Sinemanın Kuzey Işığı: Ingrid Bergman

Sinemanın büyük oyuncularından İsveçli Ingrid Bergman’a, 1940’larda tarif edilemez güzelliğini sunduğu “Kazablanka”, “Öldüren Hatıralar” ve “Aşktan da Üstün” filmleriyle saygı sunmak istedik.

“Kazablanka…”

Michael Curtiz’in 1942’de yönettiği siyah-beyaz “Casablanca-Kazablanka”, sinemanın da özel filmlerinden. Warner Bros’un sunduğu Murray Burnett-Joan Alison’ın oyunundan uyarlanan film, tam anlamıyla günlük senaryo yazımlarıyla tamamlandı. Öyle ki, ne yönetmen ne de oyuncular bir sonraki sahnede ne olacağını bilmiyorlardı. Oyuncuların yüzündeki şaşkınlığı belki fark edersiniz. Senaryoyu Julius J. Epstein ve Philip G. Epstein ortak yazmışlar. Müzikleri Max Steiner bestelemiş. Belleklere yerleşen fotoğraflarıysa büyük kameramanlardan Arthur Edeson yansıtmış. Film, Warner Bros’un Hollywood’daki stüdyolarında kurulan setlerde çekildi elbette. Film çekilirken İkinci Dünya Savaşı sürüyordu ve senaryo da ona göre geliştiriliyordu. “Kazablanca”, sinemada gördüğünüz en içtenlikli kırılganlık ve fedakârlık üstüne bir film. Aşkın, acı verse de fedakârlık gerektirdiğini de hatırlatıyor. Filmin hikâyesi yaklaşık iki günü anlatıyor. Filmde İngilizce, Almanca ve Fransızca kelimeler duyuluyor. Bu filmi 1994’te İzmir Film Festivali’nde sinema perdesinde görmüştük. Hem de bir balkon sinema olan Alsancak İzmir Sineması’nda.

Kuzey Afrika haritası üzerine ön jenerik yazıları düştükten sonra, Avrupa’da savaştan kaçan insanların Fransız sömürgesi Fas’ın Kazablanka şehrine gelen mültecileri gösteriyor. Parası olanlar kolayca vize alıp Lizbon üzerinden Amerika’ya uçuyorlar. Amerikalı gizemli Richard Blaine’in “Rick’s Café Américain” kahvehanesi gözde buluşma yeri. Burası kahvehane gibi görünse de, bar ve kumarhane aslında. Şehrin polis amiri Yüzbaşı Louis Renault (Claude Rains) göz yumuyor bazı şeylere. Renault, kadınlar konusunda liberalmiş. Renault, bilinen yollarla kadınlara ulaşamayan biri gibi görünüyor. Bu yüzden zorda kalmış veya onun yardımına muhtaç kadınlardan faydalanan biri. Bulgaristan’dan gelmiş parasız genç çifte vize ayarlamak için genç kadını yatmaya zorlamış. Vize parasını Rick’in kahvehanesinde kumarda kazanmayı hayal eden genç koca da umutsuzca kumarda kaybediyor. Genç kadın, Rick’ten yardım isteyince aşk kırgınlığı olsa da sıcaklığını gösteriyor filmin derinliğinde. Renault, bir fırsatı daha kaçırdığına hayıflanıyor.

Kahvehanede siyahî piyanist Sam de (Dooley Wilson) burada piyano çalıp şarkı söylüyor. Elbette orkestra da var. New Yorklu Rick (Humphrey Bogart) yüzünü gösteriyor ve hikâye de derinlik kazanıyor filmde. Çekoslovak entelektüel ve Nazilere karşı direnişçi Victor Laszlo (Paul Henreid) gelmeden önce gerilim de çoğalmaya başlıyor. Öncesinde Nazi subayı Binbaşı Strasser, kahvehaneye geliyor Renault’yla. Rick, zorunlu olarak Nazi subayıyla tanışırken, seyirci için Rick’in gizemi daha da çoğalıyor. Rick, bir suçlu mu? Amerika’dan kaçarak Avrupa’ya sığınmış bir gangster mi? Para karşılığı mültecilere yüksek parayla vize ayarlayan Ugarte (Peter Lorre), elindeki çok özel mektubu saklaması için veriyor. Jandarma, Ugarte’yi tutuklamak için kahvehaneye geliyor. Ugarte cinayet işlemiş. Karakola götürülen Ugarte’den ses çıkmıyor sonra. Renault temizlik işi de yapıyor Kazablanka’da çünkü. Laslo ve karısı Ilsa Lund kahvehaneye geliyorlar. Hemen Ugarte’yi bulup vize yerine geçen önemli mektubu alıp hemen buradan gitmek. Elbette her şey bu kadar kolay değil. Oslolu Ilsa (Ingrid Bergman), piyano başındaki Sam’in yanına gidiyor ve bir aşkın hatıraları da deşiliyor. Ilsa, “Bir daha çal Sam” diyor, o şarkıyı, “As Time Goes By” (Zaman Geçtikçe) şarkısını söylemesi için. Tedirginlik yaşayan Sam o şarkıyı piyanosunda çalarak söylüyor, Ilsa’ya ve seyirciye. Şarkının ilk bölümünde, “Bunu unutmamalısın / Bir öpücük, yalnızca bir öpücüktür / Bir iç çekiş, yalnızca iç çekiştir / Anlamını bulur her şey / Zaman geçtikçe / Ve âşıklar kur yaparken / Hep, seni seviyorum derler / Sakın inanmamazlık etme / Gelecek ne getirirmiş hiç fark etmez / Zaman geçtikçe…” Şarkıyı duyan Rick, öfkeyle Sam’in yanına geldiğinde onu, Ilsa’yla göz göze geliyor. Aşkın sıcaklığı kırılganlıkları kapatabilir miydi? Ugarte’yi bulamayan Laszlo, “Mavi Papağan” barının sinekliğini elinden düşürmeyen fesli sahibi Ferrari’ye (Sydney Greenstreet) başvuruyor vize için. Ferrari de sadece bir vize verebiliyor. En az Rick kadar Ilsa’ya âşık Laszlo, aşkın fedakârlığını da unutmuyor.

Film, o ayrılığa dönüyor Rick’in kahvehanedeki sığınağında. Derine gömülmüş aşk dışarı çıkıyor. Paris’te büyük aşk yaşayan Rick ve Ilsa, gizemlerle dolu mutlu anlar yaşarken, Naziler Paris’i işgal etmek için yola çıkmışlar. Paris’te de “As Time Goes By” şarkısının ikinci bölümü duyuluyor. Filmde, bu şarkının tınıları fonda sıkça duyuyorsunuz sonra. Trenle önce Marsilya’ya gitmeyi düşünen Rick, tren garında Ilsa’yı beklerken Sam’in getirdiği mektupla hüzne düşüyor. Mektubu okurken düşen yağmur damlaları Ilsa’nın kelimelerinin üstüne düşerken melodram kuşatıyor Rick’i ve perdeyi. Ilsa’yla evlenmek istemi Rick. Ama şimdi Ilsa’dan gerçeği öğreniyor. Belki de bu Ilsa’ya saygısını çoğaltıyor Rick’in. Sonunda aşkın fedakârlığı kazanıyor ve Rick, büyük aşkını uçakla Amerika’ya yolluyor. Ilsa, Rick’le gideceğini düşünürken, Rick, sisler altındaki havaalanında yanında Yüzbaşı Renault olmasına rağmen Ilsa’yı ikna ederek Laszlo ve Ilsa’yı uçağa bindirmeyi başarıyor. Binbaşı Strasser, Laszlo’nun havaalanında olduğunun ihbarını alsa da aşka ve Rick’e yeniliyor cehennem trajedisine düşerken. Cinayeti görmezden gelen Renault’yla Rick arasında da sağlam bir dostluk da başlıyor başka yerlere gitme plânları yaparken. Bu havaalanındaki final bölümü, gerçekten sinemanın özel anlarından biriydi. Melodramın da üst noktasıydı. “Kazablanka”, Akademi’den film, yönetmen ve senaryo dallarında Oscar kazandı. Film 1946’da vizyona çıkmıştı.

“Öldüren Hatıralar…”

Alfred Hitchcok’un 1945 yapımı siyah-beyaz kara filmi “Spellbound-Öldüren Hatıralar”, psikanalize derinden ve görsel bakan sinemanın önemli filmlerinden. Selznick’in sunduğu film, Francis Beeding’in “The House of Dr. Edwardes” romanından beyazperdeye uyarlanmış. Senaryoyu Angus MacPhail ve Ben Hecht yazmışlar. Gerilim yüklü müzikleri Miklos Rozsa bestelemiş. Sinemanın görsel anlamda zenginleşmesine büyük katkıları olmuş fotoğraflar da George Barnes’ın. Rüya sahnelerindeki dekor ve çizimler ünlü gerçeküstücü ressam Salvador Dali tasarlamış. Sinemanın en muhteşem anları yaratılmış bu sahnelerde. Bu film ilham vericiydi ve ilham vermeyi hep sürdürdü. Psikanaliz ve Freud üstüne derin düşündürten bir film ayrıca bu yapıt.

Film, sonbaharda yapraklarını döken ağacın üzerine düşen ön jenerik yazılarıyla açılıyor. Sonra perdeye Shakespeare’in, “Suç yıldızlarımızda değil, bizdedir” sözüyle başlıyor ve ardından, doğayla iç içe Green Manors Akıl Hastanesi’nin kapısı yansıyor üzerine yazı düşerken. Yazıda, “Hikâyenin, modern bilimin akli dengesi yerinde olan insanları tedavi etmekte kullandığı psikanaliz üzerine” olduğu belirtiliyor. Gerisini de filmde görüyorsunuz. Gerilim yüklü bu filme dokunurken, gerçekten nazik olmak ve merak duygusunu azaltmamak gerekiyor. Bu film, her devirde gerekli olabilir insana. Hastanenin yirmi yıllık başkanı Dr. Murchison (Leo G. Caroll) emekli oluyor. Yerine de Dr. Edwardes geliyor. Çok geçmeden Edwardes hastaneye geliyor. Analist Dr. Constance Petersen (Ingrid Bergman) onunla yakınlaşıyor çok geçmeden. Kendine Edwardes diyen genç ve yakışıklı adam (Gregory Peck), ilk belirtisini kahvaltıda hissettiriyor Dr. Petersen ve seyirciye. Dr. Petersen, beyaz masa örtüsüne hastanenin havuzunu şeklini çatalla masaya çizince genç adamın yüzünde dehşetli korku ifadesi oluşuyor. Garmes vakası, genç adamın ilgisisni çekiyor hastaneyi dolaşırken. Garmes (Norman Lloyd), suçluluk kompleksi yaşayan bir amnezi hastası. İşlemediği suçu işlemiş gibi suçluluk yaşayan ve ruhunda acı duyan bir insan. Kendini Edwardes sanan genç adam da mı aynı durumdaydı? Hitchcock seyirciyi, Dr. Petersen’ın algılarıyla bütünleştirmiş. Doktor ne algılamaya başlıyorsa seyirci de yavaş yavaş anlamaya başlıyor. Gece uyku tutmayan Dr. Petersen odasından çıkıp kütüphaneden Dr. Edwardes’ın kitabını alıyor. Orada el yazısı görüyor. İmzalar birbirine benzemiyor. Kuşkusu çoğalıyor. Dr. Petersen, ışığı yanan genç adamın odasına gittiğinde gerçeğe biraz daha yaklaşıyor. Aşka da. Genç adam, ertelediği başka şeyleri de ona hatırlatıyor. Çünkü aşk ertelemeye gelmiyor şairin dediği gibi. Aşk bir iş değil ve plân yapılamıyor. Her şey birdenbire oluyor ve dudaklar birleşiveriyor. Gerçek Dr. Edwardes’in sekreteri hastaneye geldiğinde genç adam New York’a bir otele doğru yola çıkıyor. Genç adamın Dr. Edwardes olmadığı ortaya çıkıyor. Bunu daha önceden biri daha biliyordu hastaneden. Amnezi teşhisi konan genç adamın şizofren olduğu görüşü ortaya çıkıyor. Gerilim de yavaş yavaş yükselmeye başlıyor.

Adını ve geçmişini hatırlayamayan, belleğinde karanlık bölgeler olan ve suçluluk kompleksi cehenneminde yanan genç adamın cebinde üzerinde JB yazan sigara tabakası çıkıyor. Acaba adı ve soyadı JB harfleri miydi genç adamın? Adı bilinmeyen genç adam JB’nin notunu okuyan Dr. Petersen, trenle New York’a gidiyor. Otelin lobisinde Pittsburghlu çapkını aile dedektifinin yardımıyla uzaklaştıran Dr. Petersen, dedektifin yardımıyla JB’nin 3033 numaralı odasını öğreniyor. Bu numara simgesel ve metafor yüklü. Otel odasında, Dr. Petersen hem doktor hem de bir âşık. Dudaklar birleşiyor. Ama Dr. Petersen, JB’nin belleğinin karanlık dehlizinde ışık yakmak istiyor önce. Gazetelerde fotoğrafları çıkınca JB ve Dr. Petersen tren garına gidiyorlar. Gardaki gerilim anları çok çarpıcıydı. Bu anların atmosferinde kayboluyorsunuz gerilim yükselirken. JB ve Dr. Petersen, trenle Rochester’a gidiyorlar. Dr. Petersen’ın hocası Alex Brulov’un (Michael Chekhov) evine gidiyorlar. Orada da polis dedektifleri bekliyorlar. Bu anda da gerilim yükseliyor. Sonra Dr. Alex eve geliyor. Dr. Petersen evli olduklarını söylüyorlar Dr. Alex’e. Gecenin derinliğinde tıraş olmak isteyen JB, beyaz köpüğü görünce yine kriz geçiriyor ve elindeki usturayla odadan çıkıyor, Dr. Alex’in yanına gidiyor. Dr. Alex ona uyku haplı sütü içiriyor önce. JB, bardağı ağzına götürürken, uyku haplı sütü sanki seyirci içiyormuş gibiydi. Bu çekim çarpıcı ve stilizeydi.

Sabah olunca, Dr. Petersen ve Dr. Alex’e gördüğü tuhaf rüyayı anlatıyor JB. Rüyada tuhaf mekânlar yansıyor. JB, bu mekânda Dr. Edwardes’la boş kâğıtlarla kumar oynuyor. Bu mekânda maskeli insanlar da var. Sahnedeki perdedeki gözleri makasla kesiliyor. Sonra karlı dış mekânda JB ve Dr. Edwardes kayak yapıyorlar. Dr. Edwardes uçurumdan aşağı düşüyor. Bu rüya gerçekliğe ulaştırabilir miydi? JB’nin belleğinin derinliğindeki bir şeyin de ortaya çıkması gerekiyor. Onu suçluluk kompleksinin cehennemine düşüren şey neydi? Gabriel (Cebrail) Vadisi’ndeki kayak anlarıyla o karanlık dehlizde yanan ışık yansıyor Dr. Petersen’a doğru. JB küçükken erkek kardeşinin ölümünden kendini mesul tutmuş ve suçluluk duygusunu arttırmış bu kaza. Yine de açığa çıkmamış sorular var. Dr. Edwardes’la JB nasıl tanışmışlardı? JB kimdi ve geçmişi nasıldı? Kayak sahnesinde duyulan müzikler insanın zihninde dolaşıyordu sanki. Altta yaylılar birden yükseliyordu çığlık atar gibi. Dr. Petersen analiz yaparak gerçekliğe ulaşıyor. Dr. Edwardes’ın katiline de. Hastanede, Dr. Petersen’ın katille yüz yüze konuşma anları, sinema anlamında gerçekten unutulmazdı. Katilin suç aleti tabanca kamerayla beraber Dr. Petersen’ı takip ediyor, Dr. Petersen odadan çıkınca tabanca kameraya çevriliyor ve seyirciyi vuruyor. Hitchcock, seyircilere önce uyku haplı sütü içiriyor, sonra da tabancayla onları vuruyor. Hak ediyorlar. İşte derin psikanaliz bir durum. Film bitiyor düşünmek bitmiyor. Film, “En İyi Müzik” dalında Oscar almıştı.

“Aşktan da Üstün…”

Alfred Hitchcock’un 1946 yapımı siyah-beyaz “Notorious-Aşktan da Üstün”, sinemanın özel kara filmlerinden. Casusluk üstüne de. RKO’nun sunduğu film, John Taintor Foote’un “The Song of the Dragon” romanından uyarlanmış. Filmin senaryosunu Ben Hecht yazmış. Gerilimli müzikleri Roy Webb bestelemiş. Sinema tarihine geçen stilize fotoğrafları da Ted Tetzlaff yaratmış. Bu kameraya âşık olma ihtimaliniz hayli yüksek.

Film, John Huberman’ın Florida’da Nazilikle ve vatan hainliğiyle yargılanması üzerine açılıyor. Huberman yirmi yıl hapse mahkûm oluyor. Kamera, HUberman’ı arkadan yansıtırken yüzünü hiç göstermiyor. Huberman’ın kızı Alicia Huberman (Ingrid Bergman), bu kararla yıkılıyor. Zaman geçiyor. Alicia, kederler içinde evinde verdiği partide bir yabancıyla karşılaşıyor. Arkadan yansıyan bu yabancı adam gölgelerin içinden çıkarak Alicia’yla iletişimini geliştiriyor ve sarhoş olmuş Alicia’yla üstü açık arabayla geziye çıkıyor. Motosikletli trafik polisi onları durdurduklarında gizemli adamın, T. R. Devlin’in (Cary Grant) gizli ajan olduğu ortaya çıkıyor. Eve dönüyorlar. Alicia, uyuduğu yatakta uyanıveriyor. Kamera da onun bakışından yansıtmaya başlıyor her şeyi. Odanın kapısında ayakta duran Devlin, kameranın yatay açısıyla düşecekmiş gibi görünüyor. Alicia doğrulmaya başladığında kamera da dönüyor ve her şeyi düzgün göstermeye başlıyor. Hitchcock’un bu stilize öznel kamerası, Nicholas Ray’e de ilham vermişti 1955 yapımı renkli ve sinemaskop “Rebel Without a Cause-Asi Gençlik” filminde. Hitchcock’un filminde, komidinin üstündeki bir bardak süt de fark ediliyordu. Derinlikte de yataktaki Alicia. Bunun anlamı filmin derinliğinde daha da anlamlaşıyordu.

Devlin, Alicia’yı etkileyerek onu Brezilya’nın Rio şehrine doğru yolculuğa ikna ediyor önce. Aşk da küçük öpücüklerle çoğalmaya başlıyor sonra. Babasının ölümünün ardından düştüğü boşluğunu, yalnızlığını ve kederini içkiyle doldurduğunu sanan Alicia, karşısına çıkan bu yakışıklı adama bırakıveriyor kendini. İnsanların aşka, sevgiye ve birilerine ihtiyacı sonsuza kadar olacak çünkü. Uçaktan yansıyan Rio manzarası büyülüyor önce. Sonsuz gibi uzanan Cobacabana plajı, tepedeki İsa heykeli. Devlin’in amiri Yüzbaşı Paul Prescott (Louise Calhern) burada olmalarının nedenini açıklıyor. Naziler, Alex Sebastian’ın (Claude Rains) malikânesinde gizlice toplanıyorlar. Bu toplantılardan istihbarat alınması gerekiyor. Alicia, Alex’i tanıyor. Önce at gezintisiyle Alex’e kendilerini gösteriyorlar. Alex’in içine gömdüğü aşk, Alicia’nın güzelliği karşısında yeniden dışarı çıkıyor. İki erkeğin aşkı arasındaki Alicia, Alex’in evlenme teklifini “görev” yüzünden kabul etmek zorunda kalıyor. Geride Devlin’in kırık kalbini bırakarak. Ama görev her şeyden önceydi. Alex’in annesi Anna (Leopoldine Konstantin), kuşkucu, kuralcı ve sert bir kadın. Balayı dönüşünde malikânenin bütün odalarını görmek isteyen Alicia, bir odanı hep kilitli kaldığını öğreniyor. Bu odaysa gizemlerle dolu bir odaydı. Alex, annesinden anahtarlığı alıp Alicia’ya veriyor. Kapısı sürekli kapalı bu oda içki mahzeniydi. Devlin, Alicia’ya parti verdirtiyor kendisini de davet ettiriyor. Ama öncesinde, içki mahzeninin “Unica” anahtarını anahtarlıktan almak gerekiyor Alicia’nın. Gerilim, bu anla yükselmeye başlıyor. Kocası banyodayken, Alicia anahtarı aldıktan sonra seyircinin de nefesi kesiliyor. Ama gerilim devam ediyor. Alicia’nın partide anahtarı gizlice Devlin’e verirken de nefes almayı unutabilirsiniz. Bu uzun sekansta,her şey usul usul gelişiyor, üstünüze bir sıkıntı çöküyor, koltuğunuzda kıpırdanmaya başlıyorsunuz. Gerilim çizgisi hafifçe düşerken, Devlin ve Alicia mahzene gittiklerinde yine yükselmeye başlıyor. Gerilirken, gizemler de birazcık olsun aralanıyor. İçki mahzenine uşak Joseph’le gelen Alex, dışarıda Devlin’le Alicia’nın öpüşmelerine tanıklık ediyor. Bu andan sonra film, Alex’in hayal kırıklığı ve korkusu üstünden bambaşka taraflara gidiyor. Toplantıdaki başkanları Eric Mathis (Ivan Triesault), acımasız bir dava adamı.

Her şey değişmeye başlıyor. Alex’in annesi, Alicia’nın içeceklerine zehir koyarak Alicia’yı zehirlemeye başlıyor. Yavaş ölüm. Bilgi için buluşmalarında Alicia’nın her daim sarhoş olduğunu düşünen Devlin, Alicia bir gün gelmeyince kuşkulanmaya başlıyor. Gecenin bir yerinde malikâneye giden Devlin, Alicia’nın ölüme adım adım gittiğini anlıyor. Başka bir oda da Naziler toplanmış. Devlin, sakince Alicia’yı alıyor, merdivenlerden indirirken Alex ve annesi de Alicia’yı götürmemesini çabalasa da adım adım dışarıya yöneliyorlar. Alicia’yı arabaya bindiren Devlin, Alex’i kendi çaresizliğiyle baş başa bırakıyor. Ardından da görüntü kararıyor.

(28 Nisan 2014)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com