Sinemanın mükemmeliyetçi dâhisi Amerikalı Stanley Kubrick’in 1950’lerde çektiği polisiyelere dokunuyoruz. Bugünden bakınca kolay aşılmaz “Katilin Busesi” ve “Son Darbe” polisiyelerinin atmosferlerinde dolaştırmak istedik.
Stanley Kubrick… Bir dahi, bir mükemmeliyetçi ve bir yaratıcı yönetmen. Kubrick, New York-Manhattan’da 26 Temmuz 1928’de dünyaya geldi. 7 Mart 1999’da İngiltere’de öldü. Kubrick, 16 yaşındayken çektiği bir fotoğraf, ona ünlü Look Dergisi’nin foto muhabiri olma şansını getirdi ve hayatının akışı değişti. Her fırsatta New York Modern Sanatlar Müzesi’nin klâsik film gösterilerini takip eden, vizyona çıkan her filmi merakla izleyen Kubrick, kamera arkasına geçmek için sabırsızlanmaya başladı. 1951 yılında Look’taki işini bırakarak tamamen sinemaya yönelen Kubrick, boksör Walter Cartier’in dövüş için hazırlandığı bir günü konu edinen belgesel “The Day of Fight-Kavga Günü”yle yönetmenliğe adım attı. Tamamen kendisinin finanse ettiği film, hayli dar bir çevrede izlense de, genç yönetmenin cesaretini arttırdı. Bir yıl sonra dokuz dakikalık “Flying Padre” ve 30 dakikalık bir belgesel olan “Seafarers”la çalışmalarını sürdürdü. Hemen ardındansa, ilk uzun metrajlı filmi olan 1953 yapımı siyah-beyaz “Fear and Desire-Korku ve İstek”i çekti. Sade anlatımı, oyuncu yönetimindeki titizliği ve yaratıcılığıyla eleştirmenlerin dikkatini çekti hep Kubrick.
“Katilin Busesi…”
United Artists’in sunduğu 1955 yapımı siyah-beyaz “Killer’s Kiss-Katilin Busesi” kara filminin senaryosunu Kubrick, Howard Sackler’la ortak yazmış. “Katilin Busesi”, Fransız şiirsel gerçekçiliğinin ruhunu ve estetiğini de taşıyor. Kubrick, bu filmde bizzat kameramanlığı da üstlenmiş. Caz tınıları tadı veren müzikleri de Gerald Fried bestelemiş.
Film, New York’taki tren garında açılıyor. Adı Davey Gordon (Jamie Smith) olan genç boksör, yanında valiziyle birinin gelmesini özlemle beklerken, iç sesiyle de zihninde sorgulama yapıyor. Sonra film geriye dönüş yapıyor. Davey, 29 yaşında. Şu ana kadar 88 maç yapmış ve bunun sadece dokuz tanesini kaybetmiş ağır sıklet boksörü. İkisinde de berabere kalmış. Bu gece Rodriguez’le yapacağı maç onu tedirgin ediyor. Moralsiz. Maç televizyondan da canlı yayımlanıyor. Akşamüzeri Davey, apartman dairesinde dışarı çıkmak için hazırlık yaparken, karşı dairede de güzel Gloria da işe gitmek için hazırlık içinde. Apartmandan çıkıyorlar. Gloria Price (Irene Kane), patronu Vinnie Rappalo’nun (Frank Silvera) üstü açık 1953 model Buick Roadmaster Skylark arabasıyla dans salonuna gidiyor. Gece kulübündeki kadınlar, yalnız erkeklerin dans yaparak onları yalnızlıktan kurtarıyorlar. Vinnie, Gloria’nın Davey’yle aynı apartmanda kalmasından pek hoşlanmıyor. Gloria’ya Davey’nin televizyondan canlı yayımlanan boks maçını göstererek doğması muhtemel bir aşkın önüne geçmeyi umuyor. Vinnie, bu genç kadına melodram ötesinde tutkun. Gloria’yı uçan kuştan bile kıskanıyor neredeyse. Vinnie öngörülerinde yanılmıyor. İki genç insanın, Gloria’yla Davey’nin yolu aşkta buluşuyor. Maçta nakavtla yenilen Davey, kederli uykusunda etrafı binalarla dolu, sonsuz gibi asfalt bir yolda buluyor kendini. Bu andaki görüntülerin “arabı”, yani negatifi yansıyordu perdeye. Kadın çığlıyla kâbus dolu rüyasında dönen Davey, sesin Gloria’nın dairesinden geldiğini anlıyor. Bu buluşma bir aşkı da hayata katıyor. Gloria, Davey’e balerin kız kardeşinden söz ediyor. Kendinden yedi yaş büyük Iris’i babası Gloria’dan daha fazla sevmiş. Iris, annelerine benziyormuş. Babaları hastalandığında Iris’in dans parasıyla ailesine bakmış. Gloria bunları anlatırken, Kubrick sahnede bale yapan Iris’i gösteriyordu seyirciye. Davey’nin de bu dünyada amcasından başka kimsesi yok. Doğup büyüdüğü Pasifik kıyısındaki Washington eyaletinin Seattle şehrine Gloria’yla gitmeyi hayal ediyor. Her şey basit gibi görünürken “tutkulu âşık” Vinnie onların yollarını zorlaştırıyor. Vinnie, yanlışlıkla Davey’nin menajeri Albert’ı (Jerry Jarrett) gecenin içinde katlettiriyor adamlarına. Sonra da Gloria’yı kaçırıyor. Ama, aşk kazanıyor ve mutluluk Seattle kadar uzakta iki genç için.
Filmdeki görsellik ve anlar gerçekten unutulmazdı. Kubrick, bu iki yalnız insanın yollarını kesiştirmeden, çok çarpıcı bir sahneyle kaderlerini buluşturuyordu. Davey, dairesinde amcasıyla telefonda konuşurken, karşı dairedeki Gloria’nın yansıması aynadan fark ediliyordu. Dairede, Gloria’yla Davey’nin dudak dudağa öpüştü an sinemada gördüğümüz
en içtenlikli sahneydi belki de. Davey, cenneti sunan Gloria’nın dudaklarına uzanıyor ve nazikçe kenetleniyor dudaklarına. Gloria da şefkatle karşılık veriyor bu güven veren dudaklara. Gloria ve Davey, bu koca şehirde yapayalnız iki insan. Birbirlerine sarıldıklarında bütün oluyorlardı. Bu ki yalnız gencin dairelerinde, yakın geçmişlerinin hatıraları fotoğrafları da yansıtıyordu kamera. Bu çok önemli, çünkü kaderleri, yolları birleşiyor bu iki insanın. Fotoğraflar, hem nostaljiyi hem yalnızlığı hissettiriyordu.
Kubrick, yoğunlukla bu kara filminde parlak ışıklandırma kullanmış. Ama, Vinnie’nin adamlarının Albert’ı öldürdükleri sokakta dışavurumcu ışık düzenlemeleri denemiş. Sokakta gölgeler uzuyordu bu kasvetli anda. Apartmanın merdivenlerinde de parçalı ışıklandırma olsa da daha yumuşak düşüyordu mekânlara ışık ve gölgeler. Vinnie’nin yazıhanesinde de ışık ve gölgeler az da olsa sertti. Gece kulübündeki dans sahnesinde kamera sağa doğru kayıyor ve sonsuzluğa doğru kayacak diye düşünmeye başlıyorsunuz. Bu an, bu sahne kelimenin tam anlamıyla özeldi. Boks maçı sahneleri de stilize açılarla yansıtmak istemiş yönetmen. Kubrick’in fotoğrafçılıktan geldiği asla unutulmamalı. Yönetmen, “Son Darbe” filminde de kamerayı atların hızıyla takip ediyordu kamerayı yana kaydırarak, hatırlatalım. Kış atmosferinde geçen bu filmde, gri gökyüzü altında her şey kurşuni tonda yansıtmış bir de usta. Kubrick’in fotoğrafçılıktan geldiği asla unutulmamalı. Bazı mekânlar da özeldi bu filmden. Final bölümünde geçen tüm sahneler unutulmazdı gerçekten. Terk edilmiş ve çürümeye bırakılmış binalar, sisler altında estetik yoğunlukla yansıyordu. Vitrin mankenleri arasında Vinni’yle Davey’nin gerilimli dövüşü de heyecanlı açılarla yansıyordu. Koreografi gibiydi. Dövüşün sonu da trajikti. Vinnie ölüyor, polis sirenleri duyuluyor ve mutluluk geliyordu iki genç için. Kubrick usta, bu filminde “leit motif” gibi bolca merdiven kullanmış. Sanki oyuncu gibiler. Apartmanda sıkça yansıyor merdivenler. Ama, terk edilmiş binaların dışındaki yangın merdivenleri bambaşkaydı. Kubrick, bu çürümeye terk edilmiş binalarla metafor kurmuş alttan alta Gloria’yla Davey için. İkisi bir araya gelmezse bu binalar gibi böyle çürüyüp gideceklerdi diyor sanki yönetmen. Film, başa tren garına dönüyor. Umudunu yitiren Davey’ye heyecan ve gelecek duyuran o yumuşak sesi duyuyor. “Katilin Busesi” filminde müziklerin kullanımı da, özel ve ilham vericiydi. Terk edilmiş binaların çatılarında, Vinnie’nin adamlarının Davey’nin peşine düştükleri anlarda, fonda usulca, ama tedirgin edici müzik derinlerden kulaklara geliyordu. Sonra o müzik birden yükselip gerginliği çoğaltıyordu. Sisler altındaki gri tonlar da şehrin kasvetini çoğaltıyordu filmde. Sanki ölüm dansı gibiydi bu kaçıp kovalamacalar. Bir anda daha müzik etkileyiciydi. Kaybettiği maçtan sonra dairesine dönmüş Davey, penceresinden Gloria’yı izlediği sahnede, altta Latin müziği duyulurken, müzik birden saksafonla beraber caza dönüşüyordu. Bossa novanın önceliydi bu sanki. Bu filmden, Fransız şiirsel gerçekçi polisiyelerinin tadını aldık. Özellikle Gloria’yla Davey’nin daireleri, sisler altındaki kasvetli New York atmosferleriyle. Davey de, insana 1930’lardaki Jean Gabin’i çağrıştırıyordu. 1930’ların Fransız şiirsel gerçekçi filmleri mutlaka görülmeli. Zihinsel ve estetik anlamda nerelere vardığınızı keşfedeceksiniz belki. “Katilin Busesi” filmini görünce de, sinemanın gerçek renklerinin siyah-beyaz olduğunu düşüneceksiniz belki. Ayrıca bu filmde kadere de dokunacaksınız.
“Son Darbe…”
Kubrick’in yazar Lionel White’ın “Clean Break” soygun romanından uyarladığı 1956 yapımı siyah-beyaz “The Killing-Son Darbe”, soygun filmlerine yeni heyecanlar getirmiş bir başyapıt. Senaryosunu Kubrick’in yazdığı, United Artists’in sunduğu bu film, beş yıl hapsin sonunda hipodromu soyma planları yapan ve bunu uygulayan Johnny Clay’in (Sterling Hayden) hikâyesi. Hikâye, Kaliforniya’da, Los Angeles ve San Fransisko taraflarında geçiyor. Eylül ayı. Soygun, en küçük ayrıntıyı atlamayan ve saniye saniye kurgulanmış bir plan. Kusursuzluğun ve mükemmeliyetin soygunuydu bu. Ön jenerik sürerken, soygun mekânının atmosferinde dolaşmaya başlarken, tek tek çete elemanları da tanımaya başlıyorsunuz. Bu hikâyeyi anlatıcının (Art Gilmore) dış sesiyle takip ediyorsunuz. Johnny’yi oğlu gibi gören Marvin Amca (Jay C. Flippen), hiçbir şeyle ilgisiz gibi hipodromda aylak aylak dolaşırken, veznelerin olduğu mekândaki bara gidiyor. Barmen Mike’tan (Joe Sawyer) kazanan fişler alıyor. İrlanda kökenli Mike, işe trenle gelip gidiyor. Çok hasta karısı Ruth’a (Dorothy Adams) büyük aşkla bağlı ve ona karşı çok müşfik. Bu işe bulaşmasının nedeni belki de karısını bu hastalıktan kurtarmak için. Marvin, elindeki kazanan fişle vezneye gidiyor. Orada da George’la (Elisha Cook Jr) tanışılıyor. George, karısı Sherry’nin (Marie Windsor) kölesi olmuş zavallı bir adam. Sherry’yi kaybederse bir daha hiçbir kadın bulamayacağı korkusuna kapılmış. Karısının bitmek bilmeyen arzularını karşılayabilmek, belki de onu kaybetmemek için bu işe bulaşmış. Ruth, kara filmlerdeki “femme fatal” kadınlardan daha derin trajik bir kadın. Genç âşığı Val Cannon’la (Vince C. Edwards) George’u aldatıyor. Bu kusursuz ve mükemmel planı bir kadın felakete ve trajediye sürükleyebilirdi. Kubrick, sadece şeytansı değil, meleksi olanlar da diyor. Finali düşünün. Sonra resmi giyimli devriye polisi Randy (Ted de Corsia) kameraya takılıyor. Randy, iyi bir evde oturan ve iyi yaşamayı seven bir polis. Bu yüzden karanlık işlere bulaşmış ve bir hayli de borçlanmış. Çeteye satranç tutkunu eski güreşçi Maurice de katılıyor. Bir kişiye daha ihtiyaç var. O da keskin nişancı Niki (Timothy Carey). Çeteyi tamamlayan Johnny’nin fedakâr ve tutkulu sevgilisi Fay de var. Faye (Coleen Gray), filmin başlarında ve sonlarında hikâyeye dâhil oluyor.
Ekip otel odasında toplanıyor ve Johnny planını anlatırken bir şey oluyor. Sherry de otele gelmiş kocası George’un peşinden. Gelmeden önce kocasının hipodrom soygununu sevgilisi Val’a anlatıyor Sherry. Aslında mükemmel soygununda sorunlar başlıyor. Kadın, kusursuz olan tüm plânları altüst edebilir miydi? Kubrick, “Son Darbe” filminde “kötücül” Sherry’nin önlenemez ihtiraslarını hissettirerek buna cevap veriyor fısıltıyla. Sherry, planı değil, soygun sonrasını karıştırıyordu aslında. Sherry’ye, ancak bir erkeğin anlayacağı gibi ders verdiğini sanan Johnny, gecikmeden hafta sonundaki büyük soygununu gerçekleştirmek için harekete geçiyor. Sherry’yi unutuyor. Ama Sherry’nin ihtirası bu mükemmel soyguna gölgesini düşürüyor. Kubrick’in bu filmindeki kurgu denemeleri gerçekten heyecan verici. Günümüz sinemasında sıkça karşılaştığınız bu kurgu anlatımıyla 1950’lerin seyircisi için hayli kafa karıştırıcı ve içinden çıkılmaz bir durumdu belki de. Bu kurguyu günümüz sinemasında, Amerikalı Quentin Tarantino ve Meksikalı Alejandro Gonzales Inarritu gibi postmodern yönetmenlerin filmlerinde bolca yaşıyorsunuz. Kubrick, soygun anlarında zamanlarla oynayarak zihinsel karışıklığa, küçük bir kaosa neden oluyor ve zamanda sıçramalar yapıyordu. Güreşçi Maurice (Kola Kwariani), veznelerin de olduğu bara gelip barmen Mike’la kavga yaptığı an öğleden sonra 4.30’du. Sonra kamera aynı günün sabah 11.30’da keskin nişancı Niki’yi takip ediyor. Niki, üstü açık arabasıyla hipodromun giriş kapısına geliyor. Siyahî güvenlik görevlisini ikna edip arabasıyla favori at “Kızıl Şimşek”i vuracağı açıya konumlanıyor. Atı vuruyor, ama kendisi de trajedisinden kaçamıyor. Kubrick, bu anlarda zamanların yerini değiştirerek gerilimi ve heyecanı daha da çoğaltmış. Buradan soygun anına geçiliyor ve o anlardaki gerilimle koltuğunda kıvranmaya başlıyorsunuz. İki milyon dolarlık hasılatı çuvala doldurtan Johnny, kusursuz sandığı planıyla soygunu gerçekleştirip çuvalı pencereden aşağı atıyor ve polis Randy de kolayca çuvalı arabaya alıyor. Her şey yolunda gibi görünüyor. Sherry’yi unutan Johnny, Niki’nin öldüğünü de bilmiyor. Hatta buluşacağı ekibinin Val tarafından yok edilişini de. Paraya konmak isteyen Val, otel odasına baskın yapıyor ama, orada George dışında herkes ölüyor. Buluşmaya 15 dakika geciken Johnny, ölümden kurtulsa da kaderinden kurtulamıyor. Tüm havaalanı sahneleri gerçekten çok özeldi. Sinemaya armağandı sanki. Ama, Johnny’nin hayatının tam bir kısırdöngü olduğunu da fark ediyorsunuz final bölümünde.
Estetiği de çarpıcı bu filmin. Filmin girişinde ön jenerik sürerken hipodromun atmosferine tam anlamıyla giriyorsunuz. O heyecana parmağınızla dokunuyorsunuz adeta. Padoktan çıkan atların dörtnala koşunu anın içine girerek izliyorsunuz filmde. Belirlediğimiz çarpıcı kurgu denemesi de özeldi bir de. Yönetmen, ağırlıklı olarak parlak ve doğal ışık düzenlemeleriyle sahneleri çekmiş. Sadece bir tek Sherry’nin olduğu ve Sherry’yi hissettiren anlarda daha dramatik ve parçalı olarak ışığı mekânlara düşüyor. Kubrick bu anlarda yoğun olarak sert parçalı ışıklandırma yapmış. Barmen Mike ve hasta eşi Ruth’un olduğu sahnelerde de parçalı ışık düzenlemeleri olsa bile ışık ve gölge daha sıcaktı. Kubrick’in “Son Darbe” filmindeki kamera kullanımı ve kurgusu, sinema yoluna düşmeyi hayal edenlere ilham veriyor. Kameraman Lucien Ballard’ın çerçeveleri özeldi. Fonda duyulan Gerald Fried’in müziklerine de kulak verilmeli. Sinemanın zeki ve zanaatçı yönetmenlerinden John Huston, 1950 yapımı siyah-beyaz “The Asphalt Jungle-Elmas Hırsızları”nda, soygun filmlerinin dağınık motiflerini bir araya toplamıştı. Kubrick, bu motiflerin hakkını vermiş. Huston, kara filmlerin dağınık motiflerini de toparlamıştı. Filmi seyrettikten sonra aklımıza, Japon sinemasında şiddet filmlerinin yönetmeni Takeshi Miike’nin 2004 yapımı “İzo” filmi geldi. Miike o filminde, mükemmeliyetin absürtlüğünü gösteriyordu. Hiçbir şey mükemmel değildi ve mutlaka bir yerlerde tahmin edilemez arızalar oluyordu. Kubrick’in filminde de aynen böyle.
(06 Aralık 2013)
Ali Erden
ailerden@hotmail.com