor. Bill geldiğinde onları görünce belli belirsiz tedirgin oluyor. Bill, Tony’ye dışarıda etrafı gezdirirken bazı şeyler ucundan anlaşılmaya başlıyor. Tony ve Mike, yakın zamanda askeri mahkemece şartlı tahliye olmuşlar. Reilly de itiraf etmediği için hapisteymiş. Leaverworth’dan bu taraflara yolları düşmüş. Buraya gelişleri, Bill’e gelişleri bir hesaplaşmak için miydi? Mike, sakin görüntüsüyle ihtiyar Harry’yi etkiliyor. Belki de böyle bir oğlu olmasını istemiş. Harry nedense Bill’den pek hazzetmemiş. Belki de Bill’i hep pasif görmüş. Yazdığı westernlerdeki kovboylara benzetemiyordur belki de. Mike bir kovboy muydu? Komşunun siyah köpeği, Harry’nin biricik köpeğini ağır yaralıyor. Bill köpeği tedavi etmeye çabalarken, Harry komşunun köpeğine dünya değiştirtmek istiyor. Mike, arabasının bagajından tüfeğini çıkarınca sakinlik yavaş yavaş dağılmaya başlıyor seyircilerin zihninde. Karlar üzerinde Tony köpeği öldürüyor. Köpeğin ölüsünü komşunun kapısına bırakıyorlar. Koşut kurguyla da evde Bill, Martha’ya geçmişi, Vietnam’daki o korkunç vakayı anlatıyor. Açlık ve susuzlukla bir Vietnam köyüne giren Amerikan askerleri, orada 15 yaşındaki bir kız çocuğuna Vietkonglu diye tecavüz etmişler, ardından da vahşice öldürmüşler. Tecavüz edenler arasında Mike, Tony ve Reilly de varmış. Bill’i de zorlamışlar, ama reddetmiş. Karargâha döndüklerinde Bill, onları ihbar etmiş. Mike ve Bill’in dönüşü, bir intikam dönüşü müydü? Bill, askerden döndükten sonra çok güzel bir kadınla yaşamaya başlamış, harika bir bebekleri olmuş, iyi bir işte çalışıyor ve mutluluğa biraz daha yaklaşmış. Mike, zihninde gammazcı Bill’in tüm bunları hak etmediğini düşünüyordu belki de. Gammazlık konusunda takılıp kalabiliyorsunuz. Yönetmen Elia Kazan, Senatör McCarthy’nin “cadı kazanı” için Hollywood’daki solcu sanatçıları gammazlamıştı. Kazan bir göçmendi ve elde ettiklerini kolay kurmamıştı. Dilemmaya, ikileme düşüyorsunuz. Bill’in mi, yoksa Kazan’ın mı gammazlığı ahlâkiydi, diye. Martha, onları hemen kovmasını istiyor, Bill yapamıyor. Çünkü onları çok iyi tanıyor Bill.

Martha, tüm dişiliğini ortaya çıkartan güzelliğiyle Mike’a yanaşıyor, belki de onun ruhunu anlamak istiyor. Yemekten sonra Harry sarhoş haliyle kendi evine gittikten sonra atmosfer değişmeye başlıyor. Mike ve Tony gitmeye hazırlanırken, Martha onlara kahve ikram etmek istiyor. Sonuçsa tecavüz. Sam Peckinpah ustanın 1971 yapımı “Straw Dogs-Köpekler” filminde de benzer bir an vardı. Evin kadınları, yabancı erkekler gitmeye hazırlanırken neden onlara ikram yaparlar? Kadınların kalpleri iyi olduğu için mi? Kadınlar, bu büyük ustalardan ibret alırlar mı? Bill, Bach’ın “Selections from Lute Suite” klâsik müziğini gitar tınısına dönüştürülmüş melodisini plâktan çalmaya başlıyor. Gitarı çalan maestro da William Mathews. Gitar tınısı usul usul tüm evi kuşatıyor. Martha, odada Mike’le baş başa. Gitar tınısı dans müziğine dönüşüyor ve Martha’yla Mike dans etmeye başlıyorlar. Dans müziği şarkıya dönüşüyor. O sırada Bill ve Tony salondalar. Bil bir şeylerden şüpheleniyor, salondan çıkmak isterken Tony engelliyor. Kavga çıkıyor. Bill ve Mike, gecenin içinde karlar üstünde kavga ediyorlar. Bill bayılınca, Mike içeri giriyor ve Martha’ya tecavüz ediyor. Bu anlara bakmak insanı gerçekten zorluyor ve suçluluk hissettiriyor. Kazan, bir defa daha dilemmaya düşürüyor. Martha’nın tüm dişiliğini kışkırtıcı biçimde yansıtan yönetmen, Mike’ın baktığı açıya mı çekiyordu seyirciyi? Jonathan Kaplan’ın 1988 yapımı “The Accused-Sanık” filminde de benzer bir şeyler vardı. Jodie Foster’ın canlandırdığı karakterin tüm dişiliği kışkırtıcı biçimde yansıyordu. Üstüne askılı tayt giymiş kadının göğüsleri öne fırlıyor gibiydi. Altında da güzel bacaklarını sunan mini etek vardı. Hem Kazan hem de Kaplan, seyircileri zihinsel anlamda ikilemin ortasında bıraktılar. Mike’ın işi bittikten sonra sıra Tony’ye geliyor. Vietnam’da yaşananlar gibi. Tony, Martha’ya, “Maç oynanırken kural değişmez” diyor. Bu sözün bizim topraklardan çıktığını sanıyorduk, ama doğrusunu Kazan’ın bu filmiyle bulduk. Nicholas Ray’in Humphrey Bogart’ı oynattığı 1949 yapımı siyah-beyaz “Knock on Any Door-Cinayet Mahkemesi” kara filminde, gecekondulu genç lumpen, “Hızlı yaşa, genç öl, cesedin yakışıklı olsun” diyordu. Bu sözün de bizden çıktığını sanıyorduk. Ama doğrusuna ulaşabildik. Bir gerçek varsa eninde sonunda ortaya çıkıyordu işte. Mike ve Tony gittiğinde, Bill ve Martha evde kederli bir boşluğun ortasında kalakalıyorlardı. Seyirciler gibi. Geriye kalanlarsa dilemmalardı.

(18 Mayıs 2014)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Uçan Süpürge’den Bir Ankara Forumu: KentMekanCinsiyet

Bir kent nasıl yaşar? Kentte nasıl yaşanır? Farklılaşan ihtiyaçlarımız nasıl karşılanıyor? Yaşadığımız kenti seviyor muyuz? Kenti nasıl deneyimliyoruz? Kentin ev sahipleri miyiz, yoksa misafirleri mi? Ne kadar tanıdık ve ne kadar yabancıyız birbirimize? Kentli haklarımız için örgütleniyor muyuz? “Festival çok güzel, gelsene!” sloganıyla başlayan 17. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali bu haftaya damgasını KentMekanCinsiyet Forumu ile vuruyor. Öteki Bisiklet’ten Kavaklıderem Derneği’ne, Alternatif Anne’den Solfasol Gazetesi’ne, futbolculardan tiyatroculara, esnaftan öğrencilere birçok katılımcının kent deneyimlerini paylaşacağı bu forum herkese açık.

17. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali Kapsamında Ankaralılar Doya Doya Etkinlik Yaşıyor

Birbirinden ünlü konukların katıldığı görkemli açılışı ile başlayan 17. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali, bu sene Ankaralılara birbirinden güzel etkinlikler yaşatıyor. Zeynep Özbatur Atakan’dan “yaratıcı yapımcılık” dinleyen Ankaralı sinemaseverler, Uluslararası Sinema Yazarları Federasyonu FIPRESCI’nin başkanı Alin Taşçıyan’dan da “film okuma”nın inceliklerini duydular. Kusursuzlar filminin senaristi Emine Yıldırım da “senarist kimdir?” sorusunu cevaplandırdı.

17. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali Kapsamında Ankaralılar Doya Doya Etkinlik Yaşıyor yazısına devam et

4. Nar Film Festivali

4. Nar Film Festivali, 15 – 21 Mayıs 2014 tarihleri arasında Nar Sanat Derneği tarafından gerçekleştiriliyor. Acarsan Holding’in ana destekçiliğini üstlendiği festival, bu yıl da M1 Nakıpali Sinemaları’nda Gaziantepli sinemaseverlerle buluşacak. Viyana Belediyesi’nin de filmler ve konuklarla katkı sunduğu festival, bu yıl da çok sayıda yerli ve yabancı filmi ve konuğu Gaziantep’e getirecek. Nar Sanat Derneği’nde düzenlenecek panel ve atölyelerle festival bu yıl çok daha renkli geçecek. Sen Şarkılarını Söyle, Bir Varmış, Bir Yokmuş, Saroyan Ülkesi, Yozgat Blues ve Köksüz festival programında yer alacak onlarca filmden sadece bir kaçı.

4. Nar Film Festivali yazısına devam et